Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 28 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Onlar atalarını sapıklıkta buldukları halde körü körüne onların izinden koşuyorlar. And olsun ki onlardan önce gelip geçenlerin de çoğu sapmıştı.

Sâffât Sûresi: 69-71

28.11.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Koğuculuk, sövme ve ırkçılık Cehennemdedir. Bunlar bir mü'minin kalbinde yer almaz.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3813

28.11.2006


Yalnız Lâilâheillallah yeterli değildir!

Beşinci Mesele

Saniyen: Mektubunuzda “Mücerred ‘Lâilâheillallah’ (Allah’tan başka hiç bir ilah yoktur) kâfi midir? Yani, ‘Muhammedü’r-resûlullah’ (Muhammed Allah’ın Resûlüdür) demezse ehl-i necat olabilir mi?” diye, diğer bir maksadı soruyorsunuz. Bunun cevabı uzundur. Yalnız şimdi bu kadar deriz ki:

Kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirinden ayrılmaz, birbirini ispat eder, birbirini tazammun eder, biri birisiz olmaz. Madem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Hâtemü’l-Enbiyâdır, bütün enbiyanın vârisidir. Elbette bütün vusul yollarının başındadır. Onun cadde-i kübrâsından hariç hakikat ve necat yolu olamaz. Umum ehl-i marifetin ve tahkikin imamları, Sadi-i Şirazî gibi derler:

“Ey Sadi! Hz. Muhammed’i (asm) örnek almadan bir kimsenin selâmet ve safa yolunu bulması imkânsızdır.”

Hem “Bütün yollar kapalıdır; ancak Hazret-i Muhammed’in (asm) yolu açıktır” demişler. Fakat bazen oluyor ki, cadde-i Ahmediyede (asm) gittikleri halde, bilmiyorlar ki cadde-i Ahmediyedir ve cadde-i Ahmediye dahilindedir.

Hem bazen oluyor ki, Peygamberi bilmiyorlar; fakat gittikleri yol, cadde-i Ahmediyenin eczasındandır.

Hem bazen oluyor ki, bir keyfiyet-i meczubâne veya bir hâlet-i istiğrakkârâne veya bir vaziyet-i münzeviyâne ve bedeviyâne sûretinde, cadde-i Muhammediyeyi düşünmeyerek, yalnız ‘Lâilâheillallah’ onlara kâfî geliyor.

Fakat bununla beraber, en mühim cihet budur ki: Adem-i kabul başkadır, kabul-ü adem başkadır. Bu çeşit ehl-i cezbe ve ehl-i uzlet veya işitmeyen veya bilmeyen adamlar, Peygamberi bilmiyorlar veya düşünmüyorlar ki kabul etsinler. O noktada cahil kalıyorlar. Marifet-i İlâhiyeye karşı yalnız ‘Lâilâheillallah’ biliyorlar. Bunlar ehl-i necat olabilirler.

Fakat Peygamberi (asm) işiten ve dâvâsını bilen adamlar onu tasdik etmezse, Cenâb-ı Hakkı tanımaz. Onun hakkında yalnız ‘Lâilâheillallah’ kelâmı, sebeb-i necat olan tevhidi ifade edemez. Çünkü o hal, bir derece medar-ı özür olan cahilâne adem-i kabul değil; belki o kabul-ü ademdir ve o inkârdır. Mu’cizâtıyla, âsârıyla kâinatın medar-ı fahri ve nev-i beşerin medar-ı şerefi olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmı inkâr eden adam, elbette hiçbir cihette hiçbir nura mazhar olamaz ve Allah’ı tanımaz. Her ne ise, şimdilik bu kadar yeter.

Mektûbât, s. 321-22

Lügatçe:

mücerred: Yalnız, tek başına.

ehl-i necat: Kurtuluşa erenler.

tazammun: İçine alma.

