05 Aralık 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Kazım GÜLEÇYÜZ

Sihirbaz diplomatlar


A+ | A-

Geçen gün Lâhika sayfasının “risaleden iktibas” köşesinde, Meyve Risalesi’nin sonunda yer alan ve Felâk Sûresindeki âyetlerin çağımızdaki hadiselere yönelik şifreli mesajlarının tahlil edildiği bir kısım yayınlandı.

Orada Üstad umumî harpleri çıkaran ecnebi gaddarların hırs ve haset ile bizdeki hürriyet inkılâbının Kur’ân lehindeki neticelerini bozmak fikriyle çıkardıkları fitnelerde, “siyasî diplomatlar”ın, “radyo diliyle herkesin kafalarına sihirbaz ve zehirli üflemeleriyle” oynadıkları role dikkat çekiyor (Şualar, s. 419). Osmanlı sultanlığının el değiştirmesinden sonra Balkan ve İtalyan harpleri ile Birinci Dünya Savaşının patlak vermesini bu sürecin kilometre taşları olarak kaydediyor.

Demek ki, bütün o savaşların çıkarılmasında en önemli maksat, İkinci Meşrutiyetin ilânıyla birlikte gelen hürriyet inkılâbının Kur’ân lehinde meydana getireceği neticeleri sabote etmek.

Ve hadise, hürriyet inkılâbından on yıl kadar önce İngiliz Sömürgeler Bakanı Gladstone’un parlamento kürsüsüne çıkıp elindeki Kur’ân’ı göstererek sarf ettiği, “Bu kitap Müslümanların elinde kaldığı müddetçe biz onlara hakim olamayız, ya Kur’ân’ı ortadan kaldırmalı ya da Müslümanları ondan soğutmalıyız” sözüyle işareti verilen dehşetli planlarla doğrudan irtibatlı.

Üstadın Birinci Şua’daki izahları da konunun diğer boyutlarını tamamlıyor (bilmânâ): İslâm devletinin nurunu söndürmek niyetiyle Avrupa zalimlerinin yaptığı müthiş suikast planını akim bırakmak için Türkiye hamiyetperverleri hürriyeti ilân ediyorlar. Ama ardından Birinci Dünya Savaşı sonrasında Sevr muahedesiyle Kur’ân’ın zararına yine gayet ağır şartlar konularak aynı plan sürdürülünce, Türk milliyetperverleri bu defa cumhuriyeti ilânla mukabele edip Kur’ân’ın nurunu muhafazaya çalışıyorlar.” (a.g.e. 1193)

Ne var ki, cumhuriyet adı altında bir istibdad-ı mutlak rejimi kurularak, Sevr’le yaptırılamayanların Lozan’ın gizli hükümleriyle tatbik sahasına konulduğu ve akabinde “otuz sene sonra Kur’ân’ı kendi eliyle imha edecek bir nesil yetiştirme” hedefiyle hazırlanan eğitim programlarının (Tarihçe, s. 241) uygulandığı süreç başlıyor.

“Şimdi İslâmlar içinde nur-u Kur’ân’a muhalif haletlerin ekserîsi o suikastların ve Sevr muahedesi gibi gaddarane muahedelerin vahim neticeleridir” (Şualar, s. 1103) diyen Üstadın, bu bağlamda Lozan’ın konumuna ışık tutan bir makaleyi Büyük Doğu dergisinden iktibasen Emirdağ Lâhikası’na koyduğunu hatırlayalım (s. 537-40).

Bu çerçevede Felâk Sûresinin tefsirinde “ecnebi muahedelerin icbarıyla (zorlamasıyla) bu vatanda ehemmiyetli sarsıntılar ve felsefenin tahakkümüyle bu dindar millette ehemmiyetli tahavvüller (değişimler) vücuda gelmesi”ne (s. 419) dikkat çeken Üstadın, Tabiat Risalesi’nin girişine koyduğu nottaki “İslâm ordusunun Yunan'a galebesinden neşe alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı (fikirleri) içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri içine girmek, bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalıştığını gördüm, ‘Eyvah’ dedim, ‘Bu ejderha imanın erkânına ilişecek” (Lem’alar, s. 421) ifadeleri de dikkat çekici.

Bütün bunları bir araya getirerek baktığımızda, dine karşı hazırlanan dessas planların tatbikinde ve yine bu amaca yönelik savaşların çıkarılmasında, siyasî diplomatların medyayı kullanarak yaptıkları sihirbaz ve zehirli üflemelerin özel ve kritik bir yeri var. Hem devlet politikaları, hem de kamuoyu bu üflemelerle oluşuyor.

Ve Üstad, “Kendi menfaatleri için küre-i arza ateş atan üfleyicilerin ve sihirbaz o diplomatların tahribata ait bütün işleri ayn-ı şerdir (sırf şerdir)” ifadesini de kullanıyor (Şualar, s. 421).

Son günlerde WikiLeaks adlı internet sitesi üzerinden ve özel seçilmiş medya organları vasıtasıyla ortalığa saçılan diplomat yazışmaları, şu aşamada ilgili ülkelerin iç siyasetleri ve dış ilişkileri bağlamında derlenen bazı iddiaları içeriyor.

Ama işin tarihe uzanan arkaplanı çok derin.

05.12.2010

E-Posta: [email protected]



Vehbi HORASANLI

Beybaba


A+ | A-

Ticaret gemilerinde yaklaşık 13 yıldır çalışıyorum. Bu sürenin ilk iki yılı hariç tamamında gemi kaptanlığı yaptım. Bizim gemilerimizde kaptana “süvari bey” denir lâkin bazı gemiciler bana “beybaba” diyordu. Bunun sebebini bilmiyordum lâkin yıllar sonra anladım ki “beybaba” ismi donanma subaylarına verilirmiş.

Peki, beybaba ismi nereden gelir onu hiç düşündünüz mü? Bu yazıda hem bunu anlatmak hem de Türklerin yetiştirdiği en büyük gazilerden Oruç Reis’ten bahsetmek istiyorum.

Oruç Reis, Baba oruç diye bilinir ve Barbaros kardeşlerin en cengâveridir. Ağabeyi İshak ve en küçük kardeş olan İlyas ile beraber savaşlarda şehit düşmüşlerdir. Osmanlı devletine Kaptanı Derya olan Gazi Hızır Hayrettin Paşa ise bu meşhur kardeşlerin üçüncü sırada olanıdır.

Barbaros Kardeşler, Midilli’de doğmuştur ve bir Osmanlı Sipahisi’nin çocuklarıdır. Hızır Reis teknesi ile yakın yerlerde ticaret yaparken gözü pek olan Oruç Reis, daha uzaklara yelken açmış Trablusşam’a gitmeye karar vermişti. Fakat yolda Rodos şövalyelerinin güçlü gemileri ile karşılaşmıştı. Çok kanlı bir savaştan sonra yaralı olarak esir düştü. Küçük kardeş İlyas ise bu savaşta şehit düşmüştü. Önce zindana atıldı sonra da Rodos gemilerinde “forsa” olarak çalışmaya başladı. Hızır Reis ağabeyini kurtarmaya çalışmışsa da buna bir türlü muvaffak olamamıştı.

