|
|
Süleyman KÖSMENE |
Büyük duruşmada kul hakkı |
|
Cemil Bey: “1. Hayvanlar akıl ve şuur sahibi olmadıklarına göre, akıl sahibi olmayan hayvanların mahşerde insanlar gibi hesapları görülecek mi? 2. İnsanlardan mecnun olanlar hesaba çekilecekler mi? 3. Hesaba çekilmekte akıl mı, cüz’-î ihtiyarî mi ölçüdür?”
Mahkeme-i Kübra duruşmasının en çetin hesabının kul hakkı ve hukuku ile ilgili olacağında şüphe yoktur. Boynuzsuz koyunun hakkının boynuzlu koyundan alınacağı çetin bir gün olan büyük duruşma günü, kul hakkının affının, ilgili kulun elinde olacağı; bunun için iyiliklerinden bir kısmının, hakkını yediği kula verileceği, iyilikleri bittiği halde hâlâ üzerinde kul hakkı varsa, bu defa üzerinde hakkı bulunan kimselerin günahlarının alınıp bunun üzerine yükleneceği ve böylece adaletin eksiksiz sağlanacağı hadislerde bildirilmiştir. Hatta Peygamber Efendimiz (asm), bu durumdaki bir kısım kişilerin orada gerçekten iflâs ettiğini haber vermiştir.1
Keza Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’ın, “Şüphesiz Kıyamet Günü haklar sahiplerine verilecektir. Hatta boynuzsuz koyun için, boynuzlu koyuna kısas yapılacaktır”2 hadisi—hayvanlardan en yumuşak huyu ile tanınan koyunun seçilmesi—ve bu hadisle ilgili Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin yorumları3, bize, kul hakkı sorgusundan hayvan da olsa, mecnun da olsa, deli de olsa, bunak da olsa, çocuk da olsa, şehid de olsa hiçbir canlının ve hiçbir kimsenin hariç kalmayacağını bildiriyor.
Konuyla ilgili şu hadisleri inceleyelim:
* Bir adam sordu: “Ey Allah’ın Resûlü, Allah yolunda öldürüldüğüm takdirde, bütün günahlarım bağışlanır mı?”
Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselâm:
“Evet, sen sabreder, mükâfaât bekler, geri kaçmadan ileri atılır vaziyette olduğun halde öldürülürsen bağışlanır!” buyurdu.
Peygamberimiz (asm) az sonra adama tekrar:
“Nasıl sormuştun?” buyurdu.
Adam, sorusunu aynen tekrarladı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtu Vesselâm:
“Evet, kul borcu hariç, bütün günahların affedilir. Cebrail bunu bana şimdi bildirdi!” buyurdu.4
* Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselâm buyurdular ki:
“Kimin iki hanımı olur ve aralarında adaletli davranmazsa kıyamet günü vücudunun yarısı felçli olarak gelir.”5
* Ebû Mûsa radiyallâhü anh anlatıyor: “Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselâm buyurdular ki:
“Allahu Teâla nazarında, bir kulun Allah tarafından yasaklanan büyük günahlardan sonra, beraberinde getirebileceği en büyük günahlardan biri, kişinin ödenecek karşılık bırakmadan üzerinde kul borcu olduğu halde ölmesidir.”6
Sorularınıza gelince: 1- Hayvanların, “haklar” konusunun dışında hesaba çekilecekleri bir konu olduğu bildirilmemiştir. Hayvanların amellerine göre muâmele görecekleri muhakkaktır. Bediüzzaman, ahirette hayvanların kendilerine münasip bir tarzda mükâfat veya cezalarının olacağını söylemiştir.7 Fakat şüphesiz onlar üzerinde de, umumî hakların dışında Cenâb-ı Hakk’ın ikram ve iltifatının bulunacağı, rahmetinin şenindendir.
2- İnsanlardan akıl sahibi olmayanlara da üzerlerinde bulunan kul hakkının hesabının sorulacağı ve bunun ödettirileceği anlaşılmaktadır. Fakat bu husus, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle muamele etmeyeceği şeklinde anlaşılmamalıdır. Yani, çocuk, deli, mecnun, bunak ve bunlar gibi aklî ehliyeti olmayan kimselerin, bilmeden ve kasıtsız olarak yedikleri haklar konusunda Cenâb-ı Hakkın lütfuyla muamele buyurması, hakkı yenen kişiye fazlından sevap lütfetmesi veya Cennetini genişletmesi, böylece aklî ehliyeti olmayan kimsenin hesabını kolaylaştırması elbette Allah’ın sonsuz rahmetinden umulur. Nitekim Cenâb-ı Hak: “Ben kulumun hüsn-ü zannı üzereyim”8 buyurmuştur. Cenâb-ı Hak hakkındaki hüsn-ü zannımız budur. Takdir Allah’ındır.
