Ali Rıza AYDIN |
|
Müslümanlaştırmak! |
İLMİN, fennin, san'atın vatanı olmaz. Onu kim alır, kim sahip çıkarsa o, onun olur; kullanana hizmet eder. Taassup, körü körüne reddediş, çoğu zaman maksadını bulmuyor. “Ecnebî buluşu” diye kullanmamak olur mu? Anonim olmuş konudan herkes faydalanabilir. Fen ve teknik bakımından artık dünya küçüldü, insan ufku büyüdü. Günümüz insanları ne çok şeyle ilgili! “İlgi” demek de yetmez; çok konuda bilgili. Senin bilmiyor olman ona mazeret olmaz. Çünkü, o, biliyor. Şu halde bildiğini bilip, ona göre davranmak en yerinde çözümdür. Ya da, maksadını keşfedip ona, doğru yaklaşmak, meseleyi halleder. Yapılacak şey, mecraları değiştirmek yani yazıyı, resmi, filmi, tiyatroyu; denizi, kumu; çalgıyı çılgıyı ve toplumda revaç bulan buna benzer konuyu Müslümanlaştırmak. Tiyatroda, Bediüzzaman oynanırsa ne güzel. “Çağrı” filmi, “Ömer Muhtar”, “Minyeli” hafızalara silinmeyen mesajlar bıraktı, geçti. Picasso’dan çıplak kadın yerine, Beytullah’ın yakın plan tablosu en güzide mekânlarda yer alır, başlara tâc edilir. Denizdeki su, kıyıdaki kum Müslüman’a memnu mu? Yeter ki, şartlarını kullanılır edelim; helâl olan dairede girelim. Musikînin müsbeti ruha rahatlık verir. Gönül, onu tefekküre yönelir. Arabeskler, köçekçeler, şehvet kokan nâmeler konumuzdan müstesna. Yıllar yılı sinemaya küskündük. “Yalnız Değilsin”, “Minyeli Abdullah”, “Küçük Ağa” ve benzeri yapımlar sinemayı sevdirdi. Gittik, gördük; tebrik ettik gönülden. Bugün de olmalı bu güzel çalışmalar. Müteveffa rejisör “Said Nursî” demişti, ama ömrü yetmedi. “Çakmaklı” gitti diye her şey onunla bitmez. İnşâallah, temennisi dua olur, bu proje hayat bulur. Müstehcen tasviratla karikatür çizenlerin, fotoroman çekenlerin ahlâktan nasipleri yok; açıkçası, bir nâdân. Bu san'atı konuşturup halkın dili olana, çok teşekkür borçluyuz. Bediüzzaman: “Edipler edepli olmalıdırlar. Hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddip olmalıdırlar” 1 diyor. Çünkü: Yazar, çizer, düşünür tarihin kandilidir; istikbale kılavuz. Bir gün geldi, bunlar dine büründü; şafak vakti göründü. Dünyamız aydınlandı, birden. Roman diliyle tarih, gençlere nüfüz etti, düne dair hayaline istikamet gösterdi. Doğru dini, doğru dili, edepli edebiyatı, âdaplı san’atı insanımıza ulaştıranlara şükran borcumuz vardır. Onlar, ruhlarındaki bütün zarafeti, bütün mahareti bizlere vakfettiler hep; kırmadan, dökmeden bize yol gösterdiler. Bu da bir başka san'at. “San'at, gülü incitmeden gül yaprağına şiir yazmaktır” diyor, merhum Hasan Nail Canat. Diğer bir deyimle: “Tereyağından kıl çekmek”. Müsbet mesaj vermenin farklı bir uygulanışı! Yani, tahrip etmeden tamir etmek. Yani ilme, fenne, san'ata “din” giydirmek. Yani: Müslümanlaştırmak…
Dipnot: 1- Said Nursî, Hutbe-i Şamiye, 109. 17.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Leyle-i Regâibiniz mübârek olsun |
Recep ayının ilk Cuma gecesi olan bu gece Regaip Gecesidir. İbadetlere rağbet, tevbe ve istiğfara rağbet, rahmet ve mağfirete rağbet, rızâ-i Bârî’ye rağbet ve Cennete rağbet duyulan mübarek günlerin ilk Cuma gecesinde, yani Regaip Gecesinde Allah’a müteveccih olmak ne büyük saadettir. Bizler âhirete doğru doludizgin yol alırken, bizi karşılayan her rahmet saatini bir kilometre taşı bilmeliyiz, her mağfiret vaktini tevbe ve teveccüh saati olarak bulunmaz bir fırsat başı hükmünde telâkki etmeliyiz. Bediüzzaman Hazretleri bir mektubunda Leyle-i Regaib’in hususî bir rahmet müjdesiyle kâinatın alkışladığı bir gece olduğunu bildiriyor: “Aziz kardeşlerim, size iki pusulayı Leyle-i Regaib’den altı saat evvel yazdım. ‘Hizbü n-Nuriye’ kâğıt ile teslimden sonra, kat’iyen benim kanaatimde bir nevî Mu’cize-i Ahmediye olarak, iki aydan beri mütemadiyen kuraklık ve yağmursuzluk, her tarafta daima namazlardan sonra pek çok duâların akim kaldığı ve herkes meyusiyetten derd-i maişet endişesiyle kalben ağlarken, birden Leyle-i Regaib—bütün ömrümde hiç mislini işitmediğim ve başkalar da işitmediği—üç saatte yüz defa, belki fazla tekrarla melek-i ra’dın yüksek ve şiddetli tesbihatıyla öyle bir rahmet yağdı ki, en muannide dahi Leyle-i Regaib’in kudsiyetini ve Hazret-i Risâletin bir derece, bir cihette âlem-i şahadete teşrifinin umum kâinatça ve bütün asırlarda nazar-ı ehemmiyette ve Rahmeten li’l-Âlemin olduğunu ispat etti ve kâinat o geceyi alkışlıyor diye gösterdi.”1 Ebû Zer’den (ra) Cenâb-ı Hakk’ın üzerimizdeki mağfiret ve hidayet muradını bildiren ve Rabb-i Rahîm’imizden hidayet ve af istemeye dâvet eden uzun bir hadis-i kudsî rivayet edilir. “Ümmete bu hadis yeter” cümlesiyle önemi vurgulanan bu hadiste Cenâb-ı Hak, kullarına şöyle seslenir: “Ey kullarım! Ben Kendi Zatıma zulmü haram kıldım. Onu sizin aranızda da haram kıldım. O halde birbirinize zulmetmeyiniz. “Ey kullarım! Benim hidayet verdiğimden başka hepiniz dalâlettesiniz. O halde Benden hidayet dileyiniz ki, size hidayet vereyim. “Ey kullarım! Benim doyurduklarımdan başka hepiniz açsınız. Binaenaleyh, Benden yiyecek isteyiniz ki, sizi doyurayım. “Ey kullarım! Benim giydirdiklerimden başka hepiniz üryansınız. Benden giyecek isteyiniz ki, sizi giydireyim. “Ey kullarım! Gece ve gündüz günah işlemektesiniz. Ben ise günahların tamamını bağışlamaktayım. O halde Benden mağfiret isteyiniz ki, sizi bağışlayayım. “Ey kullarım! Siz Bana zarar verecek kudrete hiçbir zaman ulaşamayacaksınız ki, bana zarar verebilesiniz. Bana fayda verebilecek hale erişemezsiniz ki, Bana faydalı olasınız. “Ey kullarım! Eğer siz evvelinizden sonuncunuza, insanınızdan cinninize, sizden en fazla muttakî bir adamın kalbi ve düşüncesi üzerine olsanız, Benim mülküm zerre kadar artmaz. Şayet siz evvelinizden sonuncunuza, insanınızdan cinninize sizden en günahkâr bir kimsenin kalbi ve niyeti üzere toplansanız, Benim mülküm zerre kadar eksilmez. “Ey kullarım! Yaptıklarınız ancak sizin kendi amellerinizdir ki, onları sizin için muhafaza eder, sonra onları yine eksiksiz size öderim. O halde, kim hayır bulursa Allah’a hamd etsin. Kim de hayırdan başkasını bulursa kendi nefsinden başkasını kınamasın.” 