Fakat oruç Reis bir fırsatını bulup fırtınalı bir günde forsa olarak çalıştığı gemiden kaçmayı başarmıştı. Antalya’da yine bir Türk kaptanı olan Ali Reis’in gemisine ikinci kaptan olmuş o sırada Memluk Türklerinin hakim olduğu İskenderiye şehrine gelmiş onun hizmetine girmişti. Mısır Hakanı Oruç Reis’e 16 pare gemi yaptırmış ve emrine vermişti. Lâkin Rodoslular büyük bir donanma ile Oruç Reis’i Payas’ta yakalamış hatta gemilerini yakmış, fakat kendisini yakalayamamışlardı. Oruç Reis esaretin ne derece zor bir iş olduğunu gayet iyi biliyordu.

Daha sonra Manisa’da vali olan Şehzade Korkut’un emrine girdi. İki teknesi ile birlikte haçlı gemileri ile amansız bir savaşın içine girdi. Çok büyük başarılara imza atarak Midilli’ye geri döndü. Lâkin Osmanlı devletinde küçük kardeş Yavuz Sultan Selim Han tahta oturmuştu ve Şehzade Korkut’un peşine düşmüştü. Bu yüzden Midilli’de kalamadı ve yeniden denize açıldı.

Yine Haçlı gemilerini vurmuş ve büyük ganimetlerle İskenderiye’ye gelmişti. Mısır Hakanının huzuruna çıktı ve gemilerini Rodoslulara yaktırdığı için kendini affettirmeye muvaffak oldu. Bu arada Hızır Reis, Şehzade Korkut ile olan yakınlığından dolayı Osmanlı ile ters düşmemek için Midilli’den ayrılmaya karar vermişti. Ağabeyi Oruç Reis’le Tunus’taki Cerbe Adasında buluştu ve birleşerek Tunus Sultanından Halkul Vad limanını kiraladılar.

İki kardeş, Akdeniz’de o zamana kadar Müslümanlara aman vermeyen Rodos, Venedik ve İspanyol Korsanlarına karşı başarılı bir şekilde savaşmaya başladılar. Bu arada Engizisyon Mahkemelerinde dininden dönmedikleri için Müslümanlar diri diri yakılıyorlardı. Binlerce Müslüman’ı, hatta Yahudiyi İspanyol zulmünden kurtaran Barbaros Kardeşler, en büyük ağabeyleri İshak ile beraber Cezayir’e gelmişlerdi. Buradaki İspanyollar Müslüman halka zulmediyordu. Bazı şehirleri İspanyollardan kurtaran Barbaros Kardeşler, bütün Müslümanların gözbebeği olmuşlardı. Onlara göre bu kahraman Türkler denizde ve karada savaşmayı çok iyi biliyor yıllardır esir oldukları Hıristiyanlara karşı durmasını biliyorlardı.

Tekrar baba ocağına gelen Barbaros Kardeşlere çok sayıda Türk leventi de katıldı. Şöhretini duyan birçok kişi bu Haçlılara karşı amansız kardeşlere katılmaya devam ediyorlardı.

Barbaros Kardeşler, Muslihiddin Reis ile Yavuz Sultan Selim Han’a hediyeler gönderip onun hayır duâsını aldılar. Hatta Padişah biri Oruç reis’e diğeri de Hızır Reis’e iki mükemmel kadırga yaptırdı ve Türk leventlerine, Barbaros Kardeşlere katılmaları için izin verdi.

Hızır Reis Becaye’yi Oruç Reis’te Cezayir şehrini İspanyollardan kurtarmış Müslümanların rahat bir nefes almasını sağlamışlardı. Bu arada Tunus Sultanı Osmanlı yardımından dolayı Barbaros Kardeşlere düşman olmuş İspanyollar ile işbirliği yapmaya başlamıştı.

İspanyol Kralı ve Almanya İmparatoru Charles Quint, büyük bir donanma hazırlayarak Cezayir’e saldırdı. Fakat büyük bir yenilgi ile ülkelerine geri dönen İspanyol donanması bu sefer yerel beylerle işbirliği yaparak Barbaros Kardeşlerin üzerine yürüdüler. Tlemsen’de Oruç Reis’i kuşattılar. Bu arada büyük ağabeyleri İshak, Kalatül Kıla’da şehit düşmüştü. Daha önce savaşta kolunu yitiren Oruç Reis bu sefer şehit düşmüştü. İspanyollar mübarek başını keserek İspanya’ya götürdüler.

Hızır Reis hariç bu üç kahraman kardeş şehit düşmüştü. Fakat Hızır Reis, dağılmaya yüz tutan leventleri yeniden bir araya getirmeyi başardı ve İspanyolları büyük bir yenilgiye uğratarak ağabeylerinin öcünü aldı. Şimdi Cezayir’de büyük bir devlet kurmuştu.

Gazi Hızır Hayrettin Paşa, krallığı bırakarak Osmanlı Devletine kaptanıderya oldu. Yavuz Selim gibi oğlu Kanuni Sultan Süleyman’ın da takdirini kazanmıştı. Hatta “Hayrettin” ismini İslâm’a yaptığı hizmetlerden ötürü bizzat Kanuni Süleyman vermiştir.

Biz, Hayrettin Paşa’nın kahramanlıklarını bir başka yazıya bırakıp ağabeyi Oruç reis’in şehadetine dönelim. Oruç Reis, binlerce İspanyol’un kuşattığı Tlemsen’den çıkarak bir avuç askeri ile savaşmaya devam ediyordu. Sonunda 340 leventi ile birlikte bir ırmağın kenarına geldi. Köprüyü yıkarak kendisini kurtarabilirdi. Lâkin ırmağın öte tarafında leventlerin feryadını duymuştu. Askerlerini öyle çok severdi ki hani bir baba evlâdını nasıl sever, aynen onun gibiydi.

Geri döndü. Hâlbuki askerlik mesleği şunu icap ettirirdi. Cezayir’e gelip tekrar kuvvet kazanarak yoldaşlarının öcünü almak. Lâkin Oruç Reis’e leventleri: “Babaoruç” derlerdi. Şanlı Gazi, leventlerine kıyamadı. Tek kolu ile İspanyol askerlerinin üzerine atıldı ve orada şehit düştü.

İşte, Türk denizcisi böyle olur sevgili okuyucular. Ne yazık ki Bahriye mektebinde bunlar bize okutulmadı. Yukarıdaki bilgileri kendi kitaplarımdan aktarıyorum. Bize okutulan Alman Amirali Karl Dönitz’in 2. Dünya Savaşındaki Alman denizaltı harekâtı idi.

