|
|
Davut ŞAHİN |
İşgalci kadın askerler |
|
Amerikalılar Afganistan’a özgürlük getireceklerini söyledi.
Kan ve kaos getirdi.
Irak’ı işgal ederken “freedom” naraları atıyorlardı.
Sonuç:
Kan, gözyaşı ve katliam.
İşgalcilerin aslında kendilerine bile merhameti yok.
ABD, Afganistan, Irak veya denizaşırı operasyonlar için asker gönderirken, özellikle kadın askerlerin başına gelmeyen kalmıyor.
Kadın askerler birliklerinde, çeşitli şekilde tacize uğruyormuş. Karşı koyanlar ise, üstleri tarafından aşağılanıyor.
Bunlardan biri uzman çavuş Suzanne Swift...
Kerbela civarındaki Amerikan üssünde çalışan Swift (21), daha görevine yeni başladığı günlerde, amirinin kötü emellerine karşı koyduğunda ceza almış ve diğer askerlerin önünde hakarete uğramış.
Genç kadın ülkesine izne dönmüş. Fakat rütbesi düşürülmüş ve askerî mahkemeye verilmiş.
Bir diğeri Abbie Pickett. Irak’a gönderilen Pickett, erkek askerin kadın askerlere yaptığı müstehcen şakaların dayanılmaz hale geldiğini belirtiyor. Saddam Hüseyin’in kenti Tikrit’te kadın-erkek karma birlikte görev yapan er Pickett, erkeklerin kadın askerlere karşı hakaret dolu sıfatlar taktığını belirtiyor. Pickett, sözlü ve fizikî tacizden bezdiklerini anlatıyor.
Keri Christensen (33) bir başka kurban. İki çocuk annesi asker, gittiği Kuveyt’te limandan Irak’a malzeme taşırken erkek meslektaşlarının müstehcen sözlü sataşmalarına maruz kalıyor... Yetmiyor, bir üstü tarafından istismara uğruyor. Şikâyeti üzerine sürüldü ve iddiası da “delil yetersizliğinden” reddedildi. (Hürriyet)
Bunlar bilinenler. Bir de bilinmeyen ve bu satırlara dökemeyeceğimiz kadar cinsel istismara maruz kalan kadın askerlerin durumu korkunç.
Bu askerlerin bir başka ülkede yaptıklarını düşünün. İşte sonuç ortada.
BİR BAŞKANIN ÖLÜMÜ
Tıp eğitimi aldıktan sonra gazeteciliğe merak salan İngiliz yönetmen Gabriel Range’ın kurgu belgeseli vizyonda.
İlginç bir belgesel.
Şundan dolayı:
Dünyayı yaşanmaz hale getiren ABD Başkanı Bush, bir suikast sonucu öldürülüyor.
Ardından yaşananlar hayali senaryo... Eğer başkan ölürse, “dünya ne olacak”ın cevabı bir anlamda.
Belgeselde ilginç olan bir detay daha var:
Bir Arap kadını 11 Eylül’den bahsediyor ve şöyle konuşuyor, “İmkânım olsaydı o adama sorardım; o tetiğe basarken bunun neye mal olacağını hiç düşünmedin mi?” diye. Arka fonda ise ezan sesi var.
ABD Başkanın bile tepkisini çeken bu suikast girişimi belgeseli, kuşkusuz silâhlardan daha fazla bir etkiye sahip.
PEGASUS
Diyarbakır-İstanbul seferini yapan Pegasus Havayollarına ait yolcu uçağını kaçıran zavallı bir adam, alkol ve uyuşturucu bağımlısı çıkmış.
Şimdi örgüt bağlantısı var mı, yok mu onu araştırıyorlar.
Neyse, bu haberler ekrana yansıyınca, Pegasus’la ilgili bol bol reklam görüntüleri gözümüzden kaçmadı.
Bakıyoruz Pegasus havayollarına ait kuşak reklamlar dönmeye başladı.
Bu bir rastlantı mı? Tevafuk mu?
13.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Meydanlar hareketli |
|
Bugünlerde Türkiye’nin meydanları, uzun zamandır görülmemiş bir hareketlilik yaşıyor. Peş peşe mitingler tertipleniyor. Geçen hafta Ankara’da DSP’nin balonlu mitingi vardı. Yarın Atatürkçü kuruluşların toplantısı yapılacak.
Bilindiği gibi, Atatürkçü Düşünce Derneğinin organize ettiği bu miting, haftalar öncesinden konuşulmaya başlandı. Başbakan bile sorular üzerine bu toplantı hakkında yorumlar yaptı.
14 Nisan mitinginin çok tartışılmasında, bazı rektörlerin bu tarihe denk gelen sınavları dahi iptal ederek öğretim üyelerini ve öğrencileri o gün Ankara’ya taşımak için seferber olmaları da etkili oldu. En hafif tabiriyle psikolojik baskı oluşturan bu uygulamalar eleştirilere yol açtı.
Özden Örnek’e atfedilen günlükteki darbe maceralarında ADD Başkanı Şener Eruygur’un başrol oyuncusu olarak öne çıkması da, mitingle ilgili tartışmalara dolaylı katkılarda bulundu.
Ancak bu kadar gündem oluşturmasına rağmen mitinge işçi ve işveren örgütlerinin, memur ve öğretmen sendikalarının, meslek birliklerinin destek vermemesi ilginç. CHP bile parti olarak kurumsal bir katılımdan uzak duruyor.
Böyle olunca mitinge katılım, organizatör konumundaki Atatürkçü Düşünce Derneği, Türkiye Emekli Subaylar Derneği ve bir kısım kuvayı milliye dernekleriyle sınırlı kalırsa, yani bir bakıma dağ fare doğurursa pek şaşırmamak gerekiyor.
Bu arada, 14 Nisan mitingine karşılık olarak düşünüldüğü anlaşılan 13 Nisan mitingleri de söz konusu.
