Lahika |
Âyet-i Kerime Meâli
De ki: Kaçtığınız ölüm mutlaka gelip sizi bulacaktır. Sonra da görünür ve görünmez âlemleri hakkıyla bilen Allah’a döndürüleceksiniz; O size yaptıklarınızı haber verecektir.
Cum'a Sûresi: 8 |
15.06.2010 |
Bu yaz mevsimi, şuhûr-u selâsenin çok sevaplı ibâdet vakti Bu yaz mevsimi, gaflet zamanı ve derd-i maîşet meşgalesi hengâmı ve şuhûr-u selâsenin çok sevaplı ibâdet vakti ve zemin yüzündeki fırtınaların silâhla değil, diplomatlıkla çarpışmaları zamanı olduğu cihetle, gayet kuvvetli bir metânet ve vazife-i nûriye-i kudsiyede bir sebat olmazsa, Risâle-i Nûr’un hizmeti zararına bir atâlet, bir fütur ve tevakkuf başlar. Aziz sıddık kardeşlerim, Bu yaz mevsimi, gaflet zamanı ve derd-i maîşet meşgalesi hengâmı ve şuhûr-u selâsenin çok sevaplı ibâdet vakti ve zemin yüzündeki fırtınaların silâhla değil, diplomatlıkla çarpışmaları zamanı olduğu cihetle, gayet kuvvetli bir metânet ve vazife-i nûriye-i kudsiyede bir sebat olmazsa, Risâle-i Nûr’un hizmeti zararına bir atâlet, bir fütur ve tevakkuf başlar. Aziz kardeşlerim, siz kat’î biliniz ki, Risâle-i Nur ve şâkirtlerinin meşgul oldukları vazife, rû-yi zemindeki bütün muazzam mesâilden daha büyüktür. Onun için, dünyevî merakâver meselelere bakıp, vazife-i bâkiyenizde fütur getirmeyiniz. Meyvenin Dördüncü Meselesini çok defa okuyunuz; kuvve-i mâneviyeniz kırılmasın. Evet, ehl-i dünyanın bütün muazzam meseleleri, fânî hayatta zâlimâne olan düstûr-u cidal dâiresinde, gaddarane, merhametsiz ve mukaddesât-ı diniyeyi dünyaya fedâ etmek cihetiyle, kader-i İlâhi, onların o cinayetleri içinde, onlara bir mânevî cehennem veriyor. Risâle-i Nur ve şâkirtlerinin çalıştıkları ve vazifedâr oldukları fânî hayâta bedel, bâkî hayata perde olan ölümü ve hayat-ı dünyeviyenin perestişkârlarına gayet dehşetli ecel celladının, hayat-ı ebediyeye birer perde ve ehl-i imânın saâdet-i ebediyelerine birer vesile olduğunu, iki kere iki dört eder derecesinde katî ispat etmektedir. Şimdiye kadar o hakikati göstermişiz. Elhasıl: Ehl-i dalâlet, muvakkat hayata karşı mücâdele ediyorlar. Bizler, ölüme karşı nûr-u Kur’ân ile cidaldeyiz. Onların en büyük meselesi—muvakkat olduğu için—bizim meselemizin en küçüğüne—bekaya baktığı için—mukabil gelmiyor. Madem onlar divânelikleriyle bizim muazzam meselelerimize tenezzül edip karışmıyorlar; biz, neden kudsî vazifemizin zararına onların küçük meselelerini merakla takip ediyoruz? Bu âyet “Siz doğru yolda oldukça, sapıtmış olanlar size zarar veremez. (Mâide Sûresi: 105.)” ve usûl-ü İslâmiyetin ehemmiyetli bir düsturu olan “Er-râzî bi’z-zarari lâ yunzeru lehû” yani, “Başkasının dalâleti sizin hidâyetinize zarar etmez; sizler, lüzumsuz onların dalâletleriyle meşgul olmayasınız”; düstûrun manası: “Zarara kendi râzı olanın lehinde bakılmaz, ona şefkat edip acınmaz.” Madem bu âyet ve bu düstur, bizi, zarara bilerek râzı olanlara acımaktan men ediyor; biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla, vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz. Onun