|
|
Davut ŞAHİN |
Takvasız “Takva” |
|
“Takva” filminin galasında içkiler su gibi aktı. “Din” temalı bir filme inat, kokteyl organizatörleri, içkileri limitsiz ikram etti... Yani filmin ismiyle tezat bir görüntü oluştu.
Sinema dünyası için Emek Sineması (Beyoğlu) kuşkusuz tarihî bir öneme sahip... Ama kalabalık dâvetli toplulukları için Emek’in salonu çok dar. Omuz omuza yürüyemeyecek kadar dardı hem de.
Kültür Bakanlığı desteğiyle çekilen Takva filmi “detay”larıyla göz dolduruyor. Filmin müziği de başarılı (Replikas, Maruf)
Genç yönetmen Özer Kızıltan, namaz, zikir ve gündelik hayattan sahnelerle gerçeği yakalamış. Erkan Can’ın oyunculuğu bunda büyük katkı sağlıyor.
Güven Kıraç’ın abartılı oyunu, zikir sahnelerini gölgelemiş. Halay mı çekiyor, ortaoyunu mu sergiliyor belli değil.
Film boyunca taht üzerinde oturan bir şeyh (Meray Ülgen), onun yanında etrafında pervane aynı zamanda “tahsildar” Muharrem’i (Erkan Can) kıskanan bir halef Rauf (Güven Kıraç)... Muharrem, çuvalcının yanında çalışan sıradan biri iken birden bire, dergâh şeyhinin görevlendirdiği “tahsildar” rolüyle hayatında yepyeni bir sayfa açılıyor.
Cep telefonu ile başlayan “dünyevîleşme süreci” altına verilen araba ve gittiği her yerde saygı görmesiyle birlikte kendini gösteriyor. Değişim, beraberinde “yozlaşma”yı da getiriyor.
Yüz sürmeye geldiği dergâh için “sakalını” bile tıraş etmekten geri kalmıyor Muharrem... Bir işyerinin kirasını tahsil için gittiği yerde içki içildiğini görmesi ve kapattırması... İşsiz, güçsüz ve soğuk bir evde kirayı alamamanın hüznü ve şeyhin orada “tercih”e zorlaması üzerine, kendini çelişkiler içinde buluyor. Gördüğü rüyalar (ki, bir ailenin izleyemeyeceği türden) yavaş yavaş kafayı sıyırıyor.
Film, mesajlarını sahneler içinde yedirmiş. Muharrem’in tahsil için topladığı para çantasını secde yerine koyması... “Halef”in “Gerekirse, dergâh için içkili yerlerden kira alınması” sözleri, kiraları enflasyon oranına uygun şekilde arttırması... Bir dergâhta “dünyevileşme”nin tam ortasında gibi gösterilmesi... Kosovalı gencin yediği tokatlar sonrası, ülkesinde yaşadığı trajediyle birlikte Allah’ı inkâr ettiği sahne… Bunlar orada izleyenleri “mest” etti. “Demek ki, dindarlar içinde çelişkiyi böyle yaşayabiliyor” dedirtti belki.
Ancak burada “pas” geçilen bir gerçek şu:
Yönetmen konuyu bağlamamış. Filmi izledikten sonra, “Eee, ne oldu şimdi?” dedirten bir çözümsüzlük girdabında bırakmış.
Yönetmen, Muharrem karakterini hangi şablona oturtacağı konusunda kararsız kalmış. Film karakterinin yaşadığı “ikilem”i aslında yönetmen de yaşamış... Filmin final sahnesinin ucunu açık bırakması bunu gösteriyor.
Belli ki, “dindar” kesimden gelecek tepkiyi azaltmak için yahut kendi kesimine hitap edememe kaygısı yaşamış....
Şu var ki, tarikat görüntüleri arasında Türk sinemasında böylesine “detay” veren başka bir filme rastlamadık. Mekânlardaki görsellik filme bir zenginlik katmış.
Şunu anlamakta zorlandık: dindar bir insanın ruh haletini basit bir “kapıkulu” gibi göstermesi bir yana, Muharrem karakterinin nasıl oluyor da tahsilat yapabilecek matematiksel bir zekâya sahip olduğu gerçeğini...
Kuşkusuz bu film “dini” muhtevalı değil. Hatta eleştirel bir yaklaşım sözkonusu.
Acaba genç yönetmen, içinde bulunduğu sosyal çevresine de “eleştirel” bir yaklaşım getirebilir mi?
Meselâ en başta “gala”ya gelen dâvetlilerin “iki yüzlülüğünü” sergileyen veya yüzlerine “maske” takarak sahte gülücükler dağıtan bu insanları konu edinebilir.
01.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kısa kısa |
|
Afyonkarahisar’dan okuyucumuz: “1- Şevval Ayı orucunu tutarken unutarak herhangi bir şekilde yiyip içildiği zaman oruç bozulur mu? Yoksa Ramazan ayında olduğu gibi oruca devam edilir mi? 2- Ayrıca ikinci bir sorum da Ramazan ayından oruç borcu bulunan kişiler Şevval ayında öncelikle bu kaza oruçlarını mı yoksa Şevval ayının 6 orucunu mu tutması gerekiyor?”
1- Unutarak yiyip içmekle oruç bozulmaz. Ramazan orucunu bozmayan bir davranış, nafile orucu da bozmaz. Dolayısıyla nafile orucu tutarken unutarak yiyip içen birisi hatırlayınca derhal kesmek şartıyla orucuna devam eder.