Hâtemü’l-Enbiyâ: Peygamberlerin sonuncusu.

vusul: Kavuşma, ulaşma.

cadde-i kübrâ: Büyük cadde.

necat: Kurtuluş.

ehl-i marifet: Allah’ı bilme lütfuna eren.

keyfiyet-i meczubâne: Meczupça durum.

hâlet-i istiğrakkârâne: Kendinden geçme hâli.

vaziyet-i münzeviyâne ve bedeviyâne: Tek başına ve bedevîce kalma hali.

adem-i kabul: Kabul etmeme.

kabul-ü adem: Yokluğunu kabul etme, inkâr.

sebeb-i necat: Kurtuluş sebebi.

Bediüzzaman Said NURSÎ

28.11.2006


İnsan olmayı tercih etmek

Hayat bir taraftan güzel, hoş, cazip, çekici, lezzetlerle dolu. Diğer taraftan ise acılar, sıkıntılar, belâlar, hastalıklar, musibetler, ölümler hayatın lezzetini kaçırıyor. Üstelik insan çoğu kez acı ve sıkıntılar karşısında çok çabuk bezginliğe düşüyor. Çözemediği problemler, altından kalkmakta zorlandığı sıkıntılar bezginliğini daha çok arttırıyor. Sabrı kısa, dayanım gücü az, tevekkül duygusu eksik ise hemen isyan duyguları harekete geçiyor. Kadere karşı itirazlar başlıyor. Önceleri sıkıntılar ve acılardan şikâyet başlıyor. “Niçin bu belâ, niçin bu sıkıntı, ne ettim de bunlar başıma geldi” gibi bir sürü soru, zihin dünyasını işgal ediyor. Ardından hayatı sorgulamaya kalkışıyor. “Keşke olmaz olsaydım, ben bu dünyaya niye geldim vs.” gibi şuursuzca sorular sormaya başlıyor. Sanki dünyaya gelişinden pişmanlık duyuyor. Bu konuda bir çok örnekle karşılaşmışızdır hayatta. Tıpkı yakın zamanda bir arkadaşımla yaşadığım hâl gibi.

Şöyle ki:

Yakın bir arkadaşım vardı, iş yerinden. Çözmekte zorlandığı, devam eden problemleri vardı. Zaman zaman bu problemlerin şiddeti artıyordu. O zamanlarda dayanma gücü de o ölçüde azalıyordu. Bir gün yine bir sohbet esnasında problemlerinden bahsetmiş, şikâyetleri neredeyse isyan noktasına gelmişti. “Keşke olmaz olsaydım” türünden sözlere başlamak üzereydi ki, onu engelledim.

Önce teselli ettim:

“Seni anlıyorum. Derdin büyük, sıkıntın çok. Ama bu kadar şikâyet edecek mesele yok ortada. Düşün, senden daha kötü durumda olan yüzlerce insan var”

“Bana ne diğer insanlardan” der gibi gözüme baktı.

Devam ettim:

“Şu an ciddî sıkıntıların var. Ateş düştüğü yeri yakar, başına gelmeyen bilmez. Bunlar doğru. Ama bunun neticesi yok olmayı istemek değil. Şimdi ‘Hiç olmasaydım, hiç dünyaya gelmeseydim’ diye dövünüp duruyorsun. Peki ‘yok olmak’ tercih edilecek bir şey midir? Şimdi sen gerçekten yok olmayı, dünyaya hiç gelmemeyi, yani insan olarak hiç, ama hiç yaratılmamayı ister misin? Şu anki acılarını bir kenara bırak da, biraz mantıkla düşünerek bu soruma cevap ver. Gerçekten yok olmayı ister misin?”

Ani bir refleksle “İsterim tabiî” der gibi yüzünü ekşitti. Ama ardından düşünmeye başladı. Belli ki iç dünyasında bir dalgalanma olmuştu.

“Yani, işte sıkıntım çok, biliyorsun. Fakat hiç olmamayı da kabullenmek zor tabiî ki. Şu sıkıntılarım olmasa hayat çok güzel elbette”

Baktım, sıkıntıların verdiği acı ile hislerine kapılıp ileri geri konuşuyor, ama biraz mantık kuralları içinde düşünmeye başladığında tam olarak yok olmayı kabullenmiyordu.

“Yok olmayı kabullenemiyorsun. Ama acı ve sıkıntılardan da şikâyet ediyorsun. Bizimle birlikte yaratılmış diğer mahlûkların çoğu acı ve sıkıntı nedir bilmezler. Çünkü acıyı ve sıkıntıyı hissedecek akıl ve fikirleri yok. Meselâ koyunlar ve inekler. Biliyorum, senin ciddî problemlerin var. Şimdi sana teklif edilseydi ki, ‘Gel koyun ol, insan gibi acı çekmektense, bir koyun gibi, bir inek gibi hem insanlara faydan olsun, hem de acılardan sıkıntılardan kurtulursun’ dense ne derdin? Gerçekten insan yerine başka bir mahluk olmayı ister miydin?”

Arkadaşım bu sözlerimden biraz alınmıştı:

“Yani koyun mu?”

Belli ki bu benzetmekten hoşlanmamıştı.

“Peki şöyle yükseklerde uçan bir kartal olmaya ne dersin?”

“Ya da güçlü, kükreyen bir aslan? Kaplan veya iri cüsseli bir fil?”

Daha bir çok mahlûku saydım durdum. Baktım hiçbir mahlûka razı olmuyor arkadaşım. Hangi mahlûku teklif etsem ya kızgın, ya da gülümseyerek itiraz ediyordu. Saydığım bütün mahlûklara benzemeyi veya o mahlûk olmayı vicdan ve aklı bir türlü kabullenmiyordu.

Arkadaşım bu fikri müzakereden sonra biraz olsun rahatlamıştı.

Gerçekten de aklı başında olan bir insan, insan olmaktan başka hiçbir mahlûk olmayı kabullenemez. İnsan ne yer olmayı, ne gök olmayı, ne güneş ve ne ay olmayı, ne dünya ve ne de dünya içindekilerden biri olmayı, ne bitki, ne ağaç, ne hayvan, ne böcek, ne sinek ve ne de başka bir şey, hiçbir şekilde başka bir mahlûk olmayı asla ve asla ki kabullenemez.

İnsan ancak insan olmayı tercih eder.

Şöyle bir düşünün, insan olmak ne güzel, insan olarak yaratılmak ne kadar kıymetli. Düşünmek, konuşmak, akıllı olmak, yüzlerce his ve duygularla donatılmak ne kadar hoş. Planlama yapmak, bir şeyler üretmek, yeni şeyler ortaya koymak tarifi imkânsız bir lezzet. İnanmak, ebedî hayat adayı olmak, ibadet etmek, iman etmek lezzeti ebede uzanan nimetler. İnsanlığın güzelliklerini saymakla bitiremezsiniz.

Demek ki insan her halükârda insan olmayı tercih edecek.

Ve demek ki insan, insan olmaktan razı.

Bu kadar güzelliğin yanında elbette ki az biraz acılar, sıkıntılar, belâlar, musibetler, hastalıklar, kötülükler ve şerler olacak. Bunlar hayatın çerezleri. Hayatta karşılaştığımız menfî hallerden çok da fazla şikâyet etmemek lâzım. Tüm bunların bir mesajı var. Bu mesajları doğru anladığımız zaman, insan o zaman insan olur. İnsan olmanın mayasında tüm bu saydığımız eksikler ve sıkıntılar vardır. Bunlar hayatı insan olarak yaşamamızın bir gerekleridir de. Kötülükler ve musibetler insanları insan olmaya sevk eden teşvik kamçılarıdır. İnsan bu kamçılarla mükemmel insan olmaya doğru koşar durur. İşte insan sıkıntıları, kötülükleri ve diğer menfî halleri doğru anlayıp, doğru yönlendirip ve doğru idare ettiği zaman tam bir insan olur.

Öyleyse şikâyet yerine şükür, tenkit yerine tevekkül etmeliyiz ki, insan olmanın zevkine varalım.

Halil AKGÜNLER

28.11.2006


“Doğru” bir diyaloğa doğru

Bediüzzaman Hazretleri, belki de hiç umulmadık bir şekilde, 1950’li yılların başlarında Vatikan-Papalık makâmına bir adet elyazması Osmanlıca Zülfikar mecmuası göndermiş. Onlar da, buna karşılık olarak şu aşağıda gelen Teşekkür Mektubu’nu Üstâd Hazretleri’ne göndermişler.