2 Bu gece, zamanı ve geceyi hususî bir fırsat bilerek her vesileyle Allah’a yaklaşmaya, O’na müteveccih olmaya, O’na yönelmeye gayret edelim. Risâle-i Nur’u bol bol okuyalım. O’na ulaşmanın vesileleri namazdır, niyazdır, duâdır, tesbîhâttır, tevbe-i istiğfârdır, Kur’ân okumaktır. Gücümüz yettiğince. Bu geceye mahsus bir ibadet yoktur. Fakat Peygamber Efendimiz’in (asm), pek çok ruhânî hallere ve ikramlara kavuştuğu bu gecede Cenâb-ı Hakk’a şükür niyetiyle on iki rekât namaz kıldığı rivayet edilir. Biz de böyle bir rahmet ve mağfiret gecesinde mümkün olduğu kadar kaza namazı kılalım, tevbe ve istiğfarda bulunalım, nefsimizin ve âlemin ıslâhı için duâ edelim ve Kur’ân okuyalım, Risâle-i Nur okuyalım. Nitekim Kur’ân harflerinin ve ibadetlerin sevap ve feyizlerinin sünbüllenerek bize ikram edildiği günlerin içinde bulunmaktayız. İçinde bulunduğumuz günlerin ve gecelerin mümkün mertebe her dakikasında bu idrakimiz eksik olmasın. Ve asrın imamı Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri Leyle-i Regaib’inizi tebrik ediyor: “Aziz ve sıddık kardeşlerim ve fedakâr ve sadık arkadaşlarım! Evvelâ: Sizin, bu mübarek şuhur-u selâse ve içindeki kıymettar leyâli-i mübarekeleri tebrik ediyoruz. Cenâb-ı Hak, her bir geceyi sizin hakkınızda birer leyle-i Regaib ve leyle-i Kadir kıymetinde size sevap versin. Âmin.” 3 Leyle-i Regâibinizi tebrik ederim.
Dipnotlar: 1- Emirdağ Lâhikası: 36. 2- R. Sâlihîn, 111. 3- Kastamonu Lâhikası: 56. 17.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Raşit YÜCEL |
|
Eksen kayması |
Kısa adı şöyle: Doğu mu? Batı mı? Bunun analizini iyi yapmak gerekiyor. Önce Avrupa’nın iki kategoride ele alınması gerekiyor. Birincisi, müsbet Avrupa. Yani Hıristiyanlık din-i hakikisinden aldığı ölçüler ile medeniyet ve gelişmeyi esas tutan Avrupa. İkinci Avrupa ise, sefahat ve rezaletin hâkim olduğu, başkalarını canavarca yutmak ile beslenen bir Avrupa’dır. Asya’da hâkim olan anlayış da ikiye ayrılır: Birinci anlayış, dinin hayata hâkim olduğu bir yaşayış biçimidir. İkincisi ise, dine taraftar veya dindar gibi görünüp, aslında menfî Avrupa ile daima dirsek temasında olan kitledir. Bu, her zaman olmuştur. Suudi Petrol Bakanlığı yapan meşhur eski Petrol Bakanı Zeki Yamani’nin Avrupalılar ile menfaat birliği yaptığı uzun yıllar sonra anlaşılmıştır. Birincisi, Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesi ile “Avrupa’nın zalimleri”... İkincisi; ”Asya münafıkları, ya çalar veya gasbeder” demektedir. Yüz yıl öncesinden söylenen bu gerçek, bugün bütün açıklığı ile yaşanmaktadır. İşte “eksen kayması” ile tâbir edilen temel nokta, buradan kaynaklanmaktadır. Türkiye’nin Avrupa’dan kopması mümkün değildir. Zaman değişmiştir. Medenî dünya ile ‘insan hakları ve hürriyetler’ açısından beraber olmanın, zulme karşı müşterek hareket etmenin hiçbir sakıncası yoktur. Bilâkis sayısız faydaları olmuştur. NATO, bu anlamda önemlidir. Birleşmiş Milletler de aynı anlamda bir otokontrol vazifesi görmektedir. İddiâ edilen eksen kayması, hükûmetin doğuya kayma iddiâsıdır. Türkiye, konumu itibariyle bir kilit noktadadır. İslâm devletleri ile ilgisi ve kardeşliğinin de devam etmesi en tabiî davranıştır. Avrupa Birliği bizim için vazgeçilmezdir. Avrupa’da yaşayan beş milyona yakın insanımız vardır. Birçok ülkenin parlamentosunda Türk milletvekilleri vardır. İthalatımız vardır, ihracatımız vardır. Bir takım çevrelerin bu “eksen kaymasını” gündeme getirmeleri ilginçtir. Doğudan İslâmiyet güneşi gelmiştir. Din kardeşliği vardır. Ama bu Avrupa ile ilgili medeniyet ve gelişime engel değildir. Meseleyi iyi tahlil etmek gerekiyor. Türkiye İslâmiyetin yıllarca fedailiğini yapmıştır ve hâlâ da yapmaktadır. Bu anlamda Batıya kazandıracağı birçok değeri vardır. Avrupa’dan “medeniyet, hak ve hürriyetler” açısından ne kadar gerekli şey varsa alırız. Sefahat ve rezaletleri kendilerinin olsun. Bu iki denklemi muhafaza etmeliyiz. Zira “vicdanın ziyası ulum-u diniye, aklın nuru fünûn-u medeniye”dir. Bir tarafa tamamen adapte olmak mümkün değildir. 17.06.2010 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Ortak payda: Güvensizlik |
Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP), Türkiye'nin hayat damarlarından biridir. Aynı zamanda, tâ başından beri dış kredi desteğinin alınamadığı en önemli projelerin başında geliyor. Denilebilir ki, Türkiye'de yaşanan darbe, muhtıra ve ihtilâllerin en öncelikli sebeplerinden biri de, GAP'a işlerlik kazandırılmaya çalışılmasıdır. Projenin ilk tasarım ve plânı, son Menderes hükümeti döneminde yapıldı. Bölgenin şantiye sahasına çevrilmesine ise, 1966'dan sonra başlandı. Dicle ve Fırat havzasının arasında yer alan ve Yukarı Mezopotamya olarak da adlandırılan bu bölgede, Adıyaman, Batman, Diyarbakır, Gaziantep, Kilis, Mardin, Siirt, Şanlıurfa ve Şırnak illeri bulunmaktadır. Projenin gerek su kaynakları, gerekse sanayi, ulaşım, tarım ve hayvancılık yönünden doğrudan bağlantılı olduğu vilâyetler ise şunlar: Bitlis, Muş, Van, Hakkâri, Elazığ, Malatya... Bu da gösteriyor ki, GAP'ın kâmil mânâda işlerlik kazanmasıyla birlikte, öncelikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerimiz kalkınacak, hayat bulacaktır. GAP'ın yer aldığı topraklar o derece verimli ve bereketlidir ki, Cennet kaynaklı Dicle ve Fıratla buluşması