Elbette Dönitz’in hatıraları da okutulmalı buna karşı değilim. Lâkin ondan daha önce Barbaros Hayrettin Paşa’nın hatıraları öncelikle öğrenilmelidir. Deniz Harp Tarihinde bırakın Şanlı denizciyi, Hamidiye kahramanı Rauf Orbay dahi öğretilmedi. Sonra şikâyet edip duruyoruz; niye Batı Çalışma Gurubu dindar subayları fişliyor, bahriyeli subaylar darbecilikle ve casusluk skandalları ile niçin gündeme geliyor, diye.

Evet, bahriyedeki en önemli sorunumuz; denizcileri deniz eğitim kurumlardaki dinimizden ve tarihimizden uzaklaştıran eğitim sistemidir. Kendi tarihine yabancı, Batı hayranı genç zabitlerden ne beklenebilir ki.

Rabbimden bütün denizci kardeşlerime selâmet getirmesini niyaz ediyorum…

05.12.2010

E-Posta: [email protected]



Hüseyin GÜLTEKİN

Hata ve kusurlara sebep olan, onu işleyen gibidir


A+ | A-

Bilerek veya bilmeyerek insanların işledikleri hata ve kusurlardan dolayı, çoğu zaman, bunun nedenini, niçinini hiç düşünmeden, bu hataları ve kusurları işleyeni sorumlu tutar, suçlar ve kınarız. Günah ve kusur sahibinin neden ve hangi sebeplerden dolayı bu duruma düştüğünü araştırmadan, bu işin perde arkasını hiç düşünmeden böyle insanları çoğu zaman ölçüsüz bir şekilde ayıplar, suçlu ilân ederiz. Bu gibi hata ve kusurları işlemeye sevk eden, teşvik eden asıl suçluları hiç hesaba katmadan, kişilerin hâlet-i ruhiyesini düşünmeden, nefsine yenildiklerini aklımıza getirmeden, yalnız kusur sahiplerini kınayıp, ayıplamanın bir çare, bir çıkar olduğunu zannederiz çoğu zaman.

Masum yaştaki şu çocuklar neden sigara içiyor? Delikanlı çağındaki şu gençler niçin uyuşturucunun pençesinde? Dindar ailelerin çocukları hangi sebeplerle manevî değerlere böyle yabancı? Tesettürlü annelerin kızları neden açılıp saçılıyor? Hayatlarının artık kışını yaşamakta olan yaşlılarımız, neden ömür dakikalarını kumar masalarında heder ediyor? Ve sâire...

Bu insanları bu hatalara sevk eden sâikleri, bunların nedenlerini, niçinlerini araştırmadan, öğrenmeden, yalnızca bu kusurları işleyenleri suçlayıp, ayıplamanın bir çıkar yol olmadığını kaç insanımız biliyor?

Sigara, içki veya uyuşturucunun pençesinde kıvranan bir çok genci, böyle bir ortama sürükleyen sebeplerin başında başta aile ortamı, sonra okul ve kötü çevre olduğunu biliyor muyuz?

Bilhassa son yıllarda dindar aile diye bilinen ebeveynlerin çocuklarında görülen ahlâkî yozlaşmalar, açılıp saçılmalar, dînî yaşantıdan uzaklaşmalar bir tesadüf olabilir mi? Acaba bu, anne-babaların, terbiye adı altında, çocuklarına yanlış yöntem ve metodlarla yaklaşımlarının bir sonucu değil midir? Çocuklarının sadece dünyevî hayatlarını düşünerek, uhrevî hayatlarını hiç hesaba katmayan; dünyalık ihtiyaçlarını karşılamanın en önemli vazife olduğu zehabına kapılarak, ahiretlerine yönelik mükellefiyetlerini hatırlarına bile getirmeyen nice anne ve babanın, çocuklarının bu hallere düşmelerindeki rollerini ve paylarını kaç ebeveyn derk edebiliyor?

Bu noktada, Bediüzzaman’ın “Bir çocuk, küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imânî alamazsa, sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Adeta gayr-ı müslim birisinin İslâmiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer” tesbitini, her anne ve babanın dikkate alması lâzım. Bunu dikkate almayan her ebeveynin, çocuklarının bozulmasında pay sahibi olduklarını da unutmamaları gerekir.

Bu meyanda, taife-i nisâ cephesinde bilerek veya bilmeyerek işlenen ve günümüzde artarak devam eden bazı kusur ve hatalar karşısında da bir çoğumuzun takındığı tavırların aynı minvâl üzere devam ettiğini görüyoruz. Başta dekolte kıyafetlerle gezmeleri olmak üzere, gayr-ı ahlâkî hâl ve davranışları karşısında yine bir çoğumuz neden ve niçinlerini düşünmeden onlara kızar, kınar ve hemen suçlu ilân ederiz. Kavl-i leyyinle yaklaşıp, kusur ve hatalarını yüzlerine vurmadan onları bu durumdan kurtarmayı pek az insan düşünür. Onları bu hâllere düşüren, teşvik eden perde arkasındaki kişi ve sâikler, çok az insanın aklına gelir. Ebeveynlerinin veya beylerinin bu noktadaki suç ve kabahatleri aklımıza dahi gelmez.

Bu durumla ilgili olarak, Efendimizin (asm); “Sizler iffetlerinizi koruyun ki, hanımlarınız da iffetli olsunlar. Sizler anne-babanıza itaat edin ki, çocuklarınız da size itaat etsinler” hadis-i şerifinden anlıyoruz ki, giyim-kuşamlarından, uygun olmayan hâl ve davranışlarından dolayı suçlu ilân ettiklerimizin bu hallere düşmesinde ‘nefislerimizin’ payı inkâr edilemez.

Bediüzzaman’ın “Sefih erkekler, hevesâtlarıyla kadınlaşırsa; o zaman açık saçık kadınlar da hayasızlıkla erkekleşirler” tesbitini de iyi okuyup, tahlil etmek lâzım. Görülüyor ki, açık saçıklıkla hayasızlaşan günümüz kadınlarının bu hâle düşmelerinde, sefahatle kadınlaşan erkeklerin rolleri ve payları büyüktür.

“Bir şeye sebep olan, onu işleyen gibidir” sırrınca, hata ve kusurlara şu veya bu şekilde sebep olanlar; onu işleyenler kadar suçludur, kabahatlidir, mes’uldür.

05.12.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Bilginin basamakları ve iman


A+ | A-

Her düşünce, zihnimizin basamakları olan “tahayyül (hayal etme), tasavvur (tasvir etme), taakkul (akıl terazisine vurma), tasdik (doğrulama), iz’an (anlama, kavrama, idrak etme), iltizam (taraf ile teslim olma)” teknelerinde tahlil edilir, senteze tâbi tutulur, yoğrulur ve en son kademe olan “itikat (iman, yüksek inanç, kesin kanaat)” hâline gelir.