3- Akıl ve cüz’î irade (cüz’-î ihtiyarî) birlikte kullanılan ve birbirini tamamlayan ruhun birer aktif unsurudur. Akılsız cüz’î irade bütün canlılarda vardır. Fakat hesaba çekilmekte şüphesiz akıl ölçüdür. Akıl olmadığında cüz’î irade, “kul hakkı” dışında tasarruflarından sorumlu değildir. Kul hakkının da—böyle aklî ehliyetten yoksun olanlar için—Cenâb-ı Hakkının husûsî şefkatiyle ve merhametiyle bertaraf edileceği, hak sahibine fazl-i İlâhî ile feyiz ve sevap lütfedileceği umulur. Nitekim Allah’ın rahmetinden umudumuzu kesmemekle emrolunduk.9
Dipnotlar:
1- Bakınız: Riyâzu’s-Sâlihîn, 218 2- Riyâzu’s-Sâlihîn, 204 3- Lem’alar, Y.A. Neşr., 2003, s. 339 4- Müslim, İmâret 117, (1885); Muvatta, Cihad 31, (2, 461); Nesâî, Cihâd 32, (2, 33) 5- Ebu Davud, Nikah 39, (2133); Tirmizî, Nikah 42, (1141); Nesâî, İşterü’n-Nisa 2, (7, 63); 6- Ebû Dâvud, Büyû 9, (3342 7- Lem’alar, Y.A. Neşr., 2003, s. 339 8- Buhârî, Tevhîd, 15; Tirmizî Tevbe, 1 9- Zümer Sûresi: 53
11.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
İlâhî iltifat |
|
Übey bin Kâ’b’ın (r.a.) sesi çok güzeldi, duygulandırıcıydı. Bizzat Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) ifadesiyle, “En güzel Kur’ân okuyan”1 kişi idi.
Birgün Resûl-i Ekrem (a.s.m.), “Ey Übey! Allah bana, ‘Lem yekünillezîne’ sûresini sana okumamı emretti.
Übey, “Allah benim ismimden söz etti mi?” diye sordu.
“Evet” dedi Resûl-i Ekrem (a.s.m.).
Bu İlâhî iltifat ve teveccüh karşısında Hz. Übey kendini tutamayıp sevincinden ağlamıştı.
Birgün Hz. Übey bu olayı anlattığında oğlu sormuş: “Çok mu duygulanmış ve sevinmiştin babacığım?” diye. O da, şu âyet-i kerimeyle cevap vermiş oğluna: “Onlara söyle ki, ancak Allah’ın lûtfuyla ve rahmetiyle ferahlansınlar. Bu, onların dünyada toplayıp durduklarından daha hayırlıdır.”2
Nasıl sevinilmezdi? Allah’ın emriyle okuması için Resûl-i Ekrem (a.s.m.) Hz. Übey’e bir sûre öğretiyor.
Bir insan için bu iltifat, bu lütuf, bu ihsan dünyalara bedeldir. Sevinçten uçar insan böyle bir anda. Onun için de Hz. Übey sevinçten ağlamaktan kendini alamamıştı.
Hatta, böyle bir iltifat için canını fedâ etmekten çekinmez insan. Bin canı olsa dahi fedâ eder insan. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, “Hâlık-ı Zülcelâlin hususî iltifatını ima eden en gizli bir işarete, yüz bin can olsa ve feda edilse ve yüz bin sene ömür var ise o yolda sarf edilse yine ucuzdur.”
Üstad bu cümleleri cismânî haşri inkâr etme fikrindeki zındıkları susturan Haşir Risâlesi’ndeki (Onuncu Söz) lâfzullahın ilk harfi olan eliflerin tevafukları sebebiyle söylüyor. Risâlenin baştan sona bütün sayfalarında kiminde beş, kiminde on beş satırda lafza-i celâllerin elifleri alt alta geliyor. Üstad bunu değerlendirirken bunların ehlince anlaşılan mühim gaybî işaretler olduğunu, buna tesadüfün karışmasının mümkün olmadığını söylüyor.3
Bu da onun arkasında açıkça gaybî bir destek, bir inayet olduğunu açıkça göstermektedir. Nitekim Üstad sadece Onuncu Söz için değil bütün eserleri için der ki: “Yazılan eserler, Risâleler, ekseriyet-i mutlakası, hariçten hiçbir sebep gelmeyerek ruhumdan tevellüd eden bir hâcete binâen, ânî ve def’î olarak ihsan edilmiş. Sonra, bazı dostlarıma gösterdiğim vakit demişler: ‘Şu zamanın yaralarına devadır.’ İntişar ettikten sonra, ekser kardeşlerimden anladım ki, tam şu zamandaki ihtiyaca muvafık ve derde lâyık bir ilâç hükmüne geçiyor.”4
Evet, Bediüzzaman Hazretleri ekserî Risâlelerin, düşünerek taşınarak değil de ruhundaki bir ihtiyaca binâen bir anda ihsan edildiğini ifade ediyor. Böyle bir ihsanda tevafukların bulunması da makbuliyetini teyid etmektedir.
Dipnotlar:
1- Tirmizî, Menakib: 90. 2- Riyazü’s-Sâlihîn, 3:187 (Buharî ve Müslim’den). 3- Barla Lâhikası, s. 169. 4- Mektûbât, s. 363.
11.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Ruhî tekâmül ve duygu terbiyesiyle gelen iman gücü |
|
Güçlü iman, aynı zamanda da nefsimizi terbiye, yani, ruhumuzu tekâmül ettirmek, olumlu duygularımızı inkişaf ettirmeye; olumsuzlarını yerinde ve ölçüsünde kullanmaya bağlı.