hâricindekileri mâlâyânî bilip, vaktimizi zâyi etmemeliyiz. Çünkü elimizde nur var, topuz yoktur. Biz tecâvüz edemeyiz. Bize tecâvüz edilse, nur gösteririz. Vaziyetimiz bir nevî nûrânî müdafaadır. Bu tetimmenin yazılmasının sebeplerinden birisi: Risâle-i Nur’un bir talebesini tecrübe ettim. “Acaba bu heyecan, şimdiki siyasete karşı ne fikirdedir?” diye, Boğazlar hakkında “boşboğazlığı” münâsebetiyle bir iki şey sordum. Baktım, alâkadarâne ve bilerek cevap verdi. Kalben, “Yazık!” dedim. “Bu vazife-i nûriyede zararı olacak.” Sonra şiddetle ikaz ettim. “Eûzübillâhi mineşşeytâni ve’s-siyâseti (Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım.) bir düsturumuz vardır. Eğer insanlara acıyorsan, geçmiş düstur onlara merhamete liyakatini selb ediyor. Cennet adamlar istediği gibi, Cehennem de adam ister. (Beşinci Şuânın yine kısmen verdiği haberler tezahür ediyor.)
Emirdağ Lâhikası, s. 89
LÜGATÇE:
şuhûr-u selâse: Üçaylar. sebat: Dayanmak, kararlı olmak. fütur: Ara, usanç, gevşeklik. tevakkuf: Durma, duraklama. rû-yi zemin: Yeryüzü. vazife-i bâkiye: Daimî vazifeler. düstûr u cidal: Çarpışma kaidesi. perestişkâr: İbadet edercesine seven. selb: Zorla alma, ortadan kaldırma. |
15.06.2010 |
Mazlumların avukatı Bekir Berk
Vefatının 18. yılında rahmet ve mağfiretle anıyoruz
Bekir Berk, 1926 yılında Ordu’nun Uzunhisar nahiyesinin Delikkaya köyünde dünyaya geldi. İlk, orta ve liseyi İstanbul’da bitirdi. 1945-46 öğrenim yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde üniversite öğrenimine başladı. Komünistlere karşı verdiği mücadeleler neticesinde, kısa zamanda milliyetçi üniversite öğrencilerinin lideri ve sözcüsü konumuna geldi. MTTB idare heyetine seçildi. Türk Kültür Ocağı, Milliyetçiler Derneği, Türkiye Milliyetçiler Federasyonu başkanlıklarında bulundu. Bir grup arkadaşıyla beraber Komünizme Karşı Mücadele dergisini çıkardı. Çok çeşitli yerlerde Komünizm aleyhinde toplantılar düzenledi. Gazete ve dergilere yazılar yazdı. Komünizm aleyhinde yaptığı çalışmalardan rahatsız olan Moskova’dan Türkçe yayın yapan Komünist Bizim Radyo, onu tehdit eden programlar yaptı. Üniversiteyi bitirmesinin hemen arkasından stajını yapıp 15 Nisan 1952’de İstanbul barosuna girerek avukatlığa başladı. Bediüzzaman’la tanışması Bekir Berk 1950’li yılların sonlarına doğru hayatının akışına yön verecek bir dâvâ ile karşılaştı ve Nur Talebelerinin müdafaalarını üstlendi. Asrın Müceddidi Bediüzzaman Said Nursî ile tanıştı. Onun hem talebesi, hem de avukatı oldu. Artık Bekir Berk’in hayatında yeni bir safha açılmıştı. Laikliği dinsizlik olarak anlayıp o şekilde tatbik edenlerin zulmüne maruz kalan masum ve mağdur insanları müdafaa etmek hayatının en büyük gayesi oldu. Bu uğurda büyük bir hukuk mücadelesi başlattı. Yanında taşıdığı kefeniyle Türkiye’nin bir ucundan bir ucuna sayısız kilometreler katetti. Bediüzzaman’ın hayatta iken vekâletname verdiği tek avukat olan Bekir Berk, Üstadının kendisine verdiği görevi lâyıkıyla yerine getirdi. 