Hürriyet-i kelâm
Bizi yaratan, hürriyetin bir çeşidi olan seçme, irade etme (cüz-i irade) hakkını doğuştan insana vermiştir. Bu irade ile istidatlarımızın gelişmesine zemin hazırlayıp, imtihana tâbi tutarak, insan-ı kâmil olma neticesini bu hürriyete bağlamıştır.
Allah insanları eşref-i mahlûkat olarak yaratmış, tenezzülât-ı İlâhiye ile kendisine muhatap seçmiştir. Yani Yaratıcı olduğu halde yarattığı mahlûkun düşüncesine ve davranışlarına değer vermiş ve o davranış ve düşüncelerin olgunlaşabilmesi için de, hürriyet zeminini takdir etmiştir. Ve hatta düşünceyi ve istidatları geliştirmeye dönük olarak, âyet ve hadislerle sık sık düşünmeye, tefekküre, akletmeye vurgular yapmıştır.
Yaratıcı ve insan arasındaki münasebet böyle iken, insanların kendi aralarındaki münasebeti tam bir zalimlik ve cahillik örneği sergilemektedir.
Düşünceye değer vermek, davranışa ve farklılıklara saygı duymak, insanı eşref-i mahlukat olarak görmemizden geçecektir. Farklılıkları hazmedememek, kendisi gibi düşünmeyenleri yok saymak veya linç etmek, bu bakışın (insanı eşref-i mahlûk olarak görme) su-istimalinden başka bir şey değildir.
21. yüzyılı yaşadığımız şu günlerde hâlâ insan hakları, hürriyet, hak ve hukuk meselelerini tartışmaktayız. İnsanoğlu yüzyıllardan beri bu kavramların mücadelesini vermiş ve insanlık bir çok devirlerden geçerek, malikiyet ve serbestiyet devrine gelmiştir. Ama hâlâ bu kavramlar insanlık ailesi için ortak payda haline gelememişse, sistemdeki problemden kaynaklanmaktadır. Yani insanlık arzuladığı sistemi bulamamıştır.
İnsanlık tarihine bakıldığında hürriyetin, hak ve hukukun, adaletin gerçek anlamda yaşandığı bir dönem olarak Asr-ı Saadet karşımıza çıkmaktadır. Asr-ı Saadet nasıl bir sistem getirmiş ki insanlık saadet asrını yaşamıştır? Problemin çözümü işte bu sorunun cevabındadır. 1500 yıl öncesi bu saadet tablosuna bakmaya tenezzül etmeyip, yüz çeviren bugünkü sefih medeniyet, çözümü yanlış yerde, zamanda ve adreste aramaktadır.
Asr-ı Saadetin getirdiği sistem, insanın saadete ulaşmasını netice verecek hürriyet-i şer’iye modelidir. Bu ise, müraât-ı ahkâm ve adab-ı şeriat ve ahlâk-ı hasene ile tahakkuk etmiş ve neşv-ü nema bulmuş bir sistemdir. İşte insanlık bu formüle ulaşmadığı müddetçe, hiçbir sistemle ve hiçbir zaman ve mekânda gerçek saadete ulaşamayacaktır. Zira fıtrat, fıtrî olmayanı reddeder. Nitekim insanı yaratan ve onu farklı kabiliyetlerle donatan, onun ne ile saadete vasıl olacağını da bilen olacaktır. Yani fıtrata zıt bir cereyan vermek, aksiyle karşılaşmayı netice verir. Bu şekilde tanımlanan hürriyet, olsa olsa hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır, nefs-i emmareye esir olmaktır. Oysa fıtrî olan, şer’î olan hürriyet odur ki, ne nefsine, ne başkasına zararı dokunmasın.
Hayatı boyunca hep bu fıtrî hürriyet mücadelesi içinde olmuş olan Bediüzzaman, ‘Ekmeksiz yaşarım hürriyetsiz yaşayamam’ diyerek, imandan aldığı güç ile, hürriyetin insan için ne kadar zorunlu bir ihtiyaç olduğunu ispat etmiştir.
Bediüzzaman şöyle der; ‘kalplerin derinliklerine kadar nüfuz etmek, hissiyatın en incelerini heyecana getirmek, istidatların inkişafına yol açmak, ahlâk-ı âliyeyi tesis ve alçak huyları imha ve izale etmek ve cevher-i insaniyetten perdeyi kaldırıp hakikati teşhir etmek hürriyet-i kelâm ile mümkündür.’
