Ali FERŞADOĞLU |
|
Gençlerin geliştirdiği kimlik tepkileri |
Toplum içinde kendi durumunu tesbit etmeye, rolünü anlamaya, yerini bulmaya çalışan gençler, dört temel davranış biçimi geliştirirler: Aynîleşme/özdeşleşme, hürriyet/bağımsızlık, mesuliyetsizlik/ilgisizlik ve mes’uliyet/sorumluluk. 1-Aynîleşme/özdeşleşme: Yaşadığı toplumun bütün sosyal/kültürel değerlerini benimser ve diğer kişilere benzer. Devraldığı kalıpları, ayrı bir biçimde sürdürme çabasına girer. 2-İsyan/özerklik/bağımsızlık: Çevreden ve içinde yaşadığı toplumdan gelen bütün kültür değerlerine karşı çıkar. Hepsini reddeder ve yeni değerler peşinde koşar. 3-İlgisizlik/sorumsuzluk: Çevreden gelen kültür değerlerine tamamen ilgisiz kalır. Ortak değerleri, mefhumları, özellikleri benimsemez. Mefhûm/kavram kargaşası içine düşer. Meselâ, Müslüman gençler kimliklerini Kur’ân, imân doğrultusunda geliştirmemeleri durumunda; ebedî hayatlarını tehlikeye attıkları gibi; toplumun bilhassa yaşlı, namuslu ve zengin kesimlerine büyük zarar verirler.1 En kuvvetli bir ticâret vesîlesi;2 büyük bir enerji kaynağı olan gençliklerini sûistimâl ile namusları paymal; taşkınlıklarıyla âile ve toplum huzurunu allak-bullak ederler. 4-Mes’uliyet/sorumluluk: Hürriyet, bağımsızlık, sorumluluk dengesini kurar, sınırlarını çizer, orta yolu bulur. Çevreyle gerçekçiliğe dayanan olumlu ilişkiler içine girer ve yaklaşır. Bir taraftan içinde yaşadığı toplumun değerlerini alırken; öbür yandan ona katkıda bulunur. Meselelere akılcı, sağduyulu yaklaşarak halletme yoluna gider. Şüphesiz, gençlere en sağlıklı ve karakterli kişiliği bu son metod sağlar. Bunlar kendileriyle ve toplumla barışık ve tutarlıdırlar. İç çatışmalardan uzaktırlar. Kendilerine hedef çizmişlerdir. Hayat ve hayâlâtlarının gayesi vardır. Neyi, niçin, ne zaman ve nasıl yapmaları gerektiğinin şuurundadırlar. Ne olmak istediklerinin farkındadırlar. Duygularını kontrol edebilirler. Yüce, ulvî, olumlu duygularını geliştirir; olumsuz, menfîlerini mecraına koyarlar. İfrat ve tefritten sakınmaya, orta yolu tutmaya çalışırlar. Zamanlarını iyi kullanmasını bilirler. Toplumla dayanışma içine girmek zorunda olduklarını ve toplumun kültür değerlerine saygı göstermeleri gerektiğinin idrakindedirler. Aynı zamanda, bunları geliştirme / iyileştirme mesuliyetinde olduklarının da farkındadırlar...
Dipnotlar:
1- Tarihçe-i Hayat, s. 582 2- Lem’alar, s. 233 15.06.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Feyizli okumalar (5) |
Okuma programlarında, unutulmaması ve asla ihmal edilmemesi gereken bir husus, yaş grupları esasıdır. Evet, katılımcıların, yaş gruplarına göre belirlenmesi, çok önemli bir gerekliliktir ve hatta zaruret derecesinde bir ihtiyaçtır. Farklı yaş grubunda olanların içiçe yaşaması, çok büyük sakıncaları da beraberinde getirir. Faydadan çok zarar verir. Hele hele, henüz bülûğ çağına girmemiş olanlarla, lise, üniversite ve daha üstündeki yaş grubunda olanların birarada bulunması, yeme, içme, yatma, okuma, müzakere seansları yapma gibi hal ve hareketleri aynı zaman ve mekân dahilinde paylaşması, faydalılık yönü bir yana, bazen telâfisi imkânsız zararlara, hatta travmalara dahi yol açabilir. Bu noktada, merhûm Zübeyir Gündüzalp'in de çok ciddi uyarıları olduğunu, canlı şahitlerden öğrenmiş bulunuyoruz. * * * Bu arada, okuma programalarına dair bazı teklif ve tavsiyeler de sizlerden geldi. Tebrik ve duâlar. Bunları da, burada maddeler halinde düzenleyerek dikkat nazarlarına takdim ediyoruz. * Katılımcılara, kendini ifade etme fırsatı verilebilir. Meselâ, şahıslar, mâkul bir süre içinde şiir okuma, spor veya musıkî becerisi, konu veya fıkra anlatımı, taklit, temsil gibi özel kabiliyetlerini sergileyebilirler. * Program başlangıcında "şahsî okuma hedefleri" belirlenebilir. (Kitap veya sayfa sayıları gibi.) * Günlük okumaları takip ile en çok okuyana hediye verilebilir. * Müzakereli derslerden, anlatılanlardan yarışma düzenlenebilir. * Tesbihat, yemek, yemek duâsı gibi hizmetler için nöbetçiler belirlenebilir. * Gazete okuma saati konularak, gazetede çıkan önemli bazı haber ve yazılar katılımcılara okunabilir. * Bilhassa sabah derslerinin verimli geçmesi için, okunan bahsin herkes tarafından takip edilmesi sağlanabilir. * Kendi başına ve kontrolsüz hareketlerin önlenmesi cihetine gidilebilir. * Program yapılacak yerin, önceden mutlaka görülmesi ve gerekli şartların hazırlanması incelenmesi gerekiyor. * Başlangıçta, okuma programlarının ehemmiyetine dair, sohbet veya seminer tarzında bir sunumun yapılması çok yerinde olur. * İşin ciddiyeti açısından, gece ve gündüz kıyafetlerinin aynı olmamasına, birbirinden farlı olmasına dikkat ve itina gösterilmesi gerekir.
Tarihin yorumu 15 Haziran 1926
Muhalifleri bertaraf etme kumpasları
Hayalî "İzmir Sûikastı Hadisesi", 14/15 Haziran (1926) gecesinde ifşâ edildi. Söylentiye göre, İzmir Valisi Kâzım Dirik'e gelen Giritli Motorcu Şevki isimli şahıs, bazı kimselerin M. Kemal'e sûikast plânladığı ihbarında bulunuyor. İddiaya göre, eski Lazistan mebusu Ziya Hurşit ile arkadaşları, iki gün sonra İzmir'e gelmesi beklenen M. Kemal'e sûikast yapıp kaçmayı plânlamışlar. İhbarı ciddiye alan valilik, derhal harekete geçer ve adı geçen şahıslar tutuklanmaya başlanır. Tevkifler, İzmir'le sınırlı kalmaz, ayrıca Ankara ve İstanbul'dan da tanınmış şahsiyetleri içine alacak şekilde genişletilir. Tutuklananlar arasında Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat gibi eski İstiklâl Harbi komutanlarıyla, yakın zamanda kapatılan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının (TCF) şöhret kazanmış şahsiyetleri de var. Hadiseye neredesinden bakılırsa bakılsın, yapılan işin bir tertip, bir komplo ve bir kumpas olduğu âşikâr. İktidardaki halk partisi, muhaliflerini sindirmek için, yine kendisinin plânlamış olduğu entrika dozu yüksek ve bir operasyondur, muhayyel İzmir Sûikastı Hadisesi. Evet, bu sûikast, tamamıyla hayalidir. Zira, M. Kemal, o tarihte henüz Balıkesir'de olup, ortada teşebbüs edilmiş bir sûikast mevcut değildir. Niketim, bilâhare İzmir İstiklâl Mahkemesine çıkarılan eski Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir Paşa da, orada gördükleri karşısında hayrete düşer. Karabekir, hiç ilgisiz insanların, hayatta hiç tanışmamış ve görüşmemiş kimselerin nasıl olup da aralarında işbirliği yapmış oldukları iddiasıyla mahkemeye sevk edildiklerini hayretle sorar. Ankara'dan İzmir'e sevk edilen uyduruk İstiklâl Mahkemesi, hayalî sûikastten birinci derecede sorumlu ilân ettiği Ziya Hurşit ile 13 arkadaşını idam cezasına çarptırır. Yani, hiç vuku bulmamış bir sûikast ihtimali binaen tam 14 vatan evlâdı orada idam ettirilir. İdam edilmeyenler de, siyasetten ve ülke yönetiminde bulunmaktan büyük ölçüde men'edilir. Düşünün ki, idamdan kıl payı kurtulan Karabekir Paşa bile, ömür boyu casus takibi altında bulundurulur. Fakir ve sefil bir hayata mahkûm edilmek istenir. Elindeki evraklar ile yayına hazırlamış olduğu kitaplar yakılarak yok edilir. Öyle ki, paşanın yeniden siyasete atılması dahi, ancak 1939 seçimlerinden sonra mümkün olur. Netice itibariyle, yakın tarihteki bu ve benzer olaylara baktığımızda, gerek Şeyh Said Hadisesi ve onunla bağlantılı addedilen TCF denemesi, gerekse Menemen Hadisesi ve yine onunla irtibatlı kabul edilen SCF denemesinin, esasında bir tertip önceden tasarlanmış bir kumpas olduğu kanaatine varıyoruz. Bunlara, Dersim operasyonlarını da dahil etmek mümkün. İktidardakiler, muhaliflerini ezmek ve bertaraf etmek için, her yolu mübah görmüşler ve her türlü zulümkârlığı irtikâp etmişlerdir. 15.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin EREN |
|
Mekân yolculuğu |
Mekân mı insanı hapseder, insan mı mekânda hapsolur? Birbirlerine olan etkileri ne derece ölçülebilir; karşılıklı bakışları ne anlamda anlaşılır? Bir mekânı esir olacak derecede sevmekle, bir mekânda esir tutulmak aynı esaret mi? Sevdiği şehirde hiç çıkmamacasına yaşamakla, bir şehre sürgün götürülmek aynı şey olmasa gerek. İstirahat için yatağında yatmakla, doktorun “kıpırdamadan yat” demesi arasında sağlıkla hastalık kadar fark var. Hapishane de dört duvar, ev de dört duvar; aralarında aşılmaz zihin mesafeler, ucu ucuna birleşmez labirentler var. Evin kapısına silâhlı biri gelip dışarı çıkmayacaksın demesiyle ev hâlâ ev midir? Mekânlar aynı mekân, eşyalar aynı eşya, nesneler aynı nesne; dimağlara dikilen duvarlar, algılara getirilen prangalar sevdiğin mekânı senden alıp sürgüne götürüverir. Öz yurdunda böyle birden öksüzleşir, evsizleşiverir insan. Mekânı yurt yapan, özgürlük alanı kılan nasıl bir bakış enginliğidir; yurtsuzluksa nasıl bir daralma, kapanma; hâlbuki güneş bütün dünyayı aydınlatır, rüzgâr sınır tanımadan eser, yağmurlar devlet sınırlaması bilmeden yağar, gecede ay herkese ışıktan tebessümler eder. Hem evren evimiz sayılmaz mı; evimiz de küçük bir evren… Bazen olur bütün evren dar gelir de, boğulacak gibi oluruz; bazen de küçük bir eşya, küçük bir tebessüm, küçük bir mekân mutlulukta boğar. İnsan aynı, mekânlar sabitken, değişen mutluluk ve mutsuzlukta döner insan. Esarette bile bir nevî ünsiyet vardır; ayrıldıktan sonra özlem duyulur eşya arkadaşlara. Acılara yoldaşlık eden mekânlar hüzünle hatırlanır; tahta kırık bir kaşık, koca çınar, karıncalar, yıldız; mekânı sınırsızlaştıran dostlardır. Yaşadığımız şehir, ülke, dünya, güneş sistemi, Samanyolu; sevdiğimiz evimizin genişleyen daireleri. Ya gönül evimiz ne kadar geniş; kaç odası, kaç bahçesi var? Aşk esaretine düşmüşleri hangi mekân mutlu eder, her yer onlara hapis değil mi? Sevgilinin olmadığı bütün mekânlar sürgündür onlar için; sevgilinin bastığı yerlerse cennet bahçesi. İçinden çöl geçse de, o çölün içinden geçse de... Maşuk varsa, o mekân mekânların en güzeli, yerlerin sevimlisidir. Bu yazıyı, kapıyı kapatıp kendimi hapsettiğim bir mekânda yazdım. Biri başımda durup zorla yaz deseydi yazamazdım herhalde. Zihnimde gezen mekân yolculuğunda bir nebze olsa sizi bulunduğunuz mekânlarda mutlu etmişsem ne mutlu. 15.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Deccal üzerine |
Diyarbakır’dan İbrahim Kurt: “Deccal ile ilgili olarak Peygamber Efendimiz (asm) neler bildirmiştir?”
Nevvâs bin Sem’an (ra) bildirmiştir: Resûlullah Aleyhissalâtü Vesselâm bir sabah vakti Deccal’i anlattı. Onu öyle yakından anlattı ve dehşetli gösterdi ki, biz onu yakın bir hurmalık içinde sandık. Biz kendisine doğru yürüdüğümüzde, Resûlullah Aleyhissalâtü Vesselâm bizdeki bu vaziyeti anladı ve bize: “Sizin haliniz nedir?” buyurdu. Biz: “Yâ Resûlallah! Sabahleyin bize Deccâl’i anlattınız. Ve onu öyle yaklaştırdınız ve tahribâtını öyle dehşetli gösterdiniz ki, bizler onu yakın bir hurmalıkta sandık” dedik. Resûlullah Aleyhissalâtü Vesselâm: “Beni sizin üzerinizde en çok korku ve endişeye düşüren şey, bu sizin düşündüğünüzden başkadır. Eğer Deccal, ben henüz sizin içinizde bulunurken meydana çıkarsa ben sizin önünüzde ona karşı durup sizleri müdafaa eder ve ona hiçbir yardımcıya muhtaç olmadan tek başıma ve burhanla galebe ederim. Eğer ben içinizde yok iken çıkarsa, o zaman her bir kişi bizzat kendi nefsinin müdafii durumunda olur. Allah, her bir Müslüman üzerine benim halefimdir. (...) “Muhakkak o, Şam ile Irak arasında kayalık bir mevkide çıkacaktır. Sağda solda en süratli şekilde şiddetli fesatlar yapacaktır. Ey Allah’ın kulları! Sizler sebat ediniz!” buyurdu. Biz: “Yâ Resûlallah! Onun yeryüzünde kalması ne kadar sürer?” diye sorduk. Resûlullah Aleyhissalâtü Vesselâm: “Kırk gün. Onun birinci günü bir senedir. İkinci günü bir aydır, üçüncü günü bir haftadır, dördüncü günü de sizin günleriniz gibi bir gündür” buyurdu. (...) Biz: “Yâ Resûlallah! Onun yeryüzündeki sür’ati ve kudreti ne kadardır?” diye sorduk. Resûlullah Aleyhissalâtü Vesselâm: “Rüzgârın hızla yürüttüğü yağmurun sür’ati gibidir. Deccal bir kavmin üzerine gelir ve onları davet eder. Onlar da ona iman edip kendisinin çağrısına uyarlar. Ardından semaya emreder, sema yağmur yağdırır. Yere emreder de, yer her türlü bitkiyi bitirir.... Bir harabeliğe uğrar ve ona hitaben: ‘Hazinelerini ortaya çıkar.’ diye emreder. Sonra yetişkin gençlik dolu bir civanmert çağırır. Onu kılıçla vurup, iki parça halinde keser. Parçalarını bir ok atımı mesafesi kadar birbirinden ayırır. Sonra, parçaladığı genci çağırır. O da hemen yüzü parıldayarak ve güler halde ona yönelir, gelir. Deccal bu işlerle meşgul olduğu sırada Allah, Meryem oğlu Mesîh’i gönderir. Meryem oğlu Mesih, Dımaşk’ın doğu tarafındaki Beyaz Minâre yanında herd boyası ile boyanmış iki parça elbise içinde ellerini iki meleğin kanatları üzerine koymuş vaziyette iner...... Onun nefesi, gözlerinin göreceği yere kadar ulaşır. Ardından İsa Aleyhisselâm, Deccâl’i arar ve nihayet onu Beytu’l-Makdis’e yakın bir yer olan Ludd kapısı denilen mevkide bularak öldürür. Sonra Meryem oğlu İsa (Aleyhisselâm)’a, Allah’ın Deccal şerrinden korumuş olduğu bir topluluk gelir. Îsâ (Aleyhisselâm) onların yüzlerine dokunup mesheder ve onlara Cennetteki derecelerini gösterir.”1 Bu uzun hadiste çok müteşâbih ve yorum isteyen ifâdeler olduğu muhakkaktır. Bedîüzzaman Saîd Nursî hazretleri bu uzun hadis-i şerifi Beşinci Şuâ’da tefsîr ediyor. Hazret-i Üstada göre, burada geçen “Şam ve Irak” gibi yer ifâdeleri, râvîlerin içtihatlarıyla hadis metnine sehven karışmıştır. Hadislerin rivâyet edildiği günlerde hilafet merkezi Şam ve Irak civarında olduğundan, râvîler hadisin mânâsını belli bir mekâna yönlendirerek mânâyı daraltmışlardır. Bu yorum, zamanla hadis metninden zannedilmiştir. Oysa hadisin muradı, “hilâfet ve hükümet merkezi”dir.2 Hadiste geçen Deccâl’in dört gününden murad, Deccâl’in dört devresidir. Bu devreler, aynı zamanda büyük tahribat, bozgunculuk ve fesat sahibi Deccâl’in tahribatına kuzey kutbuna yakın yerlerden başlayacağına da işarettir. Nitekim kuzey kutbunda bütün sene, bir gece ve bir gündüzden ibarettir. Yani o bölgede altı ay sürekli gece, altı ay sürekli gündüz olmaktadır. Trenle bu tarafa bir günlük yol alınsa, bu bölgede de yaz mevsiminde bir ay mütemadiyen güneş batmaz. Otomobil ile yine bu tarafa bir günlük yol alındıkça, bir hafta boyunca güneşin batmadığı yerlere gelinir. Demek Deccâl’in, kuzeyden bu tarafa doğru tecavüz edeceği hadisin mu’cizâne ifadesiyle böyle bildirilmiştir. Hadiste geçen “günler” kavramı, aynı zamanda Deccâl’in iş, icraat, zulüm ve istibdat devrelerine de işaret eder. “Birinci günü bir sene, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta” tabirleri işleri ve şiddeti giderek küçülen üç istibdat devresini bildirir. Dördüncü günü normal ve sıradan bir gündür. Yani dördüncü gününde iş ve icraat yoktur, bitmiştir. Burada artık durumu koruma gayreti ön plâna çıkmıştır.3 Hadiste Deccal’in kavimleri kendine tâbi edeceği, semaya emredip yağmur yağdıracağı, yere emredip her türlü bitkiyi bitireceği, bir genci çağırıp öldüreceği, sonra tekrar dirilteceği, dirilen genci çağırdığında bu gencin gülerek kendisine geleceği şeklinde ifâdesini bulan Deccal’in “fevkalâde güç ve iktidarı”, Bedîüzzaman’a göre, Deccâl’in temsil ettiği mânevî şahsiyetin dehşet ve azametinden kinâyedir. Meselâ Rusya’yı mağlup eden Japon Başkumandanı için bir vakit, “Bir ayağı Bahr-i Muhitte, bir ayağı Port-Artür Kalesinde” denmiştir. O şahsın da, şahs-ı manevisinin dehşetli azameti, fevkalâde iktidarı ve olağanüstü gücü bu ifadelerle bildirilmiştir ki, işi ve icraatı tahrip olduğundan, gençlik şehvetini tahrik ederek gençleri zevk ve eğlencelerle güya diriltir, fakat maneviyât açısından öldürür ve her türlü bozgunculuğu yapar. Çünkü tahribat kolaydır. Bir kibrit bir köyü yakar. İştiha ve şehvetleri tahrik eden icraatlar, nefisler taraftar olduğundan, çabuk yaygınlaşır ve kabul görür.4 Cenab-ı Mevlâ’mız, ahir zamanın ve Deccâl’in şerrinden cümle ehl-i imanı korusun. Âmin.
Dipnotlar: 1- Müslim, Fiten, 110. 2- Şuâlar, s. 505. 3- Şuâlar, s. 506. 4- Şuâlar, s. 505. 15.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet BATTAL |
|
Yükseköğretim ve ideolojiler |
Türkiye’de üniversite sisteminin yeniden yapılandırılması konusu hep gündemdedir. Bu konu bugünlerde kamuoyunun gündemine yeniden getiriliyor. Ancak kanaatimce bir yönü hep eksik kalıyor, yeterince konuşulmuyor. Üniversitelerin ideolojileri var mıdır? Ol-malı mıdır? Ben bu yazıda ideolojiyi “fikrî zorlamalar” mânâsında kullanacağım. Zira ideallerle ideolojiler arasındaki fark, bir ideyi yani fikri yaymak ve uygulamaya koymak için devlet cebrini araç olarak kullanıp kullanmamakla ilgili. Üniversitede tezahür eden sekiz tür ideoloji var. Ben sayayım, siz de bu ideolojilerin gerekli olup olmadığına karar verin. 1. Genel ideoloji: Devletçilik. Anayasaya, kanunlara, dilimize ve oradan da “çaktırmadan” gönlümüze yerleşmiş garip bir “devletin ülkesi ve milleti” yaklaşımı var. Bu yaklaşım, devleti, milletin ve dolayısıyla bireyin sahibi olarak görüyor. “Devletin devamı ve selâmeti için kişilerin hakkı ve hayatı feda edilir” diyor. Dolayısıyla üniversite ve bilim de aynen “hükümet için feda olunan hikmet” gibi, devlet için feda edilecekler sırasına kolaylıkla giriyor. Devlet için ve devletin sahibi olan millet için feda olmak güzeldir, ama “feda edilmek” âdil değildir. Hele feda edilen bilgi ve hikmet ise. 2. Genelleşen ideoloji: “Yönetmek önemlidir. Kadrolaşmak önemlidir.” Ülkemizde yönetmek, cebretmek yani “topuz vurmak” mânâsına geliyor. Akademisyenler üretmekten çok yönetmeye istekli görünüyor. Oysa dünya gönüllülük esasına dayalı yönetimleri hedefliyor. O halde üniversitelerde de “yönetme”nin önemi azaltılmalı, “üretme”nin önemi öne çıkarılmalıdır. 3. Özel ideoloji: “Kemalizm zorunludur.” Bu ideoloji üniversitenin “üniversalis” oluşuyla, yani evrenselliğiyle çelişkilidir. Böylece evrensel bir çelişkiye de sebep olur. Zira bu ideoloji kendisi evrensel değildir. Dolayısıyla evrenseli yakalama iddiasında olan üniversiteye yakışmaz. Önceki bir yazımda da değinmiştim, 1982 tarihli YÖK Kanununun 4. ve 5. maddeleri Atatürkçülüğü ve Atatürk milliyetçiliğini referans alarak eğitim ve araştırma yapma mecburiyeti getirmiş. Bu iki maddenin hâlâ duruyor olması, ciddi bir zafiyet göstergesidir. 4. Arka plan ideoloji: “Pozitivizm.” Pozitivizm, “materyalizm ve bilim dini”nin karışımıdır. Hükmü ve modası geçmiştir. Artık “kütüphaneci Hurşit” de sadece “mürşitlerden bir mürşit”tir. Ama bu “izm”in etkileri sürmektedir. Diploma yeminlerinde, vicdanı ve hikmeti bir kenara bırakıp aklın ve bilimin aydınlığı üzerine yemin etmek gibi mânâsızlıklar derhal kaldırılmalıdır. Bilim ve din ayrımı bitmelidir ve bitecektir. Üniversiteler artık pozitivizmin kalesi olamaz. İllâ bir şeyin kalesi olacaklarsa hürriyetin ve demokrasinin kalesi olmalıdırlar. 5.Yönetsel ve düşünsel ideoloji: “Mutlakiyet ve istibdat.” Üniversite yönetim birimleri totalitarizmin kaleleridir. Oldukça netameli konularda, üstelik “oybirliği” ile kınama bildirileri yayınlamak, başka hangi şekilde izah edilebilir ki? Muhalefetin meşru ve hür sayılmadığı bir üniversitede, özellikle sosyal bilimlerde, gelişme olmaz, denetimsiz taklit sürer gider. 6. Kültürel ideoloji: “Yasak.” Meselâ Medresetüzzehra projesi yüz yıllık bir “üniversite projesi”dir. Ama henüz Türkiye’deki üniversiteler ne olduğunu anlamak için dahi konuşmaya yanaşmamaktadır. 7. Semboller ideolojisi: “Cübbeler çatışması.” Bid’aya dost, şeaire düşman bir üniversite var. Başörtüleri yasak, zira üniversiteler militan laikliğin kalesi, yöneticiler de bekçisi. Aynı şekilde, din adamının, cübbesiyle, cami, kilise ya da havranın dışına adım atması yasak, ama akademisyenlerin ya da hukuk adamlarının, cübbelerini giyip, neredeyse türbe sayarak -üstelik bir yandan da birbirleriyle kavga ederek- anıtlı tepeye çıkmaları serbest. 8. Sonuç ideoloji: “Mecburî (!) yanardönerlik.” Samimiyetsiz insanlar adası halindeki üniversitelerde neredeyse herkes karnından konuşuyor. Açık konuşan da –Profesör Atilla Yayla gibi- ideolojinin nefesini ensesinde hissediyor. “Kürsü dokunulmazlığı” galiba en çok akademisyenlere lâzım. Ya da âcilen ülkemizde her kareye bir “hyde park corner” lâzım. 15.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Muzaffer KARAHİSAR |
|
Barla gezisi |
8 Haziran 2010 tarihinde Huzurevinde kalan bir grup yaşlı ve çalışan personel arkadaşla Eğirdir tarafına, özellikle de Barla’ya gezi düzenlemeyi planlamıştık. Bu seyahat öncesinde hazırlıklarımızı tamamladık, tam yola çıkacağımız zaman benim gitmeme mani bir mazeret çıktı. Yola çıkanlardan hiçbiri önceden Barla’ya gitmemişlerdi. Sorarak, araştırarak ve öğrenerek o beldeleri gezip görmek üzere yola revan oldular. Ben onlara rehberlik edip, muhteşem Nur menzillerini gezdirip anlatacaktım; ancak onlar gezi dönüşü gördüklerini, duyduklarını, intibalarını, hayranlıklarını ve heyecanlarını çektikleri resimlerle sanki bir belgesel anlatır gibi, baştan sona hiçbir karesini kaçırmadan sevinçle ve neşeyle anlattılar. Üzerinde duman duman bulutların savrulduğu haşmetli dağların çevrelediği Eğirdir Gölü’nün engin, mavi, berrak ve bereketli sularının etrafındaki yeşillikler, güzellikleri ile daha ilk bakışta o bölgeye giden insanları büyüler, hayran bırakır. Bu güzellikler silsilesine manevî bir boyut kazandıran Barla, insanlara hissedip, tadıp anlatamayacakları duyguları, hisleri ve derinlikleri yaşatır. Bu güzelliklerin rengine, rüzgârına kapılmış yaşlı insanların ve genç personelin ilk defa yaptıkları Barla gezisi esnasında, Üstadın evinin önünde gördükleri kısa boylu, yaşlı, beyaz sakallı ve o mahallede üç dönem muhtarlık yapmış bir amcaya, “burasını bize anlatıver” dediklerinde; o Barla’lı yaşlı zâtın: “Siz bu Âlimin kitaplarını okumadınız mı?” sorusu karşısında, mahcup olup, “Bundan sonra okuyacağız” cevabının ardından; “O zaman beni iyi dinleyiniz” diye hatıralarını, bildiklerini, duyduklarını Barla insanına yakışır bir nezaketle ve heyecanla anlattığı; fotoğraflardaki el, kol ve mimiklerden rahatça anlaşılıyordu. O mekândan, canlı şahitlerden birisinin Bediüzzaman’ı, hayatını, mücadelesini, ihlâsını, samimiyetini, yaşantısını, zikir, tesbih ve ibadetlerini anlatması; kitaplarındaki ilim deryasından bahsetmesi, topluluğa çok tesir ettiğini görünce, benim o kafile ile gitmememdeki hikmeti anladım. Ulu Çınarın heybetli duruşu ve üzerindeki Üstad’a ait ibadet, tefekkür ve zikir mekânı, Üstadın evinin altında coşkun akan çeşme, hemen çeşmenin yan tarafında hediyelik eşyaların satıldığı yerde duvara asılı halı üzerindeki Bediüzzaman portresi, Üstadın evinin giriş merdivenleri… Evin içinde saygı ile, huşu ile oturmuş yaşlılar ve personel adeta Büdiüzzaman’ın rahle-i tedrisinden ders almak için muntazır durumdalar, arka fondaki duvardaki kütüphanede her dile çevrilmiş Risâle-i Nur eserleri… Bunlar ilk defa o mekanı görenlerin fotoğraf karelerinde yerini bulmuş muhteşem manzaralar. Başka hangi kareler var, beraber bakalım: “Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin 1926-1934 tarihinde devamlı kaldığı ve 1953-1960 senelerinde ara ara gelip kaldığı evi. Not: Odasındaki dolaplar, tavan, kapı ve pencereler o dönemdeki hali ile muhafaza edilmiştir.” “Barla, ehl-i imanın manevi imdadına gönderilen Risâle-i Nur Külliyatının te’lif edilmeye başlandığı ilk merkezdir.” “Bismillahirrahmenirrahim. Altı vilayet genişliğindeki manevi Medreset-üz Zehra’nın çekirdeği ve birinci medresesi olan ve sekiz sene ikamet ettiğim ve Risâle-i Nur’un telif merkezi olan bu evimi, bir medrese-i Nuriye olarak vakfettim. Nisan 1954 Said Nursî, Şahitler: Zübeyir, Ceylan, Sungur.” “Lütfen bayan ziyaretçilerin ziyaret esnasında örtülü olmaları rica olunur.” Merdivenlerden basamaklarından adım adım inildikçe insan ruhunu, kalbini ve latifelerini saran, rahatlatan ve lahutî derinliklere götüren Cennet bahçesinin içerisindeki çınarlar, ardıçlar, güllerden meyve ağaçlarına kadar çeşitli bitkilerin güzellikleri, kokuları, gölgeleri ve serinliklerini; sırat köprüsünü, çeşmeyi, havuzu, kamelyayı anlattılar ve resimlerini gösterdiler. Onların objektifinden okumaya devam edelim: “CENNET BAHÇESİNE HOŞGELDİNİZ. Bu bahçe, sekiz sene kemal-i sadakatle, sırf Allah için Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’ne hizmet eden Sıddık Süleyman Ağabeyin ve Hacı Hüseyin Bülbül’ün annesi Şefika Hanım’ın bahçesidir. Bu risâle, bir veya iki saat zarfında yazılan ve cennete dair olan Yirmi Sekizinci Söz’dür. Bu bahçe, Bediüzzaman Hazretleri zamanında bir üzüm bağı ve birkaç çeşit ağaçtan ibaret olan bu bahçeye ismine layık bir suret vermek ve o aziz hatırayı yaşatmak üzere 1997 yılında bahçede düzenleme yapılmış ve bu günkü haline getirilmiştir.” Gösterdikleri cesaret, sabır, sebat ve kahramanlıklarla aç, susuz, yokluk ve kıtlık demeden hayatın nimetlerini hiçe sayarak küfre, zulme, haksızlığa, inkârcılığa, deccaliyete ve ceberut devrine meydan okuyarak İslâm şuurunun, iman ve Kur’ân nurunun meşalesini omuzlarında geleceğe taşıyarak Isparta Kahramanları payesini alan, yiğitlerin destan yazdığı menzillerden birisi olan Barla, hatıralarıyla, mübarekliğiyle, mekânlarıyla, toprağıyla, havası ile, suyuyla insanları cezbetmeye ve etkilemeye devam ediyor. Kıyamete kadar da taşıyla toprağıyla mübarek olmaya devam edecektir. İnşallah. 15.06.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Yaptırım kararı sonrası ABD ile ilişkiler |
“Türkler benimsedikleri vizyonun kağıt üzerinde çok iyi olduğunu düşünüyorlar. Ama yakın bir Amerikan müttefiki olmakla Arap dünyası sokaklarında popüler olmak arasında denge kurmak başarılması güç bir iştir” diyor bir Amerikalı uzman, Türkiye’nin İran, İsrail, Filistin üçgenindeki son dönem politikaları için. Özellikle İran’a uygulanacak yaptırımlar konusunda BM Güvenlik Konseyinde ‘hayır’ oyu verilmesi, Amerikan yönetimini hayli kızdırmış gibi görünüyor. ABD Savunma Bakanı Robert M. Gates, geçen hafta Türkiye’nin doğuya kaydığından yakınıyordu. Bazı çevrelerde Türkiye’nin, Avrupa Birliği’nin ayak sürümesi yüzünden Batının kabul etmeyeceği düşüncesiyle Doğuya yaklaştığı konuşuluyor. İlginç olan tarafı; bu yorumlarda Türkiye’nin artık kendi dış politikasında proaktif ve bağımsız adımlar atmak istediğinin, bölgesindeki ülkelerle tarihi ve dini bağları sebebiyle olduğu kadar siyasî ve ekonomik sebeplerle de daha adil ve doğru politikalar izlediğinin farkına varıldığına dair bir işaret olmaması. Demek ki; Türkiye’nin politikaları dışarıdan içeriden görüldüğü gibi algılanmıyor. Hükümet, takas anlaşmasıyla girdiği taahhüde uygun ve tutarlı bir davranışla yaptırım kararına ‘hayır’ oyu vermiştir. Ancak bunun gerekçelerini Batılı müttefiklerine yeterince anlatamadığı görülmektedir. Öte yandan takas anlaşmasını onaylaması gereken Viyana Grubu, anlaşmayı tanımadığından ortada hukuken geçerli bir belge de kalmamış, İran yaptırım kararı sonrasında bu anlaşmayla bağlı olmayacağını açıklamıştır. Amerika’nın bu yaptırım kararını çıkarmaktaki maksadı nedir? Bundan önceki üç yaptırım kararında olduğu gibi, bu yaptırım kararının da İran’ın nükleer programını engellemeyeceği açıktır. Bunu en iyi ABD bilmektedir. Buna rağmen ve takas anlaşmasını yok sayarak bu yaptırım kararını aldırmasının ardında, bölgeye ilişkin planlarının yattığı aşikârdır. Bu arada İran’la ilgili bazı sorulara da cevap aramalıyız. İran’ın nükleer programının nihai hedefinin nükleer silâh yapmak olmadığından emin miyiz? Elbette değiliz. Bitişiğimizde nükleer silâha sahip bir ülke ister miyiz? İstememiz düşünülemez bile. Peki İran yaptırım kararına rağmen nükleer programını sürdürecek mi? Evet. Bu programın sonunda nükleer silâh üretemeyeceğini bilse bile, iç politika gerekçeleriyle yine de bu programı sürdürmeye devam edecektir. Bu minvalde son soru şu olmalı: İran, uluslar arası kamuoyunda Batıyla ittifakını tehlikeye atma pahasına kendi yanında yer alan Türkiye’nin bu iyiniyetine somut bir karşılık verecek mi? Örneğin önümüzdeki kış doğal gaz vanalarını kısmayacağından, kullanmadığımız doğal gazın bedelini bizden almama jestini göstereceğinden umudumuz var mı? Maalesef yok. Böyle bir durumda Türkiye bir çıkmaza girmiş gibi görünmektedir. Bir yanda İran’la ilişkilerini en iyi düzeyde sürdürmek için tek taraflı bir çaba gösteriyor. Öbür taraftan da ABD ve Batılı müttefikleriyle ittifakını sürdürmek istiyor. Yani yazımızın başında naklettiğimiz uzman görüşünde olduğu gibi imkansıza yakın bir dengeyi korumaya çalışıyor. Umarız bu adımlar atılırken, duygusallıktan arındırılmış, her aşaması hesaplanmış ve ilgili taraflarla mutabakata varılmış bir politika uygulanır. 15.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet DURSUN |
|
Türkiye’nin ekseni |
Gazze’ye yardım gemilerine yapılan kanlı saldırı sonrası Türkiye’nin İsrail karşısında ortaya koyduğu tavır, İslâm dünyasındaki dinamiklerin Türkiye lehine hareketlenmesine yol açtı. Türkiye’nin bundan başka, çeşitli anlaşmalarla ve “komşularımızla sıfır problem” yaklaşımıyla dinî-tarihî-kültürel bağlarımız bulunan İslâm alemine yakınlaşması “eksen kayması” tartışmalarını beraberinde getirdi. Bu tartışmaların Türkiye’nin iki buçuk asırdır süren Batılılaşma macerasının son demlerinde yaşanması birçok açıdan manidardır. Bu fotoğrafın doğru yorumlanması, zaten kaymış olan eksenimizin doğru yörüngeye oturtulabilmesi anlamına gelmektedir. Aslolan şudur ki, Sultan Abdülmecid zamanında ilan edilen “Tanzimat Fermanı” (1839), Türkiye’nin köklerinden ve değerlerinden uzaklaşıp Batı eksenli yeni bir değerler manzumesini kabul anlamına geliyordu. Osmanlı Devleti, Tanzimat Fermanı ile siyasî, içtimâi, edebi sahada yeni bir dönem girmişti. Ahmet Hamdi Tanpınar, bunun; asırlarca mücadele halinde bulunduğumuz başka bir medeniyetin dairesine girerek onun değerlerini açıkça kabul etme anlamına geldiğini söylüyordu. Asırlarca Avrupa’yı gölgesinde bırakmış bir cihan devletinin içine düştüğü kötü durumdan kurtulabilmek maksadıyla Avrupalılaşma hareketini başlatması, Batı eksenli bir arayışa girmesi toplumumuzda köklü değişiklikleri de beraberinde getirdi. Bundan sonra Avrupaî yaşantı, Batılılaşma fikrine zıt olarak kültürümüzün her noktasında kendini göstermeye başladı. Bediüzzaman’ın “Dünya büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Manevi temelleri sarsılan Garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir tâun felâketi gittikçe yeryüzüne yayılıyor” diyerek tesbit ettiği dinsizlik ve imansızlık vebası, ülkemize, eksenimizin Batı’ya kaymasından sonra Batı eliyle girdi. Ne yazık ki Cumhuriyet projesi de dinî değerleri dışlayan, köklü bir tarihi yok sayan bu eksen üzerine inşa edildi. Bu eksen kaymasından sonradır ki Risâle-i Nur müellifinin ifadeleriyle, terbiye-i İslâmiye zedelendi, milletin kalp hastalığı olan zaaf-ı diyanet baş gösterdi, ehl-i İslâm sımsıkı temessük ettiği dinden elini gevşetti, cihangir bir devletin üzerine felâketler peşi sıra yağıverdi. Dini rüşvet verip dünyayı kazanacaklarını zannedenler aldanmışlardı. Bediüzzaman’ın “Umûr-u diniyede müsamaha veya teşebbühle medenîlere yanaşmayın. Çünkü, aramızdaki dere pek derindir; doldurup hatt-ı muvasalayı temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz, veya dalâlete düşer, boğulursunuz” ikazını dikkate almamak bize kimliksiz, köksüz, buhranlarla dolu nesiller armağan etti. On sekiz yıl boyunca semalarımızdan yükselen “Tanrı uludur”lu Türkçe ezanı aslisine çeviren, Bediüzzaman’ın takdirkârane övgülerine mazhar olan, Bağdat Paktı’nı kuran Adnan Menderesli Demokrat Parti hareketi bir anlamda köklerimize dönüşün sinyallerini vermişti. Ne var ki, bugün olduğu gibi İslâm dünyasına yakınlaşma, asli köklerimize dönme çabası kanlı ihtilallerin de sebeplerinden biri olacaktır. Batı, Lozan’ın arka planında, dinî değerleri yok etme hususunda son derece hevesli olanlarla yaptığı gizli anlaşmalardan son derece memnun bir şekilde, bundan sonra Türkiye’nin sözünden çıkmasına, kendi başına hareket etmesine, “bir bir bir”lerle bağlı olduklarıyla birleşmesine asla izin vermeyecektir. Bugün gelinen noktada ise; on yıllardır bizi AB kapısında oyalayan, Bosna, İsrail, Afganistan vb. meselelerde iki yüzlü davranan Batı, bu riyakârlığıyla, hiç istemese de, “ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtalar”ın Müslümanların tekrar gündemine girmesine sebep olmuştur. Bu bağlamda, bu hissiyatın ve olumlu havanın politik heveslere ve kararlara kurban edilmeden değerlendirilmesi, Türkiye’nin gerçek ekseniyle buluşmasına vesile olacaktır. 15.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Alternatif... |
Kaset olayına kadar kimsenin aklından bile geçirmediği çok hızlı gelişmelere sahne olup genel başkanını ve—Önder Sav dışındaki—yönetici kadrolarını yenileyen CHP’deki kurultaydan sonra gözler diğer partilere çevrildi. Merak edilen, oralarda da CHP’dekine benzer radikal değişikliklerin olup olmayacağı. Bu bağlamda nazarların yöneldiği adreslerden biri, hafta sonu kongre için toplanacak olan DP. Her ne kadar bu parti mâlûm sebeplerle iki seçimdir, giderek düşen oy oranlarıyla Meclis dışında kalmış olsa dahi, Türkiye siyasetindeki dört ana damardan birini temsil ettiği için, dikkatle mercek altında tutulmaya devam ediyor. Bu kongre olağanüstü. Sebebi, ANAP’la birleşmenin, bu partiden gelenler DP’ye üye kaydedilmeden gerçekleştiği yönünde Yargıtay Başsavcılığından gelen uyarı. Kongre, bu uyarının gereği olan işlemleri yerine getirmek için toplanacak. Ancak mesele sadece, eksik bırakılmış bir formalitenin ikmalinden ibaret değil. Birleşmenin her iki tarafta da tam olarak benimsenip hazmedildiğini söylemek zor. Sıkıntılar hâlâ sürüyor. Gerçi senelerce birbiriyle mücadele etmiş ve hattâ yıpranıp tâkatten düşmelerinde bunun da önemli payı olmuş iki partinin birleşip kaynaşması bir-iki günde olacak birşey değil. Yapıcı gayret ve emeklere, sabra ve zamana ihtiyaç var. Hafta sonundaki kongrede genel başkan seçiminin de gündeme alınıp alınmaması konusunda yaşanan gelgitler, birleşme sürecinde devam etmekte olan sıkıntının da tezahür ve yansıması. Aslında bu birleşme projesinin tabandan gelen talepten ziyade, 27 Nisan sürecinde bazı derin mahfillerin telkiniyle gündeme geldiği ve bu girişimin seçime ramak kala başarısızlıkla sonuçlanmasının da hüsrana yol açtığı biliniyor. Son denemede netice alınmasının, o hüsranı telâfi edip tabanda yeni bir sinerji oluşturması beklenirken, hâlâ tam bir kaynaşma ve bütünleşmenin sağlanamaması yeni sıkıntılar getiriyor. 19 Haziran kongresi bu sıkıntı ve sancıları bitirip, iç meselelerini aşamamış bir parti görüntüsünü silerek, güçlü bir DP’nin yolunu açar mı? Unutulmamalı ki, her an erken seçim ihtimalinin gündeme gelebileceği bir sürece girdik. İki dönemdir tek başına iktidar olan AKP’nin, işin tabiatı gereği inişe geçme işaretleri vermeye başladığı bir süreçte Türkiye’nin yeni iktidar alternatifi CHP veya onun başını çektiği bir koalisyon hükümeti olmamalı deniyorsa, halka mâkul ve dengeli bir adresin gösterilmesi gerekiyor. Bu adres, ülkeye 14 Mayıs 1950’deki demokrasi zaferini yaşatıp, hak ve hürriyetleri tattıran, millete “insan yerine konulma”nın hazzını hissettiren, baskı ve tazyikleri kaldırıp her alanda gelişmenin yolunu açan bir misyonun takipçiliği söylemiyle siyaset sahnesinde yer alan DP olmalı. 14 Mayıs’ın 60. ve kanlı rövanşı niteliğindeki 27 Mayıs’ın 50. yılının geride kaldığı bir noktada DP misyonu küllerinden dirilip yine ayağa kalkmalı ve siyasette hâlâ doldurulmayı bekleyen boşluğunu kendi orijinal kimliğiyle doldurmalı. Gerçek şu ki, bir ara “DP’nin takipçisi ve mirasçısı biziz” deyip daha sonra bu söylemden de vazgeçen AKP o boşluğu dolduramadı. Ve ANAP’ın, “light Millî Görüş” ağırlıklı bir versiyonu olmaktan öteye gidemedi. Şimdilik iktidar cazibesiyle işi götürüyor gibiyse de durum tersine döndüğünde ne şekil alacağını kim bilebilir? Onun için DP’nin, adına yakışır bir toparlanma hamlesiyle siyasetteki yerini alması önemli. Cindoruk “AKP oylarının yüzde 25’i bizden giden oylar” demişti. Belki çok daha fazla. Peki, bu oylar niye oraya gitti? Bunun tahlilinin çok iyi yapılması ve tekrar geri kazanmak için sağlam ve gerçekçi stratejiler oluşturulması gerekiyor. AKP’yi iktidar yapan, ama onun da sekiz yıllık iktidarında derin hayal kırıklığı yaşattığı kitlelerin hassasiyetleri bu noktada kritik öneme sahip. DP’nin önünün açılması, bu hassasiyetleri de gözeten samimî politikalar geliştirmesine bağlı. 15.06.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Amerika’nın maden seferi |
Her imkân ve fırsatta İslâm ülkelerini ‘geri kalmış’ olmakla suçlayanlar, ‘ileri’ giden ülkelerin yaptığı zulmü, haksızlığı ve insansızlığı acaba niçin görmezler? İslâm ülkelerinin ‘geri kalmış’lığı tesbit olarak doğrudur, ama acaba bu neticenin sebebi nedir? Hemen ifade edelim ki, yaşanan problemin kaynağı Bediüzzaman’ın şu ifadesiyle tesbit edilmiştir: “(...) Hem görmüyor musun ki, zarurî kuttan ziyade Müslümanların elinde bırakılmıyor. Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları, desiseleriyle ya çalar veya gasbediyor.” (Lem’alar, s. 126) Yeni bir gelişme, Avrupa ve Amerika zalimlerinin planlarını ortaya koydu. Hatırlamak lâzım ki, ‘dünyanın bir ucu’ndaki Amerika, çeşitli bahaneler üreterek güya Afganistan’a ‘demokrasi seferi’ne çıkmıştı. Dünyayı bu şekilde aldatmaya çalışan Amerika’nın asıl maksadı bu günlerde ‘resmen’ anlaşıldı. İsterseniz ‘haber’e bir göz atalım: “Amerikalı jeologlar ve Pentagon ekiplerinin Afganistan’da, ülkeyi dünyanın en kârlı madencilik merkezi haline getirebilecek büyük bir maden zenginliği keşfettikleri bildirildi. “New York Times’ın (...) haberinde, bir Pentagon iç yazışmasında, Afganistan’ın (Lityumun Suudi Arabistan’ı) olabileceği ifadesinin yer aldığı belirtiliyor. Lityum, dizüstü bilgisayar ve cep telefonlarının pillerinde kullanılıyor. Haberde, ABD Jeolojik Araştırmalar kurumunun Afganistan’ın maden kaynaklarını 2006’da havadan araştırmaya başladığı bildirildi. Amerikalılar bu araştırmalarında, Afganistan’ın Sovyetlerin işgali sırasında Sovyet uzmanlarca toplanmış verilerden yararlandılar. ABD Merkez Kuvvetler Komutanı General David Petraeus, ‘Burada şaşırtıcı bir potansiyel var. Kuşkusuz birçok belirsizlik var, ancak bunun potansiyel olarak çok çok önemli olduğunu düşünüyorum’ dedi.” (AA, 14.06.2010) Aslında bu ‘bilgi’ çoğumuz için ‘yeni’ sayılmaz. Çünkü her ne kadar ABD, bu işgale adım atarken “Afganistan’a demokrasi götüreceğim” dediyse de hiç birimiz bu ‘yalan’a inanmamıştı. Aynı şekilde Irak’a da “Demokrasi götüreceğim” deyip; haksızlık, zulüm ve işkence götürmüştü. Bu haber, hâlâ zalimlerin ‘yalan’ına inananlar varsa onlar için bir uyanış vesilesi olur. Afganistan’da bulunduğu ifade edilen ‘maden’in Amerika ya da diğer ‘zalim’lere yar olacağını düşünen varsa yanılıyor. Çünkü haksız yere elde edilen ‘mal’ın hiç kimseye faydası olmaz. Yapılan yorumlara göre, haberin duyulmasından hemen sonra, “sırada bekleyen diğer ülkeler”den de “Bana da pay yok mu?” itirazları yükseliyormuş. Afganistan örneğinde olduğu gibi diğer ülkelere de ‘yardım’ adı altında giden ‘ileri ülkeler’in maksatı gerçekte yardım yapmak değil. Başka hesaplar yapıyorlar, ama fıtrata ters hesapların hiç bir yerde tutmayacağına tarih şahittir. Afganistan’da bulunduğu ifade edilen ‘maden’ o ülkenin imarı, refahı ve kalkınması için kullanılmış olsa; kısa sürede ‘geri kalmışlık’tan kurtulmaz mı? Kurtulur elbette, ama bu durum ‘ileri giden ülkeler’in işine gelmez... Ülkeler değil, ama ‘insanlık’ zengin ülkelerin ‘çok ileri gittiğini’ düşünmeye başladı. Bu düşünce, onlar için tehlike çanı anlamına gelmeli. Tabii ki görebilene... 15.06.2010 E-Posta: [email protected] |