|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Kıyâmet yaklaştıkça yaklaştı. Allah'tan başka onu açığa çıkaracak yoktur.
Necm Sûresi: 57-58
|
22.02.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Dâvet edildiğinizde icâbet edin.
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 21
|
22.02.2007
|
|
İnsan fıtraten bekayı arzular
İnsanın fıtratında bekaya karşı gayet şedit bir aşk var. Hattâ her sevdiği şeyde, kuvve-i vâhime cihetiyle bir nevî beka tevehhüm eder, sonra sever. Ne vakit zevâlini düşünse veya görse, derinden derine feryat eder. Bütün firaklardan gelen feryatlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır. Eğer tevehhüm-ü beka olmazsa muhabbet edemez. Hattâ denilebilir ki, âlem-i bekanın ve ebedî Cennetin bir sebeb-i vücudu, şu mahiyet-i insaniyedeki o şiddetli aşk-ı bekadan çıkan gayet kuvvetli arzu-yu beka ve beka için fıtrî, umumî duâdır ki, Bâkî-i Zülcelâl, o şedit, sarsılmaz, fıtrî arzuyu, o tesirli, kuvvetli, umumî duayı kabul etmiştir ki, fâni insanlar için bâki bir âlemi halk etmiş.
Hem hiç mümkün müdür ki, Fâtır-ı Kerîm, Hâlık-ı Rahîm, küçük midenin cüz’î arzusunu ve muvakkat bir beka için lisan-ı hal ile duâsını hadsiz envâ-ı mat’umat-ı leziziyenin icadıyla kabul etsin de, umum nev-i beşerin pek büyük bir ihtiyac-ı fıtrîden gelen pek şiddetli bir arzusunu ve küllî ve daimî ve haklı ve hakikatli, kalli, halli, bekaya dair gayet kuvvetli duâsını kabul etmesin? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ! Kabul etmemek mümkün değildir. Hem hikmet ve adaletine ve rahmet ve kudretine hiçbir cihetle yakışmaz.
Madem insan bekaya âşıktır; elbette bütün kemalâtı, lezzetleri, bekaya tâbidir. Ve madem beka Bâkî-i Zülcelâle mahsustur. Ve madem Bâkînin esmâsı bâkiyedir. Ve madem Bâkînin aynaları Bâkînin rengini, hükmünü alır ve bir nevî bekaya mazhar olur. Elbette insana en lâzım iş, en mühim vazife, o Bâkîye karşı alâka peydâ etmektir ve esmâsına yapışmaktır. Çünkü Bâkî yoluna sarf olunan herşey bir nevî bekaya mazhar olur.
İşte ikinci Yâ Bâkî Ente’l-Bâkî cümlesi bu hakikati ifade ediyor. İnsanın hadsiz mânevî yaralarını tedavi etmekle beraber, fıtratındaki gayet şiddetli arzu-yu bekayı onunla tatmin ediyor.
Lem’alar, 3. Lem’a,
2. Nükte, s. 21
Lügatçe:
kuvve-i vâhime: Şüphe etme duygusu.
beka: Sonsuzluk, varlığını devam ettirme.
fıtraten: Yaratılışça.
firak: Ayrılık.
aşk-ı beka: Sonsuzluk aşkı.
tevehhüm-ü beka: Sonsuzluk vehmi.
arzu-yu beka: Sonsuz yaşama arzusu.
|
22.02.2007
|
|
Mirac ve zaman
Zamanın izafî olduğuna dair en önemli hadise hiç kuşkusuz Mirac hadisesidir. Zira Mirac yolu ile Resûl-i Ekrem (asm) beka âlemine girmiş, birkaç dakikalık bir zaman dilimi içinde binlerce seneyi içine alan bir seyahat gerçekleşmiştir. Şimdi Mirac hadisesinin zaman ile alâkalı hususlarını tasnif etmeye çalışalım.
Mirac içindeki zaman hadisesini beş bölüm içinde düşünmek pekâla mümkün:
1- Resûl-i Ekrem’in (asm) göğsünün yarılması.
2- Mekke’den Mescid-i Aksa’ya seyahat (İsrâ hadisesi).
3- Mescid-i Aksa’dan semaya yükselme, yani Mirac.
4- Sema âlemlerinde seyahat.