Ama bunlar miting olarak değil, dua adı altında organize ediliyor. İstanbul Eyüp Sultan ve Ankara Hacı Bayram Camilerinde Cuma namazından sonra “yöneticilerimizde ahlâk ve liyakat, cumhurbaşkanımızda basiret ve feraset” için dua edileceği ilânlarla duyuruluyor.
Ne var ki, Erdoğan bu hazırlıklara ilginç bir tepki veriyor. “Bizimle ilgisi yok” diyor. “Dua edecekseniz bulunduğunuz yerde edin” çağrısı yapıyor. Bu organizasyonları provokasyon olarak niteleyip “Oyuna gelmeyin” diye uyarıyor.
Bu sürpriz gelişme sonrası, söz konusu etkinliklere katılımın pek fazla olacağını sanmıyoruz.
Gelelim, yine 14 Nisan’da yapılacak olan bir başka toplantıya. Bu etkinlik diğerlerinden tamamen farklı. Cumhurbaşkanı seçimiyle de, siyasetle de uzaktan yakından hiçbir alâkası yok.
Sözünü ettiğimiz eylem, tümüyle sivil ve sadece hak mücadelesine adanmış bir etkinlikler zincirinin anlamlı bir devamı ve en son halkası.
Mazlum-Der Kocaeli şubesinin başörtüsü yasağı başta olmak üzere bilumum haksızlıkları protesto için iki yıldır hiç ara vermeden her hafta düzenlediği sivil eylemlerden söz ediyoruz.
Bu onurlu hak mücadelesinin gönüllüleri, yazın sıcağına, kışın soğuğuna, yağmuruna, karına, fırtınasına aldırmadan her Cumartesi bir araya gelip haksızlıklara itirazlarını haykırıyorlar.
Türkiye’nin bu alanda en kararlı, istikrarlı ve uzun soluklu eylemlerinden biri olarak tarihe geçeceğine inandığımız bu örnek etkinliğin 1 Ekim 2005’te gerçekleşen 24. haftasına, rahmetli Hakkı Yavuztürk’le beraber biz de katılmıştık.
Kocaeli örneği, bilâhare Ankara, Sakarya, Van gibi diğer şehirlere de ilham kaynağı oldu.
Yarın üçüncü yılına girecek olan bu mücadeleye omuz verenleri kutluyor, “devam” diyoruz.
13.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Kürdistan’dan Kürtland’a |
|
Time dergisinden (April 16, 2007) bir kare: Yer Kuzey Irak. Bir piknik alanı. Yere şilteler serilmiş ve üzerinde bir aile görülüyor. Yaşları 40-50 civarında olan kadın, evin hanımefendisi olmalı. Başı muntazam ve mazbut bir şekilde kapalı. Yanında ergenlik çağlarında tam 4 kız çocuğu görülüyor. Bir de yanlarında bir erkek çocuğu var. Bunlar ailenin çocukları olmalı. Kızlar da istisnasız başörtüsüz. Ve ayakta bir beyefendi duruyor. O da ailenin reisi olmalı. Başına poşu yerine Teksas kovboylarının giydiği tarzda bir şapka iliştirmiş...
Bu tabloya baktığınızda Kürdistan’da değil de, Kürtland’da olduğunuzu görüyorsunuz. Ya da son küçük Amerika’da! Rahmetli Menderes döneminde Türkiye ‘Küçük Amerika’ olarak anılıyordu. Sanki o sıfat şimdi Kürdistan’a intikal etmiş bulunuyor. Son türevi olmalı. Menderes’in Türkiye’yi yönettiği veya yönetimini devraldığı yıllarda Türkiye’nin alâmet-i farikası kasket idi. Son küçük Amerika veya Kürtland’ın alâmet-i farikası ise kovboy şapkası. Time’daki kareye baktığınızda başörtülü evin hanımı olmasa mekânı Teksas’a benzeteceksiniz. Karede Kürdistan’dan geriye tek o kalmış. Burada artık ne birinci, ne de ikinci dil Arapça. Mahallî dil Kürtçe, onun uluslararası boyutu ise İngilizce. Hepsi Kürtland olmuş. Kürdistan’dan geriye sadece başörtülü hanım kalmış. Time’ın karesi aldatıcı gelebilir. Ya da birileri tesadüf veya istisna olarak addedebilir. Hayır öyle değil! O kareyi pekiştiren başka kareler var. Ertuğrul Özkök ‘Kovboy Kürtler’ başlıklı yazısında aynı kareyi teyid eden yeni Kürtland portresi çizmiş: “Dün Milliyet Gazetesi’nin (10 Nisan 2007) birinci sayfasındaki kovboy şapkalı damat fotoğrafını görünce, yazımın konusu kendiliğinden çıktı. Fotoğrafta Kuzey Irak’taki bir düğün sahnesi görülüyordu. Damat başına Teksas tarzı bir kovboy şapkası takmıştı. Kuzey Irak’ta düğünlerde bu şapkalar moda olmuş. Bana göre, eski peşmergelerin yeni halini en güzel (çarpıcı) anlatan fotoğraf işte budur. Tabiî Kuzey Irak gerçeğini de... (11 Nisan 2007, Hürriyet)..”
***
Sakın zannetmeyin ki; Ertuğrul Özkök bundan yakınıyor. Bilâkis bunları büyük bir hazla ve doyumsuzlukla anlatıyor. Ve yazısının bir yerinde şunları yazmaktan kendini alamıyor: “Doğu sınırımızda “Sünnî Arap” bir devlet mi, yoksa “İslâmî” etkisi daha az bir Kürt devleti mi, komşuluk açısından bize daha uygundur?”
Elbette ki bakış açısına ve zaviyeye göre değişiyor. Ama Özkök aynen Time dergisi gibi Kuzey Iraklı Kürtçüleri potansiyel müttefikler olarak görüyor. Sanki ona göre Kürtçülük cereyanı Kemalizmin son türevi dersiniz. Bu ruhla o yapıya sahip çıkıyor. Burada Kürt örgütlerinin kapıldıkları milliyetçi ve solcu ideoloji ve cereyanların Kürtlerle İslâm’ın arasına girdiklerini ve bunun sonucu Kürtçülük üzerinden Kürtlükle İslâmiyetin zıtlaşmaya başladığını seziyor ve görüyorsunuz. Milliyetçi ve sol ideolojiler bu zıddiyeti körüklüyor. En son Mehdi Zana örneğinde de olduğu gibi milliyetçi ve marksist ideolojiler kitlelerle İslâmın arasını açıyorlar ve araya giriyorlar. Böylece Kürtlerle diğer Müslümanları birbirine yabancılaştırıyorlar ve müşterek zemini baltalıyorlar.
