Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 28 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

Papa'nın ziyareti



Papa 16. Benediktus'un Türkiye ziyareti, daha seçildiği ilk günlerden bu yana gündemdeydi. Ve eğer Çankaya’nın girişimiyle ertelenmemiş olsaydı bir yıl önce gerçekleşmiş olacaktı.

Erteleme sebebi ise, o zaman Fener Patriğinin davetiyle yapılacak olan ziyarete Türkiye Cumhuriyetinin hazır olmamasıydı.

Türkiye sınırları içindeki Patrikhane’ye, Ankara’nın resmî daveti olmadan yapılacak bir ziyareti şanına yakıştıramayan devletimiz günlerce kıvrandıktan sonra formülü buldu: Papa’ya, Sezer’in resmî konuğu olarak bir yıl sonrası için davetiye gönderildi.

Dolayısıyla, bugün başlayacak olan ziyarete, Papa’nın Vatikan Devlet Başkanı olarak Türkiye Cumhurbaşkanınca daveti üzerine yapılan bir resmî gezi görüntüsü verildi. Ama ziyaretin asıl hedefi yine Vatikan-Fener, yani Katolik-Ortodoks yakınlaşması.

Bunda da yadırganacak birşey yok. Hıristiyanlığın, tarihte birbiriyle kıyasıya mücadele etmiş iki büyük kolu, geçmişe bir çizgi çekerek beyaz bir sayfa açma arayışında.

Aslında bu hadisenin Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren bir tarafı var. O da, Patrikhane’nin sınırlarımız içinde olmasından ileri geliyor. Ve haddizatında Sultan Fatih’in vizyonuyla bakabilsek, bu durum, Türkiye için büyük bir avantaj.

Ama Cumhuriyet sonrasının içe büzülen dar ve kısır zihniyeti sebebiyle bu avantaj ve kozu kullanamıyor; üstelik tam tersine aynı zihniyetin akıl ve mantık dışı uygulamaları ve fevrî tepkileri yüzünden, aleyhimize çeviriyoruz.

Dünyanın çok uzak coğrafyalarında manevî nüfuza sahip bir dinî kurumu kaymakamlık denetiminde sürekli göz hapsinde tutuyor; patriğin “ekümenik” ünvanına gösterdiğimiz anormal tepkiler ve senelerdir ruhban okulunun kapısına vurduğumuz kilitle, kendimizi bu saçmalıkların kaldırılması yönündeki ısrarlı tazyiklerin hedefi haline getirmiş oluyoruz.

Ayasofya konusunda sergilenen garabetler de aynı saplantılar zincirinin bir halkası değil mi?

“Ya Papa orada dua etmeye kalkarsa!” kâbusuyla uykuları kaçan Kemalist bürokrasinin halet-i ruhiyesi, 500 sene cami olarak hizmet vermiş bir mabede karşı tek parti döneminde işlenen suçun telâşını ele vermiyor mu?

Şayet Türkiye bu ayıpları aşabilmiş, gerçekten demokrat bir İslâm ülkesi olabilseydi, Papa’nın ziyaretini Hıristiyan dünyasıyla İslâm âlemi arasında gerçek ve samimî bir diyalog fırsatı olarak çok iyi değerlendirebilirdi.

Ve Papa’nın talihsiz Regensburg konuşmasına İslâmın susturucu cevabını bu ziyaret vesilesiyle bütün dünyaya ilân edebilirdi.

Ama heyhat!

Öte yandan resmî davetin altında imzası bulunan Sezer, Papa’nın keskin sözlerle yerden yere vurduğu pozitivist laiklik anlayışının en katı savunucularından biri.

Son günlerde “medeniyetler ittifakı” lâfını ağzından düşürmeyen Başbakan ise, en önemli gündem maddelerinden biri “Türkiye’nin Afganistan’a daha fazla asker göndermesi” olan NATO zirvesini Papa’ya görüşmeye tercih ediyor. Eleştirilince de “Âdet yerini bulsun” kabilinden, havaalanında 20 dakikalık bir “görüşme” ayarlanıyor.

Ve eşsiz fırsat böyle harcanıyor.

28.11.2006

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Hiç Batılılardan korkulur mu?



İngiliz gibi acımasız bir devlet, Hindistan’da 200 yıl içinde 200 milyon Müslümandan 200 tanesini Hıristiyan yapamamışken, misyonerlerden korkmak akıllıca bir iş midir? Kaldı ki Kur’ân’da “Düşünmez misiniz? Akıl etmez misiniz” gibi fezlekelerle hükümlerini akla tasdik ettiren bir dine mensup olan bizler, tahrif edildiği için Hıristiyanlığı kendi devletlerinde dahi milletlerine kabul ettiremeyen papazlardan mı çekineceğiz?

Elbette bir kısım gayri Müslimler İslâma düşmanlıklarını gizlememektedirler. Fakat bunlar açıktan açığa dinimize saldırmak yerine bu işe hevesli olanları tercih etmektedirler. Bu güne kadar tahribat hep bunlar aracılığı ile yapıldı. Şimdi size soruyorum:

Kur’ân harflerini İngilizler mi değiştirdi?

Yahudi ve Hıristiyanların başlığı olan şapkayı Fransızlar mı başımıza zorla koydu?

Eğitimde birlik (tevhid-i tedrisat) adı altında tekke ve zaviyeleri İtalyanlar mı kaldırdı?

İslâmî şeairden olan Ezanı Muhammediyi (a.s.m.) Amerikalılar mı değiştirdi?

Ayasofyayı Fatih’in bedduasına rağmen Ruslar mı camilikten çıkardılar?

Listeyi daha da uzatmak mümkün. Ne ilginçtir ki korkudan bunlara ses çıkaramayan zavallı insanlar “Papa ülkemizi ziyaret ediyor” diye nümayiş yapıyor.

Kur’ân hakkında hâşâ “Arap oğlunun yavesi (uydurması)” diyen bir kimseye övgüler sunmayı normal sayanlar Papaya niçin küfreder? anlayan varsa beri gelsin.

Kur’ânda onların dinine hakaret etmememiz emredilmektedir. Zira onların da aynı şekilde mukabele edebilecekleri ikaz edilmişken bu kadar yaygarayı anlamak pek mümkün değil.

Bediüzzaman, Hıristiyanların dindar ruhanileri ile dahi medarı niza noktalardan çekinilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Zira dinsizlik ve materyalizm, hiçbir asırda bu kadar güçlenmemişti.

Hal böyle iken dinimizin esasları konusunda hiçbir itirazı bulunmayan ve teslis (üçlü tanrı) safsatası yüzünden bir türlü çıkış yolu bulamayan zavallı Hıristiyanlarla uğraşmak ancak dinsizlerin işine gelir.

Avrupa limanlarının pek çoğunda “seamen clup” adı altında denizcilere hizmet ederek misyonerlik faaliyeti içinde olan kiliseler vardır. Bazen şehirden uzak limanlara yanaştığımız zaman bu kulüplerden taksiler gelir ve ücretsiz olarak denizcileri şehre taşırlar. Ayrıca imkânları dâhilinde yardımcı olmaya çalışırlar. Bu hizmetleri karşılığında herhangi bir çıkar beklemeksizin sadece sempatik görünmeye çalışan bu misyonerleri bazı kaptanlar gemiden kovarlar. Ne de olsa şirket tarafından karşılandığı için kendileri bedavaya şehre gidip gelmektedirler. Güya gemicilerin gâvurlaşmasından korkuyorlar. Gören de ne dindar kaptandır diye zannedecek. Hâlbuki durum tam tersidir. Bir defa dahi anlı secdeye gitmemiş bu adamların Müslümanlara karşı tavırları da çok olumsuzdur. Namaz kılınmasından oruç tutulmasından hiç hoşlanmazlar. İrtica, gericilik kelimeleri dillerinde pelesenk olmuştur. Şimdi bu kaptanların samimiyetine nasıl inanacaksın?