halinde, sadece Türkiye'nin değil, bütün Ortadoğu ülkeleri ile Balkan, Kafkas ve hatta AB üyesi ülkelerin dahi hemen her türlü tahıl, sebze ve meyve ihtiyacını karşılayabilecek bir kapasiteye sahiptir. Tarıma dayalı bu kapasitenin çalışması, aynı zamanda enerji, sanayi, ulaşım ve hayvancılık sektörünü de canlandıracak, şâha kaldıracaktır. Evet, GAP, esasında böylesine muazzam bir potansiyele sahiptir. Demokrat hükümetler, bu projenin hayata geçirilmesi için, vargüçleriyle çalıştılar, bu uğurda çok büyük çaba sarf ettiler. Ne var ki, bu yaptıklarının bedelini de çok ağır şekilde ödediler. Darbelere, muhtıralara mâruz kalarak, projelerini rahatça yürütemez hale getirildiler. GAP, ne yazık ki, uzun zamandır rolantide gidiyor. Projenin canlandırılması için ciddî bir çaba sarf edilmiyor, edilemiyor. Zira, bölgenin genelinde bir güvenlik sorunu var. Terör silâhını kullanan iç ve dış mihraklar, bölgeyi yatırımlardan, dolayısıyla kalkınmaktan mahrûm bıraktırıyor. Evet, daha başka maksatlar için de başımıza musallat edilen terör belâsının en önemli gayelerinden biri, hiç şüphesiz ki GAP'ı işlemez hale getirmektir. Bölgede güvensizlik havası, bilhassa bu maksatla pompalanıyor. Herkes bilir ki, güvenliğin sağlanamadığı yerde ciddî yatırımlar yapılamaz. Yatırım olmayınca da, kalkınma olmaz. Devlet kurumları bile, güvenlik gerekçesiyle yatırım yapamayınca, acaba özel sektör bölgeye nasıl ağırlık verebilir, nasıl devreye girip yatırım yapabilir? Bu durumda, terör belâsının arkasında kimin olduğu da bir ölçüde açıklık kazanmış oluyor. İster dahilde, ister hariçte olsun, Türkiye'nin kalkınmasını kim istemiyorsa, iktisadî olarak güçlenmesi kimin işine gelmiyorsa, terör faaliyetlerinin arkasında da o var demektir. Kezâ, darbe ortamını kim hazırlıyorsa, kim darbe yaptırıyorsa ve bu darbelere kim çanak tutuyorsa, terör şebekelerinin arkasında da o var demektir. Aynı şekilde, Türkiye'nin her yönden güçlenmesi, Ortadoğu'da kimin işine gelmiyorsa, bundan en fazla kim rahatsız oluyorsa, teröre destek verenlerden biri de odur demektir. Doğu ve Güneydoğu Bölgelerini güvensiz hale getirmenin, şüphesiz daha başka gerekçeleri vardır. Meselâ, uyuşturucu şebekeleri ile silâh tüccarları da, bölgede daimî bir kargaşa halinin olmasından yanadır. Tâ ki, kendi işlerini yürütebilsinler, çarklarını döndürebilsinler. Sonuçta, hepsinin ortak menfaati, yine de güvensizlik üzerine kuruludur. Güvensizlik ne derece artarsa, fesat ve ihanet çarkları da o nisbette rahat döndürülebilir demektir. Güvenlik ve asayiş ne ölçüde bozuk olursa, yatırımlar da o nisbette gecikir veya yavaşlar demektir. Terör meselesinin belki de en zayıf yönü, "Kürt meselesi"yle ilgilidir. İşin istismarı belki had safhadadır. ancak, terör hareketinin Kürtlere en küçük bir faydası yoktur. Aksine, zararı hiçbir şekilde ölçülemeyecek kadar çoktur. Zira, güvensizlik sebebiyle, bölgeye yatırım yapılamadığı gibi, oradaki vatandaşlara medeniyetin diğer nimetleri de hakkıyla götürülemiyor. Ülke enerjisinin kan gölünde zayi olması sebebiyle, ayrıca insan temel hak ve hürriyetlerinin gecikmesi, demokrasinin tam yerleşememesi ve bilhassa Türkiye'nin AB yolunda tökezlemesi gibi daha başka zararlara mâruz kalınıyor. Temenni edelim ki, insanlarımız terörün ana sebebini de, bu belânın gizli destekçilerini de hakkıyla görsün, tanısın ki, üstesinden gelebilmemiz büyük ölçüde kolaylaşmış olsun.
Tarihin yorumu 17 Haziran 1972
Muhtıraya övgü düzen Başbakan
Muhtıra sonrası başlayan "ara rejim dönemi"nin ikinci Başbakanı Ferit Melen, Alman Bavyera TV'de yayınlanan konuşmasında, 12 Mart Muhtırasından övgüyle söz etti. Melen, ordunun siyasete müdahale etmekte de çok haklı olduğunu sözlerine ekledi. Kuvvet komutanları, 12 Mart'ta (1971) Cumhurbaşkanlığı aracılığıyla hükümete sert bir muhtıra vererek, derhal istifa edip çekilmesini istedi. Aksi takdirde, doğrudan müdahale yapılacağı, yani askerî darbe yoluna gidileceği tehdidinde bulunuldu. Darbe çılgınlığının önüne geçmek ve partlamento yolunu açık tutmak adına istifa eden Demirel Hükûmeti, bir bakıma "âzamüşşer"re meydan vermemek için "ehvenişer"i ihtyar etti. Böylelikle, Türk siyaset tarihinde yeni bir ara ve dahi kara rejim dönemi başlamış oldu. Muhtıra sonrası, "tarafsız başbakan" adayları arandı. Bunların her biri bir yıl hükümet yönetecekti. İlk olarak, CHP'den ayrılmış görünen Nihat Erim Başabakan oldu. Bir yıl sonra yine eski CHP'li Ferit Melen ve ondan sonra da aynı zihniyetin takipçilerinden Sadi Irmak Başbakanlık makamına getirildi. Ferit Melen, Halk Partisinden M. Güven Partisine geçmişti. 12 Eylül Darbesinden sonra Milliyetçi Demokrat Partili oldu. 1988'de vefat etti. Oğlu Mithat Melen ise, halen MHP İstanbul milletvekili olarak Meclis'te görev yapmakta. 17.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet BATTAL |
|
Ankara’yı gözleme kılavuzu |