Bunun en etkili metotlarından birisi, ibâdet, tefekkür, zikirdir. İbâdet (namaz, tesbih, zikir, tefekkür vs) ile ruhumuzu tekâmül ettirirken olumsuz duygularımızı yönlendirerek nefsimizi terbiye ederiz. “Nefis terbiyesi” veya “mârifetü’n-nefs” mânevî yükselişimizi sağlar. Mânevî, rûhî, manyetik enerjimizi ve gücümüzü yükseltir; her musîbete, her olumsuz hâdiseye karşı dayanır, direnç gösterirken; duygularımızı fevkalâde inkişaf ettiririz. Neticede de kalbî seyahatlere çıkar, olağanüstü psiko-biyo-fizyolojik fiil ve durumlara mazhar olabiliriz. Zikir, şükür, fikir, riyâzet ruh, mânâ yönümüzü, yani, kalbi işlettirir, olgunlaştırır, duyarlılığını artırır. Hem duygu hem de duyularımız şeffafiyet, letâfet kazanır. Böylece kalp, gayb âleminin hakikatlerine bir ayna gibi olur.
Kalb gözünün açık olması; mânâ, misâl (resimler âlemi, simetri) ve gayb/metafizik âlemlerinin sırlarına vakıf olup görmesi demektir. Zihnini (hayâl, akıl, zekâ, kuvvei hâfıza ve müfekkiresini) ve bütün enerji boyutlarının özetlendiği kalbini ve sâir duygularını ibâdet, zikir, tesbih ile devamlı işleterek konsantrasyonunu sağlayan; ruhunu, aklını, kalbini doyuran, tatmin eden ve işlettiren, nefsini terbiye eden artık fizik âlemini aşıp, madde ötesi/metafizik âlemlere seyahat ederek, imanın gücüyle Rabbine yaklaşır.
Bu da ‘kâmil insan’ olmakla mümkün. Bu da, kâinatın Yaratıcısı ve Yöneticisine; hakikî bir kul, muhatap ve dost olmakla gerçekleşebilir. Bu, akla da aykırı olan bir durum değildir. Zira, görüntü ve sesleri alabilmemiz için televizyon cihazının antenlerini UHF, VHF kanallarına çeviririz. Aksi halde, görüntü ve ses alamayız. İşte, rûh/duygularımızın antenlerini İlâhî hakikatlere çevirmemiz; fıtrî kanunlar kanallarıyla bağlantıya geçmemiz gerekmektedir. Bunun için de;
- Ruhumuzu keşfedip, duygularımızı tanıdığımız;
- Bilgi hazinemizin kapasitesini artırıp; iman hakikatlerine motive olduğumuz;
- Düşüncelerimizi bir noktaya odaklaştırıp, konsantre edebildiğimiz;
- Rûh gücümüzle, biyomanyetik alan ve beden enerjileri arasında ilgiyi kurabildiğimiz;
- Potansiyel hâlinde rûhumuza yerleştirilen duygu, yetenek, biyo-psiko-fizyo-elektro-manyetik güçlerimizi zikir, fikir, şükür, eğitim ve terbiye ile tekâmül ettirip geliştirdiğimiz ve ortaya çıkardığımız nisbette müthiş bir enerjiye sahip olabiliriz. Ki, şuûrlu bir yönlendirmeyle kaybolmayan dalga boylarının kanallarına girer, bâzı kesitlerini görebilir, ses ve kokuları algılayabilir; düşüncelerin frekanslarını okuyabiliriz.
11.05.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Halil USLU |
Vakıfların zarureti |
|
24. Vakıf Haftası Türkiye’de çeşitli faaliyetlerle üzerinde durulmaktadır. Tarihin derinliklerine inince ilk vakfın Kâbe-i Muazzama olduğu ortaya çıkmaktadır. Kâbe, Hz. Allah’ın vakfı. Dokunulmazlığı var, mukaddestir ve kimse dokunamaz. Habeş hükümdarlarından Ebrehe, önüne cesim fil ordularını da katarak, Kâbe-i Muazzama’yı yıkmaya gelir. O tarihte oranın mihmandarı Peygamber Efendimizin (asm) dedesi Abdulmuttaliptir. O kavmini toplar, Mekke’nin kara dağlarına çıkar. Sorarlar. O der: “Kâbe’nin sahibi ben değilim, onun sahibi Hz. Allah’tır, O koruyacak...” Akabinde Hz. Allah’ın askerlerinden milyonlarca Ebabil kuşları, ağızlarında bulunan nohut büyüklüğündeki ateş toplarını, Kâbe yıkıcılarının başlarına çakarlar; darbeyi alanlar helâk olurlar.
Vakfın ikinci ayağı Hz. Peygamber Efendimiz’dir (asm). Kendilerine ait Medine’nin Fedek mevkiindeki hurmalığını vakfeder. Bu hususta gelecek ümmetine numune-i imtisâl ve rehber-i ekmel olmuştur. Daha sonraki dönemlerde Hz. Ali (ra) “Vakıf Senedi”ni icraya sokmuştur. Böylelikle de 14 asır bu silsile içinde vakıflar devam etmiştir. Yine Hz. Peygamberimiz (asm) buyurmuşlar: “Vefat eden bir kişinin üç cihetle amel defteri kapanmaz: l- Hayırlı evlât 2- Geriye bıraktığı eserler 3- Sadaka-i câriye.” Efendimiz Hazretleri (asm) “Komşusu aç iken, tok yatan bizden değildir” ve “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır” hadisleri ile de bu konuya tekrar parmak basmıştır.