2- Ramazan orucu borcu olan kimse Şevval ayında önce oruç borcunu kaza etmeli, ardından Şevval ayı orucunu tutmalıdır. Allah kabul etsin. Amin.
***
‘Sırat-ı Müstakim Candan’ rumuzlu okuyucumuz: “Şimdi bakın abi, kaza namazı var diyorsunuz, ben size soruyorum: Bilerek kılmadığımız namazın kazası olur mu?”
Muhittin Deniz: “Namaz nedir?”
Namaz zikirdir, tövbedir, Allah’a yaklaşmaktır, Allah ile konuşmaktır, Allah’a halimizi ve derdimizi arz etmektir, duâdır, niyazdır, Allah’a hamd etmektir, Allah’a şükretmektir, Allah’ı anmaktır, Allah’tan medet istemektir, Allah’a ibadet etmektir, Allah’a kulluk etmektir, Allah’a itaat etmektir. Nitekim Kur’ân’da Cenâb-ı Allah: “Bana ibadet et. Beni anmak için namaz kıl”1 buyuruyor.
Bilerek namazı kılmamak, özürlü olarak kılmamaya nazaran daha günahtır. Bunda şüphe yoktur. Fakat günahın daha büyük olması, tövbe ve zikir ile aramızda bir engel midir? Bilerek kılmadığımız namazın kazası neden olmasın? Fetva ile kılmamaya hükmetmek, fiilen kılmamaya oranla daha büyük vebal değil midir?
Namaz mükellefi, kılmadığı namazların kazasını yapar veya yapmaz. Bu kendi bileceği bir iştir. Tövbe ederse, belki Allah affeder de. Kul ile Allah arasına girilmez. Fakat yapmamaya fetva aramamalıdır. Unutulmamalıdır ki batıl fetva, günahkârlığa oranla daha büyük cürümdür.
***
Sümeyra Bolat: “Namaz kılmayanın cenaze namazı kılınır mı?”
Namaz kılmayan kişi eğer münkir değilse, namaz kılmama sebebi inkâr değilse, namazın Allah’ın emri olduğunu tasdik ve buna iman ediyorsa, böyle namaz günahkârı bir ehl-i imanın cenaze namazı elbette kılınır, ona duâ edilir.
***
Tenzile Balaban: “Adanmış bir adağım var ama ne zaman ve ne için adadığımı hatırlamıyorum. Adağın bedelini birine vermem mümkün mü?”
Eğer kurban adamışsanız kurban kesmelisiniz veya bağışlamayı düşünüyorsanız kurban olarak bağışlamalısınız. Bedelini size vekâleten kurban alıp kesecek bir fakire bağışlayabilirsiniz. Sadaka adamışsanız sadaka verirsiniz. Fakat kurban adağı, sadakaya çevrilmez.
***
Deniz Kaya: “Ben devlet memuruyum. İşim gereği bazen ikindinin vakti gecikiyor, bazen de unutuyorum. Akşam ezanı okunmasına kaç dakika kalana kadar ikindi namazını kılabilirim? Kerâhet vakti diye kazaya mı bırakayım? Bugün, sadece farzını kılayım dedim, 4. rekâtı kılarken akşam ezanı okundu. Şimdi ne yapmalıyım? Allah razı olsun.”
Namazı son vakte kadar geciktirmemek lâzım. Fakat eğer bir şekilde geciktirilmişse, daha fazla geciktirmeden, kerâhet vakti de demeden farzı ile kılmak gerekir. Farzına başladığımızda yeni gelen vaktin ezanı okunsa bile kıldığımız namaz edâ olarak inşallah makbuldür. Farzına kendi vakti içinde başlamak (başlangıç tekbirini kendi vakti içinde almak), kılınan namazın edâ sayılması için inşallah yeterlidir.
***
Beyaz Karanfil rumuzlu okuyucumuz: “Bir namaz iki kez kılınır mı?”
Bir namaz bilerek iki kez kılınmaz. Fakat sehven kılınırsa buna da bir diyeceğimiz olmaz. Sehven kılınırsa; birinci kılınan farz, ikinci kılınan nafile olarak inşallah makbuldür.
Dipnotlar:
1- Tâhâ Sûresi: 14
01.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
Üç 16’daki sır ve Papa |
|
Misafir olarak bulunduğumuz bu dünya mekânımız sırlarla dolu. Fakat gaflet ve ülfetimizden bazen okuduğumuz, gördüğümüz halde ne garip bir tecellîdir ki, zaman geçtikçe açılıyor. Bir mânâda zaman bu sırları tefsir ediyor. Çeşitli lisanların hocaları olduğu gibi, zaman mefhumu da bir tefsir görevi yapmaktadır. Zamanın tefsiri hocanın tercümesi..
Bir kundura firması, işçilerine yıllardır her Çarşamba günü 13.00-13.30 arası 30 dakikalık bir zaman diliminde iman ve Kur’ân dersi verdiriyor. Konya’da “Bağcı”lar firmasında cereyan etti. Eskişehir ve Van’da da var. Türkiye’nin çok hayırlı müesseselerinde var. İşçi ve eleman bazında başka çıkış yolu yok. Bu hafta içinde sohbet bize isabet etti, lutfettiler. Hizmette sınır yok, bizim için paranın altı da üstü de birdir. Hangi mekân olursa olsun, orası bir ilim meclisi olacaktır, aynı şevk ile. Konumuz “Üç 16’daki sır”, kitap Hz. Bediüzzaman’ın Mektûbât kitabı. 19. Mektub, yani Mu’cizât-ı Ahmediye Risâlesi.
Bu hafta Türkiye’deki gündem Papa 16. Benedikt. Bu itibarla biz de mezkûr risâlenin 16. işaretini açtık. Okuduğum yeri, buraya aynen alıyorum: “..Yine İncil-i Yuhanna, On Altıncı Bab ve yedinci âyeti şudur: ‘Amma ben size hakkı söylüyorum. Benim gittiğim, size faydalıdır. Zira ben gitmeyince Tesellîci size gelmez.’ İşte, bakınız: Reis-i Âlem ve insanlara hakikî teselli veren, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmdan başka kimdir? Evet, Fahr-i Âlem odur ve fâni insanları idam-ı ebedîden kurtarıp teselli veren odur.
“..Hem İncil-i Yuhanna, On Altıncı Bab, sekizinci âyeti: ‘O dahi geldikte, dünyayı günaha dair, salâha dair ve hükme dair ilzam edecektir.’ İşte, dünyanın fesadını salâha çeviren ve günahlardan ve şirkten kurtaran ve siyaset ve hâkimiyet-i dünyayı tebdil eden, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’dan başka kim gelmiş?
“Hem İncil-i Yuhanna, On Altıncı Bab, on birinci âyet: ‘Zira bu Âlemin Reisinin gelmesinin hükmü gelmiştir.’ İşte, ‘Âlemin Reisi’ elbette Seyyidü’l-Beşer olan Ahmed-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır.”
Hz. Bediüzzaman’ın takriben 80 yıl önce, ilhamen sır kâtiplerine yazdırdığı 19. Mektub şâheserin 16. işaretinin bu paragrafında üç tane “İncil-i Yuhanna, On Altıncı Bab” geçiyor ve Papa 16. Benediktus. İşte 3-4 tane 16, bu sırrın en acip tarafı Yuhanna İncil’inde olması ve bu İncil’in de Papa’nın odasında ve kütüphanesinde bulunmasıdır. Hz. İsa (as), Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın dünyaya teşrifinden 570 küsûr sene önce söylüyor. Hz. Bediüzzaman, Papa 16. Benedikt göreve gelmeden 80 yıl önce söyleyip naklediyor. Bu 16. Bab’daki âyetin bir işarî mânâsı, sanki şimdiki Papa 16. Benediktus’a bakıyor ve mânen ikaz ediyor, ‘Gözlerini aç, bunu oku ve yaşa!’ diyor.
Eğer okursa, başta Hz. İsa Aleyhisselâm’dan ve akabinde hakkında yanlış ve dengesiz beyanda bulunduğu Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dan ve bütün İslâm âleminden özür dilemesi lâzım. Peygamberler ve semavî kitaplar bir bütündür. Din adamları bu bütünlüğü asla bozamazlar, hakları ve selâhiyetleri yoktur ve hakperest olmaları lâzımdır. Eğer Hz. İsa Aleyhisselâm hayatta olsa idi, bu ifadeler karşısında ne takdir edeceğini yorumsuz bırakıyorum.
Papa II. Jean Paul “Müslümanların dinine bağlılıklarına saygı duymak gerekir. Müslümanların yer ve zaman kaygısı taşımadan namaz kılmaları bende hayranlık uyandırmıştır” demiştir. (21 Ekim 1994, Yeni Asya) Yine Papa II. Jean Paul döneminde, asırlardır Hz. İsa (as) dışında diğer peygamberlere soğuk duran Vatikan, başta Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm) olmak üzere diğer semavî dinlerin peygamberlerini de, peygamber olarak gördüklerini açıkladı. Vatikan’ın resmî yayın organı La Civilta Cottolica dergisinde yayınlanan bir yazıda, Hz. Muhammed’e (asm) vahiy indiği ve onun da peygamber olduğu bildirildi. Benim kanaatim; önceki Papa, yukarıda bahsettiğim Yuhanna İncil’inin 16. Bab’ındaki Peygamberimizin geleceği ile ilgili âyetleri görmüş, okumuş ve ona yönelmişti. Duâm ve temennim odur ki; ülkemizi ziyaret eden şimdiki Papa 16. Benediktus onun izinden yürür ve dinler arası saygı ve diyaloğun devamına vesile olur.
01.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nejat EREN |
Denizli vefa borcunu ödedi |
|
“Sıddık-ı vefiy (vefalı dost) bu zamanda yoktur diyenlere sizleri gösteriyorum.”
Evet böyle söylüyordu asrın sultanı doğudaki iki sadık dostuna ve talebesine. “Vefa duygusu” bu milletin ve ümmetin en büyük manevî, tarihî, kültürel ve fıtrî mirasıdır. Aslına sadık kalmayı, ecdadına bağlılığı, büyüğüne saygı ve hürmeti ifade eder. İhanetin kol gezdiği şu denî zaman ve zeminde çok öne çıkan bir fazileti, erdemi ve yüksek ahlâkı temsil eder.
Geçen hafta sonu Denizli ilimizde böyle bir “vefanın”, faziletin, samimiyetin tezahürünü yaşadık. Nur dâvâsının saff-ı evvellerinden olan iki kahraman manevî şehit merhum ağabeylerimiz Hafız Ali ve Hasan Feyzi Yüreğil’in ruhuna tilâvet edilen Mevlid-i Şerif’e katıldık. Bu iki manevî şehit kimdir, kısaca bir bakalım.
Nur’un manevî bir kahramanı ve şehidi merhum Hafız Ali ve Hasan Feyzi Yüreğil Ağabeyler, bu hizmetlerde çok çok önemli birer rükündürler. Bunlar hakkındaki öz bilgiler, Nur Risâlelerinin satır aralarındadır. Bu dâvâya gönül verenlere düşen, onlar hakkındaki bu bilgileri öğrenip onlara lâyık birer dost olma ve dâvâya onlar gibi sadakatle bağlanmadır. Çünkü her ikisi de Üstadları yolunda “canlarını kurban etme” temennisinde bulunmuşlar. 1944 yılında zehirlenerek hapishaneden hastaneye kaldırılan ve “Ya Rabbi! Bu müçtehid Üstadımı zehirlediler. Ona bu millet ve ümmetin ihtiyacı var. Onun yerine benim canımı al!” diye yaptığı samimî ve ihlâsla duâ neticesinde, Üstadın da tespitiyle, Üstad yerine mânen şehit olan Hafız Ali Ağabey; diğer tarafta, Üstadına yazdığı mersiyesiyle bu konudaki samimiyet ve fedakârlığını tarihe not düşüren Hasan Feyzi Ağabey.
İşte bu iki kahraman şehit ağabey nâmı adına, “vefa duygusuna” sahip çıkanlara duâlar ettim. Ameliyatlı olmama rağmen doktorumdan özel izin alarak, onlarla beraber olmak için bu davete ben de icabet ettim. Cumartesi günü Antalya’dan bir minibüsle çıkan kafilemiz, Denizli’ye Yatsı ezanı okunurken vâsıl oldu.
O gece, geç vakitlere kadar adeta bir hizmet nostaljisi yaşadık. Yıllarını ve ömürlerini bu kudsî dâvâya adamış Nur camiasının yakından tanıdığı Mehmet Fırıncı ve Mehmet Birinci Ağabeyler de bu mevlid için davet edilmişler ve teşrif etmişlerdi. Onlarla, dershanemizdeki kalabalık cemaat gecenin geç saatlerine kadar soru-cevap şeklinde güzel ve verimli bir sohbet gerçekleşti.
Risâle-i Nur’un dünyanın gündemine ağırlıklı olarak oturmasının en temel işaretlerinden olan yurt içi ve dışı sempozyum, panel, seminer ve konferanslarda beyan edilen ve ortaya konulan fikir ve görüşler dahil, Risâle-i Nur’un özü olan ihlâs, samimiyet, sadakat, gayret, hasbîlik ve kardeşliğe kadar bir çok konu, gerek risâlelerdeki satır aralarından, gerekse de bu muhterem ağabeylerimizin bire bir yaşadıkları canlı hatıralardan seçkin ve etkileyici örnekleriyle canlı ve detaylı bir şekilde yâd edilip anlatıldı.
Denizli’de medfun bu iki şehit kahraman ağabeyler için organize edilen mevlide Üstad Said Nursî Hazretlerinin sağ olan bütün talebe ve hizmetkârları, organize edenler tarafından davet edilmişlerdi. Hepsi de bu davetten çok memnun olmuşlar, tebrik etmişler, duâlar etmişler fakat başta çok muhterem Mustafa Sungur Ağabey olmak üzere, daha önceden planlanmış çok önemli toplantıları olduğu için iştirak edememişlerdi. Ama şurası bir gerçek ki gönülleri, kalpleri ve duâlarıyla sağ olan, vefat etmiş olan bütün Nur talebelerinin şahs-ı manevîsi kesin olarak oradaydı.
Gecikmiş de olsa bir vefa duygusu en güzel bir şekilde yerine getirildi. Buna vesile olan Denizli’de bulunan bütün hizmet ehlini, Ege Bölgesindeki il ve ilçelerden gelenler başta olmak üzere bu mevlide iştirak eden uzaktan yakından gelen bütün Nur dâvâsının sevdalılarını tebrik ediyor ve şükranlarımı sunuyorum.
Denizli’nin başlattığı bu hareketin ve yaktığı bu manevî meş’alenin bir milâd olması dileği, sadece benim değil bu tür organizasyonlara katılan her hizmet ehlinin samimî ve kalbî bir arzusu olarak son yıllarda terennüm edilmeye başlandı. O da şudur: Yıllar önce organize edilen ve Nur Camiasının kaynaşmasına ve irtibatına vesile olan; Isparta ve Van mevlidlerinin de tekrar organize edilmesi.
Allah vesile olanlardan razı olsun. Şanlıurfa’da her yıl Ramazan ayının 25. gecesinde yıllardan beri Üstad adına organize edilen Mevlid, Elâzığ’da Hulusî ağabey adına düzenlenen Mevlid-i Şerif, son iki yıldır Ağrı’da yapılan mevlitler hep bir aşk ve şevke medar oluyor. Kaynaşma, irtibat ve tanışmaya vesile oluyor.
Şimdi başta Isparta olmak üzere uygun olan yerlerde bu tür güzel hareketlerin yaygınlaşmasını ümit ediyor ve bekliyoruz. Denizli mevlidinin ileriki yıllarda daha geniş faaliyetlerle devam edeceğine dair sinyaller hissettik. İnşaallah dilek ve temenniler gerçekleşir. Devamını diliyor tebrik ediyoruz.
Bu mevlidi organize edenlere, Gazetemizin İmtiyaz sahibi Mehmet Kutlular Ağabey dahil mevlide katılan misafirlerin hepsine en kalbî teşekkürlerimi sunuyor, duâlar ediyor, duâlarını bekliyorum.
01.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Papa’nın mesajları |
|
Papa Türkiye’de “Vatikan Devlet Başkanı” sıfatıyla yaptığı görüşmelerde, halin icabı neyi gerektiriyorsa ona göre hareket eden pragmatik bir siyaset adamı imajı ortaya koydu.
Anıtkabir ziyareti ve özel deftere “Kendi sözüm gibi yazıyorum” diye kaydettiği “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözüyle Atatürkçüleri ziyadesiyle sevindirdi.
Erdoğan ve Sezer’le görüşmelerinde söylediği belirtilen “Türkiye’yi AB’de görmek istiyoruz” sözüyle de Türkiye’nin AB’ye girmesinden yana olan çoğunluğu hayli memnun etti.
Ama umuma yönelik beyanlarında aynı sözü kendi ağzından duyma imkânı vermedi.
Aynı şey, Erdoğan ve Bardakoğlu ile yaptığı görüşmelerde söylediği veya paylaştığı ifade edilen “İslâmiyet barış ve hoşgörü dinidir” beyanı ve yine Diyanet ziyaretinde ifade ettiği belirtilen “İslâmın özü akıl ve bilimle yoğrulmuştur” sözü için de.
Buna karşılık, Bardakoğlu ile görüşmesinden sonra yaptığı açıklamada İkinci Vatikan Konsiline atıfta bulunarak, HıristiyanMüslüman diyaloguna vurgu yaptı Papa. Böylece, makamına oturduğu ilk günden bu yana, hakkında, “diyalog karşıtı” olduğu yönünde oluşan izlenimi bu sözleriyle bertaraf etmeye çalıştı.
Sultanahmet Camii ziyaretinin de bu tashih çabasını pekiştirmeyi amaçladığı son derece aşikâr.
Bu durum, Thomas Michel’in ziyaret öncesi Yeni Asya’da çıkan değerlendirmesinde altını çizdiği “Asıl olan, Müslümanlarla diyalog kapısını açan İkinci Vatikan Konsilinin kararıdır. Hiçbir Papa bunun dışına çıkamaz” mesajını çok açık bir şekilde teyid ediyor.
Tabiî, verilen bu görüntünün fiiliyata ne şekilde ve ne ölçüde yansıyacağı ayrı bir bahis.
Öte yandan, Papa’nın Ankara’daki yabancı misyon şeflerine seslenirken “modern Türkiye’nin laik yapısı”ndan söz etmesini “laikliğe övgü” olarak algılayıp öyle yansıtanlar oldunu gördük.
Ama yine Papa’nın, Roma’dan Ankara’ya gelirken uçakta laiklik hakkında söyledikleri, bunlar için tam bir “şok” teşkil etmiş olmalı.
Uçakta bulunan tek Türk gazetecisi Yasemin Taşkın’ın haberine göre bu sözler özetle şöyle:
“Laisizm, kamu hayatını geleneklerin her birinden dışlayan bir anlayış, çıkışı olmayan bir sokaktır. Laiklik yeniden tanımlanmalı ve temelinde dinî değerler olmalıdır. Biz Avrupalılar, laik ve laisist aklımızı tekrar ele almalıyız.
“Atatürk’ün Fransa’yı model alarak kurduğu modern Türkiye de kendi tarihinden ve orijininden hareketle laiklik ve gelenek arasındaki bağı gelecek için nasıl inşa etmesi gerektiğini düşünmeli.” (Sabah, 29 Kasım 2006)
Bizde “yasaklı kamusal alan”ları özgürlükler aleyhine sürekli genişletme hevesindeki laikçi jakoben zihniyetien hiç hoşuna gitmeyecek sözler bunlar. Onun için de ya haberi veren Sabah gazetesinin yaptığı gibi iç sayfalarda gizlemeye çalışacak, ya da mâlûm üslûp ve söylemleriyle “Papa, işine bak” restleri çekecek—çekebilirse!
Papa’nın Hıristiyan Avrupa ile Müslüman Türkiye arasındaki diyalogu laik eksenli bir AB-Türkiye ilişkisine tercih ettiği şeklinde yorumlanan bu sözler, içi doldurulur ve arkası da iyi getirilirse sağlıklı bir süreci başlatabilir.
Ve böyle bir süreç, Türkiye’nin Avrupa yolundaki birçok engeli aşmasının yolunu açtığı gibi, dünyaya da yeni ufuklar kazandırır.
01.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Bile bile lades |
|
AB ile ilişkilerde yaşanan son durumun adını koymakta zorlanıyoruz. Kimi AB’ye rest çekmek için bunu bir fırsat olarak görüyor, kimi trenin altında kaldık diyor. Tren sarsıntısından, vagonların raydan çıkmasından söz eden de var.
Olli Rehn ise ısrarla bunun bir tren kazası olmadığını ya da Türkiye’nin üyeliğini askıya alma gibi bir durumun söz konusu olmadığını anlatmaya çalışıyor. Ancak Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinde ciddî bir yol kazası ile karşı karşıya olduğumuz bir gerçek. Özal, AB’ye tam üyelik müracaatımızı yaptığında, “Uzun ince bir yoldayız” demişti.
Madem bu süreç Aşık Veysel vari başlayıp, tren kazası gibi demiryolu literatürü ile devam ediyor, o zaman rayların yoldan çıkması olayını demiryolcuların, “dray” olarak tarif ettiklerini belirteyim. Yani yolun kısa süreli kullanılmaz hale gelmesi durumudur bu.
