|
|
Davut ŞAHİN |
Hassas mevzular |
|
Okuyucularımızdan gelen maillerin bir kısmını bu sütunlardan sizlere aktarıyorum zaman zaman.
İşte onlardan bir tanesi daha.
“Eczacıbaşı grubuna ait bir prezervatif reklamı erken saatte gösterildiği için reddedilmişti. Hatta, Bülent ve Oya Eczacıbaşı’na yapılan direkt şikâyetler olmuş, ne yazık ki bir şey değişmemişti. Bu markanın yeni yayınlanan ve saat akşam 8 gibi saatlerde yayınlanan yeni reklamında kare biçiminde bir çikolata barının her parçasının üzerine O.K. yazmaktadır. Bu reklamı böyle erken saatlerde izleyen küçük çocukların markete, bakkala gidip bu çikolatadan almak istediklerini düşünebiliyor musunuz?”
“Her ailenin toplumla aynı ahlâkî değerleri paylaşmasını beklemiyorum, ancak yayınladıkları bu reklamla bütün bir ülkeye yayın yaptıklarının, çok erken saatlerde yayınlanan bu reklamın çocuk psikolojisi ve aile değerleri üzerindeki etkisinin farkında mıdırlar?”
“Hiç bir para ve pazar payı çocuklarımızın, ahlâkî değerlerin önüne geçemez. Eczacıbaşı grubu ısrarla sürdürdüğü bu reklam politikasıyla itibar ve imaj kaybettiğinin farkında değil midir?”
Evet, bu satırlara ilâve edecek bir söz bulamıyorum.
İnşaallah ilgili kurumlar harekete geçer.
HAYVANSEVER OLABİLMEK
Fear Factor’e (Show TV) tepki gelmiş. Hem de “hayvanseverler”den.
Son bölümde üç kadın ve üç erkek yarışmacı, masabaşına oturup bir güzel bufola gözü yemiş iyi mi?
Hem de çiğ çiğ... Yetmiyor, bir de bufalonun beynini mıncıklayarak yemişler.
Programın yapımcısı ve sunucusu Acun Ilıcalı, cevap yetiştirmekte gecikmedi.
İnsanlara iğrenç gelmesinin normal olduğunu, bunun ise suç teşkil etmediğini söylüyor...
Ilıcalı, sözlerinin devamında:
“38 ülkede yayınlanan bir program bu. Bize iğrenç gelen şeyler bazı Uzakdoğu ülkelerinde yeniyor. Çiğ maymun beynini bile iştahla yiyenler var. Bazı Batılı ülkelerden gelenler de bizdeki Kurban Bayramındaki ortamdan iğreniyorlar. Hayvanseverlerin tepkisi ise çok yersiz.”
Kurban Bayramına çatarak, iğrenç görüntü savunması. Ne alâ memleket
Hayvansever olmak ne zor.
Bu programı izliyorlarsa iki kere zor.
TURUNCU DEVRİM Mİ?
TGRT’nin yerini yavaş yavaş Fox TV alıyor. Turkuaz rengi gidiyor, yerine “turuncu” geliyor.
Bu da insanın aklına Soros’un organize ettiği “Turuncu devrim”ler geliveriyor.
Bakalım bu “değişim(!)” kanalın kaderine yansıyacak mı?
MALİYE, KANALTÜRK’ÜN ENSESİNDE
Maliye, Tuncay Özkan ve Cüneyt Arcayürek’ün peşinde. Hesap hareketleri inceleniyormuş her iki gazetecinin.
Sakın bu iki gazetecimiz ucuz bahanelere girmesin:
“İrtica hortluyor, devrimlerin aydınlık yolunda gideceğiz” şeklindeki “nane”yi kimse yemiyor.
Kanaltürk’ün patronu Tuncay Özkan da bu durumu doğruladı.
Peki nerden öğreniyoruz bu bilgileri?
Gazeteci Emin Çölaşan ve Mustafa Balbay’ın birlikte program yaptıkları kanal ART’den...
Hemen “sansür” demeye başladılar.
Hiçbir ilgisi olmamasına rağmen.
Yolsuzluk ayrı, sansür ayrı. Koskoca gazeteci kafalar bunu ayırdedemiyor mu hâlâ?
22.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Dürüstlük imtihanı |
|
“Ne istersin?”
“Sözünüzü fiiliniz tasdik etmek…”1
Âlem-i İslâmın geri kalışının en önemli sebeplerinden biri sahip olduğumuz güzel hasletlerimizi yitirmek, söylediklerimizin arkasında durmamak, sözümüzü fiilimizin tasdik etmemesi değil midir?
“Herşeyden önce bize lâzım olan şey nedir?”
“Doğruluk.”
“Daha?
“Yalan söylememek.”
“Sonra?”
“Sıdk, ihlâs, sadakat, sebat, tesanüd.”
“Yalnız?”
“Evet.”
“Neden?”
“Küfrün mahiyeti yalandır. İmanın mahiyeti sıdktır [doğruluktur]. Şu bürhan kâfi değil midir ki hayatımızın bekası imanın ve sıdkın ve tesanüdün devamıyladır.”2
Bir asır önce Bediüzzaman Hazretleri Şark vilâyetlerinde yaptığı seyahatlerde kendisine sorulan sorulara bu cevapları vermişti.
O zamanlar toplumda başgösteren manevî hastalıkların bugün daha artarak yaygınlaştığını, dolayısıyla o gün sunulan bu manevî reçeteye dünden daha çok muhaç olduğumuzu görüyoruz.
Demek ilâcımız Kur’ân eczanesinde hazırlanan ve imanın meyveleri olan “Sıdk, ihlâs, sadakat, sebat, tesanüd.”
Evet, başta dürüstlük, sözümüzü filimizin tasdik etmesi; İslâmın güzelliklerine ayna olmak.
İşte İslâmın bu eşsiz güzelliklerine perde ve gölge olmadır ki İslâm âlemi bu perişan hâle geldi. Kurtuluşumuz da yine onun şefkatli sinesine sığınmakla olacaktır.
Geçen Salı günü kadim dostumuz Mevlut Beyi ziyaret ettim. Sohbet koyulaştı. Toplumun tam bu yarasına parmak bastık. “Bize ötedenberi ticarî sahada Yahudileri, şunları bunları örnek gösterirler” dedi. “Oysa ben bizim onlara örnek olabileceğimize, olmamız gerektiğine inanıyorum.”
Çok doğru. Asırlarca insanlığı, medeniyeti, fazileti, özellikle temizlik ve dürüstlüğü dünyaya taşımış olan olan bir neslin evlâtları kaybettiği değerleri onlardan alır hâle gelmemeli.
Mevlût Beyin ilginç hatıralarına inşaallah bir sonraki yazımızda devam edelim.
Dipnotlar:
1- Münazarat, s. 125.
2- A.g.e., s. 103-104.
22.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Fıtrat delili de Yaratıcıyı gösterir |
|
Kuluçka için tavuğun altına konan ördek yumurtasından çıkan yavru, bir müddet sonra annesinin şaşkın bakışları altında suya atlar.
Su donarsa kabını parçalar.
Tohum toprağı delip yeryüzüne çıkar ve sümbül verir.
Bunlar ve benzeri diğer tüm olaylar fıtrattır. Ve fıtrat yalan söylemez! Çünkü, her şey, dizayn edildiği yapıya göre hareket eder.
İnsanın dünyaya gönderilmesinin asıl hikmeti ve gayesi Yaratıcısını tanımak, Ona iman ile verdiği sayısız nimetlere karşı ibadetle teşekkür etmektir. Kalp ancak Allah’ı tanımak, iman etmek ve Ona teşekkür etmekle mutmain olabilir.
İnsan, mutlaka bir şeye tapınma, ibâdet etme, onu büyük tanıma ve secdeye varma ihtiyacındadır. Bunu, insanoğlunun tarihinden beri, yanlış ve bâtil dahi olsa, bir şeyleri mukaddes ilân etmesi, onlara tapınmasından anlıyoruz. Sapkınlıkla da olsa, kâinatın Yaratıcısından başkasına tapması, onu büyük tanıması, yaratıcı olarak kabul etmesi inanmanın fıtrî olduğunu gösterir.
İnsanın en büyük özelliği, akıl, kalp ve vicdan gibi ulvî duygular taşımasıdır. Akıl ölçme-değerlendirme, kalp iman etme/tapınma ve sevme, vicdanen gerçeği teslim edip teşekkür etme potansiyelindedir.
İnanma, tapınma, ibâdet etme ve sığınma; insan rûhu için nefes almak gibi temel bir ihtiyaçtır.
Dinler tarihi, beşerin, hiçbir devirde dinsiz yaşayamadığını göstermektedir. Mutlaka bir şeye, bir güce inanmışlardır. Temiz hava, su bulamayan pis ve kirlisiyle yetinir. Gerçeğe ulaşamayan, Allah’ın tanıyamayan, Onun vasıflarını maddeye, toteme, putlara taksim eder.
Tabiat bir fıtrattır. Kâinatı yaratan kim ise, insanı da O yaratmıştır. Çünkü, insan, kâinatın bir minyatürüdür. Kâinatın tabiatında, fıtratında ne varsa, insanda da o vardır. Yaratılan her şey Allah’ı tanır ve kendi diliyle tesbih eder; Allah’ın noksanlardan, kusurlardan beri olduğunu ve sonsuz isim ile sıfatlar Sahibi olduğunu ilân eder: “Yedi gökle yer ve onların içindekiler Onu tesbih eder.”1 “Biz dağları onun [Dâvud’un] emrine verdik ki, onunla beraber tesbih eder.”2
Fıtratların Allah’a ibâdet etmesi, Onu tanıması, Ona boyun eğmesi, zikir ve şükretmesi, Onun varlığını ve büyüklüğünü göstermektedir. Bunca nimetleri yaratıp ikram eden kim ise, teşekkür edecek fıtratı da O yaratmıştır.
Bütün bunlar gösteriyor ki, inanmak bir zarûrettir; zira o fıtratta vardır. İnsan fıtratına bu ihtiyacı yerleştiren Zât’la, bize inanmayı emreden Zât, aynı Zât’tır. Ve O da Allah Teâlâdır.
Dipnotlar:
1- İsrâ Sûresi: 44. 2- Sad Sûresi: 18.
22.02.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Nur ve ateş arasında yüz yıl (4) |
|
Cehalet, zaruret, ihtilâf
ve ifsada karşı Medresetüzzehrâ projesi
Hariçten içimize sokulan ırkçılık fesadına karşı köklü tedbirler almak, milleti perişan eden mânevî hastalıklarla mücadele etmek ve medeniyet yarışında terakki edebilmek maksadıyla, Bediüzzaman Said Nursî'nin ortaya koymuş olduğu müşahhas (somut) teklifler ve reçeler vardır.
Bu reçetelerin yazıldığı eserlerin başında Münâzarât isimli eser geliyor. Bu eserin en mühim bir bölümünü ise, "Medresetüzzehrâ projesi" teşkil ediyor.
Coğrafî olarak da Müslüman toplulukların (Türk, Kürt, Arap, Acem...) merkezi noktalarından biri olan Van'da inşa edilmesini istediği ve 55 yıl müddetle tahakkukuna bilfiil çalıştığı bu "maarif projesi"yle, cemiyeti içten içe kemiren "cehalet, zaruret, ihtilâf" gibi hastalıkların tedâvi edilmesinin yanı sıra, ilim ve irfan sahasında da dünya çapında söz sahibi olacak ilim adamlarının yetiştirilmesi hedefleniyordu.
Said Nursî, İslâm birliğini (ittihad–ı İslâm) de netice verecek olan bu temel hedefinden hiç vazgeçmedi ve bunun ileride tahakkuk ettirilmesini talebelerine vasiyet ederek ayrıldı dünyadan. Bu Medresetüzzehrâ projesinin içinde, hem "Dârüttâlim" (ilk/orta eğitim) vardı, hem de "Dârülfünûn" (üniversite.)
Hükümetlerin gündeminde
Medresetüzzehrâ idalini, ilk kez 1907'de Sultan Abdülhamid'in iktidar döneminde izah ederek "mutlakıyet hükümet"inin gündemine getiren Bediüzzaman Said Nursî, daha sonra kurulan hükümetler nezdinde de aynı maksatlı teşebbüslerine devam eder.
Medresetüzzehrâ'nın inşası için Sultan Reşad zamanında İttihat–Terakki hükümeti (1912) ve M. Kemal'in reisi olduğu Ankara'daki Birinci Meclis'ten de (1923) gerekli tahsisatın (ödeneğin) ayrılmasını sağlayan Üstad Bediüzzaman, 1950'lerde iktidara gelen Demokrat Partili yöneticilere de bu mesele hakkındaki kararlı tutumunu hatırlatarak onların desteğini taleb eder.
