Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 20 Haziran 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

AKP ve neocon’lar



TSK-neocon ilişkileri gündeme gelmişken, aynı çeteyle AKP’nin ilişkilerini es geçip gözardı etmek herhalde doğru bir tavır olmaz.

Gerçek şu ki, AKP yola çıktığı günden itibaren neoconlarla iyi bir diyalog kurmaya çalıştı.

Erdoğan’ın, partisini iktidara getiren 3 Kasım seçiminden bir gün sonra, o zaman ABD Savunma Bakan Yardımcısı olan Wolfowitz’e yazdığı belirtilen mektup bunun belgelerinden biri:

“Bu mesajımı, ortak dostlarımız aracılığı ile size direkt olarak iletmek istiyorum. Şuna eminim ki, şimdiye kadar hiç olmamış bir şekilde birleşerek, ülkelerimizin en yüksek menfaatleri için birlikte çalışabileceğiz. Bu amaç için mümkün olan en kısa sürede General Özkök’le gizli ve özel bir toplantı yapma fırsatı bulacağımı ümit ediyorum. Şahsî cep telefon numaram şudur: ... Bu yardımınız ve ülkeme olan geçmiş dostluğunuz için çok teşekkürler. Sizinle şahsen tanışmayı ümit ediyorum...” (Star, 17.1.05)

Bu mektubu yazdığında, başkanı olduğu parti sandıktan iktidar olarak çıktığı halde kendisi yargı engeli sebebiyle milletvekili dahi olamayan Erdoğan, birkaç gün sonra Beyaz Saray’a davet edildi, Bush tarafından ağırlandı ve döndüğünde, hakkındaki siyaset yasağı kaldırılarak milletvekili ve başbakan olmasının yolu açıldı.

Sonraki süreçte, neocon kıskacındaki Bush’la hep sıcak bir ilişki içinde oldu. Bu sıcaklık ailevî temaslara da sirayet etmiş olmalı ki, Bush’un ikinci defa seçilip seçilemeyeceğini henüz kimsenin kestiremediği günlerde Emine Erdoğan Bush’un tekrar kazanacağından emin olduğunu söyledi.

2004 Haziran’ında, bir neocon projesi olan BOP’un eşbaşkanlığının Türkiye’ye tevdi edildiği G-8 zirvesinde Bush’un Erdoğan’a, sırtını sıvazlayıp “Büyük adamsın” iltifatında bulunması da bu sıcaklığın bir diğer göstergesiydi.

Gerçi 1 Mart tezkeresinin Meclisten geçirilemeyişi, Erdoğan’ın Irak’taki ABD ve Filistin’deki İsrail katliamlarına karşı zaman zaman yaptığı sert çıkışlar, neocon çetenin, bugün AKP’ye karşı topyekûn taarruzunu netice veren homurdanmalarına yol açtı, ama AKP neocon öfkeyi teskin için her tavizi vermekten geri durmadı.

Meselâ 1 Mart tezkeresinin reddiyle ortaya çıkan durum, Irak’taki ABD güçlerinin ihtiyacı olan lojistik desteğin, yoğun şekilde Türkiye üzerinden teminiyle büyük ölçüde telâfi ediliyor.

Aynı şekilde, İsrail’e karşı arada bir tribünlere yönelik keskin söylemler sarf edilirken, bu ülke ile ilişkilerin en parlak döneminin AKP iktidarında yaşandığı, İsrailli yetkililer tarafından defaatle dile getiriliyor. Ve İslâm âleminin İsrail’e uyguladığı tecridi kırmakta da AKP kullanılıyor.

Beş yıllık iktidarında başörtüsü yasağını kaldıramayan AKP’nin İKÖ platformlarında diğer İslâm ülkelerine kadın hakları dersleri vermesi ise BOP çerçevesinde üstlendiği görevlerin ironik ve acınası tezahürlerinden birini oluşturuyor.

Ama sarf ettiği bunca çabaya rağmen AKP yine de, fena halde öfkelendirdiği neoconlara yaranamıyor. AKP liderinin bir danışmanının yine bir neocon kuruluşun toplantısında “Erdoğan’ı deliğe süpürmeyin, kullanın” diye dil dökmesi dahi netice vermiyor, aksine ters tepiyor.

Zira “Aç canavara sevgi merhametini değil, iştahını açar, diş ve tırnağının da kirasını ister.”

20.06.2007

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

Değer mi hiç?



İnsan, karmakarışık hislere sahip enteresan bir varlıktır.

Cenâb-ı Hak, insanın mahiyetine koyduğu sayısız kabiliyet ve duygularına yaratılıştan bir hudut ve sınır koymamıştır. Ancak sınırlamayı, kelâm sıfatından gelen din kanunları ile koymuştur. İşte, bu emir ve yasaklar manzumesidir ki, insanın imtihanına vesile olmuştur.

Hadis-i şerifte ifâde edildiği gibi, insana bir vadi dolusu altın verilse ikincisini, o da verilirse bir üçüncüsünü ister. İnsanın hırsı bir türlü doymak bilmez. Dünyanın tamamı ona verilse, gözünü aya ve diğer yıldızlara diker. Onu doyuracak olan yalnız ebedî Cennet ve sonsuz nimetlerdir. Adavet denilen düşmanlık hissi de hırs gibidir. Bir şehre bir düşman askeri girse, o şehri bombalarla yerle bir eder. Masum çoluk çocuk, genç ihtiyar ayırımı gözetmez. Yahut hasis bir menfaati için bir ülkeyi istilâ eder, yüz binlerce insanın yok yere ölümünü hiç dikkate almaz. Misâlleri çoğaltmak mümkün.

Halbuki, insana verilen ene denilen benlik ve ona takılan duygular ve sıfatlar, Yaratıcısının sonsuz sıfatlarını onlarla anlamak ve Rabbini o ölçücükleri ile mukayese ederek Allah’ı bilme ilminde terakkî etmek için verilmiştir. Ama insan, ya inançsızlık, ya da iman zaafından dolayı bu maksatla verilen ve emanet olan enesine mâlikim nazarı ile bakar ve emanete ihânet ederse, öyle dehşetli zulümleri irtikap eder ki, cezası ancak dehşetli cehennem olabilir. O zulümlerin cezası bu dünyaya sığışmaz.

Allah’ın emir ve yasaklarına riâyet etmeyerek günahlara giren insan, en evvel kendi nefsine zulmeder. Bu dünyayı kendine zindan ettiği gibi, âhiretini de berbat eder. O nefsin hakkını, o insanın nefs-i emmâresinden almak üzere Allah o adamı azaba mahkûm eder.

Hırsı yüzünden dünyaya hâkimiyet kurmaya çalışan ve tarih boyunca savaşların çıkmasına sebebiyet veren ve bundan dolayı milyonlarca insanın ölümüne sebep olan cihangir kumandanlar ve sultanlar bugün neredeler? Dünyaya sığmayan bu insanlar, küçük bir kabre nasıl sığdı? Bir kısmının bir mezar taşı bile yok. Bugün dünyayı kaos ve karmaşaya sürükleyen ve hasis duyguları ve menfaatleri için milyonlarca insanın dökülen kanlarını hiçe sayan diktatör bozuntularının da yarın hiç biri dünyada olmayacak. Kabrin arkasındaki azaba muhatap olacaklar. O âleme inanmasalar bile...

“Dünya öyle bir metâ değil ki, bir nizâa değsin” diyen Hafız-ı Şirâzî ne güzel söylemiş. Koskoca dünya böyle olursa, dünyanın cüz’î ve basit meseleleri bir nizâa ve çekişmeye değer mi?

En küçük topluluk olan aile hayatından, sosyal hayatın bütün dokularına kadar bu prensip ve anlayış hâkim olmalı. Tâ ki, âilede ve toplumda emniyet ve saadet inkişaf etsin. Bu gün var, yarın yok olacak olan insanlar neden birbirlerini incitirler ki? Hem bütün mü’minler, ebedî bir saadette ebedî bir beraberliğe mazhar olacaklardır. Böyle ebedî beraberliklerin hatırı için her türlü dikkatin ve feragatin gösterilmesi gerekmez mi? Madem dünya fâni ve gelip geçicidir. Kalbin alâkasına değmiyor. Ebed için yaratılan kalbi tatmin etmiyor. Hülâsa; Hafız-ı Şirâzî’nin dediği gibi: “İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: Dostlarına karşı mürüvvetkârâne muâşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muâmele etmektir.” Evet dünyanın basit meseleleri için nizâa değer mi hiç?

20.06.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Hayat kabirde de devam eder



Ateist, inançsız insanlara göre ölüm bitip tükenme, her şeyin sona ermesidir. Oysa zerreden kürelere kadar bütün kâinatı insanın emrine veren, her işinde sayısız hikmet ve faydalar gözeten Allah, kâinatın meyvesi, özü, hülâsası, küçültülmüş bir modeli olan insan gibi bir varlığı yokluğa, hiçliğe atmaz, ona bu dünyada sayısız ikramlarda bulunduğu gibi kabirde de, ahirette de gözlerin görmediği, kulakların işitmediği nimetler ihsan eder.

Evet, ölmekle hayat sona ermez. Kabir âlemi dediğimiz başka bir âlemde oranın şartlarına uygun bir tarzda devam eder. Bedenen değil, ruhen bir hayattır bu.

İhlâs Risâlesi’nin ikinci kısmında ihlâs sırrıyla samimî bir dayanışma, birlik ve beraberliğinin sayısız faydalarına dikkat çekilip, “Hatta ölüme karşı en mühim bir siper, bir nokta-i istinaddır” denilir. Ölüm geldiğinde bir ruhu alır, ama hakikî kardeşlik sırrıyla, rıza-yı İlâhî yolunda, ahiretle ilgili işlerde kardeşleri adedince ruhları olduğundan, biri ölse, “Diğer ruhlarım sağ kalsınlar. Zira o ruhlar her vakit sevapları bana kazandırmakla manevî bir hayatı devam ettirdiklerinden, ben ölmüyorum” diyerek, ölümü gülerek karşılar. Ve ‘O ruhlar vasıtasıyla sevap cihetinde yaşıyorum, yalnız günah cihetinde ölüyorum’ der, rahatla yatar.”1

Ölünün, kabrinde, yardım bekleyen batmış bir adam gibi olduğuna; anasından, babasından, çocuğundan, samimî dostlarından kendisine gelecek duâları beklediğine parmak basan ve “Böyle bir duâ ona gittiğinde, bu onun için dünya ve içindeki her şeyden daha hayırlı olur” buyuran Allah Resûlü (asm) bu duâlar sebebiyle dağlar gibi sevâp yığınlarının kabirleri üstüne yağacağını bildirir ve “Dirilerin ölülere hediyesi, onlar için ettikleri istiğfardır”2 buyururlar.

Ölülere yapılan duâlar, okunan Yasinler, Fatihalar, hatimler, onlar adına yapılan hayır ve hasenat mutlaka ruhlarına gider, faydalarını görürler. O kadar ki ölü ruhuna bağışlanan hediyelerden, hatta kimlerden geldiğinden bile haberdar olur. Amr b. Cerîr’in rivâyetine göre Resûl-i Ekrem (asm) buyururlar ki: “Kişi, ölü olan din kardeşine duâ ettiği zaman, bir melek o duayı onun kabrine ulaştırır ve şöyle der: ‘Ey gurbette kalan bu kabrin sahibi! Bu duâ, sana çok şefkat eden falan kardeşinden gönderilen bir hediyedir.’”3

Hadis-i şerifte dikkat çekilen bu gerçek birçok ehl-i keşfe’l-kubûra keşfolunmuş, rüyalarında malûm olmuştur. İbni Ebi’d-Dünya der ki: “Bir kardeşimi, ölümünden sonra rüyada gördüm. ‘Dirilerin duâsı sana ulaşıyor mu?’ diye sordum. ‘Evet’ dedi. ‘Vallahi, hem de nur gibi dalgalanarak geliyor. Sonra da onu giyiyoruz.’”4

Evet, kabirde de yardımlaşma devam ediyor. Ama asıl olan kendi amelimizle kendimizi kurtarabilmemiz. Sonra gelenler de birer hediye.

Dipnotlar: 1. Lem’alar, s. 223. 2. Hilyetü’l-Evliya, 2:325. 3. Suyûtî, Kabir Âlemi, s. 511. 4. A.g.e..

20.06.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Elli bin senelik beşer yolculuğu



Havva Hanım:

*“Dördüncü Söz’de bir kısım ehl-i takvanın bin senelik yolu bir günde, bir kısmının da elli bin senelik mesafeyi bir günde kestiği beyan edilir ve bu hakikate Kur’ân’da iki âyetin işaret ettiği belirtilir. Bu iki âyet hangi âyetlerdir?”

Bedîüzzaman Hazretleri, Dördüncü Söz’de, namazın hayatımızdaki ehemmiyetini bir temsil getirerek izah ediyor. Temsili kısaca özetlemek gerekirse: Büyük bir hâkim, iki hizmetkârına, yirmi dörder altın vererek, iki aylık mesafedeki has ve güzel çiftliğine ikamet etmek için gönderir. Bir günlük yürüme mesafesinde bir istasyon vardır ve bu istasyonda araba, gemi, tren ve uçak bulunmaktadır. Herkes maddî gücüne göre binebilecektir.

Bu hizmetkârlardan birisi gayet müsriftir ve bu bir günlük yolculukta yirmi üç altınını keyfine göre harcar. Geriye tek bir altını kalmıştır; bunu da harcadığı takdirde iki aylık mesafede aç ve yayan kalacaktır. Arkadaşı bunu uyarır. Hiç olmazsa şu bir altını ile bir uçak bileti satın almasını ve yolculuktan geri kalmamasını ister.

Bu temsilî hikâyeyi hakikate tatbik eden Bediüzzaman Hazretleri, o hâkimin Rabbimiz olduğunu; o hizmetkârların biz insanlar olduğunu; o yirmi dört altının, yirmi dört saat her gündeki ömrümüz olduğunu; o has çiftliğin, Cennet olduğunu; o istasyonun kabir olduğunu; o yolculuğun Kabre, Haşre ve Ebedî Cennete kadar uzanan beşer yolculuğu olduğunu ve o tek bir altınla alınabilen uçak biletinin ise, yirmi dört saatlik bir günün ancak bir saatini işgal eden beş vakit namaz olduğunu beyan eder.

Dünyada, bir günlük yaya yolu kadar bir ömür geçecektir. Sonra kabir istasyonu! Kabir istasyonundan sonra, iki aylık yoldan geri kalan kısmı yürümek için kollar tekrar sıvanacaktır! Asıl yolculuk burada başlamaktadır ve buradan Haşir Meydanına, oradan da Ebedî Cennete ulaşana kadar, yani Allah’ın huzuruna nail olana kadar uzun bir yolculuk bizi beklemektedir. Ve şimdi kıldığımız beş vakit namaz, bu uzun yolculukta bizim için bir uçak bileti kıymetinde olacak ve bizi, takva kuvvetimize göre şimşek gibi veya hayal gibi bir sür’atle—Allah’ın izniyle—Ebedî Cennete ve Allah’ın Cemal’inin rü’yetine—inşaallah—ulaştıracaktır!

Üstad Hazretleri bu uzun yolculuk için temsilde verdiği iki aylık sürenin karşılığı olarak, hakikatte iki rakam telaffuz eder: Birisi; bin senelik bir yol. İkincisi; elli bin senelik bir mesafe! Ve bu hakikate Kur’ân’ın, iki âyetiyle işâret ettiğini kaydeder.1

Kur’ân’da bu iki rakamı telaffuz eden iki âyet vardır. Her iki âyet de, içinde bulunduğumuz şu şehâdet âleminden, amellerimiz ve biz de dâhil, yapılan her şeyin Allah’ın huzuruna ulaşması ve Allah’ın katına yükselmesi için geçecek süreyi, bizim kabulümüzü esas alarak rakamlarla yıllara döker. Âyetlerin birisi Secde Sûresinde: “Allah, gökten yere kadar her işi düzenleyip yönetir. Sonra bütün işler, sizin hesabınıza göre bin yıl tutan bir günde Allah’ın nezdine yükselir!”2 Diğer âyet ise Meâric Sûresinde: “Melekler ve Ruh, yüksek dereceler Sahibi Allah’ın huzuruna dünya senesiyle elli bin yıl süren bir günde yükselir!”3

Müfessirler, bu âyetlerde verilen rakamlarla, Allah’ın huzuruna yükseliş mesafesinin uzunluğunun kinaye yoluyla anlatıldığı üzerinde yoğunlaşırlar. Bu görüşe göre âyetler bu rakamları telaffuz etmekle, bir mirsâd-ı tefekkür, yani tefekkür için bir ipucu vermiş olurlar ve Allah’ın huzuruna yükselişin ne kadar uzun bir yolculuk gerektirdiğini anlatmak isterler.

Üstad Saîd Nursî Hazretleri, bu bin senelik yolu ve elli bin senelik mesafeyi “bir günde” almak için verdiği “beş vakit namaz formülü” ile binlerle yıl sürebilecek kabir ötesi uzun yolculuğun, namazın kerâmeti ve takva kuvvetiyle kolayca aşılabileceğinin, dimağlarda bir müjde hâlinde yer bulmasını istemektedir.

Cenâb-ı Hak, bu uzun beşer yolculuğunda, ellerinden tuttuğu kulları arasına cümle ehl-i imanı ilhak buyursun! Âmin!

Dipnotlar: 1- Sözler, s. 27 2- Secde Sûresi, 32/5 3- Meâric Sûresi, 70/4

20.06.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Demokratlık dersleri (2)



Demokrat Nur Talebeleri

Risâle–i Nur Külliyatına dahil olan Emirdağ Lâhikası isimli eserde, gerek tarif itibariyle ve gerekse imza yerinde "Demokrat Nur Talebeleri" ifadesi açık bir şekilde zikrediliyor. Üstelik, mükerrer surette...