Elde edilen bilginin “şek, zan, yakîn (kesin)” diye isimlendirilen üç basamağı var:

* Şek: Tereddüt, şüphe. Bir şeyin varlığı ile yokluğu arasında tercih edememe, tereddüt gösterme, vesveseye düşmedir. Meselâ, birisinin, “suyun 50 mi, 75 mi, yoksa 100 derecede mi kaynadığı” hususundaki tereddüdü veya namaz kılmak isteyenin birinin “Acaba abdest almış mıydım, almamış mıydım?” tarzındaki şüphesi gibi.

* Zan: Öyle olduğu veya olmadığını sanmak. Kesin olarak bilmemekle beraber kuvvetli ihtimalle hükmetmektir. Meselâ, “Emin değilim, ama, öyle zannediyorum ki, su 100 derecede kaynar” veya “Kesin olarak bilmiyorum, ama, galiba abdest almıştım!” tarzındaki bilgi.

Kur’ân, “Ey imân edenler! Zannın birçoğundan kaçının”1 diyerek zan ile hareketten bizi men ederken; “yakîn” (kesin) derecesine de teşvik eder.

* Yakîn: Kesin bilme. Aksine ihtimal olmayan sağlam bilgi. Şüphe ve tereddütten sıyrılmış; emin bilgi. Meselâ, suyun 100 derecede kaynadığını kesin olarak bilmek veya bizzat dereceyi koyarak tecrübe etmek bu kategoridendir.

Veya, “Abdest almıştım, kesin olarak biliyor ve hatırlıyorum!” hükmü; hatta abdest alınan çeşmeyi, o sıralarda kiminle hangi mevzuları konuştuğunu kesin olarak hatırlamak, bilmek.

İslâmiyette yakîn (kesin) bilgi, ilim esastır. Hem, Allah’ın sıfatlarından birisi de “Âlim”dir. İlminin her şeyi kuşatmış olduğu pek çok âyette tekrar ile vurgulanır. Bütün mevcudatta görünen bütün hikmetler, o ilme işaret eder. Çünkü, hikmetle iş görmek, ilimle olur. Hem bütün inâyetler, tezyinâtlar, o ilme işaret eder. İnâyetkârâne, lütufkârâne iş gören, elbette bilir ve bilerek yapar.2

İnsanın da, Âlim isminin tecellisine mazhar olarak hakiki imâna ulaşacağı vasıtalardan birisi “kesin ilimdir.” Kur’ân ve hadîs de insanları mütemadiyen ilme, araştırmaya, incelemeye, tetkike, tahkike ve keşfe yönlendirmektedir:

“Bilenlerle bilmeyenler bir değildir.”3

“De ki: Ya Rabbi, ilmimi arttır.”4

“Cahillerden yüz çevir.” 5

“Keşke hakikati şeksiz, şüphesiz bilmiş olsaydınız!” 6

Dipnotlar:

1- Hucurât Sûresi, 12.

2- Mektûbât, s. 235.

3- Kur’ân, Zümer Sûresi, 9.

4- Agk, Tâhâ Sûresi, 114.

5- Agk, A’raf Sûresi, 199.

6- Agk, Tekâsür Sûresi, 5. NOT: Muhterem kardeşim Süleyman Kösmene’nin validesinin vefatını teessürle öğrendim. Merhumeye Cenâb-ı Hak’tan rahmet ve mağfiret, kederli ailesi ve yakınlarına sabr-ı cemil niyaz eder, taziyetlerimi sunarım.

05.12.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Yasemin GÜLEÇYÜZ

Kadınlara dair…


A+ | A-

Kadınların yüzyılı

Sosyal Bilimciler 21. yüzyılı kadınların asrı olarak nitelendiriyorlar.

Bütün medeniyetlerde tarih boyunca kadın şüphesiz önemli bir rol oynadı. Şimdilerde belki de hiçbir asırda olmadığı kadar reklâmlarda, sinema endüstrisinde, TV dizilerinde, moda, müzik sektörlerinde başrolde! Kadınlığa mahsus letâfetleri, gençlik ve güzellikleri sefih medeniyetin kurtlar sofrasında baş köşede…

Sefih medeniyet, nefis ve şeytanın hâkimiyetiyle insanlara Allah’ı, ahireti, ölümü hatırlatacak her şeyden titizlikle kaçınıyor. O yüzden kadının tesettürü konusundaki tartışmalar da uzun yıllardır dolu dizgin devam etmekte.

İşin güzel yanı fıtratına dönüş yapan kadınların sayısının gün geçtikçe artması. Medyada gün geçmiyor ki, birinin öyküsünü okumayalım!

Kadının ihlâsla zinetlenmiş şefkati önce kendi yaralarını, sonra da yakın çevresindekileri tedavi etmesi için etkili bir ilâç gibi. Her şeyin menfaat üzerine döndüğü bu zamanda kızkardeşlerimizdeki ihlâslı şefkat, kardeşlik ve yardımlaşma iksir gibi etkiliyor hepimizi.

Kadınlar ve ekip çalışmaları

Taksîmü’l-a’mâl, mesâilerin tanzimi, teşrikü’l-mesâi… Yani bugünkü tabirleriyle ekip çalışması ve iş bölümü. Bediüzzaman Hazretleri bu tabirleri İhlas Risâlelerinde sıklıkla kullanmakta.

“Bütünü küçük parçalara ayırmak ve her bir parçayı birine vazife olarak vermek. Neticeyi kontrol etmek” olarak kabaca özetleyebileceğimiz bu metotlar günümüzde iş dünyasında başarıyla uygulanmakta.

İşte Risâlelerden gülümseyerek okuduğum bu bölümden kadınların erkeklere nazaran ekip çalışmasına ve iş bölümüne erkeklerden daha yatkın olduğunu anlıyorum. Bediüzzaman Hazretlerinin kâinattan tefekkür örnekleri üzerine oturttuğu misâller eşsiz: “Aslanlar güçlerine güvendikleri için tek yaşarlar, ittifaka ihtiyaç duymazlar. Tilkiler ve yabanî keçilerse kurt saldırılarından korunmak için sürüler hâlinde yaşarlar.” (Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, 20. Lem’a, s. 381, Yeni Asya Neşriyat, Eylül 2005)

Lâtif ve zarif bir Kur’ân Nüktesi

“Avrupa komiteleri içinde en şiddetlisi ve tesirlisi, cins-i lâtiflerin cemiyetidir” der Bediüzzaman Hazretleri.

Peki nasıl oluyor da zayıf, narin, lâtif bir yapıya sahip olan kadın cemiyetleri şiddetli ve tesirli bir hâle gelebiliyor?

Bediüzzaman Hazretleri, bu sorunun cevabını Kur’ân’dan Yusuf ve Hucurat Sûrelerindeki bir sırrı açıklayarak cevaplar. Yusuf Sûresinde kadınlarla ilgili bir bölümde erkeklik fiili, Hucurat Sûresi’nde erkeklerle ilgili bir âyette de kadınlara mahsus olan fiil kullanılmıştır.