Ayrıca, İslâm toplulukları için zaruri gördüğü bu dâvâya onların sahip çıkmalarını ister. O günlerin bir vesikası hükmünde, Üstad Bediüzzaman'ın halen hayatta olan talebesi Mustafa Sungur'un DP'li mebuslara takdim ettiği mektubun bir bölümü şöyledir:
"Üstadımız, elli beş seneden beri âzamî gayretle ve müteaddit vesilelerle Şarkî Anadolu’da Câmiü’l-Ezher’e muvafık Medresetü’z-Zehra namıyla bir İslâm üniversitesinin kurulması için çalışmış ve bunun kat’î lüzumunu daima ileri sürmüştür. Reisicumhura ve Başvekile hitaben, onları bu meseleden tebrik eden Üstadımızın yazısında denildiği gibi, 'Şark Darülfünunu' âlem-i İslâmın bir nevi merkezinde olarak beyne’l-İslâm medar-ı iftihar bir makam kazanacaktır." (Emirdağ Lâhikası, s. 410.)
* * *
* Üstad Bediüzzaman'ın Medresetüzzehrâ için yapıtığı ilk teşebbüs (1907), hapis ve tımarhane cezasıyla mukabele gördü.
* İkinci teşebbüs ve hatta fiilî çalışma hengâmında (1914), Birinci Dünya Savaşı patlak verdi.
* Üçüncü teşebbüsten (1923) sonra ise, medreseler kapatıldığı için, imzalanan ödenek verilmedi.
* Dördüncü teşebbüs kısmen tahakkuk etti. Isparta ve Anadolu "mânen" bir Medresetüzzehrâ oldu; ayrıca, Şark'ta üniversiteler açılmaya başlandı.
(Devam edecek)
GÜNÜN TARİHİ 22 Şubat 1948
Hürriyetçi bir hatip: Hüseyin Avni
Eski Erzurum mebûsu Hüseyin Avni Ulaş, İstanbul'da Hakk'ın rahmetine kavuştu.
Hürriyetçi demokrat kişiliğiyle tanınan Hüseyin Avni Bey, 1887 Erzurum (Kümbet) doğumlu.
İlk ve orta tahsilinden sonra, İstanbul'da hukuk tahsilini yaptı. Avukat oldu. Yedeksubay olarak Birinci Dünya Savaşı ile Kurtuluş Savaşına katıldı.
1918'de Kars'ta kurulan Millî İslâm Şurâ'sının hukuk müşavirliğini yaptı. Hemen ardından, Vilâyât–ı Şarkiye Müdafaa–i Hukuk Cemiyetinin kurucuları arasında yerini aldı.
1919'da yapılan Erzurum ve Sivas Kongrelerine iştirak etti. 1919 yılı sonlarında yapılan seçimlerde Erzurum mebusu olarak Osmanlı Meclisine girdi. Bu meclisin işgalci güçler tarafından kapatılması üzerine ise, diğer mebuslarla birlikte Ankara'ya gitti.
Burada da yeni teşkil olunan Birinci Meclis'te aktif görev aldı. Meclis'teki "ikinci grub"un (hürriyetçi) desteğiyle Meclis Reis Vekili seçildi. Ne var ki, Meclis Reisiyle yıldızı bir türlü barışmadı. Şiddetli münakaşaları oldu.
Halk Partisine muhalif olan Hürriyetçi Terakkiperver Fırkasına dahil olduğundan, 1923'teki seçimlerde Meclis dışında kaldı.
Ardından da 1940'lara kadar büsbütün siyaset dışında kalmaya adeta mahkûm edildi. Bunun temel sebebi, hürriyetçi demokrat bir kişilik olarak CHP'ye muhalif olması ve bilhassa Ali Şükrü Beyin 1923'te katledilmesi üzerine Meclis'te ateşli konuşmalar yaparak cesurane bir tavır takınması idi.
İşte o âteşin konuşmadan kısacık bir bölüm:
Efendiler! Bu şerefli kürsü, bugün elim bir vazifeye sahne oluyor. Bu şerefli milletin mebusları, bugün kalpleri kan bağlamış zavallı biçareler gibi birbirlerine bakıyorlar.
Efendiler! Ali Şükrü Bey, iki günden beri kayıptır. Memleketin sahibi, azametli bir tarihin sahibi, nâmusuna hakim bir milletin nâmusu kayboluyor, hükümet ise bulamıyor.
Allah'tan çok isterim ki, memleketin şu elim zamanlarındaki bu hal, âdi bir suç olarak zuhûr etsin.
Peki, ya mesele siyasi ise efendiler? O takdirde demek olur ki: 'Bu memlekette herhangi bir fikrin serdarı ölecektir, öldürülecektir.'
Ey kâbe–i millet! Sana da mı taarruz? Ey milletin mümessilleri! Sana da mı taarruz? Ey milletin mukaddesatı! Sana da mı taarruz?
Arkadaşlar, efendiler! Asırlardan beridir, bu milletin kurtuluşu için bayrağı çektik, mücadele verdik.. Milletin kurtuluşu onun hakimiyetidir.
Hakimiyet demek, onun oyunu memleket içinde serbest kullanması demektir. Bir millet, sinesinden bir mebus çıkarır. O mebusun ağzı, kalemi o milletin nâmusudur.
Bu nâmusa tecavüz eden eller kırılsın! Tecavüz sadece arkadaşlarımıza değil, milletin nâmusunadır. Böyle nâmussuzlar yaşamamalı.
22.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Allah'ın büyüklüğünü kavramak |
|
Gaziantep’ten okuyucumuz: “Allah’ı daha iyi bilmek için zâtını düşünmek ve zâtını bilmeye çalışmak gerekmez mi? Allah’ın büyüklüğünü nasıl kavrarız?”