Meselâ, aynı eserin 422. sayfasında "Sayın Adnan Menderes" hitabıyla başlayan mektupta, isimleri tek tek zikredilen 14 Nur Talebesi, kendilerini Demokrat Partinin hem mensubu, hem de âzâsı olarak takdim ediyor.

İşte, o "Demokrat âzâlarından Nur Talebeleri"nin isimleri: "Mustafa, Nuri, Nuri, Hamza, Süleyman, Hasan, Seyda, Receb, İbrahim, Faruk, Muzaffer, Tahir, Sadık, Mehmed."

Bu listede ismi geçen Emirdağ'lı Hamza (Emek) merhumun hatıralarını, yıllar önce ve yaklaşık 300 kişinin huzurunda bizzat kendi lisanından dinleme bahtiyarlığını yaşadık, söylediklerine yakînen şahit olduk.

Hamza Emek Ağabey, o mümtaz meclisin huzuruna çıkarak şunları söyledi: "Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinin tensib ve tasvibiyle, Demokrat Parti Emirdağ İlçe Teşkilâtında vazife aldık. Bir gün Mehmed Çalışkan'la beni çağırdı ve 'Kardaşlarım, sizler benim ve Risâle–i Nur'un bedeline Demokrat Partiye kaydolun' dedi. Biz de kaydolduk ve bilâhare yine onun izni ve rızasıyla Teşkilât Başkanlığı vazifesinde bulundum. (...) Bazı kimseler, dedikodu şeklinde yaydılar ki, 'Üstad, Demokratları terk etti, onlardan yüz çevirdi, desteğini geri çekti, vesaire...' Bunun aslı esası yok. Üstad, zaman zaman Demokratlara kızıp hiddet etmekle beraber, yine de onları desteklemeye devam etti, hele hele bir başka cereyana zerrece meyil göstermedi. (...) Üstad bir defasında, Demokratlardan mânevî desteğini çekmesi halinde, 'ortalığın karışıp altüst olacağı' şeklinde bir endişesini dile getirdi. Maalesef, Üstad'ın vefatından iki ay kadar sonra (27 Mayıs), ortalık karıştı, bundan da devlet ve millet olarak çok büyük zarar gördük. Yaşananlar, Üstadımızın endişesini doğrulamış oldu." (Not: Aktardığımız bu bilgileri te'yiden, ayrıca bakınız: Son Şahitler–2, s. 421–427)

Bayram Yüksel'in hatıraları

Üstad Bediüzzaman'ın has talebelerinden Bayram Yüksel'in bu hususla ilgili hatıralaları da, yukarıda aktardıklarımızla aynı paralelde. Her ikisi de birbirini te'yit ve te'kid ediyor.

Sağlığında kendisinden şifâhen de dinlediğimiz Bayram Ağabeyimizin söz konusu hatırâ notlarını, dilerseniz yazılı bir kaynaktan aktaralım. İşte, Son Şahitler–3'te yer alan ifadelerinden bir bölüm: "(Halkçılar gibi) Demokrat milletvekilleri de Üstadın ziyaretine gelirlerdi. Üstadın onlarla görüşmesi ise (Halkçılardan) daha farklıydı. Onlara, 'Biz Nurcular, sizi destekliyoruz. Ben sizi tutuyorum' derdi. Misâller verirdi. 'Hamza Emek benim talebemdir, hem de Demokrattır' diye Demokratlara anlatırdı."

Bayram Yüksel'in, yine siyasî mevzularla ilgili olarak merhum Zübeyir Ağabeyden aktardıkları da çok dikkat çekici. İşte anlattıklarından kısacık bir bölüm:

"Zübeyir Ağabey, müstesnâ idi... Bizler Üstadımızın, Risâle-i Nur'un tarz-ı hareketini, ihlâs, istiğna, mahviyet, fedakârlık, kahramanlık, iktisat; kardeşlerine karşı tevazu, şefkat, düşmanlara karşı ise, şecaat, cesaret derslerini Üstaddan sonra Zübeyir Ağabeyden aldık.

"Allah ebediyyen razı olsun. Allah, dünyada olduğu gibi, âhirette de Nur Üstadımızın hizmetinden ayırmasın. Kendisinden çok istifade ettik. Sahabelerin isâr hasletine tam mazhardı.

"Risâle-i Nur ve Üstad uğrunda kendisini binler parça da etseler, o, yine Risâle-i Nur diye kalkardı.

"Onda, Risâle-i Nur'a ve Üstadımıza karşı öyle bir bağlılık vardı ki, katiyyen taviz vermezdi.

"Millî Nizam Partisi kurulduğunda (1969) da hiç taviz vermedi. Daima Nur'un içtimaî hayatımıza dair derslerini anlatırdı. ‘Ama Ağabey, bunlar Müslüman değiller mi? Bunlar kardeşlerimiz değil mi?’ dediğimizde, ‘Bunlar Üstadı anlayamamışlar. Bunlar bilmeyerek Nur Talebelerini parçalıyorlar, çok, pekçok zarar veriyorlar’ diyordu.

“Zübeyir Ağabey, Risâle-i Nur prensiplerine aykırı hareketlere katiyyen müsamaha etmezdi: ‘Nur Talebelerini parçalamak isteyenler, Risâle-i Nur’un düsturlarını bilmiyorlar, bize siyasî bir gözle bakıyorlar, baktırıyorlar... Biz, Üstadımızdan böyle dersimizi aldık. Lâhikaları okumuyorlar, okumak istemiyorlar veya anlamak istemiyorlar. Bu hayat-ı içtimaiyeye dair mektupları bize Üstadımız ders vermedi mi? Bunları bize Üstadımız yazdırmadı mı? Biz bunların hepsini de biliyoruz ve Üstadımız bu meselelere ne kadar ehemmiyet veriyordu, onu da biliyoruz. Bunlar Üstadımıza tek taraflı bakıyorlar. Üstadımız vazifeli. Üstad, her cihetle Üstad değil mi ki, bunlar başka bir çığır açmak istiyorlar? Nur Talebelerini siyasî yapmak istiyorlar’ diyor ve bunlara çok üzülüyordu."

Zübeyir'in tarzı ve Necip Fazıl ekolü

Hayatı ve herşeyiyle Üstad Bediüzzaman'a ve onun eserlerine kemâl–i sadâkatla bağlanan Zübeyir Gündüzalp'in, Üstad'ın vefatından sonraki siyasî cereyanlara bakışını ve yeni gelişmeler hakkındaki değerlerdirmesini, yukarıdaki hatıradan da anlamak mümkün.

Yakın tarihimizin çok acı bir gerçeği şudur ki: İkisi de âlim olan hocaları, fikren, mesleken ve meşreben hiç uyuşmayan, hatta tam bir zıtlaşma içinde ömrünü tamamlayan Necip Fazıl ile Zübeyir Gündüzalp'in kendileri de, siyasî ve içtimaî meslek–meşrep noktasında aynı tarz üzere gittiler.

Üstad Bediüzzaman'ın talebesi olan Zübeyir'in siyasî çizgisi bellidir, alenidir: Demokrat Parti, Adalet Partisi...

Üstad'a muarız "İstanbul'daki ihtiyar hoca"nın talebesi olan Necip Fazıl'ın siyasî ekolü de bellidir: İki kanatlı Millet Partisi: 1. kanat Millî Nizam–Selamet Partisi ve 2. kanat olarak da zaman zaman Milliyetçi Hareket Partisi.

Bugün, bu her iki kanadın partileri de—türevleriyle birlikte—siyaset meydanındadır.

Şimdi, Zübeyir ile Necip Fazıl'ın siyasî tarzlarını mizanın iki kefesine koyarak bakalım ve meselâ şu suâlin cevabını bulmaya çalışalım: "Siyasî kökenleri itibariyle Nizam–Selâmet'ten gelen ve tâ başından beri her biri birer Necip Fazıl hayranı olan bugünkü AKP'nin kurmay kadrosunun tepesindeki meselâ ilk üç adamın (Erdoğan, Gül ve Arınç) ağırlıklı tercihi, sizce hangi yönde olur? Yani, bunlar 'Zübeyrî çizgi'ye mi yakın durur, yoksa, 'Necip Fazıl ekolü'nü mü tercihe şâyân görür?"

Kanaatimizce, bu muhim suâlin tahkike dayalı bir cevabı bulunabilirse, büyük ölçüde bugünkü hal ve zihin kargaşasının da önüne geçilmiş olur.

20.06.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Siyaset ve demokratlığın ölçüsü



Bir şey ne tamamen iyi, güzel, mükemmel; ne de bütünüyle kötü, çirkin veya yanlıştır. Siyaset dahil hemen her meselede ölçümüz şudur: Eğer, iyi, doğru ve güzel yönleri fazla ise, iyidir. Keza, yanlış ve kötülükleri çoksa, çirkindir. Beşer şaşar, hata eder. Fıtratı icabı günaha ve hataya düşebilir.

