Basından Seçmeler |
GAZETECİ-YAZAR HASAN CEMAL: AB karşıtlığı askerin genlerinde var
Askerlerin, sivil iradenin emirlerini dinleyeceği bir döneme girdiğimizi sanıyorduk ama galiba yanılmışız. Hükümet, darbe sanığı generallerin terfilerini, yasanın kendisine verdiği hakkı kullanarak durdurmak istiyor. Ama ordu, o generallerin terfi etmesi için uğraşıyor. Ordu niye bu konuda bu kadar direniyor?
Direniyor... Çünkü bugüne kadar Türkiye’de asker hep başına buyruk davrandı. Kendine laf söyletmedi. Kendini hep halktan yukarıda gördü. Önce darbe anayasalarıyla kendine özel bir hukuk sistemi yarattı ve kırmızıçizgiler çizdi. Sonra bu rejimin içine kırmızıçizgileri uygulayacak bazı kurumlar yerleştirdi. Böylece hem önemli konularda son sözü daima kendisi söyledi hem de kendini, hukukun üstüne oturtarak dokunulmaz kıldı. Bu yüzden de şimdi, üç paşasına el sürdürmek istemiyor. “Bunlar hakkında kararı ben veririm, son sözü ben söylerim” diyor. (...)
Türkiye tam olarak nasıl bir sürece girdi?
Balyoz, Ergenekon gibi davalar bu ülkede askere ilk defa hukuku hatırlattı. Onlara, “hukuk var” dedi. Ve asker, Balyoz davasında üniformalı kişilerin sanık olmalarını engelleyemedi.
Engelleyemeyince ne oldu?
Engelleyemeyince, asker, şimdi bu kez, Balyoz’da sanık oldukları için hükümet tarafından terfi ettirilmeyen üç paşasıyla ilgili direniyor ve onları terfi ettirmeye çalışıyor. Şunu söyleyeyim... Zaten bütün bu Balyoz ve Ergenekon davaları aslında askerin demokrasiyle ve hukuk düzeniyle olan sorununu ortaya koyuyor.
Bu davalar beraatla sonuçlanırsa ne yaşanacak peki? Askerin demokrasiyle ve hukukla bir sorunu olmadığı mı ortaya çıkacak?
"Ben bunu kendi gençliğimde yaşadım. Biz 12 Mart 1971 darbesinden önce cuntasal faaliyetler içindeydik. Darbe yoluyla siyasi partilerin kapısına kilit vurup, çok partili rejime son verip, tek partili askerî sistemi, yani bir tür Baas rejimini Türkiye’ye getirecektik. Darbe ortamını hazırlamak için de sağa sola bomba atmak ve attırmakla uğraştık. Meselâ Ankara’da orduevinin önünde polisin üzerine iki yönden bomba atılacak ve Sıhhiye tarafından gelen gençlik, “ordu-gençlik el ele” diye bağırtılarak orduevine yürütülecekti. Anlayacağın, bir darbe ortamının hazırlanması için bu ülkede böyle bir sürü şey yapılıyordu.
Bu bombadan ötürü polisler ölmeyecek miydi?
Bilmiyoruz... Hafif bomba olacaktı... İşte bu yaşadıklarımızın sonucunda Madanoğlu davası ortaya çıktı. Fakat bu dava beraatla sonuçlandı. Benim görebildiğim kadarıyla, 9 Mart darbe girişiminde bulunanlar masumiyetten beraat etmediler. Madanoğlu davası, ordunun üst kademesine uzandığı, Faruk Gürler, Muhsin Batur Paşalar da işin içinde olduğu için bu davanın önü kesildi. Balyoz ve Ergenekon davalarında bazı hukuka aykırılıklar yaşansa da, bu davalarda da çok fazla masumiyet durumu yok. Özden Örnek günlüklerini, ardından da Mustafa Balbay günlüklerini okuduğunuzda... Bir de Balyoz döneminde, 2002’nin aralık’ından itibaren yapılan toplantıları ve oradaki konuşmaları, daha sonra 2003- 2004’te planlanan Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz darbe hazırlıklarını üst üste oturttuğunuzda, bu işleri biraz bilen biri olarak ben, darbe tezgâhlarının çok açık olduğunu görüyorum. (...)
Ama ordu, darbe sanığı generallerin terfilerinde ısrar ediyor. Bu generallerin darbe sanığı olması Genelkurmay’ı hiç rahatsız etmiyor mu?
Bu çok önemli bir soru. Rahatsız etmesi lazım. Zaten rahatsız etmeye başladığı vakit, Türkiye’de demokrasi ve hukuk devletinin önü açılacak.