İnsana emanet-i kübrâ verildiğini bize söyleyen Kur’ân’dır.1 İnsan kendisine verilen sıfatlarla, yani akıl, fikir, irade ve sair duyguları ile Yaratıcısını bilmek, bulmak, tanımak, sevmek ve itaat etmekle yükümlüdür. Kur’ân birçok âyetinde bu sonucun önemli bir yolu olması hasebiyle düşünmeyi, akıl erdirmeyi, tefekkür etmeyi, fikir üretmeyi, muhakeme etmeyi emir buyurur. Diğer yandan esasen dinimizde, kötü bir eyleme dönüştürmedikçe içimizden geçenlerden sorumluluk da kaldırılmıştır.2
Fakat şüphesiz Allah’ın zatını düşünmeye güç yetiremeyiz. Biz Allah’ın eserleri üzerinde kafa yorup Allah’ın büyüklüğünü kavramakla mükellefiz. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm), “Cenâb-ı Hakkın sınırsız nimetlerini tefekkür ediniz. Fakat zatının mahiyetini düşünmeyiniz. Çünkü siz ulûhiyetin esrarını keşfedemezsiniz. Allah’ın büyüklüğünü hakkıyla takdir ve ihata edemezsiniz”3 buyurmak sûretiyle dikkatimizi Allah’ın rahmet eserleri üzerinde yoğunlaştırmamızı önerir. Kur’ân’ın da tavsiyesi Allah’ın rahmet eserleri üzerinde yoğunlaşmamızdır.4
Üstad Bedîüzzaman Saîd Nûrsî Hazretleri, Cenâb-ı Hakka “bilinen birisi” çerçevesinden bakılacak olursa bilinemeyeceğini; çünkü böyle bilginin kulak dolması ve taklit bilgiden öteye geçemeyeceğini; Allah’ın ancak “bilinemez ve kavranamaz bir mevcut” unvanıyla bakılırsa tanınabileceğini; çünkü baştan, bilinmeyen bir mevcut oluşu kabul edildiği takdirde, Allah’ın zatını kavramaya çalışmak yerine, kâinatı baştanbaşa kuşatan ve her şeyi tasarrufu altına alan sınırsız sıfatlarını kavrama gayreti içine girileceğini, böylece Cenâb-ı Hakkı tanımanın ve büyüklüğünü kavramanın sıfatlarını ve isimlerini tanımakla mümkün olacağını beyan eder.5
İnsana verilen azıcık ilim, birazcık kudret, küçücük irade ve sair küçüklük sıfatlarının Cenâb-ı Hakkın en büyük ilim, en büyük kudret ve en büyük irade gibi eşsiz büyük sıfatlarını anlamamız açısından bir ölçü kabul edilmesi gerektiğini beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri; insanın biricik vazifesinin de kendi bünyesine konulan bu ölçücüklerle Yaratıcısını tanımak olduğunu kaydeder. Meselâ, der ki: “Sen, cüz’î iktidarın ve cüz’î ilmin ve cüz’î iraden ile bu haneyi muntazaman yaptığından, şu kasr-ı âlemin senin hanenden büyüklüğü derecesinde, şu âlemin ustasını o nisbette Kadir, Alim, Hakîm, Müdebbîr bilmek lâzımdır.”6
İnsanın hiçlik, yoksulluk, zayıflık ve ihtiyaç içinde olmak gibi noksanlık sıfatlarının da, bu sıfatlardaki eksikliği sürekli olarak tamamlayan Yaratıcının yüce ve en büyük sıfatlarını gösterdiğini nazara veren Üstad Saîd Nursî Hazretleri; insanın hiçliğinin Allah’ın en büyük kudret sahibi oluşuna; zayıflığının Allah’ın en büyük kuvvet sahibi oluşuna; yoksulluğunun Allah’ın en büyük zenginlik sahibi oluşuna; ihtiyaç içinde yuvarlanışının Allah’ın en büyük rahmet sahibi oluşuna... vs. Yani insanın yetersizlik sıfatlarının aynı sıfatlar açısından Allah’ın en büyük bulunuşuna en kuvvetli birer işaret olduğunu kaydeder.7
Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, ne küçük şeylerin, ne de kulun fiillerinin hiçbir şekilde Cenâb-ı Hakkın tasarrufu dışında düşünülemeyeceğini güneş ve nur misâliyle açıklar. Güneş esasen cismanî bir varlık olduğu halde, nuru bütün dünyayı kuşatmaktadır. Tek başına sınırlı bir yeri işgal etmekte iken, ışığı, ısısı ve eşyanın da parlaklığı vasıtasıyla kanatları tüm dünyayı yutmaktadır. Öyleyse Allah’ın en büyük oluşu, bütün kâinatı bir olarak yaratıyor, idare ediyor, düzenliyor oluşu ve her şeyin her şeyiyle çok yakından ilgileniyor oluşu akıldan uzak görülmez.8
Böylece, Allah’ın en büyük oluşunu ve Allah’ın bütün kâinatı Tek Kendisi olarak yaratıp idare edişini kavramak için insanın Allah’ın isim ve sıfatlarını kavraması yeterli olacaktır.
Dipnotlar: 1- Ahzâb Sûresi, 33/72 2- Müslim, Îmân, 74; Buhârî, Salât: 227, İsrâ ve Mi’rac: 1551 3- Suyûtî, Câmiü’s-Sağîr, 1/132; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1/311 4- Rûm Sûresi, 30/50 5- Mesnevî-i Nûriye, S. 111 6- Sözler, s. 118 7- Şuâlar, s. 68 8- Sözler, s. 558; Mektûbât, s. 229
22.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Murat ÇETİN |
Bu bir teyp kaybıdır |
|
Düşünce Suçu Merkezine hoşgeldiniz. Mahkeme önünde linç girişimine maruz kalmak için 301’i, 301’den beraat ettiyseniz 288’i, şimdilik gündemde olmayan bir suçtan mahkum olmak için lütfen 216’yı tuşlayınız. Adalet’e bağlanmak için lütfen bekleyiniz. Lütfen beklemeye devam ediniz. Lütfen bekleyiniz. Bugün gidiniz, bir daha gelmeyiniz.
Adalet Bakanlığı 301 Teklifleri Merkezi. 301. madde aynen kalsın diyorsanız “evet”, daha da muğlaklaşsın diyorsanız “hayır” yazıp 301’e gönderiniz. Teşekkür ederiz.
RTÜK Kurtlar Vadisi Destek Hattı: Kurtlar Vadisi’nin bitmesini onaylıyorsanız 1’i tuşlayınız. Anketimize katıldığınız için teşekkür ederiz.
Kurtlar Vadisi RTÜK Destek Hattı: Kurtlar Vadisi’nin bitmesine karşıysanız 1 el ateş ediniz.
Yeni bir dizi: Kurtlar Vadisi-RTÜK.
Birazdan başlayacak haber, çocukları ve yargıyı etkileyebilir.
Şu an okuduğunuz gazetenin, yargıdaki en etkili gazete olduğu bizzat yargı tarafından tescillenmiştir.
Birazdan işlenecek suç, bilgi kirlenmesine sebep olabilir, lütfen çocukları ve medyayı uzak tutunuz.
Çevreye verdiğimiz ulusalcılıktan dolayı özür dileriz.
Dikkat Derin Devlet! Sadece gidebildiğiniz yere kadar gidin!
Yüksek gerilim medyası! Çarpıtılabilirsiniz!
Kaşıdığınız yara şu anda kanamıyor, lütfen daha sonra tekrar kaşıyınız.
5 dakika sen, 5 dakika ben kötü espri yapacağız: Yeni Asya okuyan yargı mensubu ne der? Hımmm “etkileyici”!
Düşünce, bağırsak da suçtur, yazsak da!
Birazdan başlayacak Cumhurbaşkanlığı seçimi süreci korku, şiddet ve olumsuz davranış içerir.
Danıştay güvenlik kameraları: İşlenecek bir cinayet sebebiyle kapalıyız. Lütfen iş işten geçtikten sonra geliniz.
Derin devletten önce son kaçış.
22.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Karışık mesajlar |
|
Dışişleri Bakanıyla Genelkurmay Başkanının peş peşe yaptıkları ABD gezileri tamamlanalı günler oldu, ama tartışmaları hâlâ sürüyor.
Özellikle Org. Büyükanıt’ın temasları, katıldığı davetler, konuşmaları, basın toplantısı, hattâ ikili diyaloglarındaki mesajları ilgi odağı oldu.
Bütün bu mesajların oluşturduğu nihaî fotoğraftan “sivil iradeye saygılı, demokrat bir asker” profili çıkaranlar olduğu gibi, “Oh, yıllardır beklediğimiz ses nihayet yükseldi” diyerek sevinç çığlıkları atan ulusalcılar da görüldü.
Peki, bu çelişkili, hattâ taban tabana zıt yorumlar nereden kaynaklandı? Hangisi doğru?
İşin gerçeğini söylemek gerekirse, komutanın sözlerinde her iki değerlendirmeye de mesned teşkil edebilecek unsurlar bulmak mümkün.
Meselâ Washington’daki Türk Büyükelçiliğinde verilen resepsiyonda “Yaşa varol” sadâları ve yerli yersiz alkışlar eşliğinde yaptığı konuşmadaki “Burada düğmeye basıyorum” sözü her çeşit yoruma açık. Neyin düğmesi? Kime karşı ve ne için düğmeye basılıyor?
Buna karşılık, aynı konuşmada verilen “Korkularımızın esiri olmayalım” mesajı, bildiğimiz kadarıyla, bir Genelkurmay Başkanı tarafından ilk kez söyleniyor. Ve son derece önemli.
Çünkü çok partili demokrasimizi üç defa kesintiye uğratan, bir defa da alabildiğine daraltan müdahalelerin tamamı, “Devlet elden gidiyor, laiklik tehlikede, bölücü tehdit had safhaya ulaştı” gibi gerekçelerle açığa vurulan korkular sebebiyle gerçekleştirilmişti.
Şimdi, bu müdahaleleri yapan kurumun en tepe noktasındaki isim, “Korkular yersiz. Türkiye’yi kimse bölemez ve rejimini anayasa ile belirlenen niteliklerinin dışına hiç kimse çıkaramaz” mesajı veriyor.
Gerçi bunun güvencesi olarak “dinamik güçler”i göstermesi ve kimleri kast ettiği sorulduğunda “asker, polis, memur, üniversite öğrencisi ve öğretim görevlisi” örneklerini vererek “Türkiye Cumhuriyetini yaşatmak isteyen herkes” cevabını vermesi yeni soru işaretlerine yol açtı ve bunlar henüz cevaplanmış değil.
Buna karşılık, kendisine tezahürat yağdıran topluluğa seslenirken, “Sizden şikáyetçiyim. Diasporadaki Türklerin sesi diğerleri kadar çıksa Ermeni soykırımı ortaya gelmezdi” siteminde bulunması çok esaslı ve isabetli bir çıkıştı.
Muhataplarının bu mesajı ne ölçüde algıladığı bahsinde ise pek ümitvar bir tablo yok gibi.
Bu arada “Gül’ün temasları mı daha başarılıydı, yoksa Büyükanıt’ınkiler mi?” şeklinde anlamsız bir tartışmayı sürdürmek isteyenler var.
Bu tuhaf sualin en önemli dayanaklarından biri olarak gösterilen Cheney-Büyükanıt görüşmesi için Millî Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün yaptığı “Büyükanıt’la görüşmesini Cheney’den Gül rica etti” açıklaması da garip.
Adeta Türkiye devletinin üst düzey yöneticileri Bush’un yardımcısıyla görüşmek için can atıyor ve birbiriyle yarışıyor görüntüsü veren bu beyan ve tartışmalara anlam vermek zor.
Beyaz Saray’a atfen çıkan şu sözler ise çok düşündürücü: “Türk hükümeti bir dizi konuda ‘Asker bize engel’ diyor, iktidarsız olduğunu gizlemiyor. Aynı konuları generallere açınca ‘Biz askeriz, karışmayız, hükümete söyleyin’ cevabını alıyoruz...” (Yasemin Çongar, Milliyet, 19.2.07)
22.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Evrensel din konjonktürel hukuk |
|
Hans Küng küresel ahlâk bağlamında kadın erkek eşitliğine inandığını söylemiştir. Azınlıklara da saygı esas alınmalı demiştir. Bu iki husus üzerinde biraz durmakta fayda var. Zira bu iki alan da sorunlu alanı oluşturuyor. Küresel ahlâk çerçevesinde çoğulculuk bağlamında hukuk ve kadın erkek ilişkilerinde mutlak bir eşitlik getirilebilir mi ? Bu anlamda Arapça tesavi veya müsavat ile adalet birbirini karşılamıyor. Adalet fıtri olanı yerli yerine koymaktır. Bu anlamda kadın erkek arasında fiziki ve metafiziki bir bütünlük ve bu bütünlüğü ikmal eden görev dağılımı (tevzii-i amal prensi) var. Bu anlamda kadın erkek arasında eşitlik aranması fıtratı zedeleyecek bir süreçtir. Bu da adelet değil, belki adaletin izalesidir. Demek ki eşitlik her zaman adalet mânâsına gelmiyor. Eşitlik suni ve cali bir kavramdır. Komünizm de kadın erkek arasında değil ama sosyal katmanlar arasında eşitlik sağlamak için çıktı, ama fıtrat müsaade etmediği için yıkılıp gitti. Bu itibarla, fıtratta eşitlik değil ancak adalet olabilir. Bunun dışında inananlar arasında veya Müslümanlarla gayri müslimler arasında hukukta da eşitlik sağlanabilir mi? Ya da bugünkü tabirle zimmet hukuku vatandaşlık hukukuyla yer değiştirebilir mi? Bu kadim bir tartışmadır, adaletin esası lâfzîlik veya kanun değil, belki hukuktur. Bu itibarla, Beni Tağleb Hıristiyanları Hazreti Ömer’e kadar gelerek cizye adı altında vergi vermekten ve bu anlamda ayrımcılığa tabi olmaktan rahatsız olduklarını ve Müslümanlar gibi vergi vermek istediklerini dile getirmişlerdir. Hatta ‘yeter ki olsun iki katı olsun biz cizye yerine zekat verelim’ demişlerdir. Hazreti Ömer de onların isteklerini kabul etmiş ve ‘önemli olan şekil değil muhtevadır’ demiştir. Sahabeden Hazreti Ömer ile Hazreti Ali bu yönde karar vermişlerdir. Keza Şafii, Hanefi ve Hanbeli mezheplerinin de yaklaşımı miktarın artırılması kaydıyla cizyenin başka bir da altında alınmasını uygun görmektedir (bu konudaki tartışmalar için bak: El Cihad, Muhammed Said Ramazan el Buti, S: 136, 137).