Bu günlerde anayasa değişikliğinin denetimi dâvâsı sebebiyle en çok şu konuşuluyor: Anayasa Mahkemesi yetkilerini aşarsa ne olur? Mâlûm, Anayasa Mahkemesi, anayasanın içinden çıkan bir kurum. Anayasayı o var etmiyor. Aksine onu anayasa var ediyor. Yetkilerini de anayasa belirliyor. O halde yukarıdaki soruya cevap bulmak için önce bir başka soruyu cevaplandırmak lâzım: Meclis yarın usûlüne göre toplanır ve usûlüne göre anayasayı değiştirir de Anayasa Mahkemesini lağvederse ne olur? (Mâlûm, Anayasa Mahkemesi anayasanın değişmez maddeleriyle düzenlenmiş bir mahkeme değil, ama öyle olsa idi dahi bu soruyu ve arkasından gelecek olan diğer tehlikeli soruları sorup cevaplandırabilirdik). Cevap basit: Bu kanun Cumhurbaşkanınca uygun görülürse Resmî Gazete’de yayınlanır, aynı gün yürürlüğe girer ve eğer bir geçici madde filan da yoksa, Anayasa Mahkemesinin de yetkisi o gün biter. Ya anamuhalefet partisi bu değişikliği de, “artık olmayan Anayasa Mahkemesi”ne götürürse ne olur? “Olmayan Anayasa Mahkemesi”nin “artık üye olmayan eski üyeleri”, -girebilirlerse aynı binada, giremezlerse mahkeme bahçesinde ya da yolda toplanıp- bu değişiklik kanununun anayasaya aykırı olduğunu karara bağlayıp “İptal ettik” diyebilirler mi? Derlerse kim ne yapar? Bu soruların cevabı, ne Türkiye’de, ne de diğer gelişmiş demokrasilerde, anayasalarda yazılı değil, olması da beklenmez. Bu sorulara yürürlükteki 12 Eylül Anayasasının mimarı Kenan Evren’in ne cevap vereceği mi daha önemli, yoksa anayasa hukukçularının ne diyeceği mi? Gördüğünüz gibi, Ankara’nın Kızılay’ından yukarıda ve özellikle Çankaya tepesi ile civarındaki irili ufaklı tepelerde, hukuk daha çok siyasettir ve fiilî güç dengeleri üzerinde yürütülür. Devlet sistemlerini yerli yerine oturtabilmiş ülkelerde, siyasîler ve siyaset bilimi hocaları, yukarıdaki soruları, kendi ülkeleri için değil, Türkiye gibi, sistemini maalesef oturtamamış olan ve “Her zaman herşey olabilir” diye düşünülen ülkeler için sorup cevaplandırırlar. Biz millet olarak bu muameleyi hak ediyor muyuz? Hayır, kesinlikle hayır. O halde çözüm nedir? Bizzat halkın bilgilenmesi ve meselesine sahip çıkması. Ama bunun için, halkın, kendisini, devletin malı gibi değil, devletin sahibi gibi görmesi gerekiyor. Yine bunun için, halkın, Çankaya’yı ve civarındaki diğer güç merkezlerini, ancak bizzat sahip olunan bir kuvvetle çıkılan -hâşâ- “kutsal” bir tepe olarak değil, milletin emriyle ve izniyle varılan ve emaneten ikamet edilen bir mekân olarak görmesi ve ona göre değer vermesi gerekiyor. Oysa maalesef halkın önemli bir kısmı, hâlâ Ankara’daki yüksek bürokrasiyi ve yüksek yargıyı, kendisinden çok daha yüksek ve “kutsal” makamda bir bürokrasi ve yargı olarak görüyor. İşte bu sebepledir ki; birileri, halka itimat etmek yerine, yetkisini aşıp, “halka rağmen halk için” düşünmeye ve halk için karar vermeye kalkıyor. Yine bu sebeple Bediüzzaman, Münâzarât’ta (s. 28) “Bir millet cehaletle hukukunu bilmezse ehl-i hamiyeti dahi müstebit eder” diyor. Hamiyet ve gayret ehli olmayanların, firavunlaşmış nefisleri hesabına yapabilecekleri zulmü ve yaptıkları istibdadı ise varın siz düşünün. 17.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Mikail YAPRAK |
|
Maneviyat mevsimi |
Bizim de duamız, Resûlullah Efendimiz gibi, "Yâ Rabbî, bize Recep ve Şaban’ı mübarek eyle ve bizi Ramazan’a ulaştır“ olsun. Sonsuz şükürler olsun ki, iki mübarek geceyi bağrına basan Recep ayına kavuştuk. İşte Allah’ın ve meleklerin rağbet ettiği Regaip Gecesi. Biz de insan olarak, Müslüman ve mü’min olarak bu geceye rağbetimiz derecesinde Allah’ın ve meleklerin rağbetine mazhar oluruz İnşaallah. Rağbet edelim ki, rağbet edilen olalım. Rabbimiz, "Ey iman edenler, Peygamberiniz sizi din ve dünyanıza hayat verecek şeylere dâvet ettiğinde, Allah’a ve Resûlüne uyun“ buyuruyor (Enfâl, 24). Ayrıca İnşirah Sûresinde, "Yalnız Rabbine rağbet edip O'na yönel“ buyuruyor. Aslında bütün geceler ve gündüzler, Allah’ın tecellîlerini bize hatırlatan iki münadi gibi nida edip dururlar. Hele böyle mübarek gün ve gecelerde bu nidaya kulak tıkamak akla ziyandır. Dinî ıstılahta "Şuhur-u selâse“ tabir edilen üç aylar, gece ve gündüz nimetlerinden faydalanmanın zirvede seyrettiği bir mevsimdir. Peygamber Efendimizin ana rahmine intikalinden tutun, Mi’rac’a yükselişine, beraetimiz için tanınan fırsata ve âyetin beyanıyla bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesinde seksen senelik bir manevî ömrün kazanılmasına kadar yüce mertebeler ve fırsatlar, hepsi de bu maneviyat mevsiminin içindedir. Maddî ve coğrafî iklimin mevsimleri, dünyanın her yerinde aynı derecede hissedilmediği gibi, bu manevîyat mevsiminin ruh ve heyecanı da her yerde aynı olmayabiliyor. Hiç Haremeyn-i Şerifeyn ile dünyanın diğer yerleri aynı olur mu? Elbette ki, bu mevsim, dünyanın diğer yerlerinde, meselâ Avrupa’da yaşayan Müslümanların gayreti ve uyanıklığı nisbetinde kendisini hissettirir. Bu maneviyat mevsimin ilk ayı Recep ise, ilk mübarek gecesi de Regaib’dir. Maneviyat mevsiminin manevî nevrûzu gibi. Nevrûz, baharın ve dirilişin müjdesi olduğuna göre, biz de ruhumuzu, kalbimizi ve bütün manevî varlığımızı bu manevî bahara ve manevî dirilişe açık tutalım. Kur’ân-ı Kerimi okuyup dinleyerek, Cevşen-ül Kebiri okuyup dinleyerek; aile fertleriyle günün mânâ ve önemi hakkında sohbetler ederek, Allah rızası için namaz kılarak, hayatımızın muhasebesini yaparak, tövbe edip mağfiret dileyerek, Peygamber Efendimize salât ve selâm okuyarak, bol bol dua ederek, hastaları ve yaşlıları ziyaret ederek, yoksulları, öksüz ve yetimleri sevindirerek, dost ve yakınlarımızla tebrikleşerek, dargın ve küskünleri barıştırarak bu mübarek gün ve gecelerimizi değerlendirebiliriz İnşaallah. Kur’ân-ı Kerimin hakikî bir tefsiri olan ve bu zamanın fehmine uygun dersler veren Risâle-i Nur’u okuyup dinleyerek de âzamî derecede istifade edebiliriz. "İnşaallah, Kur’ân’a ait mesâille iştigal, bir nevî mânevî mütefekkirane Kur’ân okumak hükmündedir. Hem ibadet, hem ilim, hem marifet, hem tefekkür, hem kıraat-i Kur’ân mânâları risâlelerin istinsah ve mütalâalarında vardır itikadındayız.“ (Barla L., 176, 1994 baskısı) Bir de, Üstadın, Afyon hapsinde Re’fet Beye yaptığı tavsiyeyi buraya alalım ki, hem biz, hem de halen hapishanelerde bulunan iman ehli kardeşlerimizle hisselerimizi alalım. “Bu mübarek aylarda ve sevabı ziyade bu çilehanede mümkün olduğu kadar bir meşgale-i Kur’âniye ve nuriye ile sıkıntılı vaktiniz sarf edilse, çok faydaları var. Sıkıntı hafifleştiği gibi, kıymettar kalp ve ruhun ferahlarına medar, sevabı yüksek bir ibadet, o nurlarla iman cihetinde iştigal, hem tefekkürî bir ibadet, hem İhlâs Risâlesinin ahirinde yazıldığı gibi beş vecihle bir nev’î ibadet sayılabilir.” (Tarihçe-i Hayat, s. 909) Üç aylarınız ve Regaip Geceniz mübarek olsun, efendim. 17.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali OKTAY |