Türkiye’de ve dünyada kurulan çok amaçlı vakıflar vardır. Bunların başında, sosyal yardım, eğitim, dinî eğitim, yöresel kalkınma, tarih ve turizm, esnaf, askerî vs. isim ve konular altında kurulan vakıflar gelmektedir. TC. Anayasasının vakıfları üçe ayrılmıştır: l- Mülhak vakıflar (Mütevellisi belli) 2- Mazbut vakıflar (Mütevellisi olmayan.) 3- Yeni vakıflar, yani çeşitli kuruluşlara ait vakıflardır. Türkiye’de 342 Mülhak, 5400 civarında Mazbut ve takriben 4.600 civarında da yeni vakıflarla birlikte 10 bini aşan vakıf vardır. Ayrıca Türkiye’de 76 Rum, 52 Ermeni, 18 Musevi ve 18 de Süryani vakfiyeleri vardır.
Türkiye 1950 yılında 3 üniversiteden 2007’de 92 üniversiteye ulaşmış. Bunların 17’si vakıf üniversitesidir. Buralarda açık öğretimle birlikte 3 milyon civarında talebe okumaktadır. Türkiye’de 70 bin ilköğretim ve lise dengi okul var. Türkiye’de ve dünyada nüfusun 1/3 okumaktadır. İşte bütün bunlar vakıfların omuzlarındadır. Vakıfların bu kadroya yaptığı hizmet inkâr edilmez bir gerçektir.
Osmanlı devletinde 25 bin vakıf vardı. Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarında 227 vakıf görülmektedir. 1935 yılında çıkarılan 930 sayılı yasanın 10-12. maddesi “Kullanmaya müsait olmayan mülk ve emtianın tebdil veya takası mümkündür” ibaresindeki boşluktan dolayı Vakıflar tarumar edilerek korkunç yıkımlar yapılmıştır. Türkiye’de bir uçtan bir uca vakıflar peşkeş çekilmiş. Yüzde 70’i talan edilmiştir.
14 Mayıs 1954 Adnan Menderes hükümeti yani DP iktidarı bu müthiş katliâma dur demiş ve imdada yetişmiş. 1967’de AP hükümetleri döneminde çıkarılan 903 sayılı kanunla vakıflar “vakıf” ismi adı altında kanunlaşır. Osmanlı döneminde “Evkaf Nezareti” yani Vakıflar Bakanlığı varken Cumhuriyetin kurulmasıyla Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne dönüştürülmüştür. Bugün “Vakıflar Bakanlığı” şarttır, devletin büyük bir boşluğudur.
Büyük devlet adamı Fatih Sultan, Sağlık Vakfı vasiyetnamesinin bir paragrafında “Şehit ve şühedânın harimleri ve İstanbul fakirleri buradan yemek yiyeler. Yemek yemeye veya almaya gelemeyenlere, karanlıkta kimse görmeden, kapalı kaplar içinde evlerine götürülsün” diyor. Ya şimdiki şovlara ne diyeceğiz? Sıraladığım cihetlerle vakıflar bir haftaya sığmaz.
Netice itibarıyla; ülkemizde mevcut 10 bin vakıf, 2 bin STK, 85 bin dernek, 53 bin muhtar Türkiye’nin geleceği için, yeni düşünceleri mazi ile yoğurarak ve model kabul ederek, ortaya koymaları bir zarurettir ve elzemdir.
11.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Akşam olunca tatlı tebessüm belirir yüzlerde, gözler evin yolunu gözler olur… Yüreklerde sevinç serinliği eser, yürümeler hızlanır, yollar yorulur koşuşturmacadan…
Sabah ne kadar sakinse akşam o kadar canlıdır, camlarda ışıklar yandıkça şenlenir can evler… Herkes bir şeyler biriktirmiştir gün boyunca, dökerler orta yere… Yüreklerine yığdıklarını bırakmanın hafifliğiyle incelir ruhlar…
Sevgi solur sineler, samimiyet dökülür dudaklardan… Güneş batmış gün akşama dönmüştür, yeni bir doğuş başlamıştır duyguların derinliklerinde… Hisler keskinleşmiş, zihinler durulmuştur… Sakin limanlara dalmıştır iç âlem…
Gün gözden geçiriliyordur; üzüntüler sevinçler, evetler hayırlar, kederler zevkler, keşkeler iyi oldular, umutlar umutsuzluklar, haklılık haksızlık, alınanlar verilenler, istekler istemedikler, şükürler isyanlar, takdirler tekdirler, yetişilenler yetişilemeyenler… Hayatın her karesi şuur altında bir yerlere yerleşir… Gün olacak kullanılacaktır, zamanın başka diliminde hayatın başka bir halinde…
Gün akşamdır ve başka bir hayat başlamıştır… Dıştan içe geçiş, yüzeyden derinliklere dalıştır… Eylemler, söylemler susmuş konuşan sende saklı kâinatlar… Bir çözebilsek o dili, dileklerimizi düşlerimizi tekrar gözden geçirirdik her halde…
Sevindiklerimiz sevinç vermez, üzüldüklerimiz üzmez, hayallerimizin çok daha uzağına uzanırdı umut ellerimiz…
İçimizde elem âlemler, keder kâinatlar kadar saklı cennetler, mutlu kâinatlar barındırdığımızı bilir, öylece bakardık dışın geçici güzelliğine… Elemlerin âlemlerin kapısını açan birer anahtar olduğu şuuruyla yaşar, hayatımızı kederlere boğmazdık…
Akşam, günün durulduğu, iç şavkların yandığı zaman… Sevincimiz, sevdiklerimize sığınmamızdan, kendimize yönelmemizden… Doğan ay, yanan yıldızlar yanlığımızda yalnız bırakmazlar bizi… Bir şeyler alır, bir şeyler veririz onlara… Işığın renksizliğiyle tutuşur, sessizliğin sesiyle söyleşiriz… Aydan akan durulukla dinlenir ve dirilir duygularımız… Yıldızlar, yalnızlığımızın göğe çakılmış çivileri… Yeryüzü, yetim hislerimizin mezarı…
Akşamın hüznü varlıkla yokluk, sevinçle keder, hasretle vuslat, aydınlıkla karanlık, içle dış arasındaki salınımdan… Hasret kalan gözlerin renginden değil…
Bu böyle gitmeyecek, bir gün gelecek akşamsız günlerde buluşacağız… Geçicilik geçecek gerçek kâinatın sonsuzluğunu soluyor olacağız… Yıldızlardan devşirdiğimiz, yüreğimizde yetiştirdiğimiz ışık, hayat kaynağımız olacak orada…
Hazır mıyız bu günün akşamında ışık emmeğe? Hazırsak zamanın hızından çok daha hızlı ışınlanırız evrenler kâinatına…
Evleriniz ve kâinatımız ışıksız kalmasın… Sönmeyen bir hayatta bize lâzım olacak çünkü…
11.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Yardımların hedefi |
|
Haberin doğru olduğuna inanmak istemiyorum.