***
Bu mesele müteakip asırlarda ve dönemlerde de gündeme gelmiştir. Eşitlik ve adaletin İslam’da merkezi bir yere sahip olduğunu söyleyen Hans Küng’ün referans isimlerinden Asghar Ali Engineer bu anlamda sufilerin sulh-u kül bağlamında Hindu toplumuyla karma ortamlarda inek kesilmemesini ve yeniden cizyenin tatbik edilmemesini istediklerini nazara vermektedir (Islam and Liberation Thedldgy, S: 188, 189). Onlar, bunun iki toplum arasında gerginliğe neden olabileceğini öngörmüşlerdir. Buna mukabil toplumun yeniden İslamileştirilmesi için çalışan ve bu anlamda İbni Arabi’ye karşı olmakta da İbni Teymiyye’ye benzetilen İmam Rabbani yeniden cizye uygulamasını savunmuş ve esas almıştır. Bu Asghar Ali Engineer’e göre yanlıştır. Bu hükümler aslında İslam’ın geçici hükümlerindendir ve maksat hasıl olduktan sonra genel hükümlerin kapsamına rucu ederler. Asghar Ali’ye göre, cizye gibi vergiler tabiatında feodal anlamlar barındırmaktadır ve bu anlamıyla İslam’ın genel yaklaşımını ve ruhunu aksettirmemektedir. Bu ikilem günümüzde modern İslam devletine talip olan İhvan gibi grupların önüne de çıkmıştır. Bununla ilgili olarak İhvan yazarlarından Hüsam Tammam,’ İhvan’daki değişiklikler... İdeolojik çözülme ve hareketin sonu’ başlıklı yazısında bünye içindeki iç tartışmaları şöyle aksettirmektedir: “Bu değişimlerde ilk göze çarpan şey pratiğin teoriyi tabi olmayıp tamamıyla ondan farklı olmasıdır. Örneğin; hareketin öğrenci, belediye daha sonra vekillik seçimlerine katılması cemaatin teoride sahip olmadığı ancak dış etkenlerle şekillenen girişimlerdir. İşte teori ve pratik arasındaki bu farklılık, deyim yerindeyse çelişki, yerine göre gölgesinde yaşadığımız devletin siyasi çizgisinin de etkisiyle hızla artmakta ve muhaliflerin cemaati “takiye” yapmakla suçlamasına sebep olmaktadır. Cemaattin davet ve siyasetin birlikte yürütülmeye çalışılması ve cemaate farklı kesimlerden insanların katılması bu karmaşayı hızlandırmaktadır. Cemaat bir taraftan ‘İhvan hareketi İslam’ın istediği hayat şeklini gerçekleştirmek için uğraş vermektedir’ söylemiyle hareket ederken diğer taraftan dış etkenlerin baskısını da göz ardı edemediği için iki farklı söylemi bir arada götürme durumunda kalmaktadır. Bu konuda yaşanan çatışmalardan biri Kıptiler konusudur. Örneğin cemaatin Genel Mürşidi Mustafa Meşhur Kıptilerin zimmî olduklarını, zimmîlere uygulanan hükümlerin onlara da uygulanması, onlardan cizye alınması buna karşılık onların askerlik görevinden muaf tutulmaları gerektiğini ifade etmişti. Bu ilan o zamanlar İhvanın bakış açısını ifade ediyordu. İhvan bünyesindeki fertleri, el-Ezher’i hatta Arap âlemindeki dini grupları etkilemek için bu görüşünü sözle ifade etmişti. Aslında bu bakış açısı İhvan içinde hâkim olup bilinen bir durumdu ancak bunun olmaması gereken bir vakitte ve İhvan’ın Genel Mürşidinin ağzından yapılması İhvan’a karşı çok ciddi bir kampanyanın başlamasına sebep oldu. Bunun sonucunda İhvan bazı şeyleri yeniden gözden geçirmek zorunda kaldı, özellikle harekete sonradan siyasi çalışmaların başlamasıyla giren bazı üyeler yeni bir içtihadın gerektiğini dillendirmeye başladılar. Bu içtihada göre zimmî yerine vatandaş terimi kullanılmalıydı ve her hangi bir cemaatle ilişkisi olmayan Tarık el-Büşra da aynı görüşü savunarak bu fikri destekledi...”
***
Aslında, Asghar Ali’nin de dediği gibi din evrensel şeriat yani hukuk ise konjonktüreldir. Hukuk tedrici olarak nazil olduğu gibi aynı zamanda şartlara bağlı olması hasebiyle de konjonktüreldir (konuya devam edelim).
22.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Oyalama kovalama.. |
|
Birileri bizi resmen oyalıyor. Resmen diyorum, çünkü bu resmiyetin adı hükümet. Son altı ayın, hatta daha gerilere gidince, 301. madde için “değiştireceğiz, tepkileri değerlendireceğiz” beyanlarının yüzlercesini gazete sayfalarında göreceksiniz.
Adalet Bakanı sanki müstakilen 301’in müdafaası için orada. “Sahip olduğu kudret” mi öyle istiyor, bilmediğimiz hikmetler mi maddenin arkasında saklı, yoksa kamuoyunun beklentilerini kulak ardı etmek mi rahatlatıyor, doğrusu anlamış değilim.
Düşünün bir kere, bu maddeyi ihdas eden de bu hükümet, “değiştireceğiz” diye tartışmaları sürekli arttırarak tırmanışını sağlayan da. Bu “yüksek koruyucu ve kurtarıcı” madde 301 kadar siyasi bulanıklığı tarif eden bir hukuk çalışması bilmiyorum. İki taraflı işletilen bir madde. Hem caydırıcı ve cezalandırıcı anlamlar yüklenmiş, hem de sanki birilerine söz verilmiş ki kılına dokunulmuyor, beyanlar ise bir türlü değişikliğe dönüşmüyor.
Aslına bakarsanız, hakareti önlemesi için çıkarılan madde, bizzat düşünceyi ve ifade hakkını yok sayarak “saldırı”da bulunuyor. Beynin düşünme fonksiyonlarını ifade etmesine mani oluyor.
Benzer şekilde geçmişte 159, 312 ve en son 288. maddeler, 301’in yerine olağanüstü şartların gölgesine göre ikame edilmiş uygulamalar. Daha önceki düşünceyi suç sayan 141, 142, 163. maddeler ise bir dönemin en acımasız düşünce cezalarını kapsıyordu.