5- Sidretü’l-Münteha ve Kab-ı Kavseyn makamına çıkış.
Birinci hadise Resûl-i Ekrem’in (asm) göğsünün yarılması hadisesidir. Rivayetlere göre Cebrail (as) Mirac öncesi Peygamberimizin göğsünü yarmış, kalbini yıkamış, göğsünü hikmet ve iman nuru ile doldurup kapatmıştır. Bu ameliye İslâm uleması tarafından farklı şekillerde yorumlanmıştır. Bu farklı yorumları ehline havale ederek meselenin zaman cihetine dikkat çekmek istiyoruz. Risâle-i Nur’da ‘Ruh süratinde hareket’ tabirleri bir çok yerde geçer. İşte Resûl-i Ekrem (asm) için de yine “lâtîf cismi, urûcda sür’atli olan ulvî ruhuna tâbi olmuş, ruh süratinde hareketi” tâbiri vardır. Mirac bir nevî ‘ruh süratinde’ yapılmıştır. Ruh süratinde hareket için cismin bu harekete uyum sağlaması gerekir. İşte bu hikmet için Resûl-i Ekrem’in (asm) vücudunda Mirac seyahati öncesi manevî bir ameliyat yapılarak cism-i mübareki ruhunun süratine uygun hale getirilmiştir. Yani cisim ruha tabi olacak derecede ve ruhla hareket edebilecek şekilde tam olarak nuraniyet kazanmıştır. Rivayetlerde ‘göğsü iman nuru ile dolduruldu’ tâbiri bu hakikate işaret eder.
İkinci hadise ise Mekke’den Mescid-i Aksa’ya seyahattir. Buna İsrâ hadisesi de denir. İsrâ, gece yürüyüşü mânâsını da ihtiva eder. Aynı isimli sûrede Peygamberimizin (asm) Mekke’den Kudüs’e seyahati bizlere bildirilmiştir.
Bu olay şu şekilde rivayet edilmekte:
“Daha sonra katırdan küçük ve merkepten büyük beyaz bir binit getirildi.—Râvî (Enes İbn-i Mâlik): ‘Bunun adı Burak’tır ki o, adımını gözünün erişebildiği yerin müntehâsına atardı’ demişti—Ben bunu üzerine bindirildim. Cibrîl de benimle yollandı, bana refâkat etti. Sonra ben Cibrîl ile berâber Beyt-i Makdis’e vardım. Namaz kıldım. Bütün peygamberler de benimle kıldılar.” (Sahih-i Buhari, hadis no:1551)
Evet, Resûl-i Ekrem (asm) Burak denilen bir bineğe binerek, Mekke’den Kudüs’e seyahat etmiştir. Bu seyahat belki de birkaç dakika içinde gerçekleşmiştir. Zira tüm Miraç hadisesinin ‘yatak soğuma’ zamanı kadar sürdüğü düşünülürse, miracın ilk seferine ancak birkaç dakika düşer.
Peki buradaki ‘Burak’ nasıl bir binektir? Bu bineğin mahiyetini bilmiyoruz. Fakat burada ışık hızına dair önemli bir işaret var. Zira bineğin tanımı yapılırken ‘beyaz bir binit’ tabiri kullanılıyor. Beyazlık ışık hızına işarettir. Zira ışık beyazdır. Zaten ‘Burak’ tabiri de Arapça gramerinde ‘Berk’ kökünden gelmektedir. Berk ise şimşek demektir. Şimşek ise ışık ve ışık hızının semadaki göstergesidir. Zaten Bediüzzaman Hazretleri de “burak-ı tevfîk-ı İlâhîye biner, berk gibi, bütün daire-i mümkinâtı kat edip” ifadesiyle mezkur hakikate işaret eder.
İşte Resûl-i Ekrem’in (asm) Mekke’den Kudüs’e seyahati, ışık hızı şartlarında, belki bir miktar altında olmuştur. ‘Beyaz binit’ tâbiri bir ölçüde ışık hızını tanımlar. Gözünün gördüğü yere adımını atması da ışığın görünme mesafesine işaret ediyor olabilir.
Üçüncü safha ise Kudüs’ten semaya yapılan yükseliş ve Mirac’dır.