Irkçılık ideolojisi din temelinde müşterekliği kabul etmez ve milletlerin ufalanmasına ve parçalanmasına hizmet eder. Buna amir bir ideolojidir. Derseniz ki: Daha önce bu yoldan Türkler de geçmedi mi? Sıra Kürtlere gelince mi itiraz vaki oluyor? Genellikle bu soru üzerinden çiğnenen ve tüketilen yol yeniden meşrulaştırılıyor! Farz-ı muhâl: Türklerin veya diğer milletlerin yanlış yoldan geçmeleri Kürtler için bu yanlış yolu doğru kılar mı? En fazla gecikmeli olarak bu yanlış yola sülûk etmiş olurlar. Bu da taklîden aynı uçuruma yuvarlanmak olur. Bir emsâl aranıyorsa çukura düşmek de bir emsâldir. Ama su-i misâl, misâl olmaz. Yanlış yoldan yürümek, başkalarının yanlış çığırından yürümek elbette fazilet değildir. Geriden gelenler sadece yanlış yolu bir kez daha çiğnemiş ve uzatmış olacaklardır. Yanlışa yanlışla mukabele çözüm değildir. Emevilere ve Abbasilere Ehl-i beyt mensuplarının silâhla karşılık vermeleri gibi. Emevilerin yanlışına Ömer bin Abdulaziz panzehir olmuş ama Alevî isyanları panzehir olamamıştır. Zira yanlışa yanlışla mukabele ‘la darara vela dirar’ kaidesince ve sırrınca Kur’ân ve Sünnet ruhuna da aykırıdır. Yanlış bayrağı devralmak alemdarlık değildir.
***
Bugün Kürdistan, Kürtland olma yolunda hızla ilerliyor. Bu bağlamda, Kürtler kaçınılmaz olarak bir yol ayrımındalar. Ya asaletlerini muhafaza edecekler ya da başkalarını taklit tuzağına onlar da gecikmeli olarak düşecekler. Birilerinin buna can attığının elbette farkındasınız. Bu anlamda artık orası giderek Arabistan, Türkistan, Pakistan ve hatta Hindistan benzeri Kürdistan değil Kürtland hüviyetine bürünüyor. Dileyen buraya Barzaniland, son küçük Amerika veya Bushland da diyebilir. Bunun tek çözümü taklit hastalığına ve mankurtlaşmaya karşı asalete ve aslî çizgiye avdet etmektir. Kürtleri asil ve saygıdeğer yapacak olan bu çizgidir.
13.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Ölümle açılan kapı |
|
“Müslüman olarak canımı al ve beni sâlih kullarının arasına kat.”1
Bu duâ, Hz. Yusuf’un onca çile ve sıkıntılardan sonra Mısır azizliği gibi yüksek bir makama çıktığı, anne-baba ve kardeşlerine kavuştuğu, dolayısıyla en mutlu olduğu anda yaptığı bir duâ.
Kim en mutlu olduğu bir anda vefatını ister?
İşte Hz. Yusuf (as) gibi hakikati gören bir zât, o lezzetli anında acı olan ölümü istiyor. Çünkü Mektûbât’ta belirtildiği gibi2 onun ulaştığı mutluluktan çok daha üstün, çok daha parlak bir sevinç ve mutluluk var öbür âlemde.
Evet, dünya hayatı ne kadar şaşaalı olursa olsun ahiretin yanında güneşin yanındaki cılız yanan bir mum ışığı gibi kalır.
Ölümü yokluk, hiçlik olarak değil, sonsuz lezzet ve mutluluk diyarı olarak gören mü’min, ölümden korkmaz, ürkmez, onu sevimsiz karşılamaz. Görünüşü acı ve çirkin olsa da onun daha güzel âlemlere götüren bir vasıta olduğunu düşünür. Bilir ki, “Ölüm, kabir gibi görünen meşakkatler, netice itibariyle saadetlerdir. Çünkü nuranî âlemlere giden yol kabirden geçer ve en büyük saadetler büyük ve acı felâketlerin neticesidir.”2
Demek bir insan Hz. Yusuf (as), hatta Hz. Süleyman (as) gibi bir saltanata sahip olsa da, bütün bu saltanat ahirette ihsan edilecekler yanında bir gölge gibi, hatta hiç hükmünde kalır.
İşte bu hakikati çok iyi bilen Hz. Yusuf (as), ahiretin mutluluğu yanında dünya mutluluğunun bir hiç hükmünde olduğunu bildiği için Allah’tan o ebedî mutluluğa vesile olan ölümü istemişti. Dünyada sevdiklerinden bir süre sonra ayrılacaktı, ama ahirette ayrılık yoktu, gözlerin görmediği nimetler içinde ebediyen birlikte olacaklardı.
Demek iman gözlüğüyle bakıldığında ölüm hiç de korkunç değil. Gençlik Rehberi’nde denildiği gibi4 insan, son derece sevdiği bir yakını can çekişirken Lokman Hekim ve Hızır gibi bir doktorun geldiğini, o sevdiği insanın bir anda gözlerini açıp dirildiğini, yeniden hayata döndüğünü görse kimbilir ne kadar sevinir. Bunun gibi mazide milyonlarca sevdiklerinin birdenbire, “Biz ölmedik. Daha güzel bir âlemde mutlu bir şekilde yaşıyoruz. Sizinle de buluşacağız” dediklerini iman gözüyle gören insan sonsuz sevinç ve mutluluk duymaya başlar.