En son yazı işleri müdürümüz Faruk Çakır’ın maruz kaldığı muamele bunun en bariz örneği. 301’den beraat ediyor, bu defa da 288’den ceza yiyor. Sonuçta suça mesnet olan bir yazı, yani düşünme mahsulü bir görüş cezaya uğruyor.
Bunun fiilî yan etkileri veya yargıya müdahale gibi algılanacak fizikî ve sosyal sonuçları da ortada yok. Buna rağmen tevili kolay yola gidiliyor. Cezaya çarpılan düşünce insanı için bunun anlamı şu: Daha dikkatli olma ve rahat yazamama psikolojisi.
Maddî unsurların oluşmadığı, toplumda infiale sebebiyet veren bir tepkinin yaşanmadığı şartlarda, “hakaret, aşağılama ve etkileme” ibarelerine dayalı sübjektifliği hukuki mesnet gibi yorumlamak, adaletin tecellisini ne kadar doğru tanımlar, şüpheli.
Hükümet, zaman zaman zihinleri ve fikirleri gerdiren bu hukukî boşlukları ve tevil fırsatı veren yargı maddesini neden çıkardı? Neden o günlerde ortaya konan tepkileri dikkate almadı?
Farz edelim sonraki günlerde pozitif yorum ve demokratik çerçeveye uygun mütalaa ve uygulama beklendi, ancak görüldü ki maksadı dışında bir noktaya taşındı. Bari şimdi değiştirin, ya da kökten kaldırın. Hatta benzer maddeleri de ayıklayın, bitsin bu iş.
Ne hikmetse 301 müdafii sayın bakan, kendine aktif bir konu bulmuş. Ne değiştiriyor, ne gündemden düşürüyor, ne de inadını kırıyor?
Neden mi? Onu da kendisine soralım. Aydınları, düşünürleri ve hür fikir zeminini tehdit eden yaklaşımları, başka gerekçelerin sığınağı haline getirmek ne kadar rahatlatıcı bir tutum?
Herkesin daha sakin tartışmaya ve müzakereye ihtiyacı varken, belli alanları tartışmaya kapatmak ve engelleyici olmak, hangi uzlaşmaya ve diyaloga katkı yapacaktır?
Sanki, kolaydan caydırıcı ve yıpratıcı bir konu üzerinden habire öteleme yapılıyor. “Ne şiş yansın ne kebap” misali belli mihraklar teskin edilirken, beri tarafta “Kısmen değiştireceğiz” sinyali verilerek iş sürüncemede bırakılıyor.
Üç satırlık bir metni, kendilerine STK diyen kesimlerle ve başka mahfillerle ve siyasî partilerle aylarca yürütülen bu kadar zihin eksersizinden sonra hala bir mutabakat çıkaramamak, ayrı bir strateji ve taktik olarak algılamak, çok da yabana atılacak bir kanaat olmaz.
Yola döşenmiş mayınları temizlemekle uğraşmak, negatif bir enerji tüketimidir. Yerinde saydırma muamelesidir. Daha aktif ve belirleyici bir irade ortaya koymak gerekir. Soyut “Türklük” kavramına farklı anlamlar yükleyecek kaygan zemini öncelikle güvenli bir platforma dönüştürmek gerekir. Muğlaklık yaşanıyor.
Düşünceye vurulan prangadan en çok mağdur olanlar, bugün başkasının mağduriyetinden yeterli dersi çıkarmıyorlarsa, kafamız daha da karışıyor.
“Acaba?” ile başlayan bir seri soru geliyor aklımıza. İyisi mi yazmayayım. Ne olur ne olmaz.
İnşaallah 301’de oyalama-kovalama oyunu bitecek.
22.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Müstehcenlik sağlığı da bozar |
|
Amerikan Psikoloji Derneği, yaptığı bir araştırma ile bilhassa genç kızların ‘müstehcenlik baskısı altında’ olduğunu ortaya koymuş. BBC’nin haberine göre (20 Şubat 2007) dernek, genç kızların medya tarafından ‘cinsel obje’ olarak görüldüğünü ve bu durumun gençlerin ‘ruh sağlığını bozucu’ tesir yaptığını belirlemiş.
Cinsel içerikli reklamların, şarkı sözlerinin ve haberlerin; özellikle genç kızlara zarar verdiğini ortaya koyan araştırma, nedense Türkiye medyasında pek yer bulamadı. Araştırmaya göre genç kızlar, bu şekilde üzerlerinde daha fazla baskı hissediyor ve bu durum onların sağlığını bozup depresyona sürüklüyor.
Dernek, her medya organında; internette, televizyonda, dergilerde, reklamlarda kadınların ‘cinsel obje’ olarak sunulduğunu delilleriyle ortaya koymuş. Hatta, bu ‘çirkinlik’lerin hedef kitlesinin 4 yaşındaki çocuklara kadar indirildiğini de hatırlatmış.
Araştırmacılara göre, medyanın bu tavrı çocukları ve gençleri kötü yönde etkiliyor. Reklamlarda gördükleri ‘sanal güzel’ler gibi olmak isteyenler zayıflamak istiyor ve neticesinde bunalıma sürükleniyorlar.
Tek problem elbette medyadaki görüntüler, yayınlar değil. Çocuklar için üretilen ‘oyuncak’lar da maalesef müstehcenliğe alet ediliyor. Siz hiç, ‘eli ayağı düzgün’ oyuncak bebek gördünüz mü? Üretilen bebeklerin tamamı niçin ‘kısa etek’li, ‘sarı saç’lı ve ‘makyaj’lı olur? Ya, başını örten bir oyuncak bebek satın almak isteseniz bulabilir misiniz?
Tabiî ki bu konuları gündeme getirmek, tartışmak ve ‘niçin?’ diye sormak Türkiye’de pek hoş karşılanmaz. En hafifinden, “Vay, mürteci!” ithamına mazur kalmak mümkün. Ama işte görüyorsunuz, Amerika bunları tartışıyor ve ünlü BBC yayın kuruluşu da bu konuyu ‘önemli haber’ler arasında dünyaya duyuruyor.
Konu ile ilgili olarak BBC’ye açıklama yapan Amerikan Psikoloji Derneği Başkanı şöyle demiş: “Genç kızların, cinsel obje olarak kullanılması çok yaygın bir şey. Her türlü medya kanalında bunlara rastlamak mümkün. Neredeyse her yerde. Bu durum kesinlikle bir sorun ve genç kızlar üzerinde olumsuz etkiler meydana getiriyor. Genç kızları hedefleyen ‘müstehcen’ iç kıyafetlerine de karşıyız. Bu kıyafetler giydirilen oyuncak bebeklere de karşıyız.”