Bu Kur’ân nüktesini “Zayıfların şahs-ı manevisi ve cemiyeti kâvîdir. Kavîlerin cemiyeti ve şahs-ı manevisi zayıftır. Kavîler güçlerine güvendikleri için ittifaka ihtiyaç hissetmezler. Zayıflar acizliklerini bildikleri için ittifak ederler, cemiyet hâlinde yaşarlar” şeklinde izah eder.

İnançlı hanımlar olarak yapmamız gereken zaten içimize yerleştirilmiş olan bu özelliği bekaya yönelik olan hizmetlerimizde ihlâsla, samimiyetle, ilimle kullanmaya çalışmak.

Bediüzzaman Hazretlerinin hadis-i şeriflerden çıkardığı netice, biz hanımlara bir müjde hükmünde:

“Kadınlarda o seciye-i fıtrî olan şefkat kahramanlığı bozulmamış. Bu seciye-i fıtrî ehl-i İslâmda ahirzamanda büyük bir hizmet ve hayat-ı içtimâiyede İslâm dairesinde bir esas olacağına o gibi hadis-i şerifler işaret edip remzen haber veriyorlar.” (Bediüzzaman Said Nursî, Hanımlar Rehberi)

05.12.2010

E-Posta: [email protected]



Mehtap YILDIRIM

Garip yaşamak


A+ | A-

Garip kelimesi, “kimsesiz, zavallı, acınacak durumda olan, derbeder” gibi anlamlara gelmekle beraber, daha çok “gurbette olan, memleketinden uzakta yaşayan” anlamında kullanılmaktadır. Böyle baktığımız zaman herkes gariptir. Zira bu dünya insanın gurbeti, ahiret yurdu ise asıl memleketidir.

Bu dünya gurbettir de, bir de gurbet içinde gurbet vardır. Belki de “acınacak durumda olanlar” mânâsı, gurbet içinde gurbeti yaşayanlar için daha uygundur. Doğup büyüdüğü yerlerden uzakta, akrabalarından, dostlarından ve sevdiklerinden ayrı, bu ayrılıktan dolayı gönlünde hasretlik ve hüzün eksik olmayanlar gerçekten garip insanlardır.

Garip insanların gönlünde ve kalbinde hüzün eksik olmaz, ama bu o kadar da kötü bir şey değildir. Hatta tatlı bir hüzün, insanı geçici dünyanın faydasız meşguliyetlerinden ve sonu elem olan fâni sevgilerinden kurtarır. Kalbi hakiki sevgiye ve bâki âlemlere yöneltir. Ruhu âlî makamlara çıkartır. Bu dünyada garip olan, öbür dünyada Rabbine “karîb” (yakın) olacaktır İnşâallah. Böyle baktığımız zaman gariplerin acınacak durumda değil, gıpta edilecek bir halde olduklarını görürüz.

Hz. Ömer (ra) şöyle rivayet etmektedir: “Allah’ın Resulü (asm) iki omzumu tuttu ve buyurdu ki: ‘Dünyada garip bir yolcu imiş gibi yaşa, sabaha ulaştığında akşamı bekleme, hastalığın için sıhhatinden ve ölüm için hayatından istifade et. Vaktini boşa geçirme.’”

Peygamber Efendimiz (asm) kendisi de böyle yaşamıştı ve bizlere de “garip bir yolcu gibi yaşamayı” tavsiye etmişti. Demek ki garip yaşamak güzel bir şeydi. Şerefli ve haysiyetli bir hayat biçimi idi. Nitekim Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de, iman hizmeti için doğduğu yerleri, akrabalarını, dünya zevklerini, şan ve şöhreti terk etmiş; gurbet içinde gurbetlerde, zindanlarda, hapishanelerde, sürgünlerde geçen çileli bir ömrü tercih etmiştir. Yani, o da garip yaşamıştı… Zarurî ihtiyaçlarının dışında eşya ve kıyafet edinmemiş, iktisattaki bereket sırrı ile geçim sıkıntısı hiç yaşamamıştı.

Garip yaşayanlar veya yaşamaya çalışanlar olduğu gibi, onları hor ve hakir görenler de vardır. Bunlar “garip” bulduklarını ezmeyi, onlara tepeden bakmayı marifet sayarlar. Menfaatleri söz konusu olduğunda ellerinden gelen yaltaklığı ve dalkavukluğu yapmaktan geri durmazlar. Hak hukuk bilmedikleri için, “gariplere” istedikleri haksızlığı yaparlar. “Garipler” de onlarla muhatap olmayı dahi onların seviyesine inmek kabul ettiklerinden haklarını ve intikamlarını almanın peşine düşmezler. “Benim derdim dünya ile veya şahıslar ile değil” deyip yollarına devam ederler. Öylelerine karşı öfke duyarak karşılık vermenin dahi nefsi adına olacağını ve ihlâsı kırmaya sebep olabileceğini düşünürler.

Eğer kendinizi gariplerden hissediyorsanız ne mutlu size. Buna şükredebilirsiniz. Zira, en kötüsü “garip olmamak” değil mi? Eğer garip ya da acizane garip olmaya çalışanlardan olmasaydık, biz de zalimlerden olabilirdik Allah muhafaza. Ne kadar şükretsek azdır.

Hem, keşke hakikî bir garip olabilsek… Keşke, bakış açısı ahiret yurduna uzanan ve öte âlemleri gözleyen gurbetçilerden olabilsek bu dünyada. Yani “garip bir yolcu” gibi yaşayabilsek.

Garip’in “karîbi” Cenâb-ı Allah’tır. Bundan büyük saadet mi olur?

05.12.2010

E-Posta: [email protected]



Selim GÜNDÜZALP

İnce bir mesele


A+ | A-

Şchopenhauer, “Gerçeği anlamanın önündeki engeller, gerçek kılığına girmiş yalanlardır.” der. Bazen bir şey perde olur, göremeyiz. Bu perde bazen dışarıdan, bazen içimizden olur.

Denize atılan Yunus Peygamber’in (as) kurtuluş mu'cizesi, sebeplerin payını göstermesi yönünden çok güzel bir örnektir.

Deniz fırtınalı ve gece kapkaranlık. Balık onu yutuyor. Öyle bir güç lâzım ki, hükmü hem balığa, hem denize, hem karanlık geceye, hem de gökyüzüne geçsin. Balık onu salimen sahile çıkarıyor.

Evet, soru bu:

O karanlık, fırtınalı gecede gerçekte Yunus Peygamber’i (as) çıkaran, balık mıydı karaya?

İpek böceğinin ipeği, arının balı, güneşin ışığı getirişinde de durum yine aynıdır.

Bir paket hediyeyi getiren postacının, bu hediyede payı ne olabilir? Sebeplerin ve perdelerin hayatımızdaki yeri ve inceliği bu.

Hâris el-Muhâsibî der ki:

“Allah olmaksızın, sen bir hiçsin.”