Öte yandan, eşyada kusursuz ve her ciheti hayırlı şeyler, meşrepler, meslekler az bulunur. Her halükârda bazı kusurlar ve sû-i istimâller kaçınılmazdır. Çünkü ehil olmayanlar bir işe girseler, elbette sûiistimal ederler. Fakat, Cenâb-ı Hak, âhirette amelleri muhasebe düsturuyla, adalet-i Rabbâniyesini, hasenat (sevap) ve seyyiâtın (günahın) muvazenesiyle gösteriyor. Yani, hasenat râcih (üstün) ve ağır gelse mükâfatlandırır, kabul eder; seyyiat râcih gelse cezalandırır, reddeder.1

Şimdi bu ölçü çerçevesinde, AKP’nin artıları, eksilerine, geçelim. Önce, “Acaba ‘AKP demokrat değil’ derken yanıldım mı?” sorusuna cevap verelim. Bunu test etmek için çevremde kendi çapımda mini bir anket yaptım. Özellikle AKP’ye oy verenlere, “Neden tercih ediyorsunuz?” sorusunu yönelttim. Kimi bir iki madde, kimi üç/beş madde olmak üzere aşağıdaki hususları sıraladı:

* Ekonomik istikrarı sağladı. (Her ne kadar Kemal Derviş’in IMF programını aynen uyguluyorsa da...)

* Enflasyonu düşürdü.

* Fakirleri TOKİ ile ev sahibi yapıyor.

* Duble yollar yaptı.

* Esnaf, Halk Bankası’ndan bir kuruş kredi alamıyordu, şimdi faizler yüksek, ama, istediği kadar kredi alabiliyor.

* Hayvancılığa büyük destek verdi.

* Hastaneleri (SSK, Bağ-Kur) birleştirdi.

* Küçük yiyicilerin önüne set koydu (büyükler yemeye, havadan para kazanmaya devam ediyor!), büyüklerine güç yetiremedi!

* AB konusunda son zamanlarda durakladı, ama, iyi kanunlar çıkardı…

İşte gördünüz; bütün değerlendirme ve artılar ekonomi üzerine, ekmek üzerine! Yazık ki, insan hak ve hürriyetleri için beklentileri de, çabaları da yok.

Hatırlayacaksınız; üniversiteden atılan on binlerce ve çevreleriyle yüz milyonlarca insan, muhteşem hak arama mücadelesi verip yasakçılara kök söktürürken AKP iktidar olunca, hak arama mücadeleleri “tıss!” diye kesildi. Oysa, hürriyeti “makine-i hayatın buharı” olarak gören Bediüzzaman, “Ben ekmeksiz yaşarım, ama hürriyetsiz yaşayamam”1, “Hayatımda en esaslı düstur, hürriyetimdir”2 diyerek, ömürboyu istibdata, diktatörlere karşı duruşunu değiştirmedi!

Başbakan Erdoğan, “Başörtüsü için söz vermedik!” demişti. Acaba, bırakın mücadeleyi; söz bile vermemeleri bu bezde tarakları olmadığını göstermez mi?

Gerçi, AKP’nin diğer kurmayları “Başörtüsü namus borcumuzdur, halledeceğiz!” dedilerse de durum şudur:

* Başörtülüler üniversite imtihanlarına bile alınmadı!

* Meslek okulu katsayısı meselesi halledilemedi.

* Kur’ân kurslarına gitme problemi duruyor.

* YÖK ise en büyük handikap…

* Şemdinli olaylarına asker karıştı, üzerine gidilmedi. İsmi karışanların görevden alınması gerekirken, bilâkis taltif edildi! Belki de bütün bunlar askerin, derin devletin peşine takılmış olmak değil de, ben yanılıyorum! Haklarını yemeyelim, halletmek için bir adım ileri attılar; üç adım geri! Mücadele, diretme yerine temel meseleleri buzdolabına kaldırdılar. Gerginlik olsun istemediler. Sonunda görüldü ki, bu da boş bir kuruntuymuş; öyle bir gerginlik ki, ülke kaosa sürükleniyor. Demek verilen tavizler boşa mı gitmiş!

Aslında AKP’yi “Demokrat değil!” diye eleştirirken (tabiî ki, oy verenleri değil, kurmaylarını ve sürükleyici omurgayı kast ediyoruz); hürriyetçi, demokrat bir gelenekten, böyle bir mücadeleden gelmediğini kast etmiştik. Yine haksızlık yapmayalım; kıstas şöyle olmalı değil mi? İktidara verilen güç ile bu güçle orantılı yapılan işleri kıyaslamak! Daha doğru bir ifade ile yapılamayan işleri! Anayasa’yı bile değiştirecek güç sahibi bir iktidar iken, muktedir değilse; bir problem yok mu? Peki, bu güçle halledemediğini, bundan daha küçük—haydi buna denk farz edelim—bir kuvvetle nasıl yapacak?

“Toplumsal mutabakat mı arayacak, kurumsal mutabakat mı, demokratiksel veya vatandaşsal mutabakat mı!”

Hazmı zor bir eleştiri daha: Acaba Halk Partisi iktidar olsaydı, bu problemlere daha başka ne kadar ilâveler olurdu ki! Aman, şakası da kötü, Allah CHP’yi iktidar etmesin!

Şimdi dahilî bir eleştiri: Sıradan vatandaş kıstas olarak “ekonomiyi, ekmeği” baz alabilir. Bunun için AKP’ye oy verenleri saygıyla karşılarım; bu onların tercihi! Ama, maddî menfaat beklemeksizin hak ve hürriyetleri, demokratları, “millet, vatan ve Kur’ân hesabına” destekleme dersini, ihtiyat kuvveti olma ikazını Bediüzzaman’dan alanlar “hürriyetsiz nasıl yaşar!” Kaldı ki, asıl problem ekmek, ekonomi değil! Eğer gerçek hürriyet ve demokrasi olursa, ekmek de olur! Hem de gayet pişmiş ve tam gramajlı!

Dipnotlar: 1- Mektûbât, s. 430; 2- Divan-ı Harb-i Örfi, s. 45.; 3- Emirdağ Lâhikası-I, s. 7.; 4- Münaâzarat, s. 17.

20.06.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Faruk ÇAKIR

Başörtüyü soruşturmak ne kazandırır?



Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK), Bilkent Üniversitesi’nde düzenlenen ‘mezuniyet töreni’nde bir başörtülüye diploma verilmesini soruşturma konusu yapmış. Gazetelere yansıyan haberlere göre, bazı üniversite rektörleri Bilkent’in uygulamasını YÖK’e şikâyet etmiş ve soruşturma açılmasına sebep olmuşlar.

Bir soruşturma açılması gerekiyor, ama bu başörtülü öğrenciye diploma verildiği için değil; aksine başörtülü öğrenciler üniversiteye alınmadığı için açılmalı. Çünkü üniversitelerde uygulanan yasak, yürürlükteki kanunlara uygun bir yasak değil, aksine baştan sona ‘keyfî’ bir yasaktır.

YÖK’ün; yapması gereken onlarca işi bir yana bırakıp, bir başörtülü öğrenci diploma törenine katıldı diye soruşturma açması acıklı bir durumdur. Türkiye böyle bir muameleye lâyık değildir. Hatırlamak lâzım: Dünyanın en iyi 500 üniversitesi arasında hiç bir üniversitemiz yer alamamıştı. YÖK, asıl bu işlerle uğraşıp, değil ilk 500, ilk 50 üniversite arasında Türkiye’deki üniversitelerden birkaçının yerleşmesi için gayret sarfetmeli değil miydi?

Büyük bir yanlışlık, yıllardan beri sürdürülmeye devam ediyor. Peki, böyle tavırların halk nezdindeki yansıması hiç düşünülmüyor mu? Türkiye’yi idare edenlerin başörtüsünden bu kadar rahatsız olması hayra alâmet sayılamaz. Başörtülü öğrencilerle aynı mekânı, aynı salonu paylaşmaya dahi yanaşmayan rektörler görmüştük. YÖK’ün son tavrı, bu anlayışın bir şekilde devam ettiğini de gösteriyor. Böyle davranmak YÖK’e ve rektörlere yakışır mı?

Yıllardan beri tekrarlanan anketlerin ortaya koyduğu bir netice var: Türkiye’de yaşayan hanımların büyük ekseriyeti başörtüsü takıyor. Üstelik başörtüsü takmayan hanımlar da başörtüsü takılmasından rahatsız olmuyor ve başörtüsünün hele hele üniversitelerde yasaklanmasını onaylamıyor. Bütün bunlar göz önündeyken, basit bir konuda soruşturma açılması haklı görülebilir mi?

YÖK’ün tavrı, ‘hem suçlu, hem de güçlü’ şeklinde özetlenemez mi? Hem kanunsuz bir yasağı, zorlama yorumlarla uygula, hem de ‘peruk’ takarak okuyan bir öğrencinin mezun olduktan sonra başörtüsü ile diploma almasını soruşturma konusu yap! Bu hareket, yasağı savunanların ruh halini ortaya koyması bakımından da dikkat çekici.

“Tek başına, iş başına” gelen bir iktidar döneminde, hem de bir bakanın kızının maruz kaldığı bu davranış; hak, hukuk, adalet ve demokrasiye ne kadar muhtaç olduğunu gösteriyor. Aynı zamanda, bu talepleri dile getirenlere karşı, “Acele etmeyin, bekleyin, bu problemleri sonra çözeceğiz” diyerek, ‘ötele’yenlerin doğru yapmadıkları anlaşılmış oldu.