“Papalık Makam-ı Âlîsi, Kalem-i Mahsûsu, Başkitâbet Dâiresi / Vatikan (Numara: 232247 - 22 Şubat 1951)

“Efendim, Zülfikar nâm el yazısı olan güzel eseriniz İstanbul’daki Papalık makam-ı vekâleti vasıtasıyla Papa Hazretlerine takdim edilmiştir. Bu nazik saygınızdan dolayı gâyet mütehassis olduklarını bildirirken, üzerinize Cenâb-ı Hakk’ın lütûflarını dilediklerini tebliğe beni memur ettiklerini arza müsâraât eylerim. Bu vesile ile saygılarımı sunarım efendim. Vatikan Bayn Başkâtibi.” (Emirdağ Lâhikası, s. 303)

Benim asıl merak ettiğim konu ise: Neden, başka bir eserini değil de Zülfikar nâm kitabını, ve de “özellikle” elyazması Osmanlıca nüshasını göndermiş olmasıdır...

Zülfikâr mecmuasının muhtevasına baktığımızda şu sıralamayı görürüz: 25. Söz-Mu’cizât-ı Kur’âniye, Âyetü’l-Kübrâ’dan bir bölüm, 20. Söz, 12. Söz ve 7. Lem’a, Lemeât’tan Îcaz ile Beyan İ’câz-ı Kur’ân, İki Bürhân-ı Muazzam, Habbe’nin Zeyli’nin Arabî bir fıkrası, 29. Mektûb’un Sekizinci Kısmı’nın Remizleri, Emirdağ Çiçeği ve Meyve Risâlesi’nin On Birinci Mes’elesi’nin Hâtimesi; 19. Mektup-Mu’cizât-ı Ahmediye ve 19. Söz ve Şakk-ı Kamer Mu’cizesi, M’irac Risâlesi’nin bir kısmı, Âyetü’l-Kübrânın On Altıncı Mertebesi; 10. Söz-Haşir Risalesi ve Hâtimesi olan Arabî Hizb-i Nûrî ile Merhum Hasan Feyzi Ağabey’in Risâle-i Nûr’un hakkaniyetine dâir, Üstâd Hazretleri tarafından kısmen tayyedilmiş bir mektûbu.

Üstad Hazretleri, “özellikle” bu kitabını Vatikan-Papalık Makamı’na göndermekle, eğer bu anlamda bir diyalog söz konusu olacaksa, sağlıklı olabilmesi için, öncelikle, siz kendi dâvânızı tam olarak ispatla beraber, zihne gelebilecek hemen hemen bütün şüphe ve de suâlleri izâle etmeniz lâzım geldiğini “bir düstur” olarak ihtar ediyor zannederim.

Ve 1962-1965 yılları arasında Vatikan’da toplanan İkinci Vatikan Konsili’nin “Karar Metni”nde, Üstâd Hazretleri’nin bu örnek davranışının büyük etkisinin olduğu kanaatindeyim. Çünkü, karar metninde, Vatikan Hıristiyan Olmayanlar Milletler Sekreterliğince yayınlanan, “Hıristiyanlarla Müslümanlar Arasında Bir Diyalog İçin Yönlendirmeler” başlığı altında şöyle denilmektedir:

“İslâm’a karşı aldığımız tavırların, yeni baştan bir gözden geçirilmesi ve önyargılamızın bir tenkîde tabi tutulması... İslâm’ın, zihinlerimizde eskiden kalmış veya peşin fikirler ve iftiralarla çehresi değişmiş zaman aşımlı görüntüsünü terk etmemiz... Müslümanlara karşı batının reva gördüğü haksızlıkları itiraf etmemiz... Biz, bu konuda Müslümanlara karşı beslediğimiz kötü zihniyetten kendimizi arındırmalıyız. Özellikle İslâmiyet hakkında hemen her fırsatta, hem de iyice düşünmeden varılan her türlü yargıdan kendimizi kurtarmayı düşünüyoruz. Samîmî Müslümanın kendisini öyle görmediği bu çarçabuk varılmış keyfî kanıları, artık kalplerimizde yaşatmamamız çok önemli görünmektedir... İbrahim’in (as) Allah inancını esas alan Müslümanlar, bizimle birlikte, çok merhametli, Kıyâmet Günü’nde yargılayıcı Hâkim olacak tek Allah’ın kendisine ibâdet ederler...” (Müspet İlim Yönünden Tevrât, İnciller ve Kur’ân, Maurıce Bucaille, Fransızca’dan çeviren: Doç.Dr. Mehmet Ali Sönmez, Diyânet İşleri Başkanlığı Yayınları)