Genç yaşta sevgili evlâdını ahirete yolcu eden dostumuz Yaşar Avcı’nın en büyük teselli kaynakları şüphesiz Nurlardaki bu hakikatler. Yoksa görünüşü acı ve çirkin olan ölümün arkasındaki bu rahmet yönünü göremeseydik nasıl dayanabilirdik?
Dipnotlar: 1- Yusuf Sûresi: 101. 2- Şuâlar, s. 650.
13.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Hadis/sünnet yoksa, İslâmiyet kalmaz! |
|
“Hadis ve Sünnet” kavramları yalnızca İslâmiyete has bir özelliktir. Başka peygamberlerin sözleri vardır, ama “hadis” diye bir mefhum yoktur.
Dolayısıyla hadis, muhteşem bir kültür kaynağıdır. Hadisler, Kur’ân’ın ilk ve orijinal tefsiridir/yorumudur. Sünnet-i Seniyye ise, Kur’ân ahlâkının Peygamber Efendimiz tarafından pratik hayata dökülmesidir. Dolayısıyla, eğer Hz. Peygamberi (asm) aradan çıkarırsanız, İslâmiyet, ibadet, hayat ve dinin ta kendisi olan şeriat diye bir şey kalmaz. Çünkü, Kur’ân, İslâm şartlarını ana madde olarak ortaya koyar. Tabiri caiz ise, Kur’ân anayasa gibi temel maddeleri sıralar. Sünnet-i Seniyye ise, onları kanun, tüzük, yönetmelik gibi açıklar, şerheder, izah eder. Eğer Hz. Peygamber ve Sünnet-i Seniyye olmazsa, nasıl namaz kılacak, orucu nasıl tutacaksınız? Hangi maldan ne kadar zekât vereceksiniz; hacca nasıl gideceksiniz; hayatınızı nasıl tanzim edeceksiniz? Kur’ân’ın müteşabihatını nasıl anlayacaksınız? Aile hayatı, çocuk eğitimi ve terbiyesi hangi prensipler içinde yürütülecektir?
İslâmiyette Hadis ve Sünnet-i Seniyye, olmazsa olmaz şartlardır. Zira, Peygamberimiz (asm) diğer peygamberler gibi bir kavme, bir topluluğa ve belli bir zaman aralığında gelmiş değildir. O, bütün insanlığa, bütün zamanlara, bütün mekânlara, bütün mesleklere, bütün meşreplere hitap eden genel bir hatiptir, bir mübelliğdir. Dolayısıyla, Sünnet-i seniyye’nin düstürları da, insanlığın bütün katmanlarını ve hayatımızın bütün safhalarını kapsamaktadır.
Diğer bir ifadeyle, Hz. Muhammed (asm), diğer peygamberler gibi, dinin ana prensiplerini getirmiş ve onun içini yorumcu ve müfessirler doldurmuş değildir. O (asm), yeme, içme, yatmadan beşerî münasebetlere, hitap tarzlarına, öksürmekten hapşırmaya kadar her konuda prensip ve ölçüler vaz etmiş, tavsiyelerde bulunmuştur. Ahlâkî davranışların tamamını bir bir göstermiştir. Bundan dolayıdır ki, ahlâkın ve edebin kaynağı da Hadis ve Sünnet-i Seniyye’dir.
Buna binaendir ki Kur’ân, Peygamberimizi (asm), “Ve şüphesiz sen büyük bir ahlâk üzerindesin”1 diye vasıflandırırken; “Kim peygambere itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur”2 “Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah’ın azabı şiddetlidir”3 âyetleriyle de Sünnet-i Seniyye’yi rehber göstermiştir.
Şu noktayı da açmamız gerekir: Sünnetin her şeyi açıklaması, bizi sınırlandırmıyor. Bilâkis, gerçek hürriyeti getiriyor. Yani, ona göre, buna göre, şuna göre değil; Kur’ân’a göre nasıl yaşayacağımızı göstermiştir.
Dipnotlar: 1- Kalem Sûresi: 4.; 2- Nisa Sûresi: 80.; 3- A.g.e., Haşr: 7.
13.04.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
İttihatçı damarın kabardığı günler |
|
Meşrûtî monarşi isteyenen Yeni Osmanlılar (Jön Türkler) arasına sızan ve zamanla kuvvet bularak meydana çıkan komitacı bir gürûh vardı ki, işi gücü daima fitne–fesat çıkarmak olmuştur.
Fırsat buldukça, kan dökmekten, cinayet işlemekten ve meşrû iktidarları devirmekten çekinmeyen bu Balkan Komitacıları, Meşrûtiyetin ilânıyla birlikte sinsî faaliyetlerine hız vermeye başladılar.
Bu faaliyetler serisinin ilki ve belki de en büyüğü, 13–23 Nisan 1909'da sergilendi.
13 Nisan 1909'da (31 Mart Vak'ası) İstanbul'u kanlı bir kargaşanın içine sürükleyen iç ve dış ihanet odakları, eş zamanlı olarak Selanik merkezli olarak da adına "Hareket Ordusu" denilen bir çapulcular sürüsü teşkil etmeye koyuldu.
Evet, İstanbul'da kanlı boğuşmanın yaşandığı aynı gün, İttihatçılara bağlı Balkan komitacılarından müteşekkil Hareket Ordusunun evvela "kurmay kadrosu" teşkil edildi.
Bunun ardından ise, bir hafta müddetle asker toplandı ve bir yandan da İstanbul'daki kontrolden çıkan isyanın devam etmesine el altından destek sağlandı.
Bütün bu ihanet ve mel'ânet planlarını yapanların başında gelenler ise, hiç şüphesiz İttihat–Terakki Komitası içinde bulunan ve zamanla bu teşkilâtı ele geçiren Yahudi, mason ve dönmelerdi. Bunlar Türkçülük/Turancılık propagandası yapmalarına rağmen, gerçekte Türk, hatta Türk dostu dahi değillerdi.
Maksatları Türk'e düşman kazandırmak olan Türk ve İslâm düşmanlarıydı.
Nitekim, çalışmalarını öylesine sinsice ve ustalıkla sürdürdüler ki, zamanla maksatlarına önemli ölçüde ulaşmış oldular.
İşte, 1909 senesinin 13–23 Nisan tarihlerindeki faaliyetleri...
Bizzat aynı komitanın el altından kışkırtıcı rol oynadığı 31 Mart olayları bahane edildi ve bu esnada toplanan askerlerle 23 Nisan günü İstanbul'a baskın yapıldı.
Hükümet merkezi İstanbul'a giren Hareket Ordusu, ilk iş olarak hükümeti devirdi ve sıkıyönetim ilân ettirdi.
Dört gün sonra (27 Nisan) ise, 33 yıllık padişah Sultan II. Abdülhamid'i tahttan indirdiler.
Sultan'a hall emrini bildiren ve onu Selanik'e mecburi ikamete mecbur eden heyetin başında, ne yazık ki yine bir Selanik Yahudisi vardı: Emanuel Karaso.
Sindirme, susturma çabaları
Padişah devrildikten sonra, sıra dindarların ve muhalif siyasilerin cazalandırılmasına geldi.
Sıkıyönetim mahkemesinde yargılanan yüzlerce mâsum insanların pek azı kurtulabildi. Tanınmış mümtaz şahsiyetlerden kırktan fazlası darağacına gönderildi, geri kalanlar da en ağır cezalara çarptırıldı.
Neticede, kendilerine muhalif görünen bütün hareketler bastırıldı, bütün sesler susturulmaya çalışıldı.
Elleri kanlı komitacı zalimler, sadece bir tek sesi susturamadılar: Bediüzzaman Molla Said'in sesini...
Dâvâsı gibi metodu da hakka dayanan bu sesin sahibini, ne o zamanki, ne daha sonraki zalimler susturabildi.
Cumhuriyet dönemi
Meşrûtiyet zamanında komitacı İttihatçılık damarı kabardıkça kabaran gürûhun, Cumhuriyet döneminde de benzer ve bazan daha şiddetli tavırlar sergilediğini görmekteyiz.
Tamamını anlatmak yerine, sadece bir sene arayla 13 Nisan günlerinde yaşanan iki hadiseyi hatırlatmakla iktifa edelim.
Birincisi: 13 Nisan 1924
Eski İttihatçıların bakiyesi olan ve ülkeyi tek parti zihniyetiyle idare eden CHP hükümeti eski İttihatçılardan bazılarının tüm aile efradına para yardımı ile maaş bağlanmasına karar verdi.
Aileleri devletten para yardımı alacak olan eski İttihatçılardan bir kısmının ismi şöyle: Talat ve Cemal Paşa, Reşat Paşa, Mahmut Şevket Paşa, Hikmet Bey, vesaire..
İkincisi: 13 Nisan 1925
İttihatçılarla ve onların fikrî takipçisi olan Halkçılarla (CHP) yollarını ayıran Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası üyelerinin evleri, İstanbul Emniyeti tarafından didik didik arandı.
İşte, tıpkı komitacı İttihatçılar gibi, onların bakiyesi olan Halkçılar da kendisine muhalif gördüğü fikir ve harekete hayat hakkı tanımamıştır.
Yakın tarihimiz, işte böyle ibretli vak'alarla doludur.
13.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
Tokat ilinde sevgi |
|
Tokat ismi Türkçe’de bildiğimiz “tokat” kelimesinden gelir. Tokat’ta bulunan kalenin ismi “Comano Pontica” idi. Anadolu’yu fetheden Selçuklu Oğuz Türkleri, bu kaleyi alınca Bizans ordusuna çok ağır bir tokat vurmuş olduğu kabul edildi. Böylece şehre “Tokat” ismi verildi. Tokat ili, tarihî seyrinde ise M.Ö. 2500 - 4000 yılları arasında, yüksek düzeyde san'at ve kültür yaşamına ulaşmıştır. M.Ö. 6. yüzyıldan itibaren, Kolonileri ile birlikte, Karadeniz’den Polemonion (Ünye) ve Amisos (Samsun) yolu ile Komana’ya (Tokat) gelmiş, güneydeki geleneksel “Kapadokya” ve doğudan gelen Pers kültürü ile kaynaşmıştır. Daha sonra uzun bir dönem içerisinde Roma ve Bizans Egemenliği altına giren Tokat, Danişmend ve Selçuklu Türklerinin siyasî üstünlükleriyle birlikte Maveraünnehir’den gelen İslâm kültürü ile tanışmış ve 900 yıldır devam etmektedir. İnşaallah devam edecektir.
Tokat, tarihî medreseleri, kervansarayları, hamamları, Osmanlı motifli camileri, kervansarayları, meşhur kalesiyle, 11 ilçesiyle ve 120 bine ulaşan merkezî nüfusuyla ve 1833 yılında Tokat’ta doğan Gazi Osman Paşa adı verilen üniversitesiyle istikbale ışık tutmaktadır. Tokat, Topçam Yaylası, Selemen Yaylası, Batmantaş Yaylası, Akbelen Yaylası, Dumanlı Yaylası, Çamiçi Yaylası ve Zinav Gölü, Kaz Gölü, Göllüköy gölü ve Gıj gıj tepesi ve emsâli yerleri ve kaplıcaları ile Türkiye’nin zaman seyri içinde temâşâsına doyum olmayan, Turizm sektöründe en müstesna bir yer alacağı kanaatindeyim. Yeter ki takdim ve reklâmı yapılsın. Harika yerler, harika menziller diyarı. Zaman seylinde çokları sahiller yerine buralara gelecekler ve yaylalarda mukim olacaklardır.
