|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Yoksa siz haddini aşan bir topluluk olduğunuz için Biz Kur'ân'ı size indirmekten vaz mı geçeceğiz?
Zuhruf Sûresi: 5
|
11.05.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Fakirleri sevin ve onlarla oturup kalkın. Kendi kusurunu bilmen, seni başkalarının kusurunu araştırmaktan alıkoysun.
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 141
|
11.05.2007
|
|
Kurun-u ûlânın mecmu vahşetini, bu medeniyet bir defada kustu!
Meclisten biri dedi: “Neden şeriat şu medeniyeti reddeder?”
Dedim: “Çünkü, beş menfi esas üzerine teessüs etmiştir. Nokta-i istinadı kuvvettir. O ise, şe’ni tecavüzdür. Hedef-i kastı menfaattır. O ise, şe’ni tezahumdur. Hayatta düsturu, cidaldir. O ise, şe’ni tenazudur. Kitleler mabeynindeki rabıtası, âhari yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir. O ise, şe’ni böyle müthiş tesadümdür. Cazibedar hizmeti, hevâ ve hevesi teşcî ve arzularını tatmin ve metalibini teshildir. O heva ise, şe’ni insaniyeti derece-i melekiyeden, dereke-i kelbiyete indirmektir. İnsanın mesh-i mânevîsine sebep olmaktır. Bu medenîlerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse, kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir.
“İşte, onun için bu medeniyet-i hazıra, beşerin yüzde seksenini meşakkate, şekavete atmış; onunu mümevveh saadete çıkarmış; diğer onu da, beyne beyne bırakmış. Saadet odur ki, külle, ya eksere saadet ola. Bu ise, ekall-i kalilindir ki, nev-î beşere rahmet olan Kur’ân, ancak umumun, lâakal ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder.
“Hem serbest hevânın tahakkümüyle, havâic-i gayr-ı zaruriye havâic-i zaruriye hükmüne geçmişlerdir. Bedavette bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtaç ve fakir etmiştir. Sa’y, masrafa kâfi gelmediğinden, hileye, harama sevk etmekle, ahlâkın esasını şu noktadan ifsad etmiştir. Cemaate, nev’e verdiği servet, haşmete bedel, ferdi, şahsı fakir ahlâksız etmiştir. Kurun-u ûlânın mecmu vahşetini, bu medeniyet bir defada kustu!
“Âlem-i İslâmın şu medeniyete karşı istinkâfı ve soğuk davranması ve kabulde ıztırabı câ-yı dikkattir. Zira istiğna ve istiklâliyet hassasıyla mümtaz olan şeriattaki İlâhî hidayet, Roma felsefesinin dehâsıyla aşılanmaz, imtizaç etmez, bel’ olunmaz, tâbi olmaz.
“Bir asıldan tev’em olarak neşet eden eski Roma ve Yunan iki dehâları, su ve yağ gibi mürur-u a’sâr ve medeniyet ve Hıristiyanlığın temzicine çalıştığı halde, yine istiklâllerini muhafaza, âdetâ tenasuhla o iki ruh şimdi de başka şekillerde yaşıyorlar. Onlar tev’em ve esbab-ı temzic varken imtizac olunmazsa, şeriatın ruhu olan nur-u hidayet, o muzlim medeniyetin esası olan Roma dehâsıyla hiçbir vakit mezc olunmaz, bel’ olunmaz.”
Sünûhat, s. 58-60
Lügatçe:
tezahum: Birbirine zahmet ve sıkıntı verme.
tenazu: Çekişmek, kavga etmek.
âhar: Başkası, diğeri.
tesadüm: Çarpışma.
teshil: Kolaylaştırma.
dereke-i kelbiyet: Köpeklik derecesi.
mümevveh: Hayalî. Sahte.
beyne beyne: İkisinin arası.
ekall-i kalil: Azın azı, pek az.
sa’y: Çalışma, gayret, emek.