Ben yılbaşında veya hizmet etmek için gemimizi ziyaret eden papaz ve misyonerlere daima nazik davrandım. Bazıları özellikle kaptanlardan çekiniyorlardı. Ben kendilerine geleneklerimizde olduğu gibi misafirperver davrandığım için çok memnun oluyorlardı. Hâlâ aynı konukseverliği gösteririm.

Yukarıda anlattığım bu kişiler gibi siyasetçilerin bir kısmı da oy ve çıkar temin edebilmek için milletimizin dinî hassasiyetlerini istismar etmektedirler. Bunu Papa’ya karşı yapılan gösterilerden anlamak mümkündür. Eğer gerçekten dinî konuda hassas olmuş olsalar hiç olmazsa yurtdışında çalışan gurbetçilerimize destek olabilmek için konuksever olurlardı. Ama geçmişte gördüğümüz gibi “Falanca partiye oy vermeyen cehenneme gider” sözlerini fütursuzca söyleyen bu insanları ben samimi bulmuyorum. Eğer İslâm adına hamiyetli iseler yukarıda saydığım inkılâpları yapanlara karşı çıkmaları beklenir. Yok, eğer kanun maddesi var diye sessiz kalmayı tercih ediyorlar ise bu kendi sorunlarıdır. Hakikatleri görenlerin nezdinde samimiyetlerini ispatlamaları beklenir. Aksi takdirde susmaları kendi lehlerinedir.

28.11.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

“Kuvvetli macun” Manisa



Hafta sonları Anadolu/okuyucu buluşmalarımız devam ediyor. Kışa girerken, Anadolu’nun farklı bölgelerinde toprağın tohumlandığı ve bereketin hazırlık yaptığı bir mevsimde, güneşini kaybetmeyen iller de var.

Bu defa da Ankara’nın soğuk ikliminden Ege’ye uzanırken güneşli bir havayla karşılaştık. Kış tedbirimiz çok gerekmedi. Mihmandarımız Ergun ve Saadettin Beylerle Adnan Menderes havaalanından ayrılıp bir dost ziyaretine gittik.

İzmir’in girişimci, kabına sığmayan, İzmir Ticaret Odası’yla irtibatlı, gelişen ve değişen dinamiklere vâkıf, prensipli ve başarılı bir iş adamı ile uzun bir sohbetin keyifli dakikalarını yaşadık.

Sohbette yakınlaşan seçimle birlikte ortamın ısınacağını söyleyen iş adamı, iş dünyasının beklemede olduğunu, iktidarın seçim ekonomisi uygulayıp uygulamayacağı yönünde tereddütleri olduğunu belirtti. Eğer ilkeli davranıp seçim ekonomisine girmezlerse, iş dünyasının daha sıcak bakacağını ifade etti.

“Ancak” demeyi de ihmal etmedi. Vizyon ve entelektüellik bakımından İzmir’e yaraşır bir temsilî iktidarın gerçekleştiremediğine vurgu yaptı. Geleneksel siyasî tablonun değişebilecek gelişmelerine de değindi. DYP’nin yeni söylemleri ve demokratikleşme açılımlarının olumlu karşılandığına dikkat çekti.

Bu ziyaretin ardından kendi kabuğunu kırmış olan Manisa’ya geçiyoruz. Öğleden sonra gençlerle buluşuyoruz. Onlarla gelecekleri ve kariyer hedefleri üzerine sohbet ediyoruz. Gençlerden oldukça rahat, kendinden emin ve tanımlı bir söylem tarzı ile karşılaşmak doğrusu beni mutlu etti.

Gönlündeki hedefi söylerken mütevazi davranmamaları ve okul sonrası döneme ait iş planları ile sosyal yeteneklerini birleştirme yönündeki iradeleri de ayrıca tetikleyici bir unsurdu. Aynı zamanda Demokrat Gençlik oluşumunun kadrosuydu.

Turgutlu’daki buluşmamız ise ayrı bir zenginlikti. Her yaştan katılımın olduğu gece programımızda, ilgi odağına yine gençler oturdu. Onların bizi dinleme nezaketlerine karşılık biz de onlardan geribildirim almaya çalıştık. Aktif bir diyalog yaşadık.

Öğrenme isteklerini, kariyer edinme düşüncelerini, sosyal sorumluluklarını, üst kuşaklardan beklentilerini, ideallerini ve yarına ait ödevlerini o kadar güzel ifade ettiler ki, doğrusu geleceğimizin teminatı olma hakkını çoktan kapmışlar bile.

Onlara rehberlik eden ruhu genç Ömer Faruk Bey ise, gülen gözleriyle gecenin moral kaynağı oldu. Gençlere ait yeni programların habercisi olan bir değerlendirme yaptı. İyi derece yapmış ve konularında iddialı bir eğitim sürecinde olan bu gençler, daha çok çaba sarf etmeleri gerektiğinin farkındalar.

Pazar günü Belediye kültür merkezinde sistemleşme konulu seminerimiz ise, kendi içinde anlamlı ve geleceği doğru algılayıp çözümleri ortak aklın penceresinden görme açısından bir müzakere ortamıydı. Katılımcıların soruları ve ilgileri memnuniyet vericiydi.

Siyasetin demokrat kalelerinden biri de şüphesiz Manisa. Burada Çevre eski Bakanı ve DYP GİK üyesi Rıza Akçalı’yı da ziyaret ettik. Akçalı, siyasette kırılmayan çizgisiyle Manisa’da sevilen bir sima. Ağar’ın son demeçlerinin müsbet akislerine değindi. Kararlı ve ilkeli demokrat geleneğin kendine yaraşır üslûbunu ve söylemlerini devam ettirmesi ve bunları projelendirmesi gereğine vurgu yaptı.

Akçalı, muhafazakâr değerlerin istismar edilmeden kendilerinde makes bulduğunu belirtirken, yaşanan ikircil tutumların iktidarı zaafa uğrattığını belirtti.

Dönüşümüzde, sosyolog genç bir beyinle sohbet ettik. Mesleği gereği toplumu öğrenme merakı, artan irdeleme arzusu olan genç sosyolog aynı zamanda psikolojide yüksek lisans yapıyor. Toplumdan bireye ve bireyden topluma geçişin iki farklı bakışını yakalamak istiyor.

Demokrasi ekseninde rahat ve özgür bir zeminde geleneğini korumak isteyen modern bir genç profili çiziyor. Siyasî yelpazede soldan baksa da, demokratik söylem tutarlılığı ortaya koyacak bir partiyi tercih edeceğini belirtiyor. Bunun sağ bir parti olmasını engel olarak görmüyor. Bu anlamda demokrasinin yaşatılacağı bir sürece yapılacak katkıyı bir çok arkadaşı gibi önemsediğini belirtiyor.

Manisa’nın meşhur Mesir macunu gibi “Kuvvetli Macun” gençlerin şahsında ümitlerimize moral katan dostlarımıza teşekkür ediyorum.

28.11.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Doğruluğa çağırmak



Birgün Bediüzzaman’a sormuşlar: “Bize her şeyden evvel ne lâzım?” diye. O da, tek kelimeyle, “Doğruluk!” diye cevap vermiş.

Bediüzzaman’ın çağın manevî hastalıklarına ilâç sunan asrın müceddidi ve manevî bir doktoru olarak ısrarla üzerinde durduğu bir husustur bu.

O, doğru olarak İslâmiyeti, İslâmiyete lâyık doğruluğu göstermenin öneminden bahseder. İçi dışı bir olmak zorunda olan Müslüman içindeki güzelliği, doğruluğu dışına yansıtmakla mükelleftir. Hutbe-i Şamiye isimli eserinde de âlem-i İslâmın altı hastalığına sunduğu reçetede yer alan ilâçlardan biri de sıdk, yani doğruluktur. Dinin temelidir doğruluk.