Bu yükselişte şartların biraz değiştiği görülüyor. Zira Mekke’den Kudüs’e Burak ile gelinirken, Kudüs’ten semaya yükselişte Mirac tabiri kullanılmıştır. Mirac hem yükseliş, hem de merdiven mânâsına gelmektedir. Peki buradan yükseliş nasıl olmuştur? Peygamberimizin yükseliş hızı nedir? Işık hızı ile mi yükselme olmuş, yoksa farklı bir hız mı vardır?
Bu yükselişte ışık hızı ile bir yükseliş olmadığı açık. Zira bilindiği üzere ışık hızı saniyede üç yüz bin kilometre yol alır. Bu gün kâinatın çapının 30 milyar ışık yılı olduğu tahmin edilmektedir. Miraçta çıkılan ilk durak dünya seması, yani âlem-i şehadetin seması olduğuna göre ışık yılı ile hareket edilse bu süre yüzyılları alacaktır. Bu durumda daha yüksek bir hız gerekir. Peki bu hız nedir? Bediüzzaman Hazretleri bu hızı bir saat misâli ile açıklıyor. Mirac Risâlesi diye adlandırılan 31. Söz’de on ibreli bir saat tasavvur ediyor. Bu misâle göre hız hesaplandığında ışık hızının 2015539200 katı bir hız ortaya çıkmaktadır. İşte bu hız Mirac hadisesinin ışık hızının yaklaşık iki milyar katı bir hızla meydana geldiğini ifade etmektedir. Belki bu rakam eksik veya fazla olabilir, ama her halükârda Miracın ışık hızından çok daha fazla olduğu açıktır. Üstelik bu hız geçişleri sıçrama şeklinde olduğu da Miracın meydana gelme şekline uygun gözüküyor. Zira Mirac merdiven demektir. Merdiven ise bir yukarı, bir de yatay giden bir göstergedir. Bu da zaman içinde bir sıçrama ile ışık hızı üstüne çıkıldığının işareti olabilir. Tabiî ki bunlar birer tahmin ve akıl yürütmedir. Gaybı ancak Allah bilir.
Dördüncü safha ise sema âlemlerinde bir seyahattir ki, buradaki hız, ışık hızının çok üstünde, belki de zaman denilen mefhum tersine işlemekte. Her bir semada Peygamberlerle görüşen Resûl-i Ekrem (asm), o semada tecellî eden her bir İlâhî ismin cilvelerini göz ile görmüş, kulağı ile duymuş, ruhu ile hissetmiş, tüm lâtife ve hassaları ile o hakikatleri massetmiştir. Yine Risâle-i Nur’un işaretine göre bu âlemler, âlem-i melekût içinde dahil olan âlemlerdir.
Zaman açısından Mirac’ın son safhası ise Sidretü’l-Münteha ve Kab-ı Kavseyn makamına çıkıştır. Artık buralarda zaman, mekân, hız vs. gibi kavramlar bir ölçüde anlamını kaybetme noktasına gelmiştir. Buradaki zaman, bildiğimiz zaman değil, mekân da bildiğimiz mekân değildir. Mirac’ın son noktası burasıdır.
İşte bu nedenle Mirac, zamandan zamansızlığa, mekândan mekansızlığa doğru bir yolculuktur. Ve yine işte bu nedenledir ki, zamandan ve mekândan münezzeh olan Allah ile sohbet ve görüşmeye mahzar olan Resûl-i Ekrem öyle bir kurbiyet kazanmış ki, bir anda geri dönüp gelmiş.
Sidretü’l-Münteha ve Kab-ı Kavseyn makamlarındaki halleri de inşaallah başka bir yazımızda ele almaya çalışalım.
[email protected]
|
Halil AKGÜNLER
22.02.2007
|
|
Levh-i Mahfuz açılsa, ancak...
HABER YORUM
19 Şubat Pazartesi günkü gazetemizde “Irkçı’ya DNA tokadı” başlığıyla bir haber yayınlandı.
Haberde özetle, Avustralya’da ırkçı görüşleriyle tanınan, yabancı düşmanı konuşmalarıyla tepki toplayan One Nation Partisinin eski lideri Pauline Hanson’un, DNA testi sonucunda Ortadoğu kökenli olduğunun ortaya çıktığı ifade ediliyordu. Test sonuçları, Hanson’ın yüzde 9 Ortadoğulu, yüzde 32 İtalyan, Yunan ve Türk karışımı ve yüzde 59 Kuzey Avrupalı olduğunu göstermiş. Tabiî bu gerçeğe karşı çıkamayan Hanson, şoke olmuş.