Kurun-u ûlâ: İlk çağ.
mecmû: Tamamı, hepsi.
istinkâf: Kabul etmeme; çekimser kalma.
bel’: Ortadan kaldırma.
tev’em: İkiz.
mürur-u a’sâr: Asırların geçmesi.
|
Bediüzzaman Said NURSİ
11.05.2007
|
|
Dr. Tahir Barçın’ı vefatının 29. yılında rahmetle anıyoruz
“Bahtiyar doktor”
1906’da Ermenek’te doğdu. Uzun seneler Anadolu’nun muhtelif yerlerinde hükümet tabibi olarak hizmet etti. Emirdağ’da Bediüzzaman’ın doktorluğunu yaptı. 11 Mayıs 1978’de İstanbul’da Allah’ın rahmetine kavuştu.
Tahir Barçın, Âkif’in Sarıgüzel’deki doğduğu evde oturuyordu. (...) Doktor Tahir Barçın’ı ilk defa bu hanede tanıyıp, ziyaret edip, çok tatlı sohbetlerinde bulunmuştuk.
Seneler öncesinin o sohbetleri ve nuranî dersleri ebedî levhalara inkılâb etti. Her hafta devam eden bu nurlu gecelerde Dr. Tahir Ağabeyin anlattığı hatıraları zevkle dinlerdik. (...)
Dr. Tahir Barçın, Ermenek yaylasının bir mübarek evlâdı idi. 1322 (1906) senesinde Ermenek’in Sarıveliler köyünde dünyaya gelmişti. Babası Başdereli Mahmud Hoca Efendidir. Annesi Fatma Hanımdır. Bir ara Mısır’a gitmiş ve orada da tahsil yapmıştır. 1935 senesinde İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesini bitirdi. Viranşehir ve Emirdağ’da uzun seneler hükûmet tabibliği yaptı.
“Şarkın kapısını açtın”
Daha sonra Bitlis ve kazalarına sağlık müdürü olarak gitti. Orada vatan ve millete fedakârane hizmetler yaptı. Emirdağ’ın meyvesi olan Nur Risâlelerini Bitlis’in kaza ve köylerine götürüp, dağıtmıştı.
Üstad: “Şarkın kapısını açtın! Büyük hizmetlere medar oldun!” diye iltifat ve takdir etmişti Dr. Tahir Beyin hizmetlerini...
Daha sonra yine Emirdağ’a dönen Dr. Tahir Barçın, burada vazifesine devam etmişti..
“Bahtiyar doktor”
Emirdağ Hükûmet Tabibi ve İskân Müdürü olan Dr. Barçın, Üstad Bediüzzaman’ın “Bahtiyar Doktor” iltifatına erenlerdendi.
Emirdağ’da Üstad’ına doktorluk yapmıştı. (...) 27 Mayıs İhtilâlinde, diğer Emirdağlı Nur arkadaşlarıyla birlikte, Nur kitaplarını okudukları için tevkif edilmişti. Bir müddet Bolvadin Hapishanesinde yatmış, sonra tahliye ve beraat etmişti. Daha sonraki senelerde İstanbul’un Zeytinburnu semtinde açtığı muayenehanede doktorluk yapıyordu. Binlerce fakir fukarayı, çok ucuz ve parasız olarak tedavi ediyordu. Bazı fakirlerin ilâç paralarını da kendisi veriyordu. Ani bir hastalıkla iki ay zarfında irfan ufkumuzdan çekilip kayboldu; tıpkı “gökteki yıldızlar” gibi...
Cennete doğru kayan yıldızlar
Nur dâvâlarının kahraman avukatı Bekir Berk’in “Yıldız yağmuru veya Cennetten gelen ses” başlıklı makalesinde pek sevdiğim bir ifadesi vardı. (...) Şöyle diyordu Nur’un avukatı:
“...Dostluk dünyamızın semasından yıldızlar göçüyor ahirete doğru... Yıldızlar kayıyor Cennete doğru...”
Kur’ân semasının berrak ve parlak bir yıldızı, belki de kutup yıldızı idi doktor ağabeyimiz. Ehl-i kemal idi, ehl-i ilimdi, ehl-i takva idi. İstiklâl Marşı Şairimizin evi, işte böyle bir zata nasip olmuştu. Evi bir dershaneydi, iman dershanesi, Nur dershanesi... Nurlu Üstad, kadim dostu Âkif Beyin evini Tahir Beyin aldığını duyunca sevinmişti.