Bu darbe sanıklarından biri aynı zamanda Çukurca’da kendi mayınlarımızla kendi askerlerimizi öldürdüğümüzde, “olur böyle şeyler” diyerek gerçeği halktan gizlemiş ve suçu PKK’ya atmış biri. Niye ordu böyle birini korumak istiyor?
Vahim. Ama en az söylediğin kadar vahim olan bir de şu... O zamanki Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ idi. Kara Kuvvetleri Komutanı bugünkü Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner’di. Onlar da bunu mutlaka biliyorlardı. Ama bu olayın üstü örtülmek istendi. Aslında bu bir zihniyetin sonucudur. (...)
Üstelik, terfi ettirilmek istenen bu general, baskına uğrayan Hantepe Karakolu’nun bulunduğu bölgenin de komutanıydı. Heronların saptadığı PKK’lıları, “çoban sandıklarını” söylemişti ve dolayısıyla baskına uğrayan o askerlere yardım gönderilmemişti. Ordunun normalde bütün bunları yapan generali soruşturması gerekmiyor mu?
Dağda yaptığı yanlıştan ötürü askerin sorgulanmadığına dair böyle o kadar işaret ve örnek var ki! Zaten Kürt sorunu, bu ülkede 12 Eylül askerî yönetiminden itibaren yeniden parladı. Ve konulan hiçbir hedefe varılmadı. 2003’te, Necati Özgen Paşa bana, “kazandık diyemem” demişti. Şunu da anlatayım. Çok tanınmış bir komutan var.
Kim?
Hakkâri’de görev yapmış çok önemli bir komutan olarak geçiyor adı... Onunla ilgili olarak PKK’nın önde gelenleri bana, “Ne kadar mutluyduk... O kadar büyük yanlışlar yapmıştı ki... Böylesine başarısız bir komutanı ordu hâlâ nasıl tutuyor diye hayret ederdik... Ama hiç sesimizi çıkarmadık... Duyulmasın diye bunu aramızda bile konuşmuyorduk” demişti. Kürt sorununu askerî yolla çözmek mümkün değil. Zaten PKK da Kürtlerin içinde, 1990’ların cehenneminde kök saldı. Yoksa daha önce PKK ile Kürt sorunu iki ayrı sorundu. Şimdi ikisi birbirinin içine girdi. Aslında bu sorunun dibine baktığın vakit...
Sorunun dibinde ne var?
Cumhuriyet, “Ben bir ulus-devlet kuracağım. Bu ulus-devleti yaratabilmek için önce benim yeni bir ulus yaratmam lazım. Ulusun adı Türk, devletin adı da Türk Devleti olacak. Bunun için de Müslüman olanlar Türkleştirilecek. En başta Kürtler Türkleştirilecek” diye yola çıkıyor ve 1924-25’te Şark Islahat Planı’nı yapıyor. “Kardeşim hepiniz Türksünüz. Ben Kürt mürt tanımıyorum. Kürt de yoktur, Kürtçe de yoktur” diyor. Sorunun dibinde işte hâlâ bu yanlış, devlet ve millet anlayışı var. Fransa’da da ulus-devlet böyle başlıyor ama o, üniter ulus-devleti AB standartlarına göre demokratikleştiriyor ve katılıktan vazgeçiyor. Bizde ise Kürt sorunu çözüldüğü takdirde, üniter ulus-devletin elden gideceği düşünülüyor. Asker AB konusuna da böyle yaklaşıyor.
Asker, AB’yi niye istemiyor?
Asker, AB’nin birinci sınıf demokrasi olduğunu gördü. Onun için de AB’ye, “Üye olacaksam, kendi koşullarımla üye olacağım” diyor. Yani, “Sen beni üçüncü sınıf demokrasimle üyeliğe kabul et. Çünkü birinci sınıf demokrasi olursam, Kürt sorunu beni böler” diyor...
Peki, Türkiye birinci sınıf demokrasi olursa, askerin konumu ne olur?
Birinci sınıf demokrasi, askeri bu ülkede sivil otoriteye tabi kılar. Asker, devlet içinde devlet olmaktan çıkar. Çünkü bizde asker devlet içinde devlettir. Daha da ötesi eli silahlı bir siyasi partidir. Ayrıca AB karşıtlığı, bizde askerin genlerinde vardır. 2003-2004’te Kıbrıs sorununu bu yüzden kullanmak istediler. Balyoz, Sarıkız, Ayışığı, Yakomoz darbe tezgâhlarının hepsi, “Biz ne yapıp edip bu AB üyeliğini engelleyelim. Engellemek için de topa önce Kıbrıs’ta vuralım, Annan Planı’nı kabul ettirmeyelim. İşte o zaman bize müzakere tarihi vermezler” dediler. Anlayacağınız, Balyoz ve Ergenekon’un arkaplanında demokrasi ve AB korkusu var. Ayrıca bu hikâyelerin hepsinin arkasında 28 Şubat’ın yarattığı hayal kırıklığı da bulunuyor tabii.