Bu tarihî ve görkemli şehrimizin Yeni Asya gazetesi temsilciliği tarafından takriben 2 ay önce bir konferans dâveti aldım. Konumuz “Mevlânâ’dan Bediüzzaman’a sevgi” başlıklı idi. Bizler de Tokatlı fedakâr ve gayyur kardeşlerimizin gayret ve himmetiyle ve Hz. Allah’ın yardımıyla buraya intikal ettik. Kaldığımız üç gün bir rüya gibi geçti, fakat boş geçmedi. En önemlilerinden biri, mahalli SRT TV’de ilahiyatçı sn. M. Ali Kaya ile yaptığımız canlı mülâkattı. Bir saati içine alan mülâkatın konusu “Ülke insanının birlik ve beraberliği, Cumhuriyet, Bediüzzaman Hazretlerinin Van’da temelini attığı ‘Medresetüzzehra’ üniversitesinin projesi ve gayesi, ittihad-ı İslâm ve dün ile bugünün kıyasları”
Daha sonra Tokat’a yakışır Kültür sarayında lebaleb dolan bu mekânda hiç kimsenin programın sonuna kadar ayrılmadığı bir gecede “Mevlânâ’dan Bediüzzaman sevgi” konferansımızı verdik. Program çok renkli ve akıcı idi. Sn. Sabri Beyin takdimleri, Sn. Azam Yazıcı Beyin öz ve veciz açış konuşması, Kur’ân-ı Kerim tilâveti, küçük kızlarımızın ilâhî resitali ve özellikle uzun yıllardır elinden ud ve musiki âletlerini bırakmayan Yüksel Toker Ağabeyimizin kısa, öz ney taksimi idi.
Sorsalar sen ne yaptın ey Halil Uslu? Bizler de 60 dakikayı geçmemek kaydıyla, yılların birikimi, tecrübesi, salon hakimiyeti neticesinde herkesle diyalog kurarak, rakam ve misâlleri konuşturarak, Hz. Mevlânâ ve Hz. Bediüzzaman sevgisi, başta Hz. Peygamberimizin (asm) muhabbeti ile, aşkla, şevkle, tebessümle ve derin soru işaretleriyle, dünden bugüne ve yarınlara bakarak gönül tellerine vurduk. Alkışlar, gözyaşları ve duâlarla bir yumak haline geldik.
Emeği geçen herkese, başta muhterem Ahmet Kara, Halil, Azam, Ramazan, Yüksel, Osman ve emsâli ağabey ve kardeşlerime ve özellikle İbrahim Tamer gibi gençlerimize binler teşekkür ve tebrikler.
“Hay’dan gelip Hu’ya gittiğimiz gibi”, bir sultanımızdan gelip bir sultanımıza gittik. İşte o sultanlardan birisi Hz. Mevlânâ idi. Sözün özünü ona bırakıyorum bu makalemde:
“Canında bir can var, o canı ara. Beden dağında bir mücevher var, o mücevherin madenini ara. Ey yürüyüp giden sufi, gücün yeterse ara; ama dışarıda değil, aradığını kendinde ara” (Divan-ı Kebîr)
13.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Muhtelif sorular |
|
İnebolu’dan İsmail Erden:
*“Ben köyümden seferî olarak niyet ettim. Gittiğim yerde seferî şartlar altında bir gün kaldım. Geri dönüşümde köyümüzün bağlı bulunduğu ilçede misafir olarak kalmaktayım. Seferî sayılır mıyım?”
Oturduğu yerden en az yaklaşık 90 km uzaklıktaki bir merkeze yolculuğa çıkan birisi, oturduğu mahallin son evlerini veya son sokağını, ya da son mahallesini çıkınca seferi sayılmaya başlar. Yolculuğu boyunca seferi sayılır. Varacağı merkeze ulaştığı zaman burada üç gün üç geceden fazla kalacağı kesin ise Şafiî mezhebine göre seferiliği kalkar. Hanefî mezhebine göre bu süre en çok on dört gündür. Yani on dört günden fazla kalacak kişi, kaldığı yerde seferî sayılmaz.
Başka bir ifadeyle, Şafii mezhebine göre dört gün ve daha fazla, Hanefi mezhebine göre de on beş gün ve daha fazla aynı merkezde kalan birisi bu süre zarfında seferi sayılmaz. Dönüş yolculuğuna çıktığında ise, yolda yine seferî sayılır. Köyüne veya ikamet ettiği mahalle ulaşmadan kaldığı her hangi bir merkezde yine yukarıdaki süreler geçerlidir.
Misafirlik merkezlerinde ihtiyaç yoksa yukarıdaki sürelerin azını, ihtiyaç varsa çoğunu almamızda bir sakınca yoktur. Burada mezhep farkı önemli değildir. Hangi mezhepte olursak olalım, bu konuda diğer mezhebin içtihadınca amel edebiliriz. Yani kalış merkezinde üç-dört gün kalan birisinin, eğer ihtiyacı yoksa kendisini seferî saymaması daha doğru olur. Ama ihtiyacı varsa, yani önemli bir meşakkati varsa, on dört günün altında da kalacaksa Hanefi mezhebi içtihadınca kendini seferî sayabilir.
Mezheplerin farklı içtihatları bu konuda sıkıntımız değil, zenginliğimizdir.
***
Çanakkale’den Mehmet Bey:
*“Kur’ân’dan âyetler ezberleyemiyorum. Ezberlemek için ne yapmam gerekir?”
İnsan hafızası ezber yapar. Çünkü ezber yapabilecek imkânlarla donatılmıştır. Bunun aksi düşünülemez. Normal bir hafıza için bunun aksini düşünmek kötümserlik ve bedbinlik olur, başarısızlığa teslimiyet olur.
Fakat ezber süreleri muhtelif olabilir şüphesiz. Ama ısrarcı olunursa ezberlenemeyecek âyet ve ezberleyemeyecek hafıza yoktur. En çok, biraz fazlaca tekrara ihtiyaç duyulabilir. Tekrardan kaçmamak lâzım. Kuvvetli şekilde ezberlemek için de her gün tekrar yapmaya devam etmeli.
***
İsim belirtmeyen okuyucumuz:
*“Açık fakat beğendiğimiz bir bayanla düşüneceğimiz evliliğin dinimizdeki yeri nedir? Önem verdiğim bir mesele. Yardımcı olur musunuz? Gazeteden takip edeceğim.”
Peygamber Efendimiz (asm) buyurur ki, “Kadın dört şey için nikâh ediliyor: Malı, Güzelliği, Soyu ve Dini. Sen dinini tercih et, dünyada da, ahirette de mutlu olursun.”