|
Osmanlı’nın ve müziğin Sultanı 3. Selim... |
1761’de başlayan hayat hikâyesi acı bir sonla noktalanacak olan Osmanlı'nın 30. padişahı Sultan 3. Selim, padişahlığından çok müziğe ilgisi ile bilinir. O bir sultandır, ama cihanda saltanatta geçicidir ona göre. Der ki: “Kıl tefekkür ey gönül çarhın hele devranını Ki safa ise velev ekser cefadır saltanat Bu cihanın devletine eyleme hırs ü tama Pek sakın İlhami zira bi-bekadır saltanat. Serir-i saltanatta olma gafil bir an İlhami Sana da baki kalmaz çünki bu bir çerh-i devrandır.” Şiirlerinde İlhami mahlasını kullanmış ve bir divan da tertip etmiştir. Devrinin ünlü şairi ve Mevlevî şeyhi Şeyh Galip‘le de dostluk kurmuştur. Sadullah Ağa, Dede Efendi gibi, büyük ustaları saraya dâvet etmiş, müzik toplantıları düzenlemiştir. Sultan 3. Selim tanburî ve neyzen olmasının yanı sıra aynı zamanda bir Mevlevîydi. Bilinen 64 eseri vardır. Musıkîşinas Osmanlı Sultanı 3. Selim maalesef iç karışıklıklar ve isyana muhatap olmuş, isyancılar saraya saldırmışlardır. Sultan, canilerin bu saldırılarına neyleriyle mukabele etmişti. Öldüğünde hırkasının cebinde Nevresi Kadim’în; “Kendi elimle yare açıp verdiğim kalem Fetva-yı hun–i na-hâkımı yazdı iptida” beytinin yazılı olduğu bir kağıt çıkmıştı.
GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ…
Kani Karaca’dan bir hatıra
29 Mayıs 2004 yılında vefat eden Kâni Karaca’yı vefat yıldönümünde rahmetle anarken kendi ağzından bir hatırasını paylaşalım. “1965’te Hicaz’a gitmeden evvel İstanbul’da İslâm ülkelerinden delegeler ve Mekke’nin ileri gelenleriyle dinî sohbet yaptık. Arap tavrıyla Kur’ân okudum. Mekkeli ve buranın Vehbi Koç’u gibi olan Hac Bakanı da vardı. Dedi ki: ‘Türkiye’ye gelip böyle bir hafızla karşılaşacağım aklıma gelmezdi.’ Beni hacca dâvet etti. Âlem-i Rabıtatü’l-İslâm isimli bir toplantı, Kral Faysal’ın sarayında yapıldı. O toplantının açılışında Kur’ân-ı Kerim’i bana okuttular. Arap tavrıyla okudum. Çok beğendiler. Hâlâ Cidde Radyosu’nda okuduğum Kur’ân yayınlanıyor.”
Tarihten Yapraklar
UZUN bir süredir ara verdiğimiz Müzik Yazıları’nın içinde ayrı bir yer alan “Tarihten Yapraklar” köşesinde bu kez 1900’lü yıllarda yapılan bir müzik konferansı haberine yer vereceğim. Konferansı veren muallim Haiç isminde bir gayrimüslim müzik adamı. O dönemin Sabah Gazetesi’nde haber olan konferans duyurusunun Osmanlıca orijinal yazılışını aşağıda okuyabilirsiniz:
MUSIKÎ KONFERANSI Cumartesi akşamı Beyoğlu’nda Ünyon Fransez dairesinde muallim Haiç tarafından ‘Avrupalılarda mûsıkî ahengi’ hakkında bir nutuk irad edilmekle pek çok müstein ezcümle Fransa sefiri mösyö Kanbon ve Yunan sefiri Prens Mavro Kordato cenaplarıyla bazı seferâtı ecnebiye ile birlikte hazır bulunmuşlardır. Muallim Haiç’in nutku bir saat imtidad edip akabinde mösyö Renbold Hahen ve muteber ailelere mensup mösyö ve madamlardan müteşekkil bir heyeti muganniye tarafından enva-ı nagâmat terennüm edilmiştir. Matmazel Elen Jips tarafından dahi başkaca latîf ses ile taganniyat icra edilmiştir. Konser hitam buldukta bir raks cemiyeti tertip olunup raks leylden iki saat sonraya kadar devam etmiştir.” Sabah Gazetesi, tarih 7 Şevval 1315, s. 3 (Musıkî Mecmuası’ndan)
GÖNÜLDEN DİLE “Bu denli zulme mâruzken Gönül nâşad olur sanma. Cihan kasrın harap etse Zulüm âbad olur sanma.” Tevfik Fikret 17.06.2010 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
Banu YAŞAR |
|
Her erkek eşinin kahramanı olmak ister |
Evlilik sürecinde eşlerin birbirleriyle uyumu ve iletişimi çok önemlidir. Hem ailedeki huzurun sağlanması, hem de çocukların ruh sağlığı açısından buna özen gösterilmelidir. Eşler birbirlerinin rakibi gibi davrandıklarında, yani evlilik bir güç savaşına dönüştüğünde, bu ilişki evlilik olmaktan çıkar, karşılıklı çatışmaya dönüşür. Yapılan bir hatanın ya da davranışın bedeli ödettirilmeye, misliyle acısı çıkarılmaya çalışıldığında ailedeki düzen de bozulur. Evlilik ilişkisinde kadın ve erkeğin farklı fıtratlarda yaratıldığı unutulmamalıdır. Bir çok sorun da bu farklılıkları doğru anlayamamaktan ortaya çıkar. Aynı zamanda evlilik birlikte büyüme sürecidir. Hata yaparak ve yavaş yavaş öğreniriz... Yani büyüme denen şey birdenbire olmaz.... Kadınlar fıtrat itibari ile olayların ve sözlerin üzerinde çok daha fazla dururlar. Yaşanmışlıkları da kolay kolay unutmazlar. Bazen bunu da abartabilirler. Zamanında ifade etmediklerini, edemediklerini sonraki yıllarda söylemeye çalışırlar. Bu seferde öfkeyle ifade edildiği için kötü sonuçlar doğurur... Erkek ise yaşadıklarını fazla didiklemeden yaşamayı tercih eder. Derinlemesine duygu tahlilleri yapmak üzere bir fıtratı olmadığı gibi, duygularını ifade etmek üzere yetiştirilmediği için sıkıntılarını nasıl söyleyeceğini de bilemez... Bunu yaparken de zorlanır. Duygularını söylediği zaman da bununla ne yapacağını bilemez. Güçsüz olarak algılanmaktan çekinir. Ve her erkek eşinin gözünde onun kahramanı olmak ister. Saygı görmek, takdir edilmekten çok hoşlanır ve daha çok değişmek için çaba sarf eder. Kadın ise, erkeğin yaptığı hataları zamanında ifade edemediği için zamanla hırçınlaşır ve bunları sürekli ifade etmeye başlar. İlişkide burada sıkıntı oluşturmaya başlar. Eşimizi suçlamadan ve kişiliğine saldırmadan, kendi duygularımızı ve sıkıntılarımızı ifade etmeyi öğrenemedikçe