28 Şubat’ta post-modern darbe yaptılar. Nerede hayal kırıklığı yaşadılar?
Bakın... Bütün bu darbe tezgâhları, 2002 yılının sonunda başladı. Çünkü “Biz 28 Şubat’ta post-modern darbeyle Erbakan’ın hükümetini yıktık. Ama sonuç ne oldu? Gene yapamadık, seçimde gene bunlar geldi” dediler. Bu yüzden Balyozları, Sarıkızları hazırladılar. Darbe tarihini de 9 Mart 2004 olarak aralarında konuştular. Ben şimdi, “Evet, biz darbe planları yaptık” diyen bir tek delikanlı paşa arıyorum! Bir tek delikanlı paşa çıkıp bunu bugüne dek söyleyemedi. (...)
Üç paşanın terfilerine dönersek... Terfi edilmek istenen bir paşanın komutası altındaki bir bölgede, tuhaf bir karakol baskını olursa... Ve o karakoldaki askerlere yardım gitmezse... Bizim orduya göre bu durum, eksi bir puan sayılmıyor mu?
Sayılmıyor... “Kol kırılır yen içinde kalır” davranışı bizim askerde hiç bitmiyor. Örnek vereyim... 1980 12 Eylül darbesi yeni olmuştu. Ben Cumhuriyet Gazetesi’nin yayın yönetmeniydim. Daha sonra Genelkurmay Başkanı olan beşli Konsey’in genel sekreteri Necdet Üruğ bizi Ankara’ya çağırdı. Madanoğlu Paşa’nın anılarını yayımlamayı kesmemizi istedi. Madanoğlu, 1930’lardaki Sason harekâtını anlatıyordu. Bir komutanın halka karşı kötü muamelesinden söz ediyordu. Askerin moralini bozuyor diye diziyi yarıda kestirdiler.
Bizim ordu, mesela Dağlıca’daki o şaibeli baskından sonra, o karakolun komutanına madalya vermişti. Neden PKK’lıların baskın yaptığı bölgelerdeki komutanları böyle koruyorlar?
Zihniyet dedim ya... Bu açıdan baktığında, TSK’nın terfi sicili birçok açıdan lekelidir. Öyle terfiler vardır ve öyle asker kişiler terfi ettirilmiştir ki, hukuk, insan hakları ve demokrasi ölçülerine göre bu terfiler, insanın pek hazmedebileceği örnekler değildir. Böyle çok örnek var.
Mesela, PKK baskınlarından önce tedbirlerin alınmadığı belgelerle de kanıtlandı. Bu açık kanıtlara rağmen, ordunun, bu baskınları önlemeyen subayları böylesine sahiplenmesi size başka ne düşündürüyor?
“Bu bir savaş ve savaşın bazı koşulları var. Biz bu komutanları sahiplenmek zorundayız. Yoksa sonra terörle mücadele edemeyiz” diyorlar. Bakın... Türkiye’de asker “hayır” deseydi, yeşil ışık yakmasaydı, bu ülkede bu kadar çok faili meçhul cinayet işlenebilir miydi?(...)
CHP’de de bir grup, bu darbe sanığı generallere sahip çıktı ve onların terfi ettirilmelerini istedi. Seçmen tarafından bu nasıl değerlendirilecek?
Şu anda CHP’nin içinde bir kavga var. Bir yanda, Baykal gibi “28 Şubat’ta Türk Silahlı Kuvvetleri sivil toplum örgütü gibi davrandı” diyebilmiş, askerî vesayete, 28 Şubat, 27 Nisan muhtıralarına selam çakmış, 367’nin mimarlığını yapmış bir lider ve onun kadroları var. Kısacası sivil paşalar var. Bu zihniyet “sivil darbe” dedi. Üç generalin açığa alınmasını “sivil darbe” olarak nitelemek ayıptır. Demokrasi kültüründen bu kadar nasipsizlik olur mu? Bu üç paşa darbecilikten yargılanıyor. Ayıptır, günahtır bu memlekete! CHP’nin içinde diğer yanda da Kemal Kılıçdaroğlu ve grubu var. Kılıçdaroğlu, CHP’yi sivil paşalardan temizleme niyeti taşıyorsa, ki ben olduğuna inanmak istiyorum, CHP’nin önünü açar.