Mü’minin görevi her şeyden önce doğru ve şeffaf olmaktır. Allah’ın hoşnut olduğu kul kalbi temiz, iyi huy ve duygularla dolu mü’mindir.

O iyi olmakla, bu iyiliğini ayna gibi dışa yansıtmakla kalmaz, hâlen olduğu gibi kàlen de iyiliğin dâvetçisi olur.

Evet, mü’min iyiliğin, güzelliğin; iyi, güzel, faydalı olan her şeyin davetçisidir aynı zamanda. Kur’ân’da “iyiliği emir, kötülükten nehiy” şeklinde ifadesini bulan bu farz emir, mü’minin namaz, oruç, zekât gibi vazgeçemeyeceği, omuzlamak zorunda olduğu güzel hasletlerdendir.

Bu yönüyle mü’min rengârenk, güzel kokular saçan bir bahçeyi andırır. Bu ter ü taze, her zaman canlı, misk kokulu özelliğiyle sempatileri çekmekte gecikmez.

Mü’min böyle olmak zorundadır ve bunun için can atar. Çünkü onu böyle olmaya iten nice teşvikler vardır. Bunlardan birinde denilir ki: “Kim doğruluğa çağırırsa ona uyan kimselerin sevabı kadar sevap yazılır. Uyanların sevabından da hiçbir şey eksilmez. Sapıklığa çağıran kimseye de ona uyanların günahı kadar günah yazılır. Ona uyanların günahlarından da hiçbir şey eksilmez.”1

İyilik ve güzelliğin dâvetçileri, bulundukları yeri Cennet bahçelerine döndürürler. İşbirlikleri, diyalogları hep bunun içindir. “İyilik ve takvada yardımlaşınız”2 buyuran Kur’ân emrinin canlı uygulayıcılarıdır onlar.

Allah Resûlü (a.s.m.) Hz. Ali’yi Hayber üzerine gönderirken, “Onları İslâma dâvet et. Allah’ın istediği görevleri onlara anlat. Allah’a yemin ederim ki Allah’ın, senin vasıtanla bir kimseye hidayet vermesi, senin için kırmızı develere sahip olmak [veya onları sadaka olarak vermekten] daha hayırlıdır.”3

Ne mutlu iyiliğin, doğruluğun dâvetçilerine!

Dipnotlar:

1- Riyazü’s-Salihîn ve Terc., 1: 217 (Müslim’den). 2- Mâide Sûresi: 2. 3- Buharî, Cihad: 103; Müslim, Fezâilü’s-Sahabe: 34.

28.11.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Cennetin yolları ve Papa Benediktus'un ziyareti



Şehre gelen papazın biri, Müslüman bir çocuğa kilisenin yolunu sorar:

“Yavrum, ben yabancıyım, kilise nerede, yolunu gösterir misin?”

“Peki amca...” der ve onu kiliseye götürür. Yaklaşınca:

“Yavrum, seni çok sevdim! Şu parayı ve şekerleri al; yarın kiliseye gelirsen sana Cennetin yolunu gösteririm.”

Çocuk şöyle der:

“Peki, ama sen kilisenin yolunu bile bilmiyorsun; Cennetin yolunu nasıl göstereceksin!”

Papa, son anda bir değişiklik olmazsa yarın Türkiye’ye gelecek. Biz misafirperver bir milletiz ve ona kilisenin yolunu gösterelim, gitsin! Onun gelişini bahane ederek Türkiye’yi karıştırmak isteyenler provokasyonlara teşebbüs edeceklerdir. Dr. Sıddık Arslan’ın tesbitleriyle, bu zorlu ziyaretin sabote edilmesinden, özellikle şu faydalar umulabilir:

1- Yükselen değerlerden din ve özellikle İslâm dininin “yayılım hızını kesebilmek” için, dünya halklarının dikkatini Papa’ya ve “İslâmcı teröre” çekmek;

2- İslâm coğrafyasında, post-modern küresel emperyalizmden beslenen “Batı kaynaklı zulme” tepki göstermek maksadıyla, dünyanın dört bir yanından insanların “farklı şekillerde” İslâma ve Müslümanlara yardıma koşmalarının hızını kesmek;

3- Genişletilmiş Ortadoğu Projesine (GOP) ivme, destek ve güç kazandırabilmeye yönelik dikkat çekici bir gerekçe üretmek;

4- Yaklaşık yarım asırdan buyana, AB’ye üye olma yolunda büyük fedakârlıklar yaparak “üyeliğin son dönemeci” olan müzakerelere başlama noktasına gelmiş bulunan Türkiye’nin “kazanımlarını” ortadan kaldırarak, Türkiye’yi “ayrıcalıklı ortaklığa” razı olma noktasına çekmek;

5- Türkiye’nin somut bir şekilde bölünme sürecine girmesinin startını vermek;

6- İstanbul’u kutsal dinlerin merkezi ve medeniyetler ittifakının mekânı haline dönüştürmek üzere Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak;

7- Küresel teröre karşı “ikinci bir dalga” hareketini başlatmak üzere, 11 Eylül 2001 tarihinde NewYork’taki İkiz Kulelere yapılan saldırıdan daha çok ses getirecek çapta, yeni bir terör hadisesi üretmek, vs. olabilir.

Kuşkusuz, sorunsuz gerçekleşecek bir ziyaret, Türkiye’nin çok farklı yönlerden kazançlı çıkmasına imkân sağlamış olacaktır. En basitinden, normal şartlar altında milyarlarca dolara mal olacak bir “Türkiye tanıtımı” bedavaya getirilmiş olacaktır. O halde hassas, duyarlı ve sağduyulu olmaya dikkat!

Peygamberimizin (asm) koyduğu ve Sahabiler, kahraman ecdadımızın Hıristiyanlara, özellikle papazlara ve rahiplere yaklaşım tarzı şudur: Çarpışmadan önce, mutlak olarak İslâma dâvet (Daha önce olarak dâvet ulaşmış olsun veya olmasın) yapılır. İslâmın cihadı; tebliğ, hakkı ihya, zulmü kaldırma olduğu Peygamberimizin (asm) Mute harbine gönderdiği orduya yaptığı nasihatlerden de anlaşılmaktadır:

“Ben size Allah’ın emirlerini yerine getirmenizi, yasaklarından uzak kalmanızı, Müslümanlardan yanınızda bulunanlara karşı hayırlı olmanızı ve iyi davranmanızı tavsiye ederim.

“Allah yolunda, Allah’ın ismiyle savaşınız. Ahde (anlaşmaya) vefasızlık göstermeyiniz! Küçük çocukları öldürmeyiniz! Kadınları, yaşlanmış pir-i fânileri katletmeyiniz! Ağaçları kesip yakmayınız! Evleri yıkmayınız. Orada Nasrânileri (Hıristiyanları), kiliselerinde halktan uzaklaşmış, kendilerini tamamen ibâdete vermiş bir takım kimseler bulacaksınız. Sakın onlara dokunmayız!” (Müslim, 3:1357; Sünen, 4:162-163; İnsan’ül Uyun: 787)

Savaşta böyle olursa, barışta ve misafire nasıl yaklaşmalı?

28.11.2006

E-Posta: [email protected] [email protected]




Nimetullah AKAY

Gurur yaftası



Hayatımın her anında karşıma çıkıp, beni kudsî hedeflerimden ayırmaya çalışan ve adeta insanlık binamın duvarlarından çıkardığı taşlar ve yere devirdikleri sütunlarla evimin harap olması için elinden geleni yapan düşmanım…

Yaratılış kanununa göre yoluma devam etmek isterken, onun her an ve fırsatta yoluma tuzaklar kurduğunu görüyorum. Ben aydınlıkları dünyama kazandırmaya çalışırken o beni karanlıklarla dost etmeye çalışmakta, içinden çıkılması zor derin kuyulara beni atmaya gayret etmektedir.

Rabbimin bana lûtfettiği nimetlere karşı şükür duygularımı ifade etmeye çalışırken o kendine pay çıkarıp sa’yimi heba ediyor. Ben de onun tuzağına düşerek “Ben, ben” diyerek onun zehirli ekmeğine yağ sürüyorum. Görevim aciz ve fakir olduğumu anlamak iken, kendimi firavunmisâl bir halet içine yuvarlanmış gibi görüyorum. Düşman bildiğim çok unsurlar sadece dünya hayatıma zarar verebilirken, o ve onun dostları bu dünya hayatıma zarar vermekle yetinmeyip, ebedî hayatımın da cehennemlerde geçmesi için uğraşmaktadırlar. Ağacın gövdesi içindeki kurt gibi, o da içimi sinsice kemirmeye devam etmektedir.

Sultan-ı Kâinat olan Yaratıcım beni varlıkların en güzeli ve mükemmeli olarak yaratmıştır ki, benim buna karşı her an şükür duyguları içinde olmam gerekmektedir. Bütün kâinatı, canlı cansız her varlık adeta emrimde bulunmaktadır. Kısacası ben ifade edilmesi zor güzelliklere namzet kılınmış bir şekilde yaratılma şerefine nail olmuşum.

İnsan olarak yaratılmanın ayrıcalığı için secdeden alnımı kaldırmamam gerekirken, benim o gaddar düşmanım bütün bu güzellikler için kendine bir pay çıkarmakla beni Rabbime karşı mahcup durumlara düşürmektedir.

Bir değil, iki değil, ne yazık ki hayatımın çok safhalarında nefis olarak bilinen benim bu acımasız düşmanım beni doğru olan yolumdan ayırmakta, beni isyankâr mahlûkların çirkin durumuna düşürmektedir. Ve ben, gaflet perdesiyle gözü kapanmış biri olarak, benlik duygusuyla o düşmanın değirmenine su taşıyacak kadar yolumu şaşırmış durumdayım.

Rabb-i Rahimime ibadet etme nimetine kavuştuğum zamanlarda bile beni rahat bırakmayan bu düşman, imtihanı kaybetmem için elinden geleni yapmakta, ucb tuzağıyla bütün iyiliklerimin şeytan hesabına geçmesine sebep olabilmektedir. Rabbimin lütuf ve ihsanı olarak biraz dünya malına sahip olduğum zamanlarda, ayrıca hemcinslerimle olan münasebetlerimde güzel lâflar etme kabiliyetine sahip olduğum vakitlerde ve yine dünyanın hali olarak insanlarca çok arzu edilen bir mevkie çıktığımda bu benim gaddar düşmanım hemen devreye girmekte ve bu durumlar için kendine vazife çıkarmaktadır.

Dünya nimetlerine sahip olmak güzel bir şey aslında… Sahip olunan nimetleri insanlar şükür duygularıyla bezediğinde daha da güzel olmaktadır. Ama gelin görün ki nefsimiz bu durumlarda bizim yakamızı bırakmamakta ve gurur gibi şeytanî bir yaftayı alnımıza yapıştırana kadar bizim peşimizden ayrılmamaktadır.

Bu sebeple midir ki, dünya malı bakımından zenginlik nimetine kavuşan insanların cehennemdeki yerlerine dikkat çekilmiştir?.. Bu sebeple midir ki, zenginliğini İlâhî rıza dairesinde harcayan insanların yüksek manevî makamlarından bahsedilmiştir?.. Evet, evet… Ne yazık ki, zenginliklerimiz, çoluğumuz, çocuklarımız bizler için fitne ateşi olmaktadır.

Nefsin gururla bizleri en derunumuzdan yaraladığını görüyor ve yine nefsin devreye girmesiyle, sanki hiçbir şey yokmuş gibi, yaptıklarımız normalmiş gibi yaşamaya devam ediyoruz. Büsbütün her şeyi kaybetmiş değiliz elbette. Bu gaddar düşmanla baş etmenin de yolları bulunmaktadır. Mühim olan, küçük düşmanlarla fazla uğraşmamak ve bu büyük düşmanla mücadele ve mücahede etmenin önemini kavrayabilmektir şüphesiz…

28.11.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Besmelenin anlamı nedir?



Sedat Ege: “Besmelenin anlamı nedir?”

Besmele Kur’ân’da 114 defa nâzil olan bir âyettir. Bu âyette Allah üç ismiyle zikredilir. Müslümanlar bu âyeti dillerinden düşürmezler ve böylece her hayırlı işte Allah’ın adını anarak Allah’ın kudretine, inayetine ve merhametine sığınırlar. Mânâsı, Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla demektir.

Bedîüzzaman Hazretleri On Dördüncü Lem’a’nın İkinci Makam’ını Besmeleye ayırır; Besmelenin rahmet noktasında parlak bir mânâsını altı sır içinde izah eder. Bu sırlar üzerinde kısaca duralım:

Birinci Sır: Kâinat simasından, yeryüzü simasına, yeryüzünden de insan simasına; yani kâinattan insana, yani arştan ferşe bir nuranî satır gibi uzanan kâinatla ilgili üç İlâhî hakikat vardır. Bunlar: 1- Ulûhiyet, 2- Rahmâniyet, 3-Rahîmiyet.

Kâinatın her yanında, bütün varlıkların birbirlerine karşı yardımlaşmaları, dayanışmaları, birbirine saygı, sevgi ve ilgi duymaları Ulûhiyet mührünün tezahüründen başka bir şey değildir. “Bismillahirrahmânirrahim”de bulunan Allah lâfzı, böyle yüksek tezahürlerle bize kendisini gösteren Ulûhiyet sıfatına bakmaktadır. Yeryüzündeki bitkilerin ve hayvanların idaresi, terbiyesi ve işlerinin düzenlenmesinde görülen birbirine benzemeklik, uygunluk, düzgünlük, incelik, lütuf ve merhamet ise bize Rahmâniyet imzasını göstermektedir. Besmeledeki “Rahman” ismi de, Rahmâniyet sıfatına delâlet etmektedir. İnsanın manevî mahiyetinde ve simasında bulunan nezaket duyarlılıkları, şefkat incelikleri ve merhamet pırıltıları ise bize Rahîmiyet sikkesini bildirmektedir. Besmeledeki üçüncü isim olan “Rahîm” ismi ise Rahîmiyet sıfatına işaret etmektedir.

İkinci Sır: Kur’ân, mahlûkatın bütününe hâkim olan Vâhidiyet içinde akılları boğmamak için, her bir şeyde Ehadiyet cilvesini gösteriyor. Meselâ bütün dünyayı kuşatan güneşi dev cüssesiyle algılamak gayet geniş ve kapsamlı bir nazar gerektirdiğinden; nazarı geniş olmayan kitlelere güneşin zatını unutturmamak için, her bir parlak şeyde yansımaları vasıtasıyla güneşin zatı gösterilmelidir.—Temsilde hata olmasın—Cenâb-ı Hakk’ın Ehadiyet itibariyle her bir şeyde, husûsan her bir canlıda, husûsan insanın mahiyetinde bütün isimleriyle bir cilvesi bulunduğu gibi; Vahidiyet itibariyle de her bir ismiyle bütün kâinatı kuşatmaktadır. İşte “Bismillâhirrahmânirrahîm” kelimesi, Cenâb-ı Hakk’ın bütün kâinatı kuşatan Vahidiyeti içinde akılları boğmamak ve kalplere Cenâb-ı Hakk’ın Zatını unutturmamak için Ehadiyet mührünün “Allah, Rahman ve Rahîm” isimlerinden müteşekkil üç mühim kaynağını göstermektedir. Yani bu üç ismin her bir şeyde kolayca görünen tecellîleri ısrarla nazara verilmekte ve kalplerin Cenâb-ı Hakk’ı unutmaması sağlanmaktadır. Bu üç ismin, bir İslâm nişanı olan Besmele içerisinde hayatımıza girmiş olması ve her hayırlı işin başında dilimizden düşürmememiz bundandır.

Üçüncü Sır: “Besmele”, bütün kâinata hâkim olan Rahmet hakikatinin arşına yetişmek için mü’minin elinde bir vesile, bir şefaatçi ve bir miraç hükmündedir.

Dördüncü Sır: Mahlûkatta Allah’ın bir olduğunu gösteren sayısız birlik mühürleri vardır; fakat varlıklar ve sebepler içinde boğulduğunda insan, Allah’ın birliğine akıl erdiremez hale gelebiliyor. Bundan dolayı, her bir varlıkta Allah’ın birlik mühürlerini göstermek gerekiyor. Tâ ki, şaşırmadan Cenâb-ı Hakk’ın varlığına ve birliğine inanmak mümkün olsun. Varlıklara en cazibedar nakış, en parlak nur, en şirin tatlılık, en sevimli cemal ve en kuvvetli hakikat olan Rahmet ve Rahîmiyet mührü bunun için konmuştur. Bu Rahmetin kuvveti, insana Allah’ın bir olduğu inancını vermeye yeterlidir. İşte “Besmele”, Rahmetten Allah’ın birliğine ulaşan bu sırrın bir adıdır.

Beşinci Sır: “Besmele” ile insan, manevî simasının işaret ettiği Rahman ismine ulaşır.

Altıncı Sır: Hiçbir şeye muhtaç olmayan Cenâb-ı Allah’ın rahmet hazinesinin en birinci anahtarı “Besmele”dir.

28.11.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Farklı bir atmosfer



Vatikan'ı temsil eden Papalar, geçmiş yıllarda da Türkiye ziyaretinde bulundular.

Ancak, o tarihlerde bugünküne benzer gerginlikler yaşanmadı.

Zira, tarafların birbirini rencide edici herhangi bir söz veya davranışları vaki olmuş, yahut şuyû bulmuş değildi.

Bugün ise, ne yazık ki durum öncekilere nazaran çok farklı bir mahiyet arz ediyor.

Gerilim had safhada.

Bu gerginliğin en önemli sebebi, şimdiki Papanın İslâm Peygamberi (asm) hakkındaki haksız ve talihsiz beyanlarıdır.

Bu da, Müslüman halkımızda haklı olarak büyük bir hoşnutsuzluk meydana getirdi.

Ne var ki, Papanın Türkiye ziyaretine karşı şiddetli reaksiyon gösterenlerin tamamını aynı kategoride görmek ve öyle de değerlendirmek son derece yanlıştır.

Zira, öyleleri var ki, emin olun Papadan daha fazla İslâma muhaliftir. Dolayısıyla, bunlar tepkilerinde samimi ve dürüst değiller.

Ellerinden gelse, imkân bulabilseler, kinlerini olanca kuvvetiyle kusacaklardır. Nitekim, vaktiyle kusmuşlardır.

Kimilerinin tepkisi de "aşk–ı İslâmiye"den ziyade, "aşk–ı siyase"den kaynaklanıyor. Tepkisini siyasî menfaate tahvil etmeye çalışıyor.

Neticede, son derece gergin ve bulanık bir hava meydana getirilmiş oldu.

Resmî dâvet ile gerçekleşen bu ziyaretin, kazasız belâsız ve Türkiye'nin de itibarını zedelemeyecek bir organizasyonla noktalanmasını diliyoruz.

KAYNAK

"Mustafalar"ın Risâledeki yeri

Daha evvelki bir yazımızda nazara verdiğimiz "Dört Mustafa" ve bilhassa "Dördüncü Mustafa" meselesi, pekçok okuyucumuzun dikkatini çekti.

Bazıları haklı olarak sordu ve halen de soranlar var; meselâ diyorlar ki: "Bu anlattıklarınızın Risâlelerde bir yeri, yahut bir dayanağı var mı?"

Var elbette. Meselâ, "sırr–ı inna â'teyna"ya dair bahislerde. Keza "dördüncü devre" ile ilgili izahlarda.

Gayr–ı münteşir "sırr–ı inna â'teyna"da, "üç rükün" olarak üç Mustafa'dan ayrıntılı bir şekilde zaten söz ediliyor.

Emirdağ Lâhikasındaki bir mektupta da "sırr–ı inna â'teyna"nın devam ettiğine dikkat çekiliyor.

Sekizinci Şuâ'nın bir hâşiyesinde ise, bu kez "dört rükün"den bahsediliyor. Dolayısıyla, şahıslar da dörde çıkmış oluyor. İşte o haşiye...

"HAŞİYE: Hem de İnna a’teyna’nın sırrı kısmen tahakkuk etmiş. Çünkü, süfyaniyetin dört rüknünden en kuvvetlisi ve dehşetlisi bütün bütün çekildi. Kabir altında azap çekiyor. Ve (yaş itibariyle) en büyüğü dahi alâkası bilfiil çekilmiş, Mason komitesinin mahkûmu ve âleti olup azabıyla meşguldür. Yalnız onun gölgesi hükmediyor. İleri tecavüz etmemekle beraber, kısmen geriliyor. Bâki kalan iki şahıs ise, ellerinden gelse tamire çalışacaklar." (Şualar, sayfa 634)

Günün Tarihi

Yunan cephesinde zincirleme bozgun

28 Kasım 1922: Yaklaşık dört yıldır süren Anadolu Savaşında (İstiklâl Harbi) Yunan ordusunun mağlubiyetine sebebiyet verdikleri için Küçük Asya Ordusu Başkomutanı General Georgios Hacıanestis (1863–1922) ile başbakanın da dahil olduğu beş kabine üyesi idam cezasına çarptırıldı.

İdamlar 2 Aralık'ta infaz edildi. Ancak, Yunan cephesindeki durumda herhangi bir iyileşme, yahut rahatlama sağlanamadı. Lozan görüşmelerinin devam ettiği şu günlerde, Yunanistan, bir yandan da içerde yaşanan kaosu dindirmekle meşgul oldu.

Hem esaret, hem idam

Daha evvel görevden alınan ve 2 Aralık'ta da idam edilen başkomutan Hacıanestis'in yerine, yeni başkomutan olarak General Trikopis atandı.

Ancak, bu yenisi de ümit verici herhangi bir varlık gösteremedi. Tam aksine, Anadolu'daki durum büsbütün aleyhlerine döndü ve bozgun cephesi daha da büyümüş oldu.

Zira, Yunan Başkomutanı General Trikopis'in aralarında bulunduğu üç kişilik komuta kademesi, Anadolu'ya gelir gelmez Türk askeri tarafından yakalanarak esir edildiler.

Komutanlarının esir alındığını haber alan Yunan askeri, tam bir bozgun havası içinde gerisin geriye kaçmaya başladı. 8 Eylül gecesine gelindiğinde, Yunan donanmasının İzmir sâhilindeki son gemisi Naksos da buradan ayrılmak zorunda kaldı.

Bozgunların böyle zincirleme devam edip gitmesi, Yunan halkını çileden çıkardı. Halkın galeyana gelerek isyana yönelmesi, sonunda Kral Konstantin'i bile tahtından etti.

Lozan görüşmeleri, işte böyle bir ortamda başladı. Ne var ki, Yunanlıların bu perişaniyeti karşısında, İngiliz heyeti konferansta olanca ağırlığıyla o boşluğu da doldurmaya ve Türk tarafını asla kabul edilmeyecek bir takım anlaşmalara imza atmaya mecbur etti.

Böylelikle, Yunan tarafının darmadağın bir durumda iken başlayan Lozan Konferansı, ne yazık ki Türk tarafının darmadağın olmasıyla neticelendi. Meselâ, Ege Denizindeki 12 adanın savaş mağlubu Yunanistan'a peşkeş edilmesi gibi...