Show TV, TOÇEV ve Millî Eğitim Bakanlığı işbirliği ile 2005 yılından itibaren sürdürdüğü “Yaşasın Okulumuz” kampanyasından söz ediyorum.
Kampanya çerçevesinde açıklanan yardımların bir bölümünün bağışlanmadığı haberi Yeni Şafak gazetesinde yer aldı.
Üç yıl kadar önce, TV’lerden canlı yayınlanan programlarda köy okullarına tadilat yaptırma sözleri verilmişti ünlü isimler tarafından. Bu vesileyle köy okullarının bakım ve onarımı hedeflenmiş, nihayetinde 6 bin 60 öğrencinin yeni okullarda ders başı yapması sağlanmıştı. Projenin ikinci ayağı geçtiğimiz aylarda yine aynı kanalda canlı olarak ekrana geldi.
Yayında Fatih Terim, Yılmaz Erdoğan, Ata Demirer, Demet Akbağ ve Metin Uca vardı...
Canlı yayında 162 okulun onarımının yapılacağı duyurusu geldi. Habere göre, sonradan yerine getirilemeyen vaatler sebebiyle onarılan okul sayısı 101’de kalmış.
Yardım vaatleri şimdilik havada kaldı gibi.
Saatlerce süren yayın sırasında onlarca işadamı, manken, futbolcu ve san'atçı ekrana bağlanarak bol keseden söz vermiş.
Ancak, İstanbul İl Millî Eğitim Müdürü Ata Özer, bu kampanyaların hiçbirinin ulaşmadığını belirtmiş. Hatta herhangi bir başvuru yapılmadığını ifade ediyor.
İl Millî Eğitim Yatırımlar Daire Başkanı Halil Yağcı ise şunu söylüyor:
“Bu tip yardımlar bizim onayımız olmadan yapılamaz. Fakat müdürlüğümüze ne adı geçen dernekten, ne de yayın kuruluşundan herhangi bir başvuru yapılmamıştır” demiş.
Herhangi bir kuruluşu veya kurumu kötülemek gibi bir derdimiz yok.
Ancak, bu tip yardımlarda devletin içinde bulunan bürokratlar, yardım eden kişilere yardımcı olmalı ve onları bürokrasi gibi çetrefilli işlere boğmamalı.
Öte yanda popülist isimler de, milletin son derece hassas olduğu okul meselesini kendilerine reklâm malzemesi yapmamalı.
Ekranlarda coşkuyu verenler, sonra da ortalıkta görünmüyor... Yok öyle yağma!
Aman gözünüzü seveyim. Yardım programlarına gölge düşürmeyin.
U DÖNÜŞÜ
Gazeteci Fatih Altaylı, “Seans Arası”ndaydı. (Business Channel)
Programcı Nezahat Doğan’ın sorularına cevap verdi.
Altaylı hayret edilecek bir biçimde, AKP’nin, yaşanan süreçte üst üste hatalar yaptığını söyledi. Yanlış duymadınız. Neredeyse 4 yılı aşkın bir zamandır, ani bir dönüşle AKP taraftarlığı yapıyordu... Şimdi yine bir ani dönüş yaşanıyor galiba.
Altaylı; “Biz çok güçlüyüz diye yapılan güç gösterileri, şımarıkça bir tavır. Halkın gözünde AKP’yi negatif kıldı. Bu süreçte en çok Abdullah Gül yıprandı” diyor.
Dedik ya “ani dönüş” diye... Baykal’ı övmekten geri durmuyor:
“Deniz Baykal ise yapmaktan çok yaptırmayı sevdiği için kârlı çıktı” dedi.
Baykal’ın siyasî tavrını, çizgisini ve itici tavrını millet biliyor. Değerlendirmeyi zaten sandıkta yapacak...
İşte Altaylı’nın belli başlı söyledikleri:
“Muhtıranın Anayasa Mahkemesinin kararından sonra verileceğini düşünmüştüm. Başbakan Erdoğan’ın cumhurbaşkanı adayım kardeşim Abdullah Gül’dür açıklamasını çok bireysel buldum. Bu açıklamanın üzerine asker muhtıra verdi.”
“Siyasetin finansmanı netleşmediği sürece karışıklık olur. Şu an siyaset kara parayla finanse ediliyor.”
“Finansman belirtilmediği takdirde halkın cumhurbaşkanını seçmesi sağlıklı değil. Zaten 82 Anayasasının da değişikliğe uğraması gerekiyor.”
“5 yıl oturup seçim zamanı bu anayasa bize dar geliyor değiştirelim demek her şeyi daha fazla çıkmaza sokuyor.” (a.g.p)
Bir gazeteci her zaman tarafsız olmalı. Her gelen otobüse binmemeli ve iktidar yağcılığı yapmamalı.
Yaparsa ne olur.
Bu gün iktidarla birlikte yelken açan, yarın o yelken battığında başka bir tekneye biner.
Şimdiki durum budur.
11.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Demagog ve özürlü |
|
Eskiler mugalatayı çok kullanırlardı. Cerbeze makamının ifrazatına mugalata denmektedir. Sahibi suret-i hakdan görünür ve tezlerini iyi pazarlar ve siz de anlattıklarına inanırsınız. İnandırma ve pazarlama kabiliyeti yüksektir. Yani bir nev'î üslûp oyunuyla muhatapları ikna etme yani kandırma. Kandırmaca. Sarkozy’ye baktığınız da bu vasfı kâmilen üzerinde taşıdığını veya topladığını görebiliyoruz. Özellikle de mugalata üslubu siyasette çok hakimdir. Sol gösterip sağ vurmaktır. Bu tipleri daima yüzeyde ve etkili makamlarda kalmalarıyla tanıyabilirsiniz. Konuşur gibi yaparlar bir şey söylemezler.
Bu üslûbun en önemli ustalarından birisi Kissinger’dir. Lübnan Meclis Başkanı Nebih Berri, Irak Cumhurbaşkanı Talabani bunlar arasında sayılabilir. Hepsini tadat etmeye lüzum yok arif olan anlar. Demogoji dünyasında yeni bir yıldız daha yükseliyor. Bu da Fransa’nın yeni Cumhurbaşkanı Sarkozy. Aslında Chirac politik eğilim ve tercihler itibarıyla Sarkozy’den farklı olsa da kişilikleri aynı. O da iyi bir demagogdu. Bu siyasetçiler aynı zamanda çekilmek nedir bilmeyen kaşarlanmış siyasetçilerdir. Listeyi uzatmaya gerek yok. Sarkozy’nin dost ülkeler listesine yerleştirdiği ülkelerin İsrail, İngiltere ve ABD olduğunu görüyoruz. Kendisi her ne kadar Nejad’ın zıt ikizi olsa da başta Türkiye olmak üzere Rusya, İran ve Rusya’nın karşısında yer alıyor. Aslında Türkiye’ye karşı olması rejiminden dolayı değil. Sadece AB’ye almak istemiyor. AB’nin Türkiye’yi hazmedemeyeceğini düşünüyor. Buna mukabil, bize yeni bir işbirliği alanı veya fezası gösteriyor. Akdeniz havzası. Türkiye’yi Akdeniz Birliği içine itmek istiyor. Papa da 16’ıncı Benediktus olarak atanmadan yani henüz Ratzinger iken Fransız basınına (tesadüf olmasa gerek) yaptığı değerlendirmede Türkiye’nin yerinin İslâm âlemi olduğunu söylemişti. İstanbul ve Ankara’ya geliş öncesinde kısmen bu fikirlerini tadil etmişti. Bu anlamda, Ratzinger, Sarkozy ve Merkel’in ortağı gibi görünüyordu.
***
Türkiye ve Fransa rejim açısından ikiz kardeş olmalarına rağmen ne yazık ki AB yolunda Sarkozy nazarında bu Türkiye’nin işini kolaylaştırmıyor. Türkiye’nin mevcut kimliğine taraftar ama varlığına karşı. Bundan dolayı çelme atıyor. Türkiye içindeki ikinci Türkiye’ye karşı. Kısaca Türkiye’yi dışlamak için dolambaçlı yollar öneriyor. Hayalinde ürettiği bir Akdeniz Birliği var. Bu da ‘özürlü’ lâkabıyla anılan Bush’un BOP’unun Fransız versiyonu. Bilindiği gibi BOP içinde de Türkiye’nin yeri vardı ama gerisi gelmedi. Buna mukabil, aslında ‘Frankafon’ olarak da nitelendirilen Cezayir Cumhurbaşkanı Abdulaziz Buteflika daha önceki konuşmalarından birisinde Osmanlı Commonwealt’ini teklif etmişti. Peki Akdeniz Birliği ile Osmanlı Commonwealth’i arasında fark nedir; birisine evet derken diğerine karşı çıkmak mantıklı mıdır? Bu sorunun cevabı şudur : Buteflika’nınki içeriden gelen bir davet. Ve Türkiye’yi tarihi zeminine oturtuyor. Ama Fransız BOP’u olan Akdeniz Birliği’nin kimliği ve sıfatı belli değil. Kaldı ki bu birlik Fransa gibi ülkelerin vesayeti altında olacak. Merkel de Türkiye’yi yakın bağlarla bağlamak gerekir derken bunu kastediyor. Dolayısıyla Buteflika’nın teklifiyle Sarkozy’nin teklifi arasında hiçbir benzerlik ve bağlantı yoktur. Seçildikten sonra İspanya Başbakanı Jose Luis Zapetero’ya projesiyle ilgili bazı ipuçları vermiş. Buna göre, AB’nin Akdenizli üyeleriyle birlikte (Yunanistan da var tabiatıyla) beraber 60 yıl önce nasıl AB kurulduysa şimdi de Akdeniz Birliği’ni kurmanın zamanının geldiğini söylemiş. Sarrkozy bir süredir Avrupa Konseyi türü bir kuruma sahip, serbest ticaret içeren, G8 tipi düzenli koordinasyon toplantıları yapan ve AB’ye özel bağlarla bağlanmış bir Akdeniz Birliği projesi tasavvur ediyor. Bu tasavvurunu kuvveden fiili çıkarmak istiyor. Türkiye’ye de bu oluşumun önderliğini teklif ediyor. Bu teklif hasta bir kafanın hezeyanlarından ibaret olsa gerek.