Hanson’a yapılan DNA testi, Bediüzzaman’ın yıllar önce ifade ettiği şu gerçeği hatırlatıyor: “Levh-i Mahfuz açılsa, ancak hakikî unsurlar birbirinden tefrik edilebilir.”
Gerçekten de öyle. Çünkü tarih boyunca gerçekleşen göç hareketleri neticesinde insan ırkları birbirine karışmıştır. Bediüzzaman bu gerçeği ifadeyle, ülkemizde ‘kafatasçılığın’ öncülüğünü yapanlara şöyle seslenir:
“Menfî milliyette ve unsuriyet fikrinde ifrat edenlere deriz ki: Evvelâ; şu dünya yüzü, hususan şu memleketimiz, eski zamandan beri çok muhaceretlere ve tebeddülâta maruz olmakla beraber, merkez-i hükûmet-i İslâmiye bu vatanda teşkil olduktan sonra, akvâm-ı sâireden pervane gibi çokları içine atılıp tavattun etmişler. İşte bu halde Levh-i Mahfuz açılsa, ancak hakikî unsurlar birbirinden tefrik edilebilir. Öyleyse, hakikî unsuriyet fikrine hareketi ve hamiyeti bina etmek, mânâsız ve hem pek zararlıdır.” (Mektubat, s. 313)
Nitekim bu ‘kafatasçılık’taki ‘mânâsızlığı’ ve ‘zararı’ anlamış olmalı ki, Bediüzzaman’ın ‘menfî milliyetçilerin ve unsuriyetperverlerin reislerinden ve dine karşı pek lâkayt birisi’ dediği Ziya Gökalp, mecbur kalarak şöyle demiş: “Dil, din bir ise, millet birdir.” Çünkü herkese DNA testi yaparak, insanların saf ırkını tespit etmeye çalışmak hem çok zor, hem de aklen mânâsız, gereksiz bir harekettir.
Bediüzzaman da bu anlamda “Madem öyledir. Hakikî unsuriyete değil, belki dil, din, vatan münasebâtına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dahildir” diyerek, meselenin müspet çerçevesine dikkat çekmiştir.
Aslında Bediüzzaman’ın çizdiği bu çerçeve, aynı vatanda yaşayan, hatta kapı komşusu haline gelmiş farklı dinden ve etnik türden insanların bile birarada huzur içinde yaşamasını sağlayacak sosyal reçeteyi sunmaktadır. Zira Bediüzzaman, ‘dil, din, vatan’ ortak paydalarından herhangi birinin olmaması durumunda da, meselâ farklı din ve etnik kökenden olup bu toprakları yıllarca kendisine vatan görmüş ve aynı dili konuşan insanların, sözgelimi bu bir gayr-ımüslîm Ermeni bile olsa, barış ve huzur içinde yaşayabileceklerini söylemiştir.
Bugün bu mânâları yaşamaya her zamankinden daha fazla ihtiyaç var.
|
İsmail TEZER
22.02.2007
|
|
Nurdan Dualar
Allah’ım! Sırlar semâsının güneşi, nurların mazharı, Celâl dairesinin merkezi, Cemâl feleğinin kutbu olan, Ehâdiyete mensup Muhammed’in (a.s.m.) latîf zâtına salât eyle.
Allah’ım! Onun, Senin katındaki sırrı ve onun Sana olan mânevî yakınlığı hürmetine korkumu emniyete çevir, hatâlarımı sil, hüzün ve hırsımı gider, benim destekçim ol; beni benden alıp Kendine götür, yaklaştır; benliğimden geçmeyi bana nasip et, beni nefsime meftun ve hislerimle perdelenmiş kılma; bana her gizli sırrı aç.
Yâ Hayy, yâ Kayyûm! Yâ Hayy, yâ Kayyûm! Yâ Hayy, yâ Kayyûm! Bana merhamet et, arkadaşlarıma merhamet et, ehl-i imân ve Kur’ân’a merhamet et. Duâmızı kabul buyur, ey merhamet edenlerin en merhametlisi ve ey kerem sahiplerinden daha çok kerem sahibi Allah’ım!
Sözler, s. 299
|
22.02.2007
|
|
|
|