Hadisin hükmü açıktır. Evliliklerde dinde ve dindarlıkta denklik önemlidir. Bu, dünya ve ahiret mutluluğunun mayasıdır, özüdür, kaynağıdır.
Fakat kimse günahsız da değildir. Aslında dindar veya en azından inançlı ve dinî emirlere meyilli, iffetli ve güzel ahlâklı birini, bir günahından ötürü tercih konusunun dışına atmak isabetli ve akıllıca bir karar olmaz. Evlilikte bir taraf eğer beğenilmişse, beğenilen tarafın dine ve Allah’ın emirlerine de duyarlılığı, en azından meyli varsa, iffeti ve terbiyesi varsa, güzel huyu ve iyi ahlâkı varsa ve sevdirildiği, müjdelendiği ve bilgilendirildiği zaman uygulama noktasına geleceği umuluyorsa, evlilik için tercih yapmaya değer. Allah cümle ehl-i imanla birlikte dünyada da, ahirette de mesut etsin. Âmin.
***
İsim belirtmeyen okuyucumuz:
*“Erkekler veya kadınlar için kordon bağlatmak veya ameliyatla kısırlaştırıcı bir müdahale yaptırmak caiz midir?”
Kadın ve erkeğin, tıbbî bir zaruret olmadıkça, üremeyi kalıcı olarak engelleyecek ve kendilerini kısırlaştıracak şekilde, tüp, kordon veya üreme kanallarını bağlatmaları caiz değildir. Çünkü burada doğrudan yaratılışa ve hilkate müdahale vardır. Unutmamak lâzım ki şeytan, “Onlara, Allah’ın yarattığını değiştirmelerini emredeceğim!” diye and içmişti.1 Şeytana yeminini tahakkuk ettirmede yardımcı olacak şekilde fıtrat ve hilkat üzerinde yapılan böyle keyfî müdahalelerin, başka bir hastalığın müsebbibi olmayacağını da, ayrıca kimse garanti edemez.
Ancak sıhhî bir sebep varsa; dalında uzman ve emin bir doktorun sağlık için zorunlu görmesi halinde, hiç şüphesiz kısırlaştırmak da, diğer her türlü müdahaleler de caiz olur.
Dipnotlar: 1- Nisâ Sûresi, 4/119
13.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Böl ve yönet |
|
İnsanların ‘gönülleri’ni fethetmeden, ülkelerin işgalinin iyi bir netice vermeyeceği; ABD’nin Irak’ı işgaliyle bir defa daha görüldü. “Dünyanın süper gücü” olmakla övünen ve “uçan kuştan haberdar olan” Amerika, tam anlamıyla Irak bataklığına saplanmış durumda.
İnsanlığın itirazına rağmen Irak’ı işgal eden Amerika’nın ‘iyi niyet’li olmadığı daha ilk günden belliydi. 200 bine yakın askeriyle Irak’ı işgal eden ABD’nin hadiseye ‘maddî menfaat’ penceresinden baktığı hemen anlaşıldı. Güya Irak’ın kalkınması için yapılan ihaleler, ilk fırsatta yine kendi adamlarına verildi. Kayırmalar, usulsüzlük ve yolsuzluk iddiaları ayyuka çıktı ve milyarlarca dolar ‘nakit’ para kayboldu!
Başlangıçta ‘Kral’ George W. Bush’a destek veren Amerika kamuoyu da artık hadisenin içyüzünü anlamış görünüyor. “Bir an önce Irak’tan
çekilelim” diyen Bush muhalifleri, kamuoyunun desteğini ve tabiî ki yapılan seçimleri de kazanıyor.
Irak’ı işgal eden ve batağa saplanan Amerika’n ordusunun içten içe ‘çürüdüğü’yle ilgili haberler de yeni yeni medyaya yansıyor. İşgal kuvveti olarak Irak’ta bulunan askerlerin, bayan ‘mesai arkadaşları’nı dahi taciz etmesi durumun vehametini ortaya koyuyor. Irak’ta görev yaparken ABD’li ‘arkadaşları’nın tecavüzüne uğrayan kadın askerlerden Suzanne Swift “Görevimin ikinci günü üstüm bana tecavüz etti, (...) firar ettim” demiş. (Sabah, 11 Nisan 2007)
“Mesai arkadaşı”na bu çirkin muameleyi reva gören “işgal kuvvetleri” Iraklılara ne yapmaz? Nitekim, Ebu Gureyb Hapishanesinde yaşanan insanlık dışı vahşeti, çirkinlikleri daha önce duymuştuk...
Haksız ve ‘halk’sız olduğu için batağa saplanan Amerika, şimdi çıkış yolu arıyormuş. ABD bunun için de geçmişte pek çok ‘işgalci’ tarafından denenen ‘böl ve yönet’ yöntemine başvuracakmış. Independent gazetesinin tecrübeli Ortadoğu muhabiri Robert Fisk’in iddiasına göre, ABD’nin yeni Bağdat (dolayısı ile Irak) planı, şehri ancak kimlik kartlarıyla girilebilecek onlarca farklı bölgeye ayırmakmış.
Fisk, şöyle yazmış: “George Bush’un takviye asker gönderme kararına rağmen önü alınamayan direnişçi saldırılarını durdurmak için Bağdat’ta geniş kapsamlı bir güvenlik operasyonu yapılacak. Bu çerçevede, kentin 89 idarî biriminden yaklaşık 30’u güvenlik çemberine alınacak. Bu bölgelere sadece yeni çıkarılacak kimlik kartları olanlar girebilecek.” (Star, 12 Nisan 2007)
Fisk’in yazısında, bu sistemin daha önce, Fransa tarafından Cezayir’de, İsrail tarafından işgal ettiği Filistin topraklarında ve yine ABD tarafından Vietnam’da uygulandığı ve hepsinin başarısız olduğu bilgisi de yer alıyormuş.