Dernek, oyuncak endüstrisi sözkonusu olduğunda, uzun bir ‘yasak’ listesi de hazırlamış. Listenin en başında da, ‘file çorap giyen’ oyuncak bebekler var. Rapora göre, aileler de üzerlerine düşen görevleri tam anlamıyla yapmıyor. Derneğin başkanı bu konuda da şöyle konuşmuş: “Hiç bir çocuk bunlardan etkilenmeden hayat süremez. Ancak aileler çocuklarıyla konuşup, ‘doğru’yu anlatabilir. Ayrıca ‘Niçin böyle giyinmek istiyorsun?’ diye sorabilir ve kendi bakış açılarını anlatabilirler. Neyin önemli olduğunu anlatabilirler onlara.”
Aynı rapora göre, genç kızların ‘cinsel nesne’ olarak gösterilmesi de çok sayıda zihinsel ve fiziksel hastalıklara da sebep oluyormuş. Bu konuda da değerlendirme yapan dernek başkanı şöyle demiş: “Depresyon, kendine güven eksikliği ve beslenme bozuklukları tehlikesi var. Meseâ, zayıf kalmak için daha fazla sigara içilmesi gibi eğilimler... Bunlar idrak yeteneğini de köreltiyor, okuldaki başarıyı da engelliyor.”
Derneğe göre ‘çare’ ise, çocuklarla medya arasına mesafe koymak. Hükümetin de görevi var: Medya ve pazarlama dünyasında kadının ‘cinsel obje’ olarak kullanılmasına sınırlama getirmek!
Türkiye bu konuları tartışmıyor, ama asıl tartışması gereken bizleriz. İlgili ilgisiz her konuda ‘kadın’ların reklam aracı, cinsel obje olarak kullanılması büyük bir problem. Nedense “feministler” bu konuda susmayı tercih ediyor. Sıra ‘biz’e gelmeden susmayalım!
22.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Kurtlar Vadisi'nin yaptıkları |
|
Amerika’ya bir anlaşmayı imzalamak üzere giden bakan, kendi partisinden çok önemli bir ismi eleştiriyor:
“Kurtlar Vadisi filmine gitti, bir de çıkışta övgü dolu sözler etti, bunun üzerine anlaşma rafa kalktı” diyor.
Bakan’ın anlaşma dediği şey, Irak’ta savaşan Amerikan askerlerinin Antalya’ya tatile getirilmesi projesi.
Tabiî böyle bir projeden benim haberim ilk kez oluyor. O dönemlerde konuşulup, unutuldu mu bilmiyorum, ama ben böyle gizli bir anlaşmadan ilk kez haberdar oluyorum.
Sadece o parti büyüğü değil elbette ki, Emine Erdoğan da kızlarını alarak Ankara’daki galaya gitmişti. Hatta şöyle de bir ayrıntı hatırlıyorum, Emine Hanımın galaya katılacağı ve kalabalık bir grupla geleceği son anda bildirilmiş ilgili şirkete. O yüzden kısa süreli bir davetiye paniği de yaşanmış.
Ancak bilmediğim ya da unuttuğum pek çokmuş. Çünkü Kurtar Vadisi daha vizyona girmeden Başbakan Erdoğan’a İstanbul’da özel bir seans düzenlenmiş.
Erdoğan da gösterimin ardından çocukları çok iyi bulduğunu söylemiş.
3 Kasım seçimlerinde partisi iktidar olmuş, ancak Erdoğan milletvekili bile seçilememişti.
Seçimlerin hemen ardından danışmanlarıyla birlikte “Başkanın Adamları” filmini izlemeye gitmişti. Film seçimlere iki hafta kala bir skandalın ortasında kalan Başkanın seçim kazanmak için yürüttüğü stratejiyi, Beyaz Saray’ı, savaşı ve skandalları konu ediyordu. Partisi iktidar kendi mebus bile olamayan Erdoğan’ın bu filmdeki taktiklere ihtiyacı çoktu. Çünkü benzer sorunları da kendisinin aşması gerekiyordu. “Başkanın adamları” değil, ama Deniz Baykal’ın hayat öpücüğü ve devletin partisi iktidar olan birisinin bir kahraman olarak köşede durup, efsaneleşmesi için açtığı kanallardan geçerek Siirt’ten milletvekili oldu. İktidarının bir döneminde milliyetçilik yükselişe geçince bu kez Erdoğan Kurtlar Vadisi’ni izledi. Ancak Kurtlar Vadisi Erdoğan’ın değil, MHP’nin değirmenine su taşımaya başlayınca bu kez Kurtlar Vadisine göre daha farklı bir kurgusu olan “Kurtlar Vadisi- Terör”ü yasaklatma yoluna gitti.
Erdoğan popülist bir lider. Yükselen dalgaların üzerinde sörf yapmayı, esen rüzgârla yelkenini doldurmayı iyi biliyor. Ama bazen dalgalar boyunu aşınca da yasaklama yoluna gidiyor.
Kurtlar Vadisi’ne getirilen yasağın özü bu.
Ancak karşı karşıya olduğumuz sorun Kurtlar Vadisi’ni yayından kaldırarak çözülecek çapta değil.
ABD’nin Irak’taki işgali ve başına çuval geçirilen Türkiye’nin ezikliği sürdüğü müddetçe, bu ülkede daha çok “Kurtlar vadisi” çıkar.
Önümüzdeki dönem çok çetin gelişmelere sahne olacak.
Özellikle Kerkük’te bir referandumun yapılması ve bu referandumdan Kürtlerin lehine bir sonucun çıkması, Türkiye’de dengeleri alt üst edebilir.
Kurtlar Vadisi filmleri çevirerek ne çuvalın intikamını alabildik ne de ezikliğimizi giderebildik. Sadece Polat marka gençler üretmekten başka bir işe yaramadı.
Sorunlarımızı dizilere, Polat Alemdarlara havale etmek de çözüm değil de, onu yayından kaldırarak bu sorunu kökten çözmemiz de mümkün değil.
AK Parti bu süreci yönetecek ve yumuşatacak bir strateji üretmediği takdirde seçimlerin en önemli tercih konusu milliyetçilik ve Amerikan karşıtlığı olabilir.
Erdoğan bu işi Çanakkale şiiri okumakla ya da Albayraklı bilboardlarla çözeceğini sandı ama başarılı olamadı. Çünkü inandırıcılık sorunu yaşadı.
Erdoğan bu dalgayı yönetemezse, kurtlar onu ham yapabilir.
22.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|