“Takva” filminin galasında içkiler su gibi aktı. “Din” temalı bir filme inat, kokteyl organizatörleri, içkileri limitsiz ikram etti... Yani filmin ismiyle tezat bir görüntü oluştu.
Sinema dünyası için Emek Sineması (Beyoğlu) kuşkusuz tarihî bir öneme sahip... Ama kalabalık dâvetli toplulukları için Emek’in salonu çok dar. Omuz omuza yürüyemeyecek kadar dardı hem de.
Kültür Bakanlığı desteğiyle çekilen Takva filmi “detay”larıyla göz dolduruyor. Filmin müziği de başarılı (Replikas, Maruf)
Genç yönetmen Özer Kızıltan, namaz, zikir ve gündelik hayattan sahnelerle gerçeği yakalamış. Erkan Can’ın oyunculuğu bunda büyük katkı sağlıyor.
Güven Kıraç’ın abartılı oyunu, zikir sahnelerini gölgelemiş. Halay mı çekiyor, ortaoyunu mu sergiliyor belli değil.
Film boyunca taht üzerinde oturan bir şeyh (Meray Ülgen), onun yanında etrafında pervane aynı zamanda “tahsildar” Muharrem’i (Erkan Can) kıskanan bir halef Rauf (Güven Kıraç)... Muharrem, çuvalcının yanında çalışan sıradan biri iken birden bire, dergâh şeyhinin görevlendirdiği “tahsildar” rolüyle hayatında yepyeni bir sayfa açılıyor.
Cep telefonu ile başlayan “dünyevîleşme süreci” altına verilen araba ve gittiği her yerde saygı görmesiyle birlikte kendini gösteriyor. Değişim, beraberinde “yozlaşma”yı da getiriyor.
Yüz sürmeye geldiği dergâh için “sakalını” bile tıraş etmekten geri kalmıyor Muharrem... Bir işyerinin kirasını tahsil için gittiği yerde içki içildiğini görmesi ve kapattırması... İşsiz, güçsüz ve soğuk bir evde kirayı alamamanın hüznü ve şeyhin orada “tercih”e zorlaması üzerine, kendini çelişkiler içinde buluyor. Gördüğü rüyalar (ki, bir ailenin izleyemeyeceği türden) yavaş yavaş kafayı sıyırıyor.
Film, mesajlarını sahneler içinde yedirmiş. Muharrem’in tahsil için topladığı para çantasını secde yerine koyması... “Halef”in “Gerekirse, dergâh için içkili yerlerden kira alınması” sözleri, kiraları enflasyon oranına uygun şekilde arttırması... Bir dergâhta “dünyevileşme”nin tam ortasında gibi gösterilmesi... Kosovalı gencin yediği tokatlar sonrası, ülkesinde yaşadığı trajediyle birlikte Allah’ı inkâr ettiği sahne… Bunlar orada izleyenleri “mest” etti. “Demek ki, dindarlar içinde çelişkiyi böyle yaşayabiliyor” dedirtti belki.
Ancak burada “pas” geçilen bir gerçek şu:
Yönetmen konuyu bağlamamış. Filmi izledikten sonra, “Eee, ne oldu şimdi?” dedirten bir çözümsüzlük girdabında bırakmış.
Yönetmen, Muharrem karakterini hangi şablona oturtacağı konusunda kararsız kalmış. Film karakterinin yaşadığı “ikilem”i aslında yönetmen de yaşamış... Filmin final sahnesinin ucunu açık bırakması bunu gösteriyor.
Belli ki, “dindar” kesimden gelecek tepkiyi azaltmak için yahut kendi kesimine hitap edememe kaygısı yaşamış....
Şu var ki, tarikat görüntüleri arasında Türk sinemasında böylesine “detay” veren başka bir filme rastlamadık. Mekânlardaki görsellik filme bir zenginlik katmış.
Şunu anlamakta zorlandık: dindar bir insanın ruh haletini basit bir “kapıkulu” gibi göstermesi bir yana, Muharrem karakterinin nasıl oluyor da tahsilat yapabilecek matematiksel bir zekâya sahip olduğu gerçeğini...
Kuşkusuz bu film “dini” muhtevalı değil. Hatta eleştirel bir yaklaşım sözkonusu.
Acaba genç yönetmen, içinde bulunduğu sosyal çevresine de “eleştirel” bir yaklaşım getirebilir mi?
Meselâ en başta “gala”ya gelen dâvetlilerin “iki yüzlülüğünü” sergileyen veya yüzlerine “maske” takarak sahte gülücükler dağıtan bu insanları konu edinebilir.
01.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|