***
Evet! Özürlü ile demagog bazı ortak noktalarda buluşmuş görünüyorlar. 1967’den bu yana gelen ‘Arap Dostluğu’nun rafa kaldırılması (Bush da geldikten sonra 1967’den beri Batı Şeria’da İsrail’in yerleşim merkezleri kurmasına muhalefet politikasını tadil etmişti), İsrail’in güvenliğine özel önem atfedilmesi ve İran’a karşı daha sert tutum. Türkiye’yi de Avrupa’nın dışına atmak. ABD, Rusya rekabetinde de açıkça ABD’den yana tavır almak. Sarkozy, eşi bir Hollanda Yahudisi olan Gürcistan Lideri Mihail Saakaşvili’nin de özel dostları arasında bulunuyor. Saakaşvili’yi gül devrimiyle iktidara getiren George Soros olmuştu.
Derdi, AB’yi Atlantikçi yapmak. NATO’dan sonra AB’yi de ABD’nin eksenine veya kuyruğuna takmak. Bizi Akdeniz’e AB’yi de ABD’ye bağlamak. Hayali büyük, ama yine de hayal.
11.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Tasarruf kampanyası açılsın |
|
İlk defa gündeme geldiğinde ciddiye alınmayan ‘küresel ısınma’ konusu, bütün dünyanın olduğu gibi Türkiye’nin de ilgi alanında. Başka pek çok tehlike gibi, bu konu da “Bize bir şey olmaz” anlayışıyla dikkate alınmazsa, maalesef ağır bir bedel ödemek durumunda kalırız.
Teknik ayrıntıları bir yana bırakırsak, ‘küresel ısınma’ sebebiyle bütün dünyada ‘su kıtlığı’ baş gösterebilir. İklimlerin değişmesi, kutuplardaki buz dağlarının erimesi, bazı yerlerde deniz seviyesinin yükselip kara parçalarını yutması ve buna paralel olarak da çölleşmenin artacağı tahmin ediliyor.
Bu tahminlerin ne kadarının gerçeği yansıttığı, Türkiye’yi doğrudan etkileyip etkilemeyeceği de başka bir tartışma konusu. Ancak kapıya dayanan bir problem var: Kuraklık ve su kıtlığı. Başta büyük şehirler olmak üzere Türkiye muhtemel bir su kıtlığı ile karşı karşıya. Kış aylarında tahminlerden daha az kar yağdı. Bazı bölgelerde yağan yağmur, mevsim normallerinin neredeyse yarısı. Bütün bu gelişmeler, önümüzdeki yaz aylarında su konusunun daha fazla gündemimizi meşgul edeceğini hatırlatıyor.
Aslında bütün başka problemler gibi, kuraklığın çaresi de mensup olduğumuz inanç sisteminde yatıyor. “Ne ilgisi var?” şeklinde düşünenler olabilir. Ancak var olan suları, tasarruflu bir şekilde kullanabilsek, muhtemelen su sıkıntısı çekmeyiz.
Çok bilinen bir atasözümüz var: “Damlaya damlaya ‘göl’ olur.” Bu söz doğrudur, ancak son günlerde bu söz farklı bir şekilde ifade edilmeye başlandı: “Damlaya damlaya ‘çöl’ olur.”
Hatayı baştan yaptığımızı düşünüyorum. “Su”ya gereken önemi vermemiş ve “değersiz” görmüşüz. “Sudan ucuz” tâbiri bunu gösteriyor olsa gerek. Oysa ‘su’ bize ihsan edilen en değerli nimet. Eğitim sistemimizde, evde ve ailede ‘su’ya gereken önemi verip, israf edilmesini önleyebilsek, kapıya dayanan sıkıntıyı bir ölçüde aşabiliriz.
Önümüzdeki yaz, gündemimizi meşgul edeceği tahmin edilen konuyla ilgili soruları cevaplandıran Su Vakfı Başkanı Prof. Zekai Şen, susuzluğa karşı en etkili çarenin su israfını önlemek olduğunu rakamlarla ortaya koydu. (NTV, 8 Mayıs 2007)
Çok basit bir hesapla, sadece İstanbul’da kişiler günde 2 litre su tasarrufu yapmış olsa neredeyse İstanbul’un bir yıllık su ihtiyacı karşılanmış olacak. Peki, bu çok mu zor? Sadece diş fırçalarken boşa akan suyu bir hesaplayalım. Ya da duş alırken boşa akan suyu? Bu işleri yaparken harcadığımız suyun yarısıyla bile aynı işi göremez miyiz? Mutlaka gerekli şekilde tasarruf edenler vardır ve onları tebrik ederiz. Tabiî ki sözümüz; suyu ‘sudan ucuz’ görüp israf edenlere.