de evlilik otuz senede sürse, kronik bir hastalık gibi sürekli didişmeyle geçer. Çevremizde gördüğümüz bir çok yaşlı çiftin devamlı olarak çatışmayla evliliklerini sürdürmesi de bu yüzdendir. Kimse değişmeye çalışmayınca ve her iki tarafta hep ben dedikçe, huzuru korumak zor olmaktadır. “Ben böyleyim, değişemem, o bana uysun” demek evliliğin tabiatına da aykırı bir tutumdur. Herkes biraz değişerek ve birbirini görmeye çalışarak bunu başarabilir. Yoksa kiminle olursa olsun evliliği sürdürmek zorlaşır. Doğru insanı bulmak kadar doğru insan olmaya çalışmak da çok önemlidir. Eşimizin duygusal ihtiyaçlarını ve korkularını keşfederek ona daha şefkatli yaklaşabiliriz. Onu sürekli eleştirirsek, her yaptığını eski yaptıklarına ya da hatalarına göre değerlendirirsek, onun değişme çabalarını da boşa çıkarmış oluruz. O bir adım attığında, biz de birkaç adımla ona yaklaşırsak, ilişkiye nefislerimizi daha az katmış oluruz. Eleştirilen ve takdir görmeyen bir erkek hırçınlaşır ve bazen nefsinin de etkisiyle öfkeli davranışlar sergileyebilir. Geçmişte hataları olmuş olabilir, eğer sözle ifade edemese bile bunlardan pişman olduğunu bir şekilde ifade ediyorsa biz de ona şefkatle yaklaşalım... O da daha fazla değişmek için gayret gösterecektir. Karşımızdakinin iyi niyetli yaklaşımlarına, takdir ederek karşılık verirsek, daha çok olumlu davranmasına teşvik etmiş oluruz. Onu çok sevdiğimizi, değişmek için gösterdiği çabayı fark ettiğimizi ona güzel bir dil ile ifade edelim... Tabi ki, erkeğin eşine şefkatli davranması da bu durumu pekiştirecektir. Eşinin duygusal iniş çıkışlarında ona karşı anlayışlı davranan, şefkat gösteren bir erkek eşinin saygısını da kazanır. Önemli olan evlilik ilişkisinde karşımızdakinin gerçek duygusal ihtiyacını keşfetmeye çalışmaktır. Anlaşıldığını hisseden insanın öfkesi azalır, savunmaya geçmez, daha çok gayret gösterir. Çocukların aile içinde büyürken daha sağlıklı insanlar olarak yetişmeleri için huzurlu bir ortama ihtiyaçları vardır. Kavga ortamlarında çocuklar kendini güvende hissedemez. Hayata korku ve endişeyle başlarlar. Anne babasının ayrılacağından ve ortada kalacaklarından korkarlar. Çocuklarımız için yapacağımız en büyük iyilik ise, eşimizi sevmemiz ve onunla sağlıklı bir ilişki kurmaya çalışmamızdır. 17.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet DURSUN |
|
Yorgun savaşçılar |
Oğlumuzu adam edecek okullar yarın kapanıyor. Sınav ağırlıklı bir sistemle yarış arenasına dönen Türk eğitim sisteminin bu haliyle “adam” dışında her şey çıkarabileceğini söylemek mümkündür. Zira vicdanın ziyasından uzak bu sistem, çocuklarımızı, tamamıyla aklî melekelerin dünyevî his ve amaçlarla donattığı pragmatist varlıklar haline getiriyor. Bencil, yalnız kendi için yaşayan, kendi his ve arzularını tatmin etmekten başka bir şey düşünmeyen, kazandıkça kazanmak isteyen, büyüklerini saymayan küçüklerini sevmeyen yeni nesil bu sistemin ürünüdür. “Okuyup doktor olacağım, fakirlere parasız bakacağım” diyen saf gönüllü çocuklarımızı bu sistem bir güzel öğüterek vicdansızlaştırıyor. Türk eğitim sisteminin çözmesi gereken en birinci meselesi budur. Bu sistemin ikinci ihaneti; imtihan kelimesini uhrevî kaygılarla kültürel bir değer haline getiren eski nesillerin yerine dünyevî amaçlarla bezenmiş yeni nesillerin ikame edilmesidir. “Sınav” kelimesinin soğukluğu ve bezdirici özelliği bütün ülkeyi sarmış durumdadır. “Sınayıcılık” yerine “sındırıcılık” niteliğini daha belirgin bir şekilde gösteren sistem, hayattan sınmış, bezgin, mutsuz, pesimist ve depresif bir gençliği, saatli bir bomba gibi ülkenin kucağına bırakmıştır. Şöyle ki; henüz ilkokul birinci sınıfta okuyan yavrusunu her gün elli-yüz test sorusu çözmeye zorlayan velileri tanıyorum. Bu giderek artan öyle hastalıklı bir durumdur ki, bulaşıcı bir şekilde ülkeyi sarmıştır. İlkokuldaki çocuğa bu denli yüklenilmesinin sebebi; altı, yedi ve sekizinci sınıflardaki SBS’lerdir. Çocuğunu ilkokuldan itibaren seviye belirleme sınavlarına hazırlayan veliler kibar Demoklesler haline dönüşerek “evlâdım, biraz dişini sık, bu sınavı geç, bak çok rahat edeceksin, bize dua edeceksin, canım yavrucuğum!” kabilinden sözlerle çocuklarını motive etmeye çalışmaktadırlar. Fakat hiç bitmeyecekmiş hissini veren bir kâbusa dönüşecek olan savaş yeni başlamaktadır. On bir yaşından itibaren yük yavaş yavaş ağırlaşmaya başlar. Bu yaştan itibaren hafta içi okula, hafta sonu dersaneye giden yavrumuz, sistemin acımasız çarkına takılmıştır bir kere. Sekizinci sınıf sonunda üç yıl girilen SBS’nin ortalaması çocuğumuzun hangi liseye gideceğini belirleyecektir. Anne babasının “az kaldı, şimdi bitecek, ha gayret”leriyle liseye gelen ve rahatladığını düşünen, artık delikanlılık moduna da girmiş olan çocuğumuzu dört yıllık yeni bir zorlu etap beklemektedir. Bu etabın adı üniversiteye hazırlık dönemidir. “YGS ve LYS”ye hazırlık; bir vampir acımasızlığıyla gencimizi hayata bağlayacak ne varsa hepsini sonuna kadar emer, tüketir. Kendini bilen, varlığından haberdar olan, ahlâklı, dürüst, faydalı nesiller yetiştirme gayesini gütmesi gereken eğitim, bütün bunları bir kenara iterek üniversiteyi kazanma odaklı bir yapıya bürünür. Meselenin insanî boyutunu sürekli ihmal eden, insan odaklı bir sistemi ranta dönüştüren, bu yolda uhrevî ve dünyevî intiharların yolunu açan acımasız bir yapı… Neyse… Üniversiteyi kazanan gençlerimiz şanslı mı şansız mı olduklarını az sonra anlayacaklardır. Bin bir güçlükle girilen üniversite mutlu bir hayatın garantisi de değildir. Çevresinde işsiz üniversitelileri birer birer saymaya başlayan ve saymaktan yorulduktan sonra kendi derdine düşen gencimiz için üniversiteyi bitirmek yeterli