CHP’nin orducu tavrı neden hiç değişmiyor? (...)
Türkiye’nin de, Halk Partisi’nin de genlerinde bu var. Bu, Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar gidiyor. Cumhuriyet’i de, Halk Partisi’ni de kuran askerler. Bir de tabii onlarla birlikte siviller. Bürokratik oligarşi, Halk Partisi’nde somutlaşıyor. Ama genlerine rağmen, gene de sivil bir damar var CHP’de. 12 Mart’ta darbeye karşı en güçlü tepkiyi Ecevit verdi. Askerle arasına mesafe koydu ve 1973, 1977 seçimlerini kazandı. O dönemde Ecevit zamanın ruhunu yakaladı, Kılıçdaroğlu da yakalayabilir. CHP’nin Kılıçdaroğlu yönetiminde daha sivilleşme ve demokrat olma ihtimali var.
Kılıçdaroğlu’nun zamanın ruhunu yakalayıp yakalamadığını ne zaman anlayacağız?
CHP 18 aralıkta olağanüstü kurultaya gidecek. Kılıçdaroğlu orada Baykal zihniyetiyle yani Baykalizm’le hesaplaşmak zorunda. Klasik Halk Partisi çakallığıyla karşılaşabilir. Bu çakallık, “Genel başkana dokunmayalım ama etrafını çevreleyip onu teslim alalım. Sonra da onu bir kukla haline getirelim” demektir. Baykal böyle bir klasik Halk Partisi çakallığı yapmak istiyor olabilir. Kılıçdaroğlu’nun kendi yönetimini kurultaydan çıkarması şart.
Askerî yargıya gelirsek.... Generalleri, darbe sanığı olmalarına rağmen Askerî Yüksek İdare Mahkemesi terfi ettirdi. Neden hâlâ bizde ayrıca bir askerî yargı var?
Askerin, devlet içinde devlet olabilmesi için kendine ait bir hukuk düzeni kurması gerekiyordu. Nitekim bunlar bu hukuk düzenini 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerini yaparak kurdular. Kendilerine ayrı bir hukuk yarattılar ve dokunulmazlık zırhı sağladılar. Askerî Yargıtay, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi (yani Askerî Danıştay) devlet içinde devlet olmanın ürünleridir. Türkiye’de siviller, “böyle bir demokrasi olabilir mi” diye ordunun kendine kurduğu bu ayrı yapıyı hiç sorgulamadılar. (...)
Peki, ordu, gerçek bir demokratik ülkenin ordusu gibi davranmamak için daha ne kadar direnecek sizce?
Türkiye’de demokrasinin ve hukuk devletinin yolunu tıkayan askerî vesayet sistemi artık çöküyor. Askerin eski tarz direnişi artık kırılıyor. (...)Ama unutmamalıyız. Türkiye’deki asker sorunu, aynı zamanda bir sivil sorunudur. Bu ülkede sadece askerin değil, sivillerin zihniyeti de demokratikleşmeli.
Bundan sonra ne olacak sizce?
Bazı çatışmalar yaşanabilir ama son tahlilde asker, demokrasinin kurallarını içine sindirecek. Ayrıca bu ülkede tarihi karanlıkta tutmaya kimsenin gücü de yetmeyecek. Tarihimizi aydınlattıkça da bizim önümüz aydınlanacak. Cumhuriyet’in kuruluşunda katiller var.
Hangi katiller?
Katiller derken, tırnak içinde katiller bunlar. Demokrasinin ve hukukun katilleri bunlar. Bu topraklarda “demokrasinin ve hukukun katillerini” daha yeni yeni görüyoruz biz. Mesela Dersim’deki katilleri görüyoruz, 90’lardaki katilleri görüyoruz. Bu katillerin, nasıl bir mekanizmanın, sistemin ürünü olduklarını tarihimizi öğrendikçe aydınlatacağız. Bütün mesele, katil üreten bu sistemi demokratikleştirmektir!
Balyoz darbesinden sanık başka generaller de var. Onlar ne olacak sizce?
Bana kalsa, terfi sırası gelmiş gelmemiş, Balyoz davasında sanık olanların hepsini görevden alırım. Normali budur. Herhangi bir memura yapılan da budur. Hükümet nasıl üç paşayı görevden aldıysa, Balyoz davasında yargılanan diğer subayları da terfi sıraları geldikçe görevden alacak. Bir kısmı emekliye sevk edilecek. Yani bu iş, zamana yayılarak yapılacak.
Konuşan: Neşe Düzel, Taraf, 4 Aralık 2010 |
05.12.2010 |