Soruşturma haberinin gazetelerde yer aldığı günde, Alman Yeşiller Partisi Eşbaşkanı ve Milletvekili Claudia Roth, “(Başörtüsü) Takana karışmamak gerek” diyordu. (Sabah, 19 Haziran 2007)

Dünyadaki örnekler ve Türkiye gerçekleri orta yerde olduğu halde, başörtülü öğrencilere Claudia Roth kadar da müsamaha göstermeyenlere Allah insaf versin. Âmin.

Başka ne diyelim?

20.06.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Sosyal/siyasî projeksiyonlar -6



Kaldığımız yerden, sosyal projeksiyonlar tutmaya devam edersek; 14-Projeksiyonlarımızdan biri de iletişim ve iyileştirme merkezli pozitif yaklaşım ve istifade zeminidir.

İletişimin etkileyici gücü ve bilginin casus gibi içimize nüfuz eden varlığı ve kendi kendine kalmanın verdiği ikilem ve tereddütleri doğru yönlendirmenin ve sağlıklı düşünmenin yolu, danışmaktan geçer. Bu bazen internettir, bazen ustamızdır, bazen ailemiz, bazen saygı duyduğumuz bir büyüyüğümüz, bazen bilgisinin büyüklüğüne inandığımız bilgedir ya da bize kendini öğreten kişiler, olaylar ve ortamlardır.

Her an bir iletişim halindeyiz. Bir algının tarafıyız. Bir merakın içindeyiz. Bu anlarımıza denk gelecek sağlam referanslarımızla hedeflerimizin ve amacımızın içinde kalabiliriz.

Risâle diliyle “müfritane irtibat”, müspet bir mecrada zihnimizi besleyen bilgi ve huzur kanalıdır. Aksi halde bilgi kirlenmesine maruz kalan ve zihnî fesada yol açan menfî telkinler etkili olur. Buna fırsat vermeyecek şekilde kesrette vahdeti gösterebilecek, huzur ve şevk verebilecek yakınlaştırıcı diyaloglar tesis edilmelidir.

Bu zaman ve zeminle buluşan niyet ve duâ istişareler; asrın aklına ve yeteneğine danışmaktır aynı zamanda. Kendimizi ferahlatacak ve isteğimize bağlı hususî, sorumluluklarımıza bağlı zorunlu ve görevlerimizden dolayı kaçınılmaz süreçleri kapsar. Bütün bunlar, huzur içinde ve huzura talip bir sükûnetle, ısrardan uzak bir letâfetle ve akla kapı açarken ruhu ve vicdanı incitmeyen bir kanaat beyanı ile mümkündür.

İstişare, beraberinde hareket ve tavır değişikliğini getirirse, gelişme ve büyüme yolunu açan öğrenme mektepleridir. İkaz duvarlarıdır. İltifat sahneleridir. Heyecan platformlarıdır. Zevk veren süzülmüş aklın bilgi damıtmalarıdır. Beraberliğin, sorumlulukları paylaştıran, yanlışlıkları ayrıştıran ve bütünlüğü kalbî hazzın derinliğinde muhkem kılan bir disiplindir.

Asrın istişaresi küreselleşirken, kadim medeniyetin ortakları olarak; dünya ve ahiretin varlık tablosunda iman bilimini, bilimin uzmanlıklarına ruh katan bir mânâ ile taçlandırmayı sağlayacak havayı teneffüs etmek gerekir.

Danışmak, danışılana göre anlamlanan, danışana göre değerlenen bir hayat sürekliliğidir. Ya da sürekliliğin hayat biçimidir. Mikro ölçekte bilimin erişilmezliği her gün yeni keşif yollarını açarken, olanla yetinmek ve “mevcuda iktifa”, bilineni tekrarlamak, kendini yenilememek, yeni öğrenme ve kurallara kapalı kalmak, danışma eksikliğinin çaresizlik şikâyetini ve mutsuzluğunu beraberinde getirir.

Buradaki sorumluluk, sosyal boyutta bireyi aşan amme algısı ile hareket etmek ve tezimizi ona göre delillendirmektir. Aynı zamanda tepkileri ölçme sürecinde doğrularımızı test etme imkânı verir.

Kesin olan; biz her şey değiliz ve her şeyi bilemeyiz. Sadece bazı şeyleri, uzmanlıkları ve disiplinleri, dikkatli bir tetkik, araştırıcı bir muhakkik ve analitik bir tahkikle çözebiliriz. Daha doğrusu yeni çözümlere ev ödevi alırız.

Hal böyle olunca, kurum ve kurallar zinciri içinde fikir jimnastiği yapan, araştırarak öteleyen, fotoğrafın genelini kavrayan ve ortak hareket tarzının maddî ve manevî sorumluluklarını omuzunda taşıyıp bunun istişare sistemini kuran toplumlar ve ülkeler ayakta durmaktadır.

Batı demokrasisinin çok seslilik içinde birlik, değişik kanaatler içinde uzlaşma ve farklılık içinde tahammül etme kapasitesi genişledikçe; kavrayıcı ve entegre edici büyüme stratejilerinde muvaffak oluyorlar.

Siyasetin sosyal hayata, çalışma kültürü ile kalkınma dinamiklerine ve milletin demokratik taleplerine göre yapılanma dirayetine katacağı en büyük hizmet, bunu yapabilir kılmaktır.

Sosyal konularda, birden fazla şık olabilir. Fıtratlara ve ihtiyaca göre değişen tercihler mevcuttur. Kimsenin endamı diğerine benzemez. Giydiği elbise de öyle. Bediüzzaman’ın tiyatrocu ile çitfçi benzetmesi ve bunların birisine uyan rolün diğerine ters geleceği örneği, sosyal hayatın statü ve öncelikler listesinin bünyelere göre değişeceğini göstermektedir.

Günlük süt tazeliğinde, değişken bilgilerini yenilemeyen, yeteneğin uzmanlığıyla, tekâmülün muhasebe ve murakebe kültürü ile buluşamaz. “Dûn-himmet” kalır. Kendini geliştiremez. Gayretini esir eder nefsine. Sempati ve cazibe, fikirlerin odağını koruyamaz. Sonuçta, ilgi arttırıcı bir bilgi sağanağı ve sükûnet oluşamaz.

Sosyal uzlaşma, siyasette demokratikleşme ve sivil toplum dinamiğinin güçlendirilmesi; bireyin müspet, aksiyoner ve gelişmeci tutumuna bağlıdır.

20.06.2007

E-Posta: [email protected]




M. Ali KAYA

Liberal demokrasi



Rönesans sonrasında filozof aydınlar, seküler dünya anlayışı ile insanı kâinatın merkezine koyarak dinden bağımsız bir dünya görüşünü benimsemişlerdir. Devleti de dinden tamamen ayırarak insan-devlet ve dünya bağlamında mâneviyatsız bir hayat üçgeni oluşturmuşlardır. 18. yüzyıla kadar Avrupa’da aristokratlar, rahipler ve halktan oluşan toplum yapısı hâkimdi. 18. yüzyıldan sonra kiliseden bağımsız olan birey, akıl, maslahat ve ihtiyaç üçgeninde fikir ve düşünce üretmesini mümkün kılacak bir siyasî yapıyı oluşturmak amacını takip etmiştir. Buna da “Rönesans” adını vermişlerdir.

Seküler demokrasinin yeniden canlanmasına kaynaklık eden sebeplerden birincisi, Newton’un “Bilimsel Devrimi”dir ki, bununla tabiat kendi kendini yöneten bir kozmik yapı olarak algılanmaya başlamıştır. Bu da canlı ve akıllı varlık olan insanın, her şeyi yönetebilme kudretine sahip olduğu vehmini doğurmuştur. İkincisi; akıl yoluyla temellendirilen “Liberal Siyasal Yaklaşım”dır. Üçüncüsü de, dinden bağımsız akıl ile fennî gelişmelere paralel olarak ortaya çıkan makineleşme ve bunun sonucu ortaya çıkan “Endüstri Devrimi”dir. Özellikle matbaanın kullanılmasından sonra hümanizm ve düşünce özgürlüğü, dinden bağımsız yaşama olarak anlatılmıştır.