değildir. Bitti denilen yarış henüz başlamaktadır. ALES, o güne kadar anlayamadığınız genel yeteneğinizi, kültürünüzü ve kavrama becerinizi ölçen geçmeniz gereken bir sınavdır. Ne gerekli bir sınav! Eğer akademik kariyer yapmak istiyorsanız daha çook çalışmanız gerekecek. İlminiz, bilginiz, yeterliliğiniz bir tarafa; yabancı dil bir tarafa. ÜDS, KPDS, TOEFL gibi dil sınavlarından hatırı sayılır bir puan alamazsanız akademisyen olamazsınız; isterseniz allame-i cihan olun. Bunu da geçiniz. Kâbusun göbek adı ise KPSS’dir. Bu sınavdan yüksek bir puan (ortalama seksen) almadan kamuda çalışmanız mümkün değildir; ne öğretmen olabilirsiniz ne başka bir şey. Bugünlerdeki, dünyanın etrafını birkaç kez dolaşacak uzunlukta KPSS başvuru kuyrukları nasıl bir cinnet hali içinde olduğumuzu gösteren ibretlik bir fotoğraftır. Bütün engelleri aşan yorgun savaşçılarımızı tebrik eder, ayakta durabilecek güçleri kaldıysa hayat sınavında kendilerine başarılar dileriz. 17.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Eksen kayması ve AB |
Türkiye’nin dış politikasıyla ilgili olarak hayli zamandır devam eden “eksen kayması” tartışması, Gazze’ye yardım gemisine yapılan kanlı İsrail saldırısı üzerine tırmanan gerginlik ve aynı günlerde BM Güvenlik Konseyindeki “İran’a yaptırım” oylamasında Ankara’nın Brezilya ile beraber “hayır” oyu vermesi sonrasında iyiden iyiye kızışıp hararetlendi. Gerçi mesele bu iki hadise ile sınırlı değil. Öncesinde de Türkiye’nin söylem düzeyinde İsrail’e tepkilerini sürdürürken, Arap ülkeleriyle ilişkileri geliştirmesi, birçoğuyla karşılıklı olarak vize uygulamasının kaldırılması, buna karşılık AB ile arasının iyice açılması, bu istikametteki tartışmaları besleyen bir arkaplan oluşturmuştu. ABD’nin başını çektiği dünya güçleri, İsrail’le Yahudi lobisinin istediği şekilde İran’a yaptırım hazırlığı içindeyken Türkiye ve Brezilya’nın bu ülkeyle takas anlaşması yapması da aynı zincirin bir halkası oldu. İsrail çevreleri bu gelişmeyi “İran Brezilya’yı kandırdı” şeklinde yorumlarken, Türkiye için de “İşte eksen kaymasında bir adım daha, Türkiye Batıya yüzünü çevirip İran’a ve İslâm âlemine yaklaşıyor” propagandasını arttırdı. Özellikle gemi baskını sonrasındaki gerginlikte ise ABD ile ilişkilerin tahribine odaklanıldı. Hatırlanacağı gibi, Obama’nın geçen yılki Türkiye ziyaretinde olumlu hava zirve yapmıştı. Ama sonra bu atmosfer, iki ülke ilişkilerini yıllardır zehirleyen Ermeni soykırımı iddiası başta olmak üzere, farklı gelişmelerle yavaş yavaş dağılmaya yüz tuttu. İsrail’le yaşanan gerginliğin—görünüşte—had safhaya ulaşması ise, aynı gerilimi ABD’ye de yansıtma fırsatı olarak kullanıldı. Eşzamanlı olarak Erdoğan’ın, Bush’la sıkı fıkı iken pek seslendirmediği, Felluce katliâmında olduğu gibi istisnaî çıkışlarını ise bilâhare geri alma anlamına gelen politikalarla telâfi etmeye çalıştığı “Irak işgali” eksenli eleştirilerini tam da Obama’nın işgali bitirip bu ülkeden çekilme hazırlıkları devam ediyorken dile getirmesi de ilginç. İran kararında dikkat çeken noktalardan biri, Putin Asya zirvesi için geldiği İstanbul’da Erdoğan’la gayet “samimî” görüntüler verirken, Güvenlik Konseyinde yapılan oylamada Rusya’nın Amerika’yla birlikte yaptırımlara “evet” demesi. Bu tavır, özellikle uluslararası politikada yekpare birliktelikler olmadığı, olayın ve konunun niteliğine göre parçalı, konjonktürel ve geçici ittifak veya karşıtlıklar oluşabildiğini bir defa daha gözler önüne seren yeni ve enteresan bir örnek. Aynı Güvenlik Konseyi ve BM’nin, İran’a yaptırım konusunda sergilediği kararlılığı İsrail’e karşı ortaya koymaktan kaçınması da, gözden kaçırılmaması gereken önemli noktalardan biri. Ve İran oylaması, uzlaşılan yaptırımlar İsrail’i tatmin etmese de, gemi baskını vahşetinin tetiklediği tepkilerin Tel Aviv üzerinde meydana getirdiği baskıyı hafifletti, hem de uluslararası kamuoyunun gündemini yeniden İran’a odakladı. Bu hengâmede “Türkiye eksen mi değiştiriyor?” tartışmasının daha yoğun bir şekilde alevlendirilmesi elbette ki tesadüfî bir gelişme değil. Haddizatında Türkiye’nin Ortadoğu, Orta Asya, Asya, Uzakdoğu, Afrika, Güney Amerika gibi çok farklı coğrafyalarla aktif ve dinamik bir ilişki içine girmesinde yadırganacak birşey olmamalı. İlâveten, çok yönlü ve çok boyutlu dış politika açılımları AKP hükümetiyle başlayan bir gelişme de değil. Çok partili demokrasiye geçtiğimiz 1950’de milletin reyiyle iktidara gelen DP’den bu yana bütün demokrasi hükümetleri dış politikaya yeni ufuklar kazandırıp, dünyanın her yerinde dostluğa dayalı ilişkiler tesisine katkı sağladılar. Buradaki önemli mesele, genel dengeyi ve öncelikleri iyi tanzim ve takip edip gözetebilmek. AKP iktidarının bu noktadaki en vahim hatası, 2004 sonundan itibaren AB sürecini boşlayıp, reformları ilerletmek yerine Avrupa kaynaklı engellemeleri bahane ederek bu tavrı sürdürmesi. 5.5 yılda AB sürecinde daha iyi bir noktaya gelseydik, böyle bir eksen polemiği olur muydu? 17.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Kim cevap verecek? |
Maalesef terör, kan akıtıp can almaya devam ediyor. Maddî havanın ısınmasıyla birlikte terörün ateşi de yükseldi. Aylardan beri yapılan ‘tahmin’leri doğrularcasına, hemen her gün yeni bir terör saldırısı ve şehit haberlerini duyuyoruz. Terör konusu, uzun yıllardan beri Türkiye’nin başını ağrıtan, gayret edilmesine rağmen henüz kalıcı çaresinin bulunamadığı bir problem. Şehit haberlerinden sonra yapılan açıklamalar ‘Kanı yerde kalmayacak’ın çok da ötesine gidemedi. Elbette bu sözler de söylenecek, ama sözlerin icraatla desteklenmesi şart. Bu yapılamadığı için ‘tepki’ler sözde kalıp terör saldırılarından sonra tekrarlanmaktan öteye gitmemiş oluyor. Her defasında ifade etmeye çalıştığımız gibi yine tekrarlayalım: Terörü sona erdirmek sadece siyasetçilerin ya da sadece silâhlı kuvvetlerin işi değil. Bütün Türkiye’nin, hepimizin problemidir. Adım adım hepimizin yapacağı, yapması gereken şeyler vardır. Silâhlı kuvvetler terörle mücadelede doğruluğu test edilmiş metodları kullanacak, siyasetçiler de gerekli altyapıyı sağlayacak, bizler de yanlış yapanlara en azından ‘buğz’ ederek teröre karşı duranlara mânevî destek vereceğiz. Aynı şekilde sivil toplum kuruluşları ve iş adamları da üzerlerine düşen görevi yerine getirecekler. Nihayetinde bu toplu kararlılıkla ancak terör sona erebilir. Fakat hiç unutulmaması gereken nokta, bu mücadelede kararlılık ve doğru metodu kullanmak gerektiğidir. Her gün değişen metodlarla ya da terörü önleyen değil de daha da azdıran metodlarla terörle mücadele edilmez. Konuyla ilgili olarak çok şey söylemek mümkün, ama bütün bu sözler acaba şehit babalarının sorusuna cevap olabilir mi? Çarşamba günü (16 Haziran 2010) Şırnak’ın Uludere ilçesinde teröristlerle çıkan çatışmada şehit olan uzman çavuşun babası “Bu kan ne zaman duracak?” diye sormuş. Bu can alıcı soru elbette ilk defa sorulmuyor. Hemen her şehit haberinden sonra aileler ve bütün milletimiz bu soruyu bazen sesli, bazen de sessizce soruyor. Peki, bu sorunun makul ve kabul edilebilir, inandırıcı cevabı hazır mı? Türkiye’yi idare edenler, birbirlerine lâf yetiştirme yarışını bir an olsun sona erdirip bu soruya cevap verebilse daha iyi olmaz mı? “Bu kan ne zaman duracak?” sorusuna ikna edici cevap verebilmek için evvelâ “Bir an önce durmalı” denilmesi ve ona göre adımlar atılması lâzım. Terörü sona erdirmek ‘birinci görev’i olanların bu konuyu ‘ek iş’ gibi görmeleri kabul edilemez. Ümit ve temenni ediyoruz ki; ‘hiç bitmeyecekmiş gibi’ görülen bu terör hadiseleri bir an önce sona erer ve Türkiye, enerjisini milletin huzur ve refahına sarf eder hâle gelir. Teröre harcanan maddî emeğin, kalkınma ve refaha harcandığını bir düşünelim. Çok kısa zamanda “Büyük Türkiye” olmamız mümkün. Zaten terörü destekleyen odakların birinci hedefi de Türkiye’nin ‘büyük’ olmasını engellemek değil mi? Keşke, “Bu kan, son kan” diyebilsek! 17.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Umut YAVUZ |
|
Umut tacirleri |
Umut olmadan bir hayat sürdürmek elbette imkânsızdır. Zira umut, yola devam edebilme gücünü kendinde bulabilmektir. Bir gaye-i hayali olanın pek tabiî ki bunu elde etmek konusunda umudu da olacaktır… Ama bir de öte yanda umut tacirleri vardır… Bunların işleri güçleri etraflarına umut dağıtmak ve bu yolla kendilerine prim sağlamaktır. Zira insanların en zorda oldukları zamanlarda ve hayata karşı en moralsiz oldukları anda umut ışığı birdenbire ruhu aydınlatarak adeta insana can verir… Bu, bireyler için böyle olduğu gibi, toplumlar için de böyledir… İşte bunu bilen siyasetçiler de en sıkıştıkları dönemlerde hemen umut tacirliğine soyunurlar… Siyaset mesleğinde “umut” denilince akla hemen “vaat” gelir… Zira umut tacirliğinin tezgâhı vaatlerdir, pazarı da miting meydanları ve kürsülerdir… Her vesilede bir umudun arkasına öbürü eklenmek suretiyle insanlar oyalanır ve böylece zaman geçirilir… Bazen bir umut, bir seçim zaferi anlamına gelir… Bu sebeple seçimlere en yakın dönemlerde umut üreten vaat makineleri fazla mesai yaparak insanlarda büyük beklentiler oluşturulur… Bu işlem seçimden sonra da zaman zaman tekrarlanarak umutlar hep taze tutulmaya çalışılır… Böylece sonu gelmez bir bekleme ve beklenti döngüsü içinde seçmen aldatılmaya devam eder… Hele bizimki gibi “hafızası çok zayıf” toplumlar için umut tacirliği çok yüksek kâr (veya oy) getiren bir meslektir… Siyasetçiler bu gerçekleri şüphesiz bizlerden çok daha iyi bilir… Umut tacirlerinin yaktıkları ışıkların esasında bir fecr-i kâzipten ibaret olduğunu bilmek lâzım. Her seferinde “evet şimdi oldu, artık zulüm ve karanlık dağılacak” diye sevinerek düğün dernek yapılmaya başlanır… Ancak zaman geçip de bunun yalancı bir fecir olduğu anlaşıldığı anda yürekleri bir hayal kırıklığı ve bozgun hali kaplar. Bu hal ikinci bir umut ışığına kadar devam etse de, sonra her şey yeniden unutulup, umut edilmeye devam edilir… Şunu da unutmamak gerekir ki, bu yalancı umut tacirlerinin ellerinde tuttukları sahte fenerlerin gaz yağı da yine zalimler tarafından temin edilmektedir… Bu sebeple yaydığı ışığın özü de karanlıktır… İşte Türkiye’de son yıllarda yaşadığımız halet-i ruhiyenin özeti budur… Vatandaş umut tacirlerinin aşırı doz vaatleri ile zehirlenmiş ve zehirlenmeye devam etmektedir. Türkiye belki de tarihinde böyle şaşaalı bir propaganda görmemiştir. Görenler zanneder ki, bundan böyle her şey muhteşem olacak, her şey lehimize dönecek ve önümüzde hep aydınlık yarınlar var… Halbuki “kem alâtla, kemâlat olmayacağını” herkes bilir… Hadi bilmeyenler için açıklayalım, bir hayra, bir güzelliğe yanlış ve kötü vesilelerle ulaşamazsınız. Maksadınız da, vasıtanızda hayır ve doğru olacak ki, vardığınız nokta ve elde ettiğiniz netice de hayır ve güzel olsun… Aksi halde hep hayal kırıklığı ile karşılaşmanız kaçınılmaz olacaktır. Şimdi kimileri kalkıp da “Hadi birileri umut tacirliği yapıyor da, bu senin yaptığın da ne oluyor? Canımızı sıkıyorsun!” diyebilir… Bizim yaptığımız hakikat namına konuşmak ve sarhoş dostları ayıltmaya çalışmaktan ibarettir, yoksa can sıkmak ve moral bozmak değil. Şunu da teslim etmek gerekir ki, zaman ve şartlar hangi yöne doğru akarsa aksın, hak ve hakikat son tahlilde galip olacaktır. Burada önemli olan doğru yerde durmak ve istikametini bozmamaktır… Bütün derdimiz de budur... 17.06.2010 E-Posta: [email protected] |