28.11.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Bir darbe, üç savaş



2007 gelmeden kötü şöhreti geldi. Abdullah-Zeyno kehanetlerine bakacak olursanız 2007 falında veya totosunda bölgeyi bir darbe ile üç savaş bekliyor. Neden fal veya neden toto? Zira 2007 yılında Türkiye’nin bir darbeye gebe olduğunu söyleyen Zeyno Baran, 28 Şubat sürecinde ‘darbe totocusu’ olarak anılan Zafer Mutlu’nun üvey kızı. Kehanet, 2007’de mi tutar, 2008’e mi sarkar veya sonrasına mı onu Allah bilir. Ama ‘fifty fifty’ olan bu iddiayı yabana atmamak lâzım. Zira üvey babasının kehaneti hiç ıskalamadı. Tuttu, hatta içindeymişcesine bildi. Bu isabete şapka çıkarılır. Mahir ve hünerli insanlar.

2007 falında bölgeyi üç savaşın beklediğini söyleyen Ürdün Kralı Abdullah II’nin de Zafer Mutlu gibi kötü bir şöhreti var. Attığını tutturuyor. Gelecek okumaları bağlamında, birçok kavramın da mucidi. 2003 Irak işgali öncesinde unutulmaz bir lâf etmiş veya kavram üretmişti: İşgalle birlikte Pandora’nın kutusu açılır ve bir daha kapatılamaz. Dediği gibi çıktı. Ve daha sonraki sözleri veya uydurduğu kavramlar da bu sürecin tabiî bir sonu. İlerlemesinden ibaret.

Savaştan sonra Washington Post gazetesine yaptığı değerlendirmede ise bir Şiî üçgenden bahsetti. Bu kavram da çok tuttu ve hâlâ da yansımaları devam ediyor. Bu defa da bir sonraki dönemin veya 2007’nin falına baktı ve burada üç savaş göründüğünü söyledi.

Bunlar, Nostradamus’un kehaneti değil, sürecin içinde yaşayan ve geleceği öngörebilen bir arif kişinin gelecek okumaları veya kehanetleri. Ürdün Başbakanı eski bir istihbaratçı. Yani Abdullah’ın çevresi istikbal analizi yapabilenlerle çevrili ve kaynıyor ve bu zeminden konuşuyor. Uluslararası toplum tedbir almazsa Filistin, Lübnan ve Irak’ta iç savaşın kaçınılmaz olduğunu öngörüyor. Bu sözler, bütün dünya basın bültenlerinin (27/11/2006) flash haberleri arasındaydı. Sanki Filistin’de ateşkes ve Fetih-HAMAS arasında millî mutabakat hükümetinin teşekkülüyle birlikte bu badire şimdilik atlatılmış görünse de, ya sonrası? Halit Meşal’e göre İsrail sözlerinde durmazsa üçüncü intifada yolda. Ancak İsrail’le bozuşma içte laik ve anti laik sürtüşmesini de körüklüyor.

***

Lübnan’da da durum böyle. Lübnan daha karmaşık. Hükümetteki Sünnî eksene mukabil muhalefetteki Şiî-Hizbullah eksenine paralel olarak Aun ile Cemayel’ler ve diğerleri arasında Hıristiyan cephe de boydan boya yarılmış durumda. ABD ile karşıtları arasındaki bölgeyi kontrol mücadelesi kamplaşma ve onun ötesinde iç savaş ihtimalini derinleştiriyor. Ürdün Kralı Abdullah, Nejad’ın gerçekleşmeyen üçlü zirvesine (Talabani, Esat ve Nejad) mukabil topraklarında Maliki ile Bush’u buluşturmaya çalışıyor. Bush-Maliki anlaşsa da, anlaşamasa da yani her iki halde de bunun çapraz yansımaları olacaktır. Maliki tam bir açmazdadır. Anlaşmazsa ABD, anlaşırsa da hükümetini Mukteda Sadr yıkacak. Maliki kırk katır mı kırk satır mı berzahında yani bıçak sırtında yürüyor. Bir de Sünnileri kızdırması cabası. Velhasıl çoktandır Irak iç savaşın kıyılarında dolaşıyor.

ABC Kanalına vermiş olduğu beyanatta Abdullah II. Filistin meselesini cevhere Irak’ı da onunla bağlantılı bir meseleye benzetmiş. Lübnan’ın da diğer ikisiyle bağlantılı olduğunu ifade ediyor. Bundan dolayı yangın yerine dönen bölge meselelerinin çözümünü bütün tarafların katıldığı bir masada görüyor. Lübnan meselesi de ABD ile karşıt kutup arasında bir halat çekme mücadelesi. Hizbullah bu halata çok asılır ve tırmandırırsa kendi ayağına vurmuş ve kutuplaştırma siyasetinden medet umanların da ekmeğine yağ sürmüş olacaktır. Çare teslim olması değil elbette. İtidal göstermesindedir. Bu itibarla, Tayyip Erdoğan Hizbullah’ın hükümetten çekilmesini ve süreci tırmandırmasını doğru bulmadığını söylemiştir. Zira, bunun ötesi Robert Fısk veya Abdullah II’nin dediği gibi çıkmaz sokağa yani iç savaşa çıkar. Maliki de bu çelişkiler veya çelişkili ilişkiler içinde ve bıçak sırtında dengeyi yakalayabilmelidir. Yoksa alevler yaş veya kuru; önüne çıkan herşeyi yakacak.

***

Zeyno Baran, Newsweek dergisinde yayımlanan makalesinde askerlerin 10 yıl önce Necmettin Erbakan’ı iktidardan uzaklaştırdıklarını hatırlattı. Bugün de 28 Şubat sürecini tetikleyen şartların yeniden ortaya çıktığını savunan Baran ‘Bir kez daha iktidarda bir İslâmcı var. Bir kez daha generaller hükümetin laik devleti nasıl zedelediğini öfke ile fısıldıyorlar. Bana göre, Türkiye’de 2007’de askerî darbe olması ihtimali 50-50’ diye yazdı.

Zeyno Baran kimdi? Neocon düşünce kuruluşu Hudson Institute uzmanı. Nixon Center’dan transfer oldu. Güvenlik, enerji, Avrasya ve Türkiye uzmanı. Gazeteci Ahmet Uran Baran’ın kızı. Annesi ise gazeteci Füsun Mutlu. Gazeteci Zafer Mutlu’nun da üvey kızı. Kemal Derviş’in Dünya Bankasındaki ekibi arasında yer aldı. 1996’dan beri Washington’da çeşitli kuruluşlarda görev aldı. 2003’te Nixon Center’da çalışmaya başladı. Bu yılın Nisan ayından beri de Hudson Institute’da görevli.

2007’nin alevlerini şimdiden hissetmeye başladık bile. Kehanetler yumağında 2007’nin yalazları şimdiden üzerimizde hissediliyor.

28.11.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Siyaset mühendisliği



Adalet Bakanı Cemil Çiçek, MHP kongresinden hemen sonra Genel Sekreter Cihan Paçacı’yı arıyor.

“Sayın genel başkan keşke o sözü söylemeden önce bir telefon etse, kendisini aydınlatsaydık” diyor ve ekliyor: “57. Hükümetin Adalet Bakanı da bu konuyu iyi biliyordu, sayın genel başkan ona da sorabilirdi” ardından yine ekliyor: “İmralı hazırlandığında Faruk Bey bakanlıkta görevliydi. Ona sorabilirdi.”

Faruk Bey, Bahçeli’nin en yakınındaki isimlerden Faruk Bal.

Adalet Bakanlığında uzun süre üst düzey bürokrat olarak görev yapan Faruk Bal,

ANASOL-M hükümetinde ise devlet bakanıydı. Bugün de Bahçeli’nin A takımı arasında yer alıyor.