Son Şahitler, Necmeddin Şahiner, c. 2, s. 428
|
11.05.2007
|
|
Aşk-ı kimyevî
Bu yazı kimyanın aşkına değil, kimyası aşkla yoğrulmuş olanların kimyada bile gördükleri aşka dâirdir. Aşkın kimyasından kaynaklanan bir cazibenin aşkla yazılmış eserlerden taşarak, yalan söylemeyen fıtratlarda oluşturduğu muhabbet haleleridir. Mademki kâinat aşkla yazıldı, o halde aşkla okunmalı düşüncesinin satırları işgalidir.
Onunla üniversite giriş sınavına hazırlandığım dönemde tanıştım. Risâle-i Nurları okumaya yeni başladığım günlerdi. Okuduğum ifadeler, beni derinden etkilemiş, tam kalbimden vurmuştu—yoksa aklımdan mı demeliyim? Sanırım, tek kurşunla ikisinden birden demek daha isabetli olacak.
O, yani 32. Söz’ün 1. Mevkıf’ı, eğitim sistemimizin her birini ayrı bir yakaya savurduğu din ve bilimi tek safta birleştirmiş, ortaya gün doğumu kadar muhteşem bir tablo çıkmıştı. Nihayet ilim “en hakikî mürşit” vasfını bu tabloda bulmuştu.
“İşte bu!... İşte bu!...” dedim içimden. Aradığım buymuş. Tabiî ya! Din de gerçek, bilim de… Birbirini nakzeden iki farklı gerçek olamayacağına göre dinin ve bilimin örtüşmesinden daha doğal ne olabilirdi ki… Sonradan görecektim ki; Risâle-i Nurlarda Kur’ân hakikatleri çizgisinde buluşur bu iki öğreti… İkisine farklı bakan eğitim sistemimizin oluşturduğu şaşılık ise, hep sırıtır durur genç zihinlerde. Zira “fıtrat yalan söylemez”. Bu asrın şaşkın zihinlerine devâ olur Risâle-i Nurlar.
Bütün şirk ehillerinin var zannettikleri şerikler adına farazî bir manevî şahsın, zerrelerden yıldızlara kadar uzanan uzun bir seyahatte, kâinata yerleşme çabalarının sonuçsuzluğunu anlatan bahis, baştan sona gayet lâtif, ilmî ve mantıkî izahlarla dolu bir hikâye örgüsü içinde adeta nakış nakış işlenmiş gibi… Dinden uzaklaştırılmış ilmin ruhsuz ve kasvetli anlatımına inat; oldukça nurânî ve sevgi dolu:
“Sâni-i Hakîm, havada iki unsur halk etmiştir: Biri azot, biri müvellidü’l-humuza. Müvellidü’l-humuza ise, nefes içinde kana temas ettiği vakit, kanı telvîs eden karbon unsur-u kesîfini kehribar gibi kendine çeker. İkisi imtizâc eder, buhar-ı hâmız-ı karbon denilen (semli havaî) bir maddeye inkılâb ettirir; hem hararet-i garîziyeyi temin eder, hem kanı tasfiye eder. Çünkü, Sâni-i Hakîm, fenn-i kimyâda AŞK-I KİMYEVÎ tâbir edilen bir münâsebet-i şedîdeyi müvellidü’l-humuza ile karbona vermiş ki; o iki unsur birbirine yakın olduğu vakit, o kanun-u İlâhî ile, o iki unsur imtizâc ederler. Fennen sabittir ki, imtizâcdan hararet hâsıl olur. Çünkü, imtizâc, bir nevî ihtiraktır.”