Evet, kan dolaşımını sağlayan, kalbi çalıştıran, insanı yaşatan, Allah’tır. Bazen takılır kalırız sebeplere. Sebepler bir perdedir oysa. Açmalıyız o perdeleri. Gerçeğe ulaşmalıyız.

Bir adam, “Allah ve sen istersen…” deyince Hz. Peygamber (asm):

“Beni Allah’a ortak mı koşuyorsun? Öyle deme. Yalnız ‘Allah dilerse’ de.” buyurdu.

Ne bulut yağmuru bilir, ne de meyve ağacı. Her şey, ama her şey Allah’ın büyük bir ihsanıdır.

Yediğimiz içtiğimiz her şey, Allah’ın malı mülkü olmasaydı, bütün dünyayı versek, bir narı, bir elmayı asla yiyemezdik.

İlâhî kudretin, ilmin izi, eseri her şeyde gözüküyor.

***

Partikül fiziği sahasındaki çalışmalarıyla 1968’de “Bilim Ödülü”nü kazanan Prof. Dr. Feza Gürsey, cumhurbaşkanı ve seçkin dâvetlilerin bulunduğu salonda konferansına şu cümlelerle son veriyordu:

“Bir avuç insan eski dervişler misâli, tabiatın sırlarında dolaşır dururlar.”

Muhyiddin-i Abdal’ın dediği gibi:

“Muhyiddinem, dervişem

Hak yoluna girmişem

On sekiz bin âlemi

Bir zerrede görmüşem...”

Şinasi’de bir şiirinde aynı şeyi söylüyordu:

“Varlığını bilmem ne hacet, küre-i âlem ile,

Yeter isbatına, halk ettiği bir zerre bile.”

Gerçekten de bu kâinatın hepsi, zerreden küreye kadar her şey, bilsin ya da bilmesin O’na doğru yol almakta, Allah’a koşmaktadır. Başlangıç O’ndandır, dönüş O’nadır. Ama asıl muteber olan, Allah’ı bilerek arzulamaktır. O’nun emirlerine şuurla boyun eğmektir. İnancımızın ve dinimizin gereği olan bu teslimiyet körü körüne bir bağlılık ve sürüklenme değildir. Bu Rabbimize karşı olan sevgimizden doğar ve her zerrede hükümran olan İlâhî azameti idrak ve anlamaktan kaynaklanır. Bu böyle bir sevginin ve ilâhî bir aşkın, bağlılığın teslimiyetidir.

Evet, küçük ya da büyük demeden her ihtiyacımızı Allah’tan istemekten çekinmeyelim. Çünkü küçük ve büyük her şey O’nundur. Yaratıcımızın varlığını ve birliğini gösterir. “Atomların İç Dünyası” adlı kitabında Zeno Bucher, şöyle der: “Allah’ın büyüklüğü, en küçük şeyde de tecellî eder.” Evet, her şey Cenâb-ı Hakk’ı tesbih ettiği gibi, lisanıyla, ihtiyacıyla ve istidadıyla dahi Allah’a duâ eder.

Akıllara durgunluk veren şu kâinat kitabını okuyup, Yaratıcısının büyüklüğü karşısında huzur ve huşû ile secdeye varmak, başımızı yere koymak ve teslim olmak ne büyük bir görev.

Bütün işlerimizde sadece Allah’a güvenerek, her şeyi yapan ve yürütenin O olduğunu, varlık dünyasında yalnız O’nun hükmünün geçerli olduğunu düşünmek ve böylece O’nun yarattıklarına değil bizzat Yaratana kul olmak, en büyük bir mutluluk kaynağıdır.

Allah’a bu denli içten ve samimî bağlanış, çalışma hayatımızı felce uğratan ve İslâmiyet’le asla ilgisi bulunmayan bir tembellik, bir miskinlik değil, bilâkis yapmak istediğimiz meşrû ve hak olan işlerde daima Allah’ın yardımcımız olduğu düşüncesiyle bize güç veren bir enerji ve huzur kaynağıdır.

Sebeplerini yerine getirip çalıştıktan sonra, asıl yapıcının ve yaratıcının Allah olduğunu hatırlayıp, bizi başarıya ulaştırması için, Allah’a dayanmak, O’na yalvarıp manevî bir güç kazanmaktır. Bu yönüyle Allah’a tevekkül ve duâ bizi tembellikten kurtardığı gibi, insan ruhunu alçaltan iltimas ve rüşvetten de korur. Çünkü Allah’a inanan insan bir zerrecik de olsa, hakkı olmayan bir şeyi istemez. Sadece hakkı olan şeylerin olması için de kimseye değil yalnız Allah’a güvenir. O’na duâ eder, O’ndan ister. Böyle olunca da, kendi gibi fani ve âcizlerin önünde eğilip küçülmez, küçük dünya menfaatleri için dalkavukluk ve yaltaklanma yapmaz. Allah varken, kula kul olmaz.

İnsan çalışacak, ancak işlerinde başarıya ulaşmak için kalbini ve maneviyâtını da Allah’a olan güveniyle dolduracaktır. Bunun içindir ki, her işe duâyla yani besmeleyle başlarız. Besmelede: “Rahman ve Rahim olan Allah’ın yardımına güvenerek başlıyorum” deriz. Bu güçle başlanan işin sonu, elbette hayır ile biter.

Sosyologlar ve din psikolojisi ile uğraşan bilim adamları, tarihte gelişen medeniyetlerin hep inançtan ve dinden doğduğunu ispat etmişlerdir. Selimiye ve Süleymaniyeleri de yaptıran bu ilâhi aşk ve vecd değil midir?

Samimî olarak Allah’a yalvarmak, O’na güvenmek, muhakkak ki, en ümitsiz anlarda bile insanı selâmete ve başarıya götürür. Fahr-i Kâinat Efendimiz (a.s.m.): “Allah (c.c.) kendisine cânı gönülden duâ edenleri sever” buyurur.

Yanık gönüllerden yükselen yakarışlar çok çabuk Allah’a kavuşur, rahmet olarak döner ve insanı sonsuz bir mutluluğa gark eder. Allah, bize bizden yakındır. “Kullarım, sana Benden sorarlarsa söyle: Ben onlara yakınım. Duâ edenin duâsına icabet ve kabul ederim. Bana duâ etsin ve Bana hakkıyla inanıp tasdik etsinler ki, doğru yolda yürüyüp selâmete ersinler.” (Bakara, 186)

Hz. Peygamberimiz (a.s.m.) duâ hakkında buyuruyorlar ki: “Duâ mü’minin silâhıdır, dinin direğidir, göklerin ve yerin nurudur.” (Hakim)

Yine Peygamberimiz (a.s.m.): “Darlık zamanında Allah’ın kendisine yetişmesini isteyen kimse, genişlik zamanında çok dua etsin.”