Bu gelişmeler, Hıristiyanlık dünyasında dinde reform düşüncesini ortaya çıkararak kilisenin bölünmesine ve İncil’in yeniden yorumlanmasına sebep olmuştur. Bu döneme “Aydınlanma Süreci” adı verilir. “Liberal Demokrasi”nin gelişimine katkı sağlayanlar, fikir adamları ve filozoflar olmuştur. Bunlardan Rousseau, cumhuriyetçi anlayışı savunmuş; Montesguieu hukuk devleti, güçler ayırımı ve bireysel haklar gibi demokratik anlayışı temellendirmiş; Mill ise, bireysel özgürlük anlayışına vurgu yapmıştır. Bunlarla beraber, liberal doktrine kaynaklık eden ve anayasal demokrasi fikrini ortaya atan John Locke olmuştur. “Toplumsal Sözleşme” ile bir siyasî organizasyon olan devletin kökeni ve meşrûluğu Locke’e göre “Doğal Hukuk”a dayanır. Doğal hukukta eşitlik ve özgürlük söz konusudur. Ancak doğal hukuku, aklın buyruğu olarak anlamak doğru değildir. Çünkü akıl, doğal hukuku kurgulayarak tesis edemez. Bunu ancak İlâhî güç belirleyerek insanların kalplerine yerleştirir. Dolayısıyla Locke, doğal hukukun kaynağı olarak Allah’ı kabul eder.1

Liberal demokrasi toplum ve devlet anlayışı olarak bireye ve bireylerin iradelerine dayanan bir sistemdir. Dolayısıyla devlet ve siyasal iktidarın kaynağı bireylerin ortak iradesidir. Birey toplumdan önce vardır ve bireyin sahip olduğu haklar toplumdan öncedir.2 Toplumda haksızlığa uğrayan bireyin hakkını devlet savunacak ve koruyacaktır. Devletin varlık sebebi budur. Montesguieu’ya göre devlet bu hakkı “Yasama-Yürütme ve Yargı” erkleri ile sağlar.3

Demokratik bir devlette kuvvetler ayrılığı, siyasal düzenin düzgün yürümesi ve hakların korunması için gereklidir ve hakların ihlâli için kullanılamaz. Bundan dolayı Montesguieu’ya göre özgür bir devlette yasama organının yürütmeyi durdurma yetkisi yoktur. Ancak yasama organının çıkardığı yasaların uygulamasında yürütmeyi denetleme yetkisine sahiptir. Yasama ve yürütme birbirini sınırlandırabilir. Bu yürütme organında yer alanların yasaya aykırı işlemlerinden dolayı cezalandırılmalarının önünü açar. Zaten demokratik sistemi üstün kılan niteliklerden biri de, hükümetin icraatlarından dolayı hesap verme zorunluluğunu taşıyor olmasıdır.

Sonuç olarak, liberal demokrasi, uzun bir sürecin ve insanlığın toplumsal birikimi, tecrübeleri ve filozofların katkıları ile gelişmiş, günümüz demokratik yönetimlerini meydana getirmiştir.

Liberal demokrasinin gelişiminde İslâm’ın hürriyetçi ve insana değer veren, temel hak ve hürriyetlerini koruyan hukuk sisteminin büyük katkısı vardır. Şayet “İslâm Hukuku” olmasaydı, liberal demokrasi de olmazdı. Bu ayrı bir yazının konusudur. Ama ne var ki, batıda liberal demokrasi muharref Hıristiyanlığın baskısından kaçarak seküler bir dünya görüşü üzerine oturmuştur. Demokrasiyi muallel kılan ve bazı insanları kendisinden kaçıran bu yanlış temel yaklaşımdır. Şayet “hukukun üstünlüğü”nü esas alan, hak ve hakikate dayanan İslâm inancına bina edilecek olursa dünyaya bir “Asr-ı Saadet” daha yaşatacağında şüphe yoktur.

Dipnotlar:

1- Mustafa Erdoğan, (Ankara–2001) Anayasal Demokrasi, s. 10–11

2- Atilla Yayla, (Ankara–2000) Liberalizm ve Türkiye, s. 164–165

3- Montesguieu, (İstanbul–2001) Kanunların Ruhu, Derleyen: Mete Tunçay, s.330

20.06.2007

E-Posta: [email protected]




Mikail YAPRAK

Demokratik sorular



Mektuplarını Avusturya’dan yazan biri olarak, Batıdan örneklerle konumuza girelim.

Amerikanın sevilen başkanı John F. Kennedy’nin 22 Kasım 1963’te planlanmış bir suikaste kurban gitmesiyle yerine geçen Lyndon B. Johnson, “Devlet yönetimine halkın katılmasını, demokrasinin temeli” saydı ve buna çalıştı.

Herbert Hoover, “Gerçek liberalizm, her türlü meşrû özgürlük için uğraşmaktır” der.

William Dean Howells’in şu sözünü yer yüzünde yalan çıkaran bir devletin varlığı, eminim ki en başta bu hükmün sahibini sevindirecektir. Hüküm şudur:

“Despot insanlar yok edilmektedir, fakat devlet hâlâ kolektif bir despot olarak varlığını sürdürmektedir.”

Bu sesler, en demokratik ülkelerin içinden yükselmektedir. Demek ki bugün en demokratik ülkelerde bile, gerçek demokrasiye ve tam demokratlara ihtiyaç vardır.

Bizde ise, demokrasi şaibeli ve arızalıdır. Yığın yığın tahribatlara karşı “tamir” gerekiyor. Bunun için de cumhurî yönetimin ve demokratik hakların ön gördüğü bütün kurumlar, devlet de dahil, el ele vererek ancak üstesinden gelinebilecek devasa problemler vardır. Buna rağmen, demokratik kurumlar arasında insicam ve ahenk yerine, tam tersine sürtüşme ve çekişmelerin mevcudiyeti; akıl, insaf ve vicdanla bağdaşmaz.

Demokratlık, halka hizmetkârlıktır. Halkın inanç ve fikirlerine saygı göstermektir. Demokrat olan siyasetçi, kendi menfaatini milletine feda eder. Esasen böyle olmasına ve bu mânânın tahakkuku için bütün dünyada cansiperane çalışanların varlığına rağmen, istenilen düzeye gelinemiyorsa, bu insanlık âlemindeki müthiş bir kaymanın, asayiş, ahlâk ve inançta korkunç bir çöküşün varlığına delâlet eder. Dünya için semavî ve İlâhî emirlerden uzaklaşmanın, Müslüman için iman ve İslâmiyete lâkayt kalmanın neticesidir. Çünkü “İman ne kadar mükemmel olursa, hürriyet o kadar parlar. İşte Asr-ı Saadet!”Çünkü insana karşı hürriyet, Allah’a karşı kulluğu gerektirir.” “İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar.” İşte tırnak içine aldığım bu sözlerin sahibi Bediüzzaman, “Ekmeksiz yaşarım, fakat hürriyetsiz yaşayamam” diyerek meydana çıktı. Türkiye’de zuhur etti, ama bütün insanlığa hitap etti. Onun her alanda getirdiği ölçülere bütün insanlığın ihtiyacı var. İşte onun Münâzarât adlı kitabından, günümüze ışık tutan, yaraya neşter vuran kısa bir sual ve cevabı mânâ olarak kısaca aktaralım:

Sual: Fikirleri karıştıran, hürriyet ve demokrasiyi takdir etmeyenler kimlerdir?

Cevap: Cehalet ağanın, inat efendinin, garaz beyin, intikam paşanın, taklit hazretlerinin, mösyö gevezeliğin taht-ı riyasetlerinde, insan milletinden, saadet kaynağımız olan meşvereti inciten bir cemiyettir.

Devamında ise bu ifadelere açıklık getirilerek; demokrasi, hürriyet, millî irade ve hür teşebbüsün önünü kesen sıfat, fiil ve ünvanlar deşifre ediliyor.

İşte buyrun. Bir seçim döneminde ülkemizdeki manzaraya bakınız. Ülkesiyle, devletiyle ve milletiyle devâsâ problemlerin yaşandığı; bağımsızlığımızın, birlik ve beraberliğimizin tehdit altında olduğu, kem gözlerin üzerimize dikildiği, terör belâsının bir yerlerden ateşlendiği ve körüklendiği bir ortamda, acaba kendi tavır, duruş ve siyasî düşüncesinden zerre kadar geri duran, azıcık tavizkâr olan siyasetçilere rastlamak mümkün mü? Kastettiğim parti taassubu, siyasî menfaat noktasındaki kısır çekişmelerdir. Yoksa sorumluluk taşıyan kişi ve kurumların, siyasî liderlerin, ülke ve millet menfaatine meseleleri enine boyuna tartışması, gerekirse en sert muhalefette bulanması yine demokrasinin gereğidir.

***

Bir vatandaş olarak şu soruları sormak da demokrasinin gereği mi acaba?

Bir önceki seçimde, 28 Şubat’ın estirdiği kasırgalardan kurtulmak isteyen milletin, ister istemez ümit bağladığı ve kurtuluş reçeteleri için katıksız yetki verdiği bu iktidar, milletin bu teveccühüne lâyık olabildi mi? İktidar olmakla beraber, muktedir de olabildi mi? Yoksa hep savunmada mı kaldı? Ezilerek, büzülerek ve geri adımlar atarak, karşısına aldığı “özerk” kurumları daha da güçlendirdi mi? İnanç ve düşünce alanlarında yaşanan mağduriyetler giderildi mi? Yoksa yetmemiş gibi, bir de kendisini mi mağdurlar hanesine kaydırdı? Mağduriyetleri ortadan kaldıracağı yerde kendisi mi mağdur rolüne büründü? En son, cumhurbaşkanlığı seçiminde de, makul ve mantıklı bir yol takip edip, seçimi gerçekleştirmek imkân ve şartlarına sahipti de, bilerek neticesi malûm bir yola girip mağduru oynamayı mı tercih etti? Seçmenlerinin nazarında “İstedi ama, yaptırmadılar” kabilinden olan neticesiz teşebbüslere birisini daha mı eklemiş oldu? Yoksa başörtülü bir hanımefendinin “fırst lady” olmasıyla, başörtüleri sebebiyle üniversitelere, iş yerlerine ve kamusal alanlara alınmayanların mağduriyetleri anında çözülmüş mü olacaktı?