Bu ifadelerin ruhumda oluşturduğu aşk-ı kimyevî ile hızımı alamamış, Fen-Edebiyat Fakültesi Kimya bölümünü tercih etmiştim. Ama ülke çapında kendi alanlarında otorite sayılan hocalarımız bile Bediüzzaman gibi anlatamadı kimyayı. Sözgelimi organik kimyada kâinatta cereyan eden kimyasal reaksiyonlar, bir savaş mekanizması mantığı ile açıklanır. Aşk ve savaş… İki anlatım tarzı arasındaki fark da, beslendikleri kaynaklar arasındaki farkı ortaya koyuyor olmalı; felsefe ve vahy-i semâvî…
Risâle-i Nur’da geçen bu bahsin kendi âlemimde meydana getirdiği reaksiyona, ileriki yıllarda gençlerle yaptığımız lise okuma programlarında da çokça şahit oldum. Ders kitaplarından aşina oldukları mevzuları bu kadar insancıl, muhabbet dolu ve sıcacık ifadelerle farklı bir profilden dinlemek onlar için de heyecan verici olmuştu. Bunu liseli kardeşlerimin ışıl ışıl parlayan gözlerinden okumak mümkündü. Haftalar öncesinden, yapacağımız okuma programları için “ 32. Söz’ün 2. Mevkıf”ı siparişi verenler bile vardı.
Eşsiz bir hazinenin içinden bir pırlantadır bu bahis. Aşkla yazılan bu hazineyi aşkla okuyabilmek ve böylece kâinatla aynı frekansı yakalayabilmek temennisiyle…
|
Nuriye ÇEVİK
11.05.2007
|
|
Som balıkları
Bir Peygamberi (as) canlı canlı yutup, karnına alıp onu denizaltı gibi gezdiren balıkgillerden, Yunus balığının akrabalarından bahsetmek istiyorum. Som Balığı veya Salmo Salar.
Kemikli balıklar takımından ve Alabalıkgiller familyasındandır. Tatlı su ve denizlerde yaşayan bir balık türüdür. Atlas Okyanusu ve Büyük Okyanus’ta yaşarlar. Yumurtlamak için ilkbaharda nehirlerin içlerine girerler. Yolları üzerindeki 3-5 metre çavlan ve şelâleleri rahatlıkla sıçrayarak aşabilirler. Yumurtalarını yeni vatanlarına bırakırlar. Denizden, doğdukları akarsuları bulabilirler. Yavrular birkaç yıl ırmakta kalıp, sonra denize dönerler. Vazifeleri, diğer mahlûkat gibi Allah’ı bizlere, şuurlu varlıklara tanıtmak. Üzerlerinde Allah’ın isimlerini göstermek.
İlginç ve enteresan değil mi? Kilometrelerce yolu hiç şaşırmadan bulmak. Gemiler, üzerlerinde o kadar teknolojik âletlere, yön bulma aygıtlarına rağmen yollarını, rotalarını şaşırır. Hem de kumanda âletinde, dümende insan gibi en mükemmel varlık var iken.
Ama Som balıkları asla şaşırmaz. Demek ki Som balıkları sevk-i İlâhîye mazhardır. Aynen arının balözü dolu tarla ve çiçekleri bulması gibi. Yumurtlamak için uzun bir yolu engeli aşmak. Orada bu uğurda ölmek. Demek ki vazifeleri sona eriyor. Görev tamam. Allah’ı bizlere tarif etme görevleri sona eriyor.
Görüntüleri ile, dünya üzerindeki hemcinslerinin aynı görüntüyü taşımaları ile bizlere Allah’ın Sâni ismini, Onun yaratıcılığını ve san'atkârlığını hatırlatıyorlar. O’nun Vahid ve Ehad olduğunu, Tek ve Biricik olduğunu gösteriyorlar. İşaret ediyorlar.
İçtikleri tuzlu, tatlı veya acı bir suyun, vücutlarına et olmasıyla Yüce Yaratıcının Rezzak ismine ışık tutuyorlar.
Pullarının muntazaman vücutlarına itinayla dizilişi ile Cenâb-ı Hakkın Musavvir (tasvir edici) ismine âyine oluyorlar.
Denizaltılardaki su ve hava havuzları gibi, bulundukları su düzeyinde basıncı ayarlayan içlerindeki hava keseleri ile Rablerinin Alîm (ilim sahibi) ve Kadîr (kudret sahibi) ismine işaret ediyorlar.
Görevleri bitince, ki bıraktıkları yumurtalardan çıkacak nesiller kendi vazifelerini kıyamete kadar devam ettireceğinden, vazifelerini ifâ etmenin mutluluğu ile başka canlılara da kendileri rızık oluyorlar. Allah’ın Râzık (rızık verici) ismini âleme ilân ediyorlar.
|
Cihat ERDOĞ
11.05.2007
|
|
|
|