“Genişlik zamanında duâa etmek kadar Allah’a hoş gelen bir şey yoktur” buyurur. (Ebu Davud, Tirmizi, Nesâi, İbn Hibban, Hakim)

Yine bir başka hadislerinde Peygamberimiz (a.s.m.) buyururlar: “Hiçbir Müslüman yoktur ki, bir günah ve yakınlarla ilgiyi kesme isteği olmayan bir duâ ile Allah’a niyaz etsin de, Allah ona üç şeyden birini vermesin: Ya isteğini yerine getirir; yahut onun isteğini ahireti için saklar; yahut da duâsının dengi olan bir kötülüğü ondan savar.

Dediler ki: O halde çok duâ edelim.

Buyurdu ki: Allah da çok kabul eder.”

“Kul, ‘Yâ Rabbi! Yâ Rabbi! Yâ Rabbi!’ dediği zaman Allah der ki: Lebbeyk (geldim) kulum, iste, istediğin verilecektir.” (İbn Ebi’d-Dünya)

***

“Allah, kıyamet günü mü’mini çağırır, huzurunda durdurur, der ki:

“Kulum, Ben sana, Bana duâ etmeni emretmiş ve duânı kabul edeceğime söz vermiştim. Bana duâ ediyor muydun?”

“Evet yâ Rabbi” der.

“Ama, Ben senin her duâna cevap verdim. Falan falan gün başına gelen bir üzüntüyü kaldırmam için Bana yalvarmıştın, Ben de o üzüntüyü kaldırıp seni sevindirmemiş miydim?”

“Evet yâ Rabbi.”

“O duânı dünyada kabul ettim. Falan falan gün de yine başına gelen bir sıkıntıyı açmam için Bana yalvarmıştın, fakat sıkıntının açıldığını görmemiştin?”

“Evet yâ Rabbi.”

“İşte o duâna karşılık sana cennette şunu şunu hazırladım. Falan falan gün de bir dileğini yapmamı istemiştin, yaptım.”

“Evet yâ Rabbi.”

“Onu da sana dünyada verdim. Falan falan gün de bir muradını vermemi istemiştin, muradın yerine gelmemişti.”

“Evet yâ Rabbi.”

“İşte onun yerine de sana cennette şunu, şunu verdim.”

Allah’ın Resulü şöyle devam etti: “Hâsılı, Allah, mü’min kulunun yaptığı duâlardan hiçbirini bırakmaz, hepsini sayar; ya bunları dünyada kulu için yaptığını veya âhirete bıraktığını söyler. O makamda mü’min, ‘Keşke dünyada hiçbir duâmın karşılığı verilmeyip ahirete bırakılmış olsaydı,’ der.” (Hakim)

“Bir kimseye fakirlik erişir de onu insanlara söylerse, fakirliği giderilmez. Ama birine fakirlik erişir de onu Allah’a söylerse, Allah ona er veya geç bir rızık verir.”

***

“Ülfet ve âdet ve yeknesaklık perdeleri altında çok harika hakikatler gizleniyor gördüm.” (Emirdağ Lâhikası, 352)

05.12.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Perdeler aralansın


A+ | A-

Türkiye’nin, yaşadığı pek çok sıkıntıya rağmen, demokrasi ve hürriyet yolunda ilerleme gayreti sergilediği de bir vakıa. Bunda, mesleği ve kariyeri ne olursa olsun; doğruları ısrarlı ve kararlı bir şekilde dile getiren ‘cesur’ insanların katkısı da var.

Demokrasi, hürriyet ve adalet yolunda arzu edildiği hızla ilerleyememek, ülkemizin çektiği sıkıntıların başında geliyor. Demokrasimizin ‘kağnı hızı’yla ilerlemesi biraz da ‘saklı tarih’ sayesinde oluyor. Kahramanlar ve kahraman olmayanların yer değiştirildiği bu ‘yakın tarih’, insanımızın gerçekleri öğrenmesine mani oldu. Dolayısıyla ‘baskı ve zulüm idaresi’ni bize hürriyet ve adalet idaresi gibi sunmuş oldular. Ne yazık ki bu gayretler nisbeten başarılı da oldu.

Taraf’tan Neşe Düzel’in sorularını cevaplandıran gazeteci yazar Hasan Cemal, “(...) Ayrıca bu ülkede tarihi karanlıkta tutmaya kimsenin gücü de yetmeyecek. Tarihimizi aydınlattıkça da bizim önümüz aydınlanacak” demiş. (4 Aralık 2010)

Hasan Cemal haksız mı? Birileri, neredeyse bir asırdır “tarihi karanlıkta tutma”nın mücadelesini vermiyor mu? “Resmî tarih” anlayışı başka ne ile izah edilebilir? Demokrasinin ‘de’sine bile tahammül edemeyenleri “kahraman’ göstermek “tarihi karanlıkta tutmak” değil mi?

İlerleyen yıllar herkese gösterdi ki, kimsenin gücü tarihi karanlıkta tutmaya yetmedi. Aynı zamanda tarih aydınlandıkça Türkiye’nin önü ve ufkunun açıldığını da yine herkes gördü.

Hasan Cemal, verdiği röportajda “katiller”den de bahsediyor. Tabiî bu katiller bildiğimiz türden “cinayet” işleyenler değil. Onlar “demokrasinin ve hukukun katilleri.” Cemal, devamla şunu da söylüyor: “Bütün mesele, katil üreten bu sistemi demokratikleştirmektir!”

Peki “katil üreten sistem nasıl demokratikleşir?” Ülkesini seven herkesin üzerinde düşünmesi gereken soru bu olsa gerek.

Bakınız, bu problemlerin temelinde de yine “darbeci”ler ve darbeci anlayış olduğu nasıl ortaya çıkıyor: “Askerin, devlet içinde devlet olabilmesi için kendine ait bir hukuk düzeni kurması gerekiyordu. Nitekim bunlar bu hukuk düzenini 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerini yaparak kurdular. Kendilerine ayrı bir hukuk yarattılar ve dokunulmazlık zırhı sağladılar. Askerî Yargıtay, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi (yani Askerî Danıştay) devlet içinde devlet olmanın ürünleridir. Türkiye’de siviller, ‘Böyle bir demokrasi olabilir mi?’ diye ordunun kendine kurduğu bu ayrı yapıyı hiç sorgulamadılar. (...) Ama unutmamalıyız. Türkiye’deki asker sorunu, aynı zamanda bir sivil sorunudur. Bu ülkede sadece askerin değil, sivillerin zihniyeti de demokratikleşmeli.” (agg.)

Aslında, darbecilerin yaptıklarını sorgulayan siviller sayıca az olsa da vardı. Ama ne yazık ki bu sesler ve tesbitler vaktinde ve zamanında muhtaç oldukları siyasî ve sosyal destekleri alamadı. Şöyle geri dönüp baktığımızda “Genelkurmay, Millî Savunma Bakanlığına bağlansın”, “YAŞ kararları yargıya açılsın”, “Kimse inancından dolayı hor görülmesin”, “Kışlaya ve camiye siyaset girmesin”, “12 Eylül’de duran kan, 11 Eylül’de niçin durmadı” gibi tesbitlerin vaktinde ve zamanında “demokrat misyon” tarafından yapıldığı görülecek. Bu doğru tesbitlere, sağdan ve soldan gerekli destekler verilebilmiş olsaydı, belki de “tarihi karanlıkta tutanlar” daha erken mağlûp olurlardı.