Belirtmeye bilmem gerek var mı, ama Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in, izahat vermek istediği kişi MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli. Cemil Çiçek, Bahçeli’nin kongrede Öcalan’ın İmralı’dan alınıp, F Tipi Cezaevine konulacağı sözleri üzerine bu girişimlerde bulunuyor.

Bir, Adalet Bakanı İmralı’nın zaten yüksek güvenlikli F Tipi bir cezaevi olduğunu belirtiyor.

İkincisi ise Öcalan’ın oradan normal bir F Tipine nakledilmek için defalarca müracaat ettiğini, kabul etmeyince de AİHM’e müracaat ettiğini hatırlatma gereği duyuyor.

Cemil Çiçek’e göre, Öcalan’ın İmralı’da tutulması 57. Hükümetin kararı ve bu doğru bir karar.

Çiçek ayrıca Öcalan’ın da orada bir eli yağda, bir eli balda olmadığını belirtiyor, olayın Avrupa boyutu ve PKK’nın istismarına fırsat vermemek için başka bir ayrıntı vermiyor.

Ama şunu soruyor, “Koalisyon ortağıyken Öcalan’ın idam dosyasını Başbakanlıktan Meclise getirmekte muvaffak olamayan ve bunu devlette uyum adına sineye çeken MHP şimdi neden birden bire celâllendi?”

Cevabı aranması gereken bir soru. MHP müflis tüccar gibi eski defterleri mi karıştırıyor, yoksa siyaset meydanına sürecek yeni bir malzemesi olmadığı için mi naftalinli konuları servise veriyor?

Bunlar cevabı aranması gereken sorular elbette ki... Ancak AKP yönetiminde özellikle de Başbakanın danışmanlarında MHP olayını hafife alma eğilimi hissediliyor.

Toplumlar her zaman gerçeklerin peşinden gitmezler. Kimi zaman duygular ağır basar. Ama 1999 seçimlerinde Ecevit ile Bahçeli’nin seçilmesinin arkasında yatan duygu sağanağı değil miydi? Elbette ki şimdi şartlar da farklı.

Ancak dikkatinizi çekiyor mu bilmem. Üniversitelerdeki açık oturumları, tartışma programlarını, gençlerin çıkardığı yayınları takip ediyorum, gençler de müthiş bir şekilde dışa kapalılık, yabancı sermaye düşmanlığı ve işi yerli malı haftasını millî bayram ilân edecek ölçüde bir milliyetçilik hakim. Seçme yaşının 18, seçilme yaşının 25 olduğu dikkate alınırsa, demografik bir milliyetçi dalganın geldiği dikkate alınmalı.

Ancak bir şey daha dikkate alınmalı.

Ne iktidara, ne de muhalefete yarayan bir şey var. O da siyaset mühendisliği.

Nice kurtarıcı adamlar çıktı, nice ismi yanyana geldiğinde tek başına iktidar olsa bile azımsanan politikacılar geldi geçti.

Ancak her defasında görüldü ki, Ankara’daki siyaset mühendisi her defasında sandıktan hüsranla çıkıyor. Yekta Güngör Özden’lerin, Osman Özbek’lerin partisi seçime bile girmeye cesaret edemedi. Ecevit, yüzde bir buçuk oyla perişan oldu. Sadece, ‘Muhtar bile seçilemez’ denilen Tayyip Erdoğan’ın partisinin anayasaya değiştirecek bir sayıyla iktidar olması değil, 1983’te ihtilâlin lordlar kamarası tarafından MDP karşısında buçuk partisi gözüyle bakılan Özal’ın iki kez üst üste tek başına iktidar olması da bu siyaset mühendisliğinin milletten vize alamadığının en çarpıcı örnekleriydi.

Şimdi AKP karşısında bir milliyetçi blok oluşturmaya çalışanların gözünden kaçırdığı bir nokta var. Halk kendine güven vermeyen liderin peşine düşmüyor, samîmî bulmadığı hiçbir siyasî formülü desteklemiyor.

Nasıl düşsün? Tüm siyasî mücadelesini başta başörtüsü konusu olmak üzere yasakçılık üzerine kurmuş, laiklik zaptiyeliğine soyunmuş bir CHP’nin seçimler yaklaşınca dindarlara göz kırpmasına, bir dönemler ağzını doldurarak, faşistlikle itham ettiği milliyetçilikten MHP’yi sollayacak seviyeye gelmesine kim inanır?

Bunlar seçimlik ya da mevsimlik konular değil. Hele hele sandıktan sandığa değiştirilen gömlekler hiç değil.

Baykal soldan kaybettiğini sağda arayacağına, önce solun oylarını toparlayabilecek bir performansı ortaya koyabilse yeter.

Siyaset mühendisliği başarılı olsa Mesut Yılmaz, Yüce Divan’a değil, Çankaya’ya giderdi....

28.11.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

“İslâmın kapısı” Açe



Dünyanın en kalabalık nüfusuna sahip olan Endonezya’nın Açe bölgesi, 2 yıl önce yaşanan deprem ve tsunami felâketiyle gündemimize girmişti. 300 bine yakın insanın bir günde öldüğü başka bir felâket dünya tarihinde yaşanmamış denilebilir. İşte Açe, 2 yıl önce, (26 Aralık 2004’de) böyle büyük bir felâket yaşamıştı.

Yaşanan felâletin ardından bölgeye koşan yardım ekiplerinin başında Türkiye’den giden sivil toplum kuruluşları da vardı. Basta İHH olmak üzere çok sayıda yardım kuruluşu bölgeye koşmuş, Türkiye de devleti ve milletiyle Açe’nin derdine derman olmaya çalışmıştı.

İnsanî Yardım Vakfı İHH’nın dâvetiyle 21 Kasım günü akşam saatlerinde başlayan Açe yolculuğumuz, 25 Kasım akşamı İstanbul’a dönüşümüzle son buldu. İHH, tsunami felâketi sonrasında yaptığı yardımlara kalıcı bir hizmet daha ilâve etti ve Açe’de yaklaşık 100 yetimin barınabileceği bir ‘yetim evi’ kurdu. Açe’de hizmete açılan “İstanbul Yetimevi”nin açılışına şahit olduk. Üzerinden 2 yıl geçen tsunami felâketinin izlerini gördük.

İnşallah önümüzdeki günlerde gezi ile ilgili notları sizlerle paylaşmak niyetindeyiz. Şu kadarını söylemek istiyoruz: Açe, tam anlamıyla bir İslâm beldesi. Zaten ismi tek başına “Açe” değil, “Açe Darulislâm” olarak anılıyor, yani “İslâmın kapısı.” Açe’de İslâmî yaşantı, sosyal hayatın her yanında kendisini hissettiriyor. Camiler ve tesettür, İslâmın mührünün oralarda olduğunun en güzel ispatı. Endonezya 250 milyon nüfusa sahip en büyük İslâm ülkesi olurken, Açe bölgesi de 4 milyona yaklaşan nüfusuyla Endonezya’nın en güzel yüzü. Tsunami felâketi sonrasında çok daha yakından tanıdığımız bu belde ile tarihte de çok güzel ilişkilerimiz olmuş. Bütün dünyaya adaletiyle hükmeden Osmanlı Devleti, bu beldemize de el uzatmış ve gelen yardım taleplerini karşılamış. Dolayısı ile, bütün İslâm beldelerinde olduğu gibi Açe’de de Osmanlı ve Türkiye hakkında çok iyi düşünceler var. Zaten “Selamün aleyküm” adeta bir ‘parola’ ve tanışma vesilesi olmak için yetiyor. Ezan-ı Muhammedi de öyle. Açe’de hemen her namaz öncesi önce Kur’ân okunuyor ve bütün şehir adeta Kur’ânla çınlıyor. Ardından okunan ezan-ı Muhammedî de bu beldenin bir İslâm beldesi olduğunu adeta haykırıyor.