***

Bugün hâlâ atanmış bazı bürokratlar, özerk bazı kurumlar, kendilerini parlamentonun da üstünde bir yerlerde görüyorlarsa, o zaman demokrasinin ülkemizde tam hazımsanmış ve benimsenmiş olduğu söylenebilir mi? Kendilerini parlamentonun da üstünde gören bu özerk kurumlar, bu yetkiyi, daha doğrusu bu cesareti anayasadan ve kanunlardan almıyorlarsa, nereden alıyorlar? İşte asıl bu sorunun cevabını bulmak gerekiyor. Onlar bu yetkisizce yetkiyi, onlar bu cesareti nereden alıyorlar? Bugün hâlâ, aradan 57 yıl geçmesine rağmen, “Yeter söz milletindir” parolası tazeliğini koruyorsa, peki söz millette değil de, kimdedir ve nerededir ki, onu oradan alıp millete tevdi etmek gerekmez mi? Hem sadece Demokratlar değil, bütün partiler sonuçta millete dönmüyorlar mı? Millete söz verip milletten destek istemiyorlar mı?

- Bize destek verin, bizi parlamentoya gönderin, size söz veriyoruz, cumhurbaşkanı ne derse, asker ne derse, YÖK ne derse biz onu yapacağız.

Allah aşkına, milletin huzuruna böyle bir vaadle çıkan bir partiye rastladınız mı?

Milletin çözüm beklediği bazı meseleler için “Biz yapmak istedik, bize engel oldular” mazereti, iktidar partisinin bu seçim döneminde yegâne sığınağı olacaktır. Halbuki devlet bir bütündür ve milletin hizmetindedir. Cumhurbaşkanıyla, anayasasıyla, Danıştayıyla, Sayıştayıyla, parlamentosuyla, hülâsa bütün kurum ve kuruluşlarıyla.. Bunların hepsi birbirini tamamlar ve yardımcı olur. Bunlardan birinin öbürünü karşısına alması, rakibâne ve hasmâne tutum içine girmesi devleti zedeler, milleti incitir.

Madem ki seçimler, demokrasinin olmazsa olmazlarındandır. Madem ki “seçilmişlerin üstünlüğü” vardır, öyleyse seçilmişler de bunun şuurunda hareket etmeli, demokrasinin kendilerine sağladığı “üstünlük” nimetini, millet namına kabul etmeli, asıl üstünlüğün kendilerinde değil, kendilerini vekil tayin eden millette olduğunu bilmeli, milleti “üstün” ve “şerefli” kılacak icraat ve uygulamalarda bulunmalı, milleti zelil ve perişan edecek girişimlere, nereden ve kimden gelirse gelsin, kendi canları ve “son”ları pahasına müsaade etmemeli..

Kaldı ki, demokratik rejimlerdeki bu “seçilmişlerin üstünlüğü” ilkesi, seçimle iş başına gelenlerin, atanmış bürokratlar karşısındaki üstünlüğünü vurgular. Öyleyse bu seçilmişler, zoru gördüğü zaman sinmemeli. Elbette ki her nimetin bir külfeti, her rahmetin bir zahmeti ve gerçekleştirilmesine çalışılan her idealin bir bedeli olacaktır.

Ne gariptir ki, ülkemizde her kazanım, her nimet ve her yetki, ilgililerin su-i istimalinden kendini kurtaramadığı gibi, demokrasinin seçilmişlere tanıdığı bu “üstünlük” nimeti de, millete ait olmasına rağmen, seçilmiş kişi kendi menfaati istikametinde kullanabilmiş, dokunulmazlık zırhına bürünerek, hasbelbeşer işlediği cürmlerden sıyrılma yoluna gitmiştir. Burada özellikle “kişi” demeyi yeğliyor, “kişiler” demekten sakınıyorum. Çünkü suç ve cürmün şahsîliği vardır, başkasına sirayet etmez. Parlamentoya böyle kişiler geliyor ve ettiği yemine sadık kalamıyor diye, parlamento suçlanamaz ve bundan hareketle parlamenter sistemden vazgeçilemez. Ama milletvekili dokunulmazlığı konusunda makul bir düzenleme yoluna gidilebilir. Kişinin, dokunulmazlık zırhına bürünerek, şahsi çıkarlarına alet etmesi önlenebilir. Aslında bunun adı “yasama dokunulmazlığı”dır ve Batı ülkelerinde de anayasalarının öngördüğü şartlar çerçevesinde uygulanıyor. Meselâ Fransa’da parlamenter, faaliyetini yapmadığı zaman, yaz tatiline gittiğinde dokunulmazlıktan yararlanamıyor.

Bizde yaşanan bir garipliği söylemeden geçemiyeceğim. Son bir demokratik soru:

Bizde parlamenterin dokunulmazlığı kadar parlamentonun dokunulmazlığı mevcut mu acaba?

20.06.2007

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Asker siyasetçi ilişkileri ve seçimler



Beş yıllık AKP iktidarında gördük ki, siyasetçiler askerlerden hâlâ çekinip korkuyor. Hatta milletvekili aday listeleri açıklanırken Yaşzede adayların elenmesi askerlerle olan ilişkilerde bu partinin tavrını belirgin bir şekilde gösteriyor. Kısaca Başbakan Erdoğan ve ekibi askerlerden çekindiğini hiç saklamıyor.

Yönetme beceri ve bilgi ister. Eğer askerlere komuta etmesini beceremezseniz, bu sefer askerler size komuta etmeye başlar.

Türk siyasî hayatına askerlerin defalarca müdahalesi ülkemizi çok kötü olarak etkilemiştir. Ekonomiden dış politikaya, AB’ye giriş sürecinden özgürlükler konusuna kadar o kadar çok kayıp yaşanmıştır ki, telâfisi için uzun yıllar geçmesi gerekmiştir. Bu arada eller aya giderken biz yaya kalmışızdır.

Hiç unutmam, Güney Kore’ye gemi almak için gitmiştim. Bu ülke son 25 yılda o kadar hızlı kalkınmıştı ki, kaybettiğimiz yılların kıymetini ancak bu şekilde fark edebilmiştim. Halbuki Kore, 25 yıl önce bizden çok gerilerde idi. Kişi başına gelirden tutun da sanayileşme bakımından daha emekleme dönemini yaşıyordu.

Asya kaplanları ile birlikte ekonomik ve sosyal alanlarda o kadar hızlı gelişmeler oldu ki biz bunları fark edemedik bile.

Gerçek irtica, yani gericilik, askerlerin siyasete müdahalesi ile olmaktadır. Yeniçeriler de “istemezük” diyerek yüzyıllarca önce isyan eder devletin altını üstüne getirirdi. Ne çare ki Türk milletinin kaderinde askerlerin müdahaleleri hep olagelmiştir. Ama atalarımızın dediği gibi bunun sebebi daima yönetmesini bilmemektendir.

Genç Osman, Lehistan (Polonya) Seferi esnasında askerlere çeki düzen vermesi gerektiğine inanmıştı. Fakat gençliği yüzünden işi beceremedi. Askerler kendisinden önce davrandı ve bir anda kendisini Yedikule Zindanlarında buluverdi. Hâlbuki Yavuz Sultan Selim, askerlerin İran Seferi esnasında isyan ettiklerini görünce, liderlik vasfını konuşturup “Savaştan korkanlar karılarının yanına dönsün, ben onlar olmadan da sefere devam edeceğim” diyerek hitabeti ile askerleri kontrol altına almasını bilmişti. Buradaki isyan hiç de küçümsenemezdi, zira Padişahın otağına kurşun güllesi atılmıştı.

Neredeyse geçen 500 yıla rağmen pek bir şey değişmedi. Askerler çoğu zaman ABD’nin etkisi ile demokrasiyi askıya aldılar. Tabî, bu esnada devleti kene gibi kemiren sivil bürokratları daima yanlarında buldular. Hatta ordu + CHP = İktidar formülü sık sık konuşula geldi.

Az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik, bir de bakmışız ki arpa boyu yol gitmişiz. Aynen masallardaki gibi, demokrasi yolunda da arpa boyu yol gidebildik.

Üzülerek şunu söyleyebilirim, AKP iktidarı ile arpa boyu kadar bile özgürlük, insan hakları gelişmesi olmadı. Bu iktidar döneminde demokrasi o kadar örselendi ki, 10 yılda bir olan müdahaleler ayda bire indi.

Şimdi karşımıza çıkıp konuşacaklar. Merak ediyorum ne söyleyecekler. En büyük özgürlük ihlâli olan “eğitim özgürlüğü” konusunda ne diyecekler. Başörtülü kızları “bizim yaptığımız gibi yurt dışında okutun” mu diyecekler.