Perdeler aralandıkça gerçekler gün yüzüne çıkacak ve İnşâallah daha hür ve daha demokrat bir ülke olacağız...

05.12.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Acı çektirenlerin sonu


A+ | A-

Meclis Genel Kurulu’nu yöneten TBMM Başkanvekili Sadık Yakut, birleşimi açarken, “Elektronik cihazla yoklama yapacağız” diyerek yoklama yapıyor. Yoklama neticesinde “Toplantı yeter sayısı yoktur” diyerek oturumu 5 dakikalığına kapatıyor. Bu işlem iki sefer tekrarlandıktan sonra birleşimi bir başka güne erteliyor.

CHP Grup Başkanvekili ikinci yoklama sırasında “Başkan, iktidar grubu nerede? Gece on bire kadar çalışmak için karar aldı bu Meclis, grup önerisini onayladı. Nerede arkadaşlar?” diyerek seslenince, AKP Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ, “Sayın Başkanım, Parlamento, gruplar arası mutabakat nedeniyle bugün çalışmamaktadır. Sayın Anadol’un da bilgisi vardır” diyerek cevap verse de Meclis’teki bu görüntü Başbakan Erdoğan’ın hayli canını sıkmıştı.

“Devamsız milletvekilleri canımızı yaktı, 340 milletvekili olan bir siyasî partiyiz, ama son derece önemli oturumlarda karar yeter sayısı için milletvekili bulunamıyor yeni dönemde bu arkadaşlarla yola devam etmeyeceğiz” demesinin üzerinden birkaç gün geçmeden, AKP’li vekiller Meclis genel kurul salonunda yerlerini aldılar.

Erdoğan’ın bu sözlerinden sonra gazetelerin “acı çektiren milletvekillerini” yani devamsız milletvekillerini yazmaya başlaması da milletvekillerinin genel kurul salonunda olmasını sağladı. Kimi gazetelerde 100, kimi gazetelerde de 50 milletvekilinin devamsız olduğu isimleri verilerek açıklandı.

Bu gelişmelerden sonra grubunu kontrol etmek isteyen Erdoğan, haftanın ilk çalışma gününde Meclis’e “gece baskını” yaparak duruma vaziyet etti. Gördü ki, AKP sıraları dolu. Yarım saat Meclis’te kaldı. Bu arada vekilleri ile çay içti, göz ucuyla partisinin sıralarını süzdü.

Önümüzdeki günlerde Erdoğan’ın “can yakıcı” açıklamasının neticelerinin ne olacağını göreceğiz.

DAHA KAÇ YIL GEREKİYOR?

AKP’nin iktidarının üzerinden geçen 8 yılda yaptıkları her zaman tartışılır. İktidar çok şey yaptıklarını rakamlarla açıklarken, muhalefet hep bu yılların “boş yıllar” olduğunu söyleyip durdu.

Geçtiğimiz günlerde ANAP döneminde de milletvekili olan ve AKP’ye katılan Mersin Milletvekili Ali Er, Meclis Genel Kurulu’nda yaptıklarını anlatırken, “…o kalan yılların durağanlığını, daha ileriye götürmek için hızla koşturuyor” demesine muhalefet sıralarından itiraz geldi. Tutanaklara yansıyan bu ilginç tartışmayı özetle aktaralım:

Mehmet Şandır (MHP-Mersin) - Kaç yıl gerekiyor Ali Bey?

Hüseyin Yıldız (MHP-Antalya) - ANAP milletvekiliyken de aynı şeyleri söylüyordun, hâlâ aynı şeyleri söylüyorsun! Doğruyu söyle.

Ali Er - …Ben bu kürsülerde doğruyu söyleyecek kadar da cesur bir milletvekiliyim. Yirmi üç yıldır bu kürsülerdeyim ben, her şeyi söylerim, açık söyleyeyim.

Bu sözden sonra başka bir tartışmaya geçti.

Ali Er- Elinize makası alıp eğer ağacın arasında kuru aldıysanız, makasla limon kestiyseniz, tezgâhta limonu boy boy seçtiyseniz…

Kadir Ural (MHP-Mersin) - Ali Ağabey, sen yirmi senedir milletvekilisin, yirmi senedir buradasın ya! Gözünü seveyim ya! Yirmi senedir sen yapmadın, ben yaptım onu.

Ali Er- Onun için, benimle ilgili bu konuda arkadaşlarımız oradan lâf atarken şunu bilecekler: Ali Er, omuzunda telis ile sadır dağıtıp, domates yalaklarına sadır dağıtmış adam, mecrefe ile o sadırı karıştırmış adam, çitili kurmuş adam, onu dikmiş ve yatırmış, yetiştirmiş, toplamış adam.

Tartışma böyle sürüp gitti, ama akıllarda AKP’nin neyi yapıp neyi yapmadığı bir türlü vuzuha kavuşmadı.

YALANSA BEN BIRAKIYORUM, YA SEN?

Siyasette iddialaşmak moda oldu. “Bu doğruysa ben bırakıyorum, doğru değilse sen milletvekilliğini bırakacak mısın?” türü tartışmalar yapılıp duruyor.

Son Wikileaks belgelerinin ortalığa saçılmasından sonra Başbakan’ın bir ülkede 8 ayrı hesabı olduğuyla ilgili iddialara Erdoğan sert cevaplar vermiş, bu bilginin doğru olması durumunda başbakanlıktan ayrılma restini çekmişti.

Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Wikileaks belgelerinde geçen kendisiyle ilgili iddialar üzerine, “Bunlar alçaklık. Böyle bir söz kullandığımı kanıtlasınlar, siyasette 1 gün dahi durmam” diyerek bu yönde bir açıklama yaptı.

Meclis Genel Kurulu’nda da AKP Gaziantep milletvekili Mehmet Erdoğan ile CHP Tunceli Milletvekili Kamer Genç arasında bu tip bir tartışma yaşandı.

Genç’in, “…BIL Şirketinin Genel Müdürü de kendi yakınını, bir arkadaşını getirmiş bir göreve atamış, günde 500 dolar harcırah ödüyor, düşün!” sözlerine “Yalan söylüyorsun” diye cevap veren Mehmet Erdoğan’a, Genç, “Var mısın, milletvekilliğinden istifaya var mısın?” diye karşılık verdi. Erdoğan, “evet varım” dedi. Tartışma dakikalarca devam edip gitti…

Bu tip tartışmalar ülkemizde çokça yapılır, ama istifa eden milletvekili, ya da başbakan hiç görmedik… Bu sefer görür müyüz? Yine görmeyeceğimiz gün gibi ortada…

05.12.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  YENİ ASYA NEŞRİYAT

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.