“Böl ve yönet” yönteminin başarılı olduğu yerler ve zamanlar geçmişte olmuştur, ancak son yıllarda ‘insanlık’ uyanmıştır. Dolayısı ile böyle oyunlara alet olmayacağı söylenebilir. Amerika, bu fitne metoduyla bir süre daha işi götürse bile, nihayetinde mağlup olduğunu kabul edip Irak’tan çekilmek durumunda kalacak.
Çünkü küfür devam etse bile, zulüm devam etmez...
13.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Sıcak günden önemli mesajlar |
|
Birbiri ardına önemli açılmaların yapıldığı, sıcak gelişmelerin yaşandığı bir gündü.
Önce Meclis Başkanı Bülent Arınç geçti kameraların karşısına.
Ancak herkesin aklı Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın yapacağı açıklamadaydı.
Bu yüzden Arınç’ın basın toplantısına parlamento muhabirleri dışında yönetici kademesinden Yeni Asya’nın Ankara Temsilcisi Mehmet Kara ile Posta Gazetesi’nin Ankara Temsilcisi Hakan Çelik katılmıştı.
Akredite basının Ankara Temsilcileri Genelkurmay’ı tercih etmişlerdi. Büyükanıt’ı takip etmek üzere İstanbul’dan gelen yönetici ve yazarlar da vardı. Ancak 28 Şubat sürecindeki ünlü basın brifingindekine benzer üst düzey katılım yoktu. Gazete ve televizyonların sahipleri ile genel yayın yönetmenleri uçaklarla Ankara’ya taşınmıştı o zaman.
O günle bugünün kıyas kabul eder tarafı yoktu.
Şimdi hükümete bilgi verilerek yapılan bir basın toplantısı, o zaman hükümete karşı verilen bir basın brifingi vardı.
Aşırı iyimser tablolar çizmenin de meslekî bir handikap olduğunun farkındayım. Büyükanıt’ın basın toplantısı yapacağı bilgisi iktidar kanadında elbette ki bir merakla karışık heyecana yol açtı.
Ancak konjonktürün farklı olduğunu akıldan uzak tutmamak gerek.
Akıldan uzak tutulmaması gereken bir diğer nokta da Büyükanıt’ın basın toplantısı ile içeriye yönelik, biriken tepkileri emir komuta zincirinde ve kontrollü olarak boşaltma çabası olduğudur.
Meclis Başkanı Arınç, “367 sadece anayasaya aykırı değil, anayasaya karşı bir işkence” dedi.
Cumhurbaşkanlığı süreciyle ilgili duyarlı kesimlerden bir telkin ya da tavsiye olmadığını, olmasının kabul edilemeyeceğini ifade etti.
14 Nisan’da yapılacak olan eyleme katılanlara ise, Eruygur’la birlikte görünmeyi düşünüp düşünmemelerini hesap etmelerini istedi.
Darbeden dolayı yargılanması gereken şahsın peşinden gitmeyin ikazıydı bu.
Arınç’ı dinlerken dahi bir çoğumuzun kafasında Büyükanıt’ın ne söyleyeceği sorusu vardı.
Kısa bir süre sonra Büyükanıt da konuştu meraklar izale oldu.
Ancak ondan kısa bir süre önce Dışişleri Bakanı Gül’ün, Büyükanıt’ın basın toplantısı düzenlemeden önce hükümete bilgi verdiğini söylemesi Başkent’de tansiyonu dengelemişti.
Büyükanıt Paşa’nın Kuzey Irak’a sınır ötesi operasyonunun gerekli olduğunu söyleyip, siyasî karar istemesi dahi “darbe günlükleri” ve “andıç” konusundaki sözleri üzerindeki merakı gidermedi.
TSK’ya yönelik saldırılar olarak tanımladı Büyükanıt, tüm bu olayları. Genelkurmay karargâhının olaya bakışı bu.
Hatta Genelkurmay Başkanı bunu Şemdinli olayları, şahsına yönelik haberler, Atabey operasyonunun sarı zarfı, darbe günlükleri ve Andıç’ı TSK’yı yıpratmaya yönelik operasyon zincirinin bir halkası olarak gördüğünü ifade etti.
Basın toplantısının bam teli Cumhurbaşkanlığı seçimiydi.
“Cumhurbaşkanlığını Genelkurmay Başkanlığından sonraki bir üst makam olarak görmüş, Genelkurmay Başkanlarını Çankaya’ya taşımayı bir görev addetmiş, Çankaya uğruna ihtilallere maruz kalmış bir gelenekten geldiğimiz için şu aşamada Recep Tayyip Erdoğan’ın önünün kesilmesi için askerin yumruğunu masaya vurmasını, seçimlere müdahale etmesi”ni isteyenler çok. Hatta bu suçu işlemedikleri için TSK’nın komuta kademesini pasiflikle suçlayanlar da var.
Büyükanıt, laikliğe sözde değil özde bağlı olan birisinin çıkacağını umut ettiğini söyledi.
Bu tarif elbette ki Erdoğan’a uymuyordu. Ama Büyükanıt niyet belirtmekten öte yapabilecekleri bir şey olmadığını söylemiş oldu.
Emin Çölaşan’ın “Belli bir adayın ismi” diyerek Erdoğan’ı ima eden sorusuna, “Ben kişiler bazında konuşmam” karşılığını verdi. Bu cevabın köşesinde askeri iki de bir göreve çağıran Çölaşan’ı tatmin ettiğini zannetmiyorum.
Cumhurbaşkanlığı konusu başta olmak üzere Büyükanıt’dan daha sert açıklamalar yapmasını bekleyenler vardı.
Paşa bu konuda yetkinin Meclis’te olduğunun altını çizdi, hukuken daha fazla yapabileceği bir şey olmadığını ifade etti. “Başkomutanın eşinin başının kapalı olması” gibi kışkırtıcı sorular karşısında dahi kendini frenlemeyi bildi.
Büyükanıt hem içeriye yönelik mesajlarını verdi, hem TSK’nın tepkisini ortaya koydu. Hem Özkök’ten farklı olduğunu gösterdi, ama fren mesafesini de iyi ayarladı.
13.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|