Hürriyet-i kelâmın olmadığı bir yerde, sosyal, siyasal ve ekonomik alanlardaki gelişmeler de olmayacaktır. Çünkü toplumun büyük bir bölümünün bu gelişim sürecinde kararlara ortak edilmesi, onların da kafa yorması, düşünmesi sağlandığı takdirde önemli adımlar atılmış olacaktır. Fakat düşünen kafaların da düşüncelerini hür ve serbest bir ortamda ifade etmesi gerekmektedir.
Böyle bir hürriyetin olmadığı yerde istibdat hükümferma olacaktır. İstibdat da birey ve toplumun dengesini bozacaktır. Antidemokratik yaklaşımlar (baskıcı, dayatmacı) her türlü su-istimale ortam hazırlayan, zulüm ve baskılara imkân tanıyan ve toplumun gelişmesinde ciddî engellerdir. Bu engel ile insanları sefalete ve cehalete mahkûm edip, insanlar arasında olması gereken içtimaî hayatın en önemli esaslarından olan sevgi, hürmet, merhamet duygularını köreltip, fikr-i intikam, kin ve nefret duygularını yaygınlaştırmaktadırlar.
Sonuç itibariyle, toplumun idarecilerinin topluma, toplumun fertlerinin de birbirine eşref-i mahlûkat nazarıyla bakması, farklı düşünce ve davranışları hazmetmesi gerekmektedir. Gerçek anlamda insana saadet getirecek hürriyet, Yaratıcının koyduğu nizama uymak ve yaşanmış olan Asr-ı Saadeti günümüzde ihya etmektir.
İnsandaki cevherin, istidatların inkişafı ve güzel ahlâkın ortaya çıkabilmesi hürriyet-i kelâma bağlıdır. Hatta alçak huyların imha ve izalesi dahi hürriyet-i kelâmla mümkündür. İnsanın ifadeye döktüğü fikir yanlış bile olsa, ifade hürriyeti tanındığı için, o yanlışını görmesi ve izale etmesi daha kolay olacaktır. Aksi halde bu hürriyet verilmezse, yanlış düşünceden yanlış fiiller doğacak, bu da problemin daha da büyümesini netice verecektir.
Bugün Türkiye’nin karşılaştığı problemlerin temelinde hürriyet-i kelâmın ihlâli vardır. Terörizm, şiddet, ahlâksızlık, uyuşturucu, töre cinayetleri hatta dinin siyasallaşmasında bile hürriyetlerin yasaklanması vardır.
Ailede, okulda ve devlet yönetimine katılma noktasındaki yasaklar, yukarıdaki kötü sonuçları doğurmuştur. Bireyin en tabiî hakkı olan fikir ve kelâm hürriyetine yasak konduğu takdirde, fikrini ifade zemini bulamayan birey, bunu fiiliyle ifade etmeye kalkmaktadır. Yani terörün altında fikirlerini yönetim bazında ifade edemeyenler bulunmaktadır. Şiddetin altında, okullarda kendini ifade edemeyen öğrenciler bulunmaktadır. Ahlâksızlık, uyuşturucu ve töre cinayetlerinin altında da kişinin yine kendini aile içinde ifade edememesi bulunmaktadır.
Nitekim, terörün temelindeki hürriyet-i kelâm yasağını fark eden DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar’ın, siyaset arenasında bu günlerde gündeme gelen orijinal bir yaklaşım olan, ‘Ovada siyaset’ modeli, çok ciddî bir çözüm teklifisidir. Bu model gerçekte hürriyet-i kelâmın en güzel gerçekleşme zemini olan istişare ortamına dâvet niteliği taşımaktadır.
Ailede, okulda, devlet yönetiminde (sivil toplum örgütleriyle) kurulacak istişare mekanizması, fikirlerin hür ve serbest bir ortamda ifadesini netice vereceği için, fiiliyata dönüşmeden pek çok yanlışı ortadan kaldıracaktır.
“Hiçbir insan yoktur ki istişareye ihtiyaç duymasın” diyen Hz. Peygamber, 1500 yıl önce ortaya konmuş ve Asr-ı Saadette yaşanmış en ideal birlikte mutlu yaşama modelini, istişare şartına bağlayarak bizlere ders vermiştir.
|
Yasemin YAŞAR
28.11.2006
|