Bir yıldız daha kaydı
Siz, hiç musalla taşında sessizce yatan bir ölü gördünüz mü? Benim de sorduğum soruya bak, elbette görmüşsünüzdür. Peki şöyle sorayım, hiç durup uzun uzun ibretli gözlerle düşündünüz mü? Bir gün yüzde yüz bizlerin de o taşta bir namazlık saltanatımızın olacağını tefekkür ettiniz mi?
Ecel bu, ne zaman geleceği genç ihtiyar hiç fark etmeyeceği, Azrail’in ise hiç mi hiç şakası olamayacağını düşündünüz mü?
Öyle ya hiç dikkatimizi çekmeyen şu musalla taşında yatan da bir gün gençti. Bizler gibi hayatta idi. Gülüyordu, seviyordu, ağlıyordu, hayalleri vardı. Ya şimdi acaba hangi âlemlerde dediğiniz ve kendi ölümünüzü düşündüğünüz oluyor mu?
“Mal da yalan, mülk de yalan, var biraz da sen oyalan” diyen Yunus çok haklı değil mi?
Kırık dökük, toprağı kaymış, üzerindeki çiçekleri solmuş garip bir mezarlıkta hayalî yattığınızı ve yatacağınızı hatırladınız mı?
Silinmeye yüz tutan o mezar taşlarındaki isimleri okudunuz mu?
Bir gün, bütün sevdiklerinizden ayrılıp başka bir âleme gideceğinizi bu yolculuğun ise kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın olduğunu bilmem düşündünüz mü?
Bu sözler belki de bir çok insana soğuk gelebilir. Tıpkı ölüm gerçeği gibi.
Almanya’nın Stuttgart şehrindeyim. Genç kızlarla sohbet edeceğim. Genç kızlara sordum “Size ölümden bahsedeyim mi?” diye. Bir teyze “Gençlerle hiç ölüm üzere sohbet olur mu?” demez mi?
Ben ise “Neden teyzeciğim, gençler ölmüyorlar mı? Onlar ölümsüz mü? Oysa ölüm de hayat gerçeği gibi kesin ve yaşanacak gerçeklerden değil mi?” dedim.
Yine Frankfurt’ta hanımlara sohbet edeceğim. “Ölümden bahsedelim” dedim, bir hanım ayağa kalktı “Hocam, başka konu bulamadınız mı şimdi durup dururken insanların huzurunu kaçıracaksınız” demez mi?
Oysa Efendimiz (asm) “Hayatın lezzetini acılaştıran ölümü çok zikredin” demiyor mu? Gençlere ölümden bahsetme, hanımlara ölümden bahsetme, aman alınırlar diye ihtiyarlara hiç bahsetme, peki ölüm gibi bir gerçek kime nasıl bahsedilecek?
Gözümüz önündeki en büyük meselemiz ölüm gerçeği değil mi? Böylesi her insanın yüzde yüz yaşayacağı olay ölüm karşısında, lâkayt kalmak o idam-ı ebedî olan, ehl-i dalâlet için sonsuz bir hapis olan kabir gerçeğinden kurtulmanın çaresini aramak lüzumlu değil mi?
İdam-ı ebedî, nihayetsiz kuyuyu, ebedî âleme, saadet saraylarına, nurlar âlemine açılan kapıya çevirmek hadisesi, bizim bu dünyadaki en büyük hadisemiz.
Ona lâkayt kalmak, düşünmemek, konuşmamak, hazırlanmamak başımıza yüzde yüz gelecek olan ölüm gerçeğini değiştirir mi?
Bu yolculukla gözünü kapatmak veya lakâyt kalmak insana bir fayda sağlamaz ki, sadece gözünü kapatan kendine gece yapar.
Âlem-i ervahtan başlayan bu yolculukla insan, dünya misafirhanesine et ve kemiğe bürünerek gelir. Gelmesiyle beraber hayata çığlık atması da bir olur. İşte bundan olmalı ki hayat çığlıkla başlar, hıçkırıklarla son bulur.
İnsanın hayata çığlıklar atarak gelmesi, aynı zamanda onun hayata merhaba demesi değil midir? Büyür, evlenir, bu defa da daha başka hayatlara merhaba der. Bu merhabalarda bu defa çığlıklar değil sevinçler vardır. Bu sevinçleri paylaşmak için genç kız ise beyaz gelinlikler giydirilir. Hayata veda ederken de fani âlemden ebedî âleme göçtüğü için, bu defa sevincin yerini hasret almış, acı almış, ayrılık almış, gözyaşı almıştır bu defa ki kostüm ise beyaz kefendir.
Demek ki her insanın ruhlar âleminden başlayan yolculuğu rahm-ı maderden, çocukluktan, gençlikten, kabirden, berzahtan, sırattan ve haşirden geçecek. Böyle bir yolcunun öyle birine dayanması gerekir ki, ölümün karanlığından, kabirden, mahşerin hududundan, sırat köprüsünden hakîmâne geçilebilip saadet-i ebediyeye mazhar etsin.
Ölüm o kadar kat'î ki, bu günün gecesi ve bu güzün kışı gelmesi gibi ölüm bir gün başımıza gelecek. Bu dünya nasıl ki gelenler ve gidenler için bir misafirhanedir, öyle de bu zemin yüzü dahi acele hareket eden yolcuların yollarında bir gecelik konmak ve göçmek için bir handır. Her bir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm, elbette hayattan ziyade bir istediği vardır.
Ey insan düşün, sen alaküllihal öleceksin. Ama yok! Nedense nefsimizden gelen sesi dinlesek ebedî bu dünyada kalacak gibi, hep Azrail başkalarının kapısını çalacakmış gibi.
Sevdiklerinin beklenmeyen ölümü karşısında ağlayıp dövünen, gözyaşı döken insan nedense kendi ölümünü hiç düşünmüyor, ‘Benim halim ne olacak acaba, kazanacak mıyım veya kaybedecek miyim?’ demiyor.
Büyük randevu bilmem nerede, saat kaçta?
Peki o büyük randevu için hazırlanıyor muyuz? Hazırlanmak ne gezer, ne mezara bakmaya, ne cenaze görmeye, ne de ölüm konuşmaya cesaretimiz var. Hatta öyle ki evini mezarlık görmesinden rahatsız olanlar bile var.
Rahmetli annemin evi ile cami arasında küçük bir sokak vardır. Bir gün anneme giderken baktım caminin bahçesinde musalla taşında bir mevta yatıyor. Herkes birbiri ile muhabbet ediyor, mevtanın etrafında hiç kimseler yok. Biraz seyrettim, sonra apartmanın kapısına doğru yürüdüm. Sıcak bir yaz günü gençler merdivenin basamaklarına kızlı erkekli oturmuş muhabbet ediyorlar. Ben birden gençlere “Gençler ölüm var, biliyor musunuz?” dedim. Hepsi şaşırdı, hiçbir şey demediler ve birbirlerine baktılar. Ben apartmandan içeri girerken, arkamdan bir genç şöyle söyledi: “Galiba teyzenin başına güneş geçmiş”
Oysa “Şu geçeni durdursam, çekip de eteğinden / Soruversem, haberin var mı öleceğinden“ diyor Necip Fazıl Kısakürek. Ben de gençlere sordum ama gençlerden aldığım cevap işte ortada. Demek ki kimsenin öleceğinden fazla haberi yok gibi.
Bediüzzaman da canlılar için canlı cenaze diyor. Ne kadar gerçekçi bir benzetme.
Değil mi şu musallâ taşına yatan mevta bir gün önce bizler gibi canlıydı. O da akıp giden hayat selinin bir damlasıydı. Onun da ne ümitleri, hayalleri vardı.
Hâlık-ı Rahîm ve Rezzak-ı Kerim şu dünyayı âlem-i ervah için bir bayram yeri yapmamış mı? Bu bayramı da senelere, asırlara, haftalara, günlere ayırmış. Her bir ruha da, ona münasip ceset verip bir defaya mahsus bu dünya misafirhanesine göndermemiş mi? Resmigeçiti biten, kulluk vazifesini yapan, yine kendini yaratan Yaratıcıya dönmüyor mu?
Bu dünyada oyun ve oyalanması bitenin son durağı musalla taşı değil mi?
Osmanlı padişahlarının musalla taşını saltanat koltuğuna çok yakın yaptırmalarının sebebi, saltanat ile musalla arasından fazla mesafenin olmadığını unutmamak için değil mi?
İnsan hayatta her şeyi inkâr etse, şu ölüm gerçeğini inkâr edemiyor. Ölüm de, hayat gibi bir mahlûktur. Her gün gözümüz önünde sevdiklerimizin ölümünü yaşarken insan nasıl kendi ölümünü hatıra getiremiyor?
İşte bunlardan bir tanesini geçtiğimiz günlerde hep beraber yaşadık.
—Devam edecek—
|