20. asır, materyalizm ve de pozitivizm gibi dindışı felsefî akımlar tarafından, bütün teknik imkânların yanı sıra kitle iletişim ve de eğitim gibi imkânları da kullanılarak Allah ve de Âhiret inancının, dolayısıyla bütün semâvî dinlerin en yoğun bir şekilde—tabîri câizse—bombardımana tutulduğu, ahlâkın tâ en temellerinden sarsıldığı, tarihin hiçbir devresinde görülmeyen müthiş olaylara şâhit ve de tanık olmuştur. İtiraf etmek gerekirse; ne Hıristiyanlar, ne de Müslümanlar tek başına bu mücadelede tam olarak muvaffak olamamıştır.

İnsanlık tarihinin kaydettiği en acılı, en büyük ve de en kanlı savaşlar da yine bu yüzyılımızda gerçekleşmiş, bunların birinde 30 milyon, diğerinde ise tam 55 milyon insan ölmüş, milyonlarca insan da sakat kalmıştır ki, bu anlamda bu yüzyıl, “İnsanlık tarihinin en karanlık ve de en kanlı yüzyılı” ismine lâyık görülmüştür.

İşte iki din mensuplarının da “tek başına” üstesinden gelemediği, bu, “iki cihanı sarsan” büyük ve de ehemmiyetli hâdiseler karşısında iki büyük semâvî dînin Allah’a îman, âhiret mes’ûliyeti ve de ahlâkî-vicdânî sorumluluk gibi ittifak olunabilecek temel “âzamî müşterekler”de ortak hareket etmesi bir zarûret halini almıştır kanaâtindeyim.

Bediüzzaman Hazretleri ise, bunun yolunu açmış ve bu yoldan gidebileceklere de—her iki taraf için de—yol göstermiştir.

Orhan Ali YILMAZ

28.11.2006


Münâcâtü'l-Kur'ân

FÎL:

1. Ey Fil Sahiplerini helâk eden, onların kötü plânlarını boşa çıkaran, onların üzerine pişmiş çamurdan yapılmış taşlar atan sürülerle ebâbil kuşları gönderen! (1-4)

KUREYŞ:

1. Ey kullarını açlıktan kurtarıp doyuran ve korkudan emin kılan! (4)

28.11.2006


Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Söz, Meyve’nin Yedinci Meselesi, Münâcât

“Ve ileyhi’l-masîr. Yani, “Daire-i huzuruna ve âlem-i bâkîsine ve ahiretine ve sermedî dâr-ı saadetine gidileceği gibi, bütün kâinattaki mahlukatın mercii O’dur. Bütün esbâb silsileleri O’na dayanıyor ve kudretine istinad eder ve o kudretinin tasurrufatına birer perdedirler. O kudret-i kudsiyenin izzetini ve haşmetini muhafaza için, bütün zahirî sebepler yalnız birer perdedirler, icadda da hiç tesirleri yoktur; emir ve iradesi olmazsa, hiçbirşey, hatta hiçbir zerre hareket edemez” demektir. Bu kelimedeki hüccete gayet kısa bir işaret ederiz:

“Evvelâ: Bu kudsî kelimenin ifade ettiği haşir ve ahiret ve hayat-ı bakiye hakikatinin bu gelen bahar gibi katî ve şüphesiz tahakkukunu ve geleceğini tam iman ettirmek ve ispat etmek cihetini Onuncu Söz ve zeyillerine ve Yirmi Dokuzuncu Söze ve Meyvenin Yedinci Meselesine ve Münacat Şuâına ve Nurun imanî risâlelerine havale ederiz. Elhak, onlar bu rükn-ü imanîyi öyle bir tarzda hadsiz hüccetlerle ispat etmişler ki, dünyanın mevcudiyeti derecesinde ahiretin tahakkukunu, en muannid münkirleri de tasdike mecbur eden bir sûrette ispat etmişler.”