Laiklik, dinsizlik gibi yorumlanır oldu. Kızlar okulda namaz kılıyor diye olay çıkarıldı. Küçük bir tepki bile gösteremeyen hükümet, din ve vicdan özgürlüğü konusunda ne yapacak? Soruyorum size?

Gören de diyecek ki, okulda uyuşturucu satılıyor veya fuhuş yapılmış. Pes doğrusu, namaz kılıyor yahu. Farzı kifaye olan namaz kılmak ne zaman suç oldu. Bu kadar korkaklık insana bir fikir, bir anlayış vermiyor mu? Söyleyeyim, tekrar AKP iktidara gelirse kazanılmış haklar daha da geriye gidecek. Bakarsınız kamusal alan diye camilerde bile başörtüsü yasağı uygulanmaya başlar. Demedi demeyin…

20.06.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Seçim yaklaşırken



Seçim yasaklarına rağmen, kimi kanallarda seçime yönelik programlar artış gösteriyor.

NTV seçim seferberliği başlattı.

Parti liderleri ile özel röportajlar, her bölgenin seçmen eğilimleri, adayların takibi gün be gün ekrana geliyor.

Şaşırtıcı olan magazinin boy hedefi olan Okan Bayülgen’in “Bu sizi ilgilendiriyor” başlıklı programa başlaması.

Bayülgen’in zaman zaman “siyaset” ve “ciddi olayları” ilgilendiren programlar yapıyor olması onun “ilgi” sahasının geniş olduğunu gösteriyor.

Kadir Çöpdemir ise, her gün akşam saatlerinde “Bilinçli Seçmen” programı ile mikrofonunu sokağa tutuyor (NTV).

Sky Türk’te Musa Ağacık da benzer program yapıyor. Vatandaş, zaman zaman espri karışımı tuhaf soruları algılamakta zorlanıyor.

Ağacık, “kinaye”li soruları bir kenara bırakmalı. Sokaktaki insanı ciddiye alan soru sormalı. Aksi halde itici oluyor, bizden söylemesi.

UYUŞTURUCU BELASI

Bir zamanlar ‘’Emret Komutanım’’ dizisinde oynayan oyuncuların da aralarında bulunduğu 15 kişi “suç işlemek amacıyla örgüte üye olmak,” “uyuşturucu ticareti yapmak” ve “uyuşturucu madde kullanmak” suçlarından yargılanmalarına başlandığı haberlerini izledik ekranda.

Emret Komutanım (Show TV) yayından kaldırıldı. Zaten sulu sepken bir yapımdı. Askerlikle hiç ilgisi olmayan cıvık, hatta kolejli öğrenci esprileriyle bezenmiş bir diziydi.

O dizide oynaması gerekenler de “örnek” olması gereken kişilerdi. Nitekim bu dizinin oyuncuları deşifre olunca, hem dizi tehlikeye girdi, hem de oyuncuların istikbali.

ESTETİK ÇILGINLIĞI

Özenti çılgınlığı sadece hayatlara yansımıyor, görüntüsünü değiştirmek adına bıçak altına yatanlar var.

Yani, estetik ameliyat yaptırarak, özendiği insanlara benzeme tutkusu.

Estetik uzmanı Prof. Dr. Ata Uysal, hastalarının en çok ünlü isimlere özendiğini belirtiyor.

Uysal, ‘’Günümüzde çok güncel bir konu olarak artık sıfır bedenden uzaklaşma eğilimi başladı. Çok eski olmayan aslında birkaç yıl öncesine kadar giden bir dönemde sıfır beden medyada çok fazla gündeme getirildiği için sanki ona talep daha fazlaydı” diyor.

Moda deyimle:

Tüketim çılgınlığı out...

Estetik çılgınlığı in...

20.06.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Komplocu kafa



Katar’ın Yaşar Nuri Öztürk’ü olan Abdulhamid Ensari (Şeriat Fakültesi eski dekanı) Müslümanların komplocu kafaya sahip olduklarını söylemiş. Kardavi’nin tam zıddı olan bu zat ilginç çıkışlarıyla tanınıyor ve ‘liberal Müslüman’ olarak da anılıyor. Müslümanların Batı’yı ve Batılıları ezbere suçladıklarımızı söylüyor. Olan bitenin bütün suçunu Müslümanlara yüklüyor, yıkıyor. Muhtemelen Hudson Enstitüsü tartışmalarına muttali olsaydı Zeyno Baran yerine onu suçlayanları itham ederdi.

Buna özür dilemeci (apologist) yaklaşım da deniliyor. Bu bağlamda, Danimarka’daki karikatür skandalı, Hollanda’nın Ayan Hırsi Ali gibi yalancıları ödüllendirmesini ve yine Batılı ülkelerin Teslime Nesrin ve Selman Rüşdi gibilere sahip çıkmasını Müslümanların kabahatı sayardı. Ve daha geniş karınlı olmamızı öğütlerdi. Ama İngilizler bir on yıl sonra yine karşımıza böyle bir skandalla çıktı. Buna skandala tüy dikmek denilir. İngiliz Muhafazakâr Partisi Lideri Cameron’un Kardavi’ye Şark ile Garp arasında nefret tohumları ektiği suçlaması isnat etmesine rağmen bunu, geçmişten günümüze kadar yapan kendi ülkesinden veya cephesinden Rudyard Kipling veya Bernard Lewis veya Huntington gibilerden esirgemektedir. Meselenin küllenmesine rağmen neden İngiltere durduk yerde Selman Rüşdi’ye ‘sir’ ünvanı ve şövalyelik madalyası (knighthood) takdim etti. Bu reva mıdır? Gûya İslâm âlemi ile Batı arasındaki mesafeyi ve hissî uzaklığı daraltmak ve kapatmak istiyorlar, ama fiiliyatta tam da tersini yapıyorlar. Gözlerinden yaş akarken elleriyle cinayet işliyorlar.

Selman Rüşdi olayı bir tesadüf değildir. Yine Prenses Diana’nın saraydan kaçarken sırayla Müslüman kimliklere sığınması da bir tesadüf olamaz. Şuur altı bir rövanştır. Önce Hasnet Han’a ardından da Mısırlı Dodi’ye aşık olduğu söyleniyor. Bence bu aşklardaki Müslüman kimlikle Buckhingham sarayındaki derin İslâm nefreti arasında gizli bir mübareze ve düello münasebeti var. Dolayısıyla olan biten asla bir tesadüf değildir ve şuuraltının ifrazatı ve dışarıya vurumudur.

***

Ensari’nin komplocu kafa olarak tanımladıkları kapsamına giren Hamid Rebi, Arap âleminin en tanınmış siyaset bilimcilerinden birisiydi. Şüpheli bir şekilde öldü. Uğur Mumcu gibi netameli konular üzerinde yazarken ansızın ölüveriyor. Ölümünün gerisinde İsrail parmağı arayanlar var. Arafat’ın akibeti gibi. Bu bağlamda, geçmişten geleceğe Raif Karadağ veya İbrahim Kutlay gibi şüpheli ölümlere sahne olan ilim ve kalem erbabı var. Hamid Rebi tam da Ensari’nin hilâfına Mısır ile ABD arasında ortak yürütülen bilimsel çalışmaların Mısır’ın rızası hilâfına İsrail’e sızdırıldığını ve teslim edildiğini söylemektedir. Amerikan finansı ve Mısırlı ilim adamlarının ortaklaşa çabasıyla yürütülen bu ilmî çalışmalar neticede İsrail’in eline geçiyor. Sanki onun hesabına yürütülmüş oluyor.

Bu bağlamda 1990’lı yıllarda bizim üniversitelerimizde Amerikalılarla benzeri araştırmaları yürüten beyaz Türkler’den bahsedilirdi. Ardından Soros adı ve ünvanıyla karşılaştık. Ama Soros’un cephesinde çalışmayan beyaz Türkler de var. Onlar ABD’deki başka kanatlarla çalışıyorlar. Zeyno Baran bunlar arasında olmalı. Hamid Rebi ‘İslâm ve Uluslararası Güçler’ kitabında İslâma yönelik küresel bir saldırı planından bahsetmektedir. Bu planın özelinde de İsrail vardır. Gereksiz bir şekilde Müslümanlara ve İslâma yönelik orada burda ortaya çıkan ve birbirinden bağımsız zannedilen saldırıların bu küresel planın bir parçası olduğunu yazıyor. Bilindiği gibi Danimarkalı karikatürleri yayınlayan editör Neoconlarla canciğer kuzu sarması çıkmıştı. Hollanda’yı terk ederken arkasında yalan dolan ve skandal bırakan Hırsi de Washigton’da Enterprise Enstitüsüne kapak atmıştı. Bunlar tesadüf mü? Yeniden Selman Rüşdi’nin hatırlanması böyle bir şeydir.

***

Nedense Hamid Rebi gibi isimler bana Necdet Sevinç’in ‘Yazarını Kurşunlatan Yazılar’ ifadesini hatırlatıyor. Örgütlü çekirdek azınlıklar karşısında cesur olmak zor, namuslu kalabilmek daha zordur. Rebi gibiler hem cesur, hem de namuslu kalabilen isimlerdendir.

20.06.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004