Öncelikle bunun nihai bir karar olmadığının altını çizelim. Hem Başbakan Erdoğan hem de AB Dönem Başkanı Finlandiya’nın Dışişleri Bakanı bunun altını çizme gereği duydular. Öncelikle önümüzde bir takvim var. 11 Aralık’ta dışişleri bakanları toplantısı, 15-16 Aralık’ta ise devlet ve hükümet başkanları zirvesi yapılacak.
Peki tren kazası olmayacağına, askıya alma ihtimalinin bulunmadığına dair güvenceler verilmesine rağmen 8 ayrı başlıktaki fasılları askıya alma kararı nereden çıktı? Toplantı 6 Aralık’ta yapılacaktı. Ancak Kıbrıs konusunda Finlandiya’nın getirdiği önerinin kabul edilmemesi üzerine AB’de bir parça da, ”Madem öyle işte böyle” havası hakim oldu.
Tüm bunlar çok sağlıklı gelişmeler değil. Bir gün öncesine kadar dengeli bir karar bekleyen Brüksel’deki bir meslektaşın dün açıklanan kararı, ”Dışişleri bakanları toplantısında daha sert bir karar çıkacaktı. Özel kalem müdürleri arada bir uçurum olmaması için bu kararı aldı” şeklinde izah etti. Ona bakılırsa, hem 11 Aralık’ta, hem de devlet başkanlarının zirvesinde kararın yumuşaması değil, daha da sertleşmesi beklenebilir.
Bu noktada bir kuşkum var. Başbakan Erdoğan NATO toplantısı için bulunduğu Riga’da kararı öğrendiğinde çok sert bir tepki göstermişti. Hatta başbakanla birlikte Riga’da bulunan gazete yöneticileri, Başbakan’ın Esenboğa’da sert bir açıklama yapacağı uyarısında bulundular. Ancak çok makul bir değerlendirme geldi Erdoğan’dan. Zaten benim kuşkum da o noktada düğümleniyor. Bu kararın alınabilmesi için hem 11 Aralık’ta dışişleri bakanları toplantısında, hem de 15 Aralık’taki devlet başkanları zirvesinde onaylanması gerekiyor. Hem de oybirliği ile. Riga’da bulunan liderlerden Erdoğan’a farklı bir sinyal mi ulaştırıldı?
Son dakika girişimleri ile alınmış bir kararla karşı karşıya değiliz. İki tarafın da teammüden oluşturduğu, tasarlayarak hazırladığı bir sonuçla yüz yüzeyiz. Türkiye, AB ile ilişkileri hep bir konjonktür sorunu olarak gördü. Kimi zaman kapımıza gelen daveti geri çevirdik, kimi zaman kapıları çarpıp çıkmayı maharet saydık, kimi zaman ise söke söke almak için kapıları zorladık. 3 Kasım 2002 seçimleri öncesinde yürütülen kampanyaları hatırlayın, partiler Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği konusunda yarışa girmişlerdi. Neredeyse, ‘Ben daha erken üye yaparım’ havasını basacaklardı. Şimdi ne oldu? AB’nin densizlikleri, kamuoyunu etkileyen AB karşıtı havanın hükümeti, “Fazla AB’cilik bize seçim kaybettirir” noktasına sürüklemesi sonucunda, Türkiye heyecanını kaybetti. Hatta tam üyelik tarihi almak için AB başkentlerini mesken tutan AKP iktidarı, posta koymaya başladı. Buradaki hesap, AB karşıtı, ulusalcı-milliyetçi oyları MHP’ye kaptırmamak. Bu yüzden Türkiye bile bile lades yaptı.
AB ise bir süredir atları arabanın önüne değil, arkasına koşan, liderini, vizyonunu kaybetmiş, Danimarka, Avusturya, Rum kesimi elinde oyuncağa dönmüş durumda. Orada da bile bile yapılan bir lades durumu söz konusu.
Türkiye bugünden yarına üyeliği kaçırmış ya da her şey bitmiş gibi bir durum sözkonusu değil. Ancak bu ilişkiyi de sık sık yol kazalarının yaşandığı bir trafik düzeninden ya da iki de bir boşanma için mahkeme kapılarına düşen geçimsiz eşlerin psikolojisinden kurtarmak gerekiyor.
Türkiye ile ilgili kararın alındığı sıralarda Başbakan Erdoğan NATO toplantısı için Riga’da bulunuyordu. NATO yeniden yapılandırılıyor. Artık terör eylemlerine müdahalede edecek, küçük çaplı ama dinamik vurucu birlikler oluşturulacak. ABD, yaşadığı Irak şoku sebebiyle artık doğrudan kendisi değil, NATO gücünü bu işlerde kullanmak istiyor. Bunun ilk uygulaması ise, Türkiye’nin de içinde yer aldığı Afganistan zemininde yaşanıyor. Afganistan ölçeğinde elde edilen deneyimlere göre bir Acil Müdahale Gücü oluşturulacak. Türkiye buna 3 bin asker vereceğini ilân etti.
NATO’nun bu dönüşümünde Türkiye çok ciddî katkılar yapıyor, yapması da teşvik ediliyor. İşte gerçek fotoğraf bu. NATO’da istenen Afganistan’da beklenen, Riga’da bunun için pohpohlanan bir Türkiye var.
Bizden Batının jandarması olmamız istendi hep. ABD’nin vesayetinde bir demokrasi bize uygun görüldü. Biz insanlık medeniyet konağının kapısında bekçilik değil, sofrasında önemli bir konuk olarak oturmak istiyoruz.
Bizi sofralarında görmek istemeyen olabilir. Ama asıl biz bunu istemeliyiz. AB konusu da bir pazarlıktır nihayetinde. İnişleri çıkışları olabilir, ama bu konuda vizyon kaybedilmemeli.
01.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Ağaçları keselim, siteleri dikelim! |
|
Bir ülkede adaletsizlik ve ‘adam kayırma’ hüküm sürdüğünde, işlerin içinden çıkılması imkânsız hale gelir. Türkiye’deki ormanların katledilmesi de buna güzel bir örnek.
Ağaca ve yeşile hasret İstanbul’un ‘ciğerleri’ sayılan ormanlar, yıllardan beri devam eden bir ihmal ve ‘kayırma’ sonucu sitelere dönüşmüş durumda. Son günlerde gazete manşetlerini ‘süsleyen’ haberlere bakılırsa, yapılanların kanun dışı olduğu apaçık görülüyor.
Orman ve çevre bakımından zengin kabul edilen Beykoz, bu özelliğini kaybetmek üzere. Kanunlara karşı ‘hile’lere başvuranlar, çoktan ormanları ‘beton yığını’na çevirmiş. Gazetelerdeki haberleri gören, ormanların içine kurulan bu ‘kent’lerin yıkılacağını düşünüp sevinebilir. (İlgili haberler için 28-29 Kasım tarihli Milliyet ve Sabah’a bakılabilir.) Ancak böyle bir şeyin olmasını beklemek Türkiye şartlarında mümkün görünmüyor.
Bu ve benzeri hadiseler, Türkiye’yi ‘idare edenler’in gerçek meselelerle ilgilenmediğini gösterir. Bugünkü yöneticilerin; ‘yıkalım, yıkarız, yıkacağız’ dedikleri siteler, şehirler, villalar; ‘gizli’ mi yapıldı? Yoksa, o gün ‘serbest’ olan işler; bugün yasak mı oldu? Sözkonusu olan ‘gecekondu’ bile değil! Yapılacağı ala-i vala ile ilân edilen, gazetelerde ilânları verilen ve yapımı yıllar süren koca şehirlerdir. Eğer bu yapılanlar ‘yanlış’ ise bunlara niçin ve nasıl müsaade edilmiştir? Bugün bu ‘şehir’leri yıkmak mümkün değil ve belki de gerekli de değil. Nihayetinde oraya ‘millî servet’ harcanmıştır. Eğer böyle bir şey yapılmak isteniyorsa, kanuna karşı ‘hile’ ile dikilen bu siteler, millet menfaati için kullanılabilecek şekilde vakfedilebilir.
Aynı şekilde, yapılmak şekli eleştirilen sitelerin bugün manşet olması da tesadüf değildir. O siteler yapılırken o gün de yayınlanan ‘büyük gazete’ler niçin sustu? Başlangıçta gerekli tepki gösterilmiş olsaydı, iş bu noktalara gelebilir miydi?
Kanunların adil olarak uygulanmadığı yerlerde bu sıkıntılar her zaman olur ve olmuştur. Bunun en çarpıcı örneği, hakkında ‘yıkılma’ kararları alınan bazı otellerin bile yapılabilmiş olmasıdır. Öyle ki, Taksim/Gümüşsuyu’ndaki bir otelin yapılabilmesi için kanuna karşı hile yapılarak inşaatın yapıldığı arsanın bağlı olduğu ilçe bile değiştirilmiştir! Hem de bu, neredeyse ‘başbakan’ seviyesindeki bir müdahale ile yapılmıştır. (Ritz Carton Otelinin bulunduğu arsa, Beyoğlu Belediyesi sınırları içerisindeyken inşaat engellenmeden devam edebilsin diye Şişli Belediyesi sınırları içerisine dahil edilmiştir ve halen de öyledir. Yanlış hatırlamıyorsak, Koç Üniversitesi için de ‘yıkım’ kararı alınmıştı. ‘Yıkım’ kararı almak için bu sitelerin yahut binaların yapılmasını beklemek mi gerekiyordu?) Bu kadar bariz hataların yapıldığı bir ülkede, ormanların katledilip siteler dikilmesine şaşılır mı?
Başta siyasiler olmak üzere, Türkiye’yi ‘idare edenler’ daha ciddî ve inandırıcı olmak zorundalar. Kanunlar adil bir şekilde uygulanmalı ve yanlışa ta baştan engel olunmalıdır. Yoksa, sitelerin ve kulelerin yapımına engel olmayıp, sonradan yıkım kararı almak inandırıcı olmuyor. Maksat ormanları ve çevreyi korumak ise, böyle şeylere en başta müsaade edilmesin. Yok, hedef göz boyamak ise, şimdiye kadar yapılan uygulama devam etsin!
Ormanları katlederek yerine siteler yapmakla, kendi nefesimizi kıstığımızı lütfen görelim...
01.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Yeni kateşizm |
|
İbrahimî gelenek ve onun son versiyonu olan İslâmiyet çerçevesinde Hıristiyan amentüsünün yeniden tadil ve teşkiline ihtiyaç var. Aksi takdirde, gelişmeler karşısında Hıristiyanlık çökecektir. Üçüncü bin yılın eşiğinde Hıristiyanlık ve özelde Katoliklik Batı’da kan kaybediyor. Toparlama arayışları var, ama hem yetersiz, hem de yanlış bir noktadan başlıyor, zeminden hareket ediyor.
Bu arayışların doğru noktası Hans Küng’ün de ifade ettiği gibi yeni bir ilahiyat anlayışı geliştirmektir. Geleceğin ihtiyaçlarıyla, geçmişin doğrularını yeniden buluşturmaktır. Buna, üçüncü bin yıl ilahiyatı diyor. Skolastik felsefe, aydınlanma ve modernizm aşamalarındaki dinî anlayışlar artık günümüze kâfi gelmiyor. Belirli bir konjonktürel zaviyeye hapsolup kalmış durumda. Skolastik felsefe ve kıtasal bakış bugün katoliklerin zindanı haline gelmiş bulunuyor. Bunun aşılması ancak küresel bakış ve İslâmiyetin Batı dini olarak kabul edilmesiyle mümkün. Dolayısıyla köhnemiş kateşizme İslâmiyet saykalı ve cilası vurulması gerekiyor. Katolikliğin Batı dini, Ortodoksluğun ise Doğu dini olarak kıtaları paylaşmaları artık günümüzün gerçeklerini aksettirmiyor.
Günümüzün ve üçüncü bin yılın gerçeği ve ilahiyatı, Hıristiyanlığın çoğulculuk doktrinini benimsemesi ve bu meyanda Batı’nın ikinci dini haline gelen İslâmiyeti katıksız bir şekilde tanıması ve içine sindirmesidir. Bu olmadığı takdirde, önlerini kapatacak ve geleceklerini de zayi edeceklerdir. Nüfuz ve etkinlik elde etmeleri yeni taraftar kitleleri ve bendeleri edinmeleri bile bu darboğazı aşmalarına imkân vermeyecektir. Bu darboğaz ancak İslâmın cilası ve değerleriyle aşılabilir. Batı’nın çıkmazı, skolastik ve kıtasal bakış açısı ile İslâmiyeti ötekileştirmesi ise, nüfuzu arttığı oranda içindeki çatışmacı bir kültürün belirginleştiği ve esnekliği azalan İran’ın da çıkış noktası, Katolikler gibi temel meselelerde Sünnilerle bütünleşmekten; itizali çizgiyi (infiradcı ve içe kapanmacı) aşmaktan geçmektedir.
***
Papa 16’ıncı Benediktus ise, tıkanmayı tez, anti tez ve kıtasal bakış ve Avrupa merkezcilik ve İslâmı ötekileştirerek aşmak istemektedir. Tam da bu formül tıkanmayı ve içe kapanmayı beraberinde getirmektedir. Bu, acıları dindirmez, aksine daha fazla arttırır. Düşünün ki, dünyamız sosyal değerler itibarıyla batmakta olan bir gemi. Ve an be an gemi batmakta iken geminin seyrü seferinden sorumlu kaptanlar ve tayfalar güvertede kavga ediyorlar. Keşke bu noktada kimse insanlığın son mesajı olan İslâmiyetin ayağına çelme atmaya, nurunu karartmaya çalışmasa.
Muhammed Ebu Rebi’nin de ifade ettiği gibi Papa Avrupa merkezcidir bu kıtasal bir bakış açısıdır ve bizi skolastiğe ve ortaçağa geri götürür. Avrupa merkezcilik Katolikliğin bugünkü gerçekleriyle de bağdaşmamaktadır. Bütün bunların panzehiri Tarık Ramazan’ın Time dergisine de yazdığı gibi İslâmın Batı dini olarak kabul edilmesidir. Çatışmanın üstesinden gelecek ve Kiliseye yeni bir canlanma bahşedecek tek kudsî nefes budur. Sıkıntı ise bunun adem-i kabulünden ileri gelmektedir. Bu itibarla bugünkü Hıristiyanlık yolların ayrılış noktasındadır. Ya geriye dönecek ve tükenişe doğru gidecek ya da İslâmla nihaî uzlaşmaya doğru ileri bir adım atacak ve bu suretle kalıplarını kıracak ve kendisini yenileyecektir. Bu itibarla, kaçınılmaz olarak Kilise kendisiyle ve geçmişiyle hesaplaşmak zorundadır. Ya İslâmı kabul ederek suud edecek (yükselecek) ya da çoğulculuğu reddederek sukut edecektir. Kıtasal bakış açısında ısrar etmek buna götürür. Bu açılımı yapamayan Hıristiyanlık kısa bir zaman içinde sönüşe geçecektir. Hans Küng’ün üçüncü bin yıl ilahiyatı dediği şey budur. Kilisenin fikir olarak skolaştiği, kurum olarak arkaik halini sürdürmeye çalışması bugünün gerçeklerine toslayacak ve yok olacaktır. Zaten bu noktalarda ısrar ya Hans Küng örneğinde olduğu gibi itizale, yani kiliseden kaçışa ya da Luigi Cascioli örneğinde olduğu gibi inkâra götürüyor. ‘Mesih masalı: İsa gerçekten hiç yaşamadı’ kitabının yazan Luigi Cascioli kilisenin kendisini yenileyemeyen yaklaşımının kurbanlarından birisidir. Daha fazla kurban olmaması için bakış açısının tadil edilmesi gerekiyor.
***
Küresel vitrin olan ve dünyanın iki yakasını temsil eden İstanbul bu yeni ilahiyat için evsahipliğini yapabilecek en uygun mekândır. Bu mânâda, İstanbul küresel kateşizmin ve vizyonun merkez üssüdür. Papa halu harekâtını İstanbul ruhuna göre ayarladıkça istikamet kazanacak ve hep birlikte yükseleceğiz.
01.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|