(Şuâlar, 524)

On Dokuz, Yirmi ve Yirmi Dördüncü Mektub

“Risâle-i Nur’un en nurânî cüzleri 19., 20. ve 24. Mektub’lardır” (Şuâlar, 614)

Yirminci Mektub

“Kudret-i İlâhiyeye nisbeten zerrât ve seyyârât müsâvî olduğunu ve haşr-i azamda umum zîruhun ihyası, bir nefsin ihyası kadar o kudrete kolay olduğunu ve şirkin hilkat-ı kâinatta müdahelesi imtina derecesinde akıldan uzak olduğunu kemal-i vuzuh ile gösteren Yirminci Mektub’daki ‘Her şeye gücü yeter ve hiçbir şey ona ağır gelmez’ kelimesi beyanında ve üç temsili havî onun zeyli, şu azim sırr-ı vahdeti keşfetmiştir”

(Mektûbât, s. 361)

28.11.2006


Hendek Savaşında şanlı sahabeler-2

Şanlı Sahabelerden Hazret-i Huzeyfe (ra) Hendek Savaşı’nda bir hatırasını şöyle anlatıyor:

Allah’a yemin ederim, Hazret-i Peygamber’in (asm) duasından sonra o korku ve soğuğu artık hissetmez oldum, hepsi kaybolup gitti. Resûlullah’ın yanından kalkıp giderken Hazret-i Peygamber (asm) bana:

“Ey Huzeyfe, sakın bana dönüp gelinceye kadar düşman içinde herhangi bir olay çıkarma!” dedi.

Böylece çıktım, müşriklerin ordusuna yaklaştım. Baktım ki bir ateş yanıyor. Esmer ve şişman bir adam, ellerini ateşte ısıtıyor ve kalçalarına sürerek “Artık dönelim, artık dönelim” diyordu. Bu geceden önce Ebu Süfyan’ı tanımıyordum. Ateşin ışığında adama atmak için okluğumdan beyaz başlı bir ok çıkardım, yayıma yerleştirdim.

Fakat Hz. Peygamber’in “Düşman içinde bir olay çıkarma” sözünü hatırladım ve oku tekrar yerine koydum. Sonra bana cesaret geldi ve ordugâhın içine girdim. Baktım ki bana en yakın bulunan kişiler Beni Amir kabilesidir. Birbirlerine “Ey Amir’in ailesi! Haydi, geri dönünüz. Sizin artık burada yeriniz yoktur!” diyorlardı. Fırtına da onların üzerine üzerine esiyor, onların sınırını aşmıyordu. Allah’a yemin ederim ki, fırtınanın eşya ve yatakları içine savurduğu taşların sesini duyuyordum.

Sonra Resûlullah’a (asm) doğru geldim. Yolun ortasına gelince, yirmi kişi civarında bir süvari kafilesiyle karşılaştım. Hepsi de sarıklıydı. Bana:

“Arkadaşına söyle, Allah onu bunların şerrinden korudu!” dediler.

Resûlullah’a geldim. Peygamber (asm) abasını sırtına sarmış, namaz kılıyordu. Allah’a yemin ederim ki, ben döner dönmez, eski soğuğu hissettim. Çenelerim birbirine vuruyordu. Hz. Peygamber, bana “Gel” diye işaret etti. Ona yaklaştım. Abasının eteğini sırtıma attı. Hz. Peygamber (asm) bir hadise ile karşılaştığı zaman namaz kılardı. Ona durumu anlattım ve “Ben onların aralarından ayrılırken, onlar dönmek üzereydiler” dedim.

Bunun üzerine, Allah Teâlâ, Ahzab Sûresi’nin 9. âyetten 25. âyetine kadar indirdi.

(Kenzu’l-Ummal 5/279)

Süyleyman KÖSMENE

28.11.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004