Su israfını önlemek için büyük bir kampanya başlatılmasını arzu ediyoruz. En başta İSKİ olmak üzere, halkı bilgilendirecek pratik bilgilerle bu kampanya hedefine ulaşabilir. Bütün gazete, televizyon ve radyolar da bu reklâmları indirimli değil, tamaman ‘bedava’ olarak yayınlamalı ve kampanyaya bu şekilde destek vermelidir. Milletin menfaati için çalıştığını açıklayan sivil toplum kuruluşları bu kampanya için öncülük edebilir.
Haydi, bugünden tezi yok; başta ‘su israfı’ olmak üzere bütün israflara karşı tasarruf kampanyasına!
11.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Niye böyle oldu? |
|
Çankaya’ya çıkmasına ramak kalmış gibi göründüğü bir noktada oraya ulaşması son anda engellenen Gül’ün, on yıl önce 28 Şubat süreci başladığında özel bir sohbetinde “Bediüzzaman’ın haklılığını 28 Şubat duvarına çarpınca anladık” dediğini duymuştuk.
Başına gelen son durumu nasıl değerlendirdiğini bilemiyoruz. Ancak verdiği işaretler derin bir hayal kırıklığı içinde olduğunu gösteriyor.
Adaylığına itirazlar başladığında “Devletin en gizli sırları benim elimde. Nasıl olur da bana güvenmezler?” şeklinde sitemlerde bulunan Gül, Genelkurmay muhtırası karşısındaki şaşkınlığını ise, Fehmi Koru’ya göre, “Hayatımın sürpriziyle karşılaştım” ifadesiyle dile getirmiş.
Gül “Buruk değilim” dese de, seçilme umudunu iddialı ifadelerle halka bıraksa da, içinin rahat olmadığını kestirmek zor olmasa gerek.
Kendisini de, eşini de derinden üzen sıkıntılı bir süreçten geçiyor Gül. İlk şoku muhtemelen atlatmış olmalılar. Ama şokun bıraktığı iz ve tortular henüz taze. İzalesi için zaman lâzım.
Tecrübeli bir siyaset adamı olarak Gül, siyasetin acımasızlığını herkesten daha iyi bilecek konumda bir insan. Yaşadığı talihsizliğe takılıp kalacağını da zannetmiyoruz. Ama “Bu iş niye böyle oldu?” sualine cevap ararken, Bediüzzaman’a bir kez daha müracaat etmesinin her açıdan istifadeli olacağını hatırlatmakta fayda görürüz.
Evet, Gül ve arkadaşları 28 Şubat tecrübesinden sonra “din adına siyaset”in yanlışlığını daha iyi gördüler.
Bu sebeple, yeni politikalarını daha doğru ve gerçekçi bir zemine bina etmeye çalıştılar.
Ama bu çizgiyi tam olarak tutturamadılar.
“Değiştik, eski yanlışlarımızı terk ettik” diyerek yola devam ettiler, ama doğrudan iktidara talip olmaktan vazgeçmediler. Böyle olunca da karşıtlarının “takiyye” kuşkusundan kurtulamadılar. Değiştiklerini ispatlamak için yaptıkları kimi işler ise, yer yer “savrulma” boyutuna ulaştı.
Sonuçta “İsa’ya da, Musa’ya da yaranamama” deyişiyle anlatılan duruma sürüklendiler.
Eğer yeni kimlikleriyle hiç değilse bir-iki dönem muhalefette kalmayı veya orta sağ bir kitle partisinde yer alıp şimdilik vitrine çıkmamayı tercih etselerdi ve bu süreçte hem kendilerini geliştirmeye, hem de kamuoyunu hazırlamaya çalışsalardı, ülkenin geleceğinde olumlu anlamda çok daha kalıcı ve sağlıklı bir yer edinirlerdi.
Öyle yapmadılar ve kurulmalarının hemen akabinde iktidara gelmelerinden dört buçuk yıl sonra karşı karşıya kaldıkları tablo meydanda.
Evet, Gül’ün, diğer AKP’lilerin, siyasetle meşgul olan herkesin Said Nursî’den alacakları çok önemli mesajlar var. Gül ve arkadaşları bu mesajların bir kısmını, ancak 28 Şubat duvarına çarptıktan sonra anlayıp gereğine uygun davrandılar ve karşılığını kısa sürede elde ettikleri başarılarla aldılar; ancak alıp uymaları gereken başka mesajlar da mevcut ve o parlak başarılarının ardından şimdi içine sürüklendikleri büyük sıkıntı, onlara uymamalarının bir neticesi.
Peki, seçilmesi son anda, akla hayale gelmedik taktiklerle engellenen Gül seçilseydi ne olurdu? Kanaatimiz o ki, oraya çıktığına çıkacağına pişman edilir; amansız bir ablukaya alınarak iş yapamaz hale getirilir ve dahası sıkıntı bütün Türkiye’de iyice katmerlenerek artardı...
11.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|