Endonezya ve Açe, mekân uzaklığı sebebiyle fazla ilişkilerimizin olmadığı İslâm beldesi. Ancak gelişen teknoloji ve kolaylıklar sebebiyle bu beldelerle de ilişki kurmamız mümkün. Yılın yarısının yağmurlu olduğu ancak soğuk ve kış aylarının bilinmediği bu beldeler, iş adamlarımız için de imkânlar sunuyor. “Çin-u maçin”e kadar ulaşan işadamlarımızın, Endonezya ve Açe’ye ulaşmamış olmasını anlamak mümkün değil. Avrupa ve Orta Asya’da görmeye alıştığımız Türkiye’nin ‘marka’larını Açe’de Endonezya’da göremedik. Bu da, bu bölgelerle yeteri kadar ilişki kurulamadığını gösteren başka bir gösterge. Elbette bu bölgelerin ‘uzak’ olması ciddî bir manidir. Ancak, bütün bu olumsuz şartlara rağmen ticarî faaliyetlerin bu bölgelere kaydırılmasında da fayda var. Çünkü, ‘Hindistan cevizi ve mango’ gibi tropikal mevye ve sebzeler daha çok bu bölgelerimizde yetişiyor. Bu mevyeler de Türkiye’de ‘pahalı’ satılan meyveler. Doğrudan ticaretin gelişmesi belki de iki taraf için de faydalı olacaktır.

Aradan iki yıl geçmesine rağmen Açe’de yaşanan tsunami felâketinin izlerini görmek mümkün. Az da olsa hâlâ kaldırılamayan ‘enkaz’ var. Açe, zengin petrol ve doğalgaz yataklarına sahip. Buna rağmen, ‘zengin’ bir bölge değil. Elbette, Afganistan ve Afrika gibi bölgelerle de kıyaslanamaz, onlara nisbetle çok iyi durumdalar. Ancak bir günde 250, ya da 300 bin kişinin ‘şehit olduğu’ bir beldenin kısa sürede kendini toparlayabilmesi kolay değildir.

Bütün bunlara rağmen Açe, bir İslâm beldesi olduğu için ‘kader’ine teslim olmuş ve bu felâketten bir saadet çıkarmak için çalışıyor... İnşallah, başta Açe olmak üzere bütün İslâm beldeleri ve nihayet insanlık saadete ve huzura kavuşur... Duâmız ve temennimiz budur.

28.11.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Fox TV



Bir haber nazarınıza sunmak istiyorum.

Amerikan patentli Fox TV, Şubat ayında TGRT logosunu silip resmen yayına başlayacak.

Fox TV, bildiğiniz gibi ünlü Yahudi medya patronu Robert Murdoch’a ait bir televizyon kuruluşu. Önce bir gerçeği hatırlayalım.

ABD medyası İsrail yanlısı haberler verir.

Bununla birlikte Avrupa basını da (Batı Avrupa dahil) Ortadoğu haberlerini hep “tek taraflı” verir ve Müslümanlar birer “potansiyel terörist”tir.

İsrail’in önce Filistin’e ardından Lübnan’a yönelik askerî saldırısı haberlerini göz önüne getirin. Hafızanızı bir yoklayın.

Hizbullah’a yapılan saldırıları genel anlamda “Global Terörizme Karşı Savaş” başlığı ile servis edildi ve insanlar öyle algıladı ve yanıltıldı.

Yani “yalanlarla” insanlar resmen uyutuldu.

Malûm: Batı’da egemen medya, İsrail katliâmını hep küçümser, gizler. Hatta haklı göstermeye yönelik bir “üslûp” benimser. Çünkü onlara göre Hizbullah “savaş”ı başlatan ve saldırgan bir taraftır! Hatta, “ateşkes”e rağmen, Batı Medyası bu taraflı tutumunu ısrarla sürdürdü.

Düşünün: New York Times’dan CNN İnternational’e, Frankfukter, Allgemenine Zeitun’dan Amerikan ve Avrupa medyası, hem İsrail resmî yöneticilerin ve Filistinli ve Lübnanlı yetkililere oranla, ortalama beş misli daha fazla zaman yer vermiş. Bu yetmemiş gibi neredeyse her seferinde Hamas ve Hizbullah’ı terörist örgüt olarak tanıtmış. Peki ne oldu?

Egemen medyanın olumsuzlukları Türk medyasına da yansıdı.

Gazetelerin yorum ve röportaj köşelerinde, ‘savaş’ı açıklamak, tahlil etmek adına İsrail propagandası yapılırken, televizyon haberlerinde, Lübnan’da yüzlerce insanın ölümüne karşılık, İsrail’deki her ölü ve yaralı, hem muhteva hem de süre olarak çok daha ayrıntılı ve uzun sürede verildi. Hatta, dramatize edildi.

Sütun/cm ya da dakika-saniye hesabı yapmak da çok anlamlı olmayabilir. Çünkü bu dengesiz, orantısız izleme-aktarmada muhteva hep aynı: İsrail meşrû savunmada!!!

İsrail ve ABD medyasının beklendiği üzere, siyonist saldırıyı gizlemek için ağırlıklı olarak Hamas ve Hizbullah’a yüklenmesi şaşırtıcı olmasa gerek.

Aslında, İngiliz İşçi Partili bir milletvekilinin (George Galloway) Murdoch’a ait Sky TV’deki 6 dakikalık söyleşisi egemen medyanın tüm foyalarını daha net biçimde çok güzel teşhir etti.

11 Eylül’den sonra Batı medyasında oluşturulan ‘Müslüman=Terörist’ denklemi önemli bir unsur. Soykırım kurbanlarının kurduğu İsrail devletine karşı eleştirel yaklaşım, özellikle Batı Avrupa’da anti-semitizmle özdeşleştirildiği için açıkça görülen Siyonist vahşet, Hizbullah terörizmi bahanesiyle gizlenmeye çalışıldı.

Yani, yalanlarla “ters/yüz” edilen gerçekler.

Meselâ:

-İsrail, meşrû ve demokratik bir devlettir, bizdendir...

-İslâmiyet, Ortadoğu için tehlikeli ve saldırgan bir dindir!!!

Murdoch’un SKY ya da Fox TV’si işte bu ideolojik saplantılardan yola çıkıp, hakikî gerçek yerine medyatik gerçeği(!) yeniden üretip dünya kamuoyuna yayıyor. Saldırgan ‘’demokrat ve mağdur’’, saldırıya uğrayan ise, ‘’terörist’’ olarak gösteriliyor.

Ne diyorduk? Konumuz elbette ki, Fox TV... Ve Murdoch’un sahibi olduğu medya kuruluşları.

Toparlayacak olursak:

Fox TV gibi çağımızın en saldırgan emperyalist savaş yanlısı bir televizyon kanalı...

Öyle ki, iki muhabiri tamamen meslekî sebeplerden dolayı istifa ettiklerini açıkladı geçenlerde.

Amman’da görev yapan iki prodüktörü Serene Sabbagh ve Jomana Karadsheh istifa mektuplarında şöyle yazdı:

“Adil ve dengeli olduğunu söyleyen bir TV kanalında artık çalışmamız mümkün değildir, çünkü Fox TV ne adil ne de dengeli. Fox TV sadece Bush’un Beyaz Saray’ının ve İsrail propaganda mekanizmasının aleti olmakla yetinmiyor, bütünlüğü ve profesyonelliği olmayan bir savaş kışkırtıcısı haline geldi.” Hülâsanın hülâsası:

TGRT bu milletin gözbebeği alınteriyle kurulmuş bir kanaldı.

Ama şimdi, Murdoch gibi birinin eline teslim ediliyor. TGRT’nin Fox TV gibi Amerikan milliyetçiliği yapmış bir kanalın elinde olması ne hazin.

28.11.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004