1958’den 1972’ye kadarki en buhranlı dönemlerde girdiği mahkemelerden, bini aşkın beraat kararı aldı. Bu arada 1960 yılında Behçet Kemal Çağlar’ın yerine Türk-Pakistan Kültür Cemiyeti başkanlığına seçildi. 27 Mayıs ihtilâlinden sonra Yassıada mahkemelerine katılarak bir grup DP milletvekilinin müdafaasını yaptı. Meşhur İzmir Dâvâsından sonra 8.12.1973 tarihinde avukatlığı bırakıp hacca gitti. Ve hep dâvâsını savunduğu, Fahr-i Kâinat Peygamberimizin (asm) yattığı mukaddes topraklara yerleşti. 1974 yılı Eylül ayında Cidde Radyosunun Türkçe yayınlar bölümünde çalışmaya başladı. Spiker ve yapımcı olarak görev yaptı. 1989 yılında yaş haddinden emekli oldu. Aynı yıl yakalandığı kanser hastalığının tedavisi için Londra’ya gitti. Tedaviden sonra Türkiye’ye döndü. Körfez Fitnesi, Doğu Olayları ve Tehlikenin Kaynağı, Bediüzzaman ve Siyaset isimlerinde, ayrıca çeşitli tarihlerde yayınlanmış Nur dâvâlarıyla alâkalı çok sayıda kitabı bulunmaktadır. Mazlumların Avukatı Bekir Berk, 14 Haziran 1992 tarihinde Hakkın rahmetine yürüdü. Onu bir kez daha rahmet ve mağfiretle anıyoruz. |
15.06.2010 |
İşte tatil, işte fırsat: Çok çalışmam gerek anne, çook!
Küçüklüğümde tam da bu günlerde, içimi bir heyecan ve tatlı bir sevinç kaplardı. “Ders paydos” zili çalacak, karneler alınacak ve uzun, upuzun bir tatile çıkılacaktı. Büyüklerden bol aferinler, takdirler alacak, yeşili yemişi bol bahçelerde en candan sevdiklerimle beraber olmanın tadını doyasıya çıkaracak, uzun ve yorucu bir öğretim yılının tatlı semerelerini daha ilk günden devşirmeye başlayacaktım. Fakat tatil dediysek de öyle hepten başıboş zaten bırakılmazdık. Çünkü yaşıtlarımızla elimizde “elif cüz”leriyle koşturarak gittiğimiz küçük köy mescidi bizim için hem yaz ikindilerinin sıcağından kaçılan bir tahhassüngâh, hem de maneviyâtımızı inşâ eden bilgilerle donatılmanın lezzetiyle, ruhlarımızın hava-i nesimi olurdu. Gerçi ilkten biraz bocalardık, okulda soldan sağa başlayan okuma burada “euzu besmele” ile ve sağdan sola olurdu. Ama nasıl bir hızla intibak eder, nasıl da çabuk öğrenirdik... Meğer o zaten, “Yüce Kelâm”ın çocukların zihinlerine hediye edilmiş bir mu’cizesiymiş, çok sonraları idrak ettik… Ertesi günün dersini hazırlamak için dede veya büyükanne dizlerinde soluğu aldığımızda ise—hadi gelsin yine aferinler—çocuk olmanın, sevilmenin, öğrenmenin güzelliklerinin şahikasına ulaşır, bilgiye ve etrafımızdaki her şeyin mahiyetini anlamaya aç ve sâfî hallerimizden neş’et eden fıtri bir meyil ile, ilim yolunda merhale kat ederdik. Ahmet Rasim, Osmanlı geleneğinde asırlar boyu geçerli olan bed’-i besmele, yani eğitime başlama törenlerinin kendi çocukluğuna yansımış intibalarını doyumsuz bir üslupla anlattığı “Falaka ve Gecelerim” adlı eserinin bir bölümünde şöyle der: “Başağa elif cüzümü açtı, Hoca, bir Besmele-i Şerife çektikten sonra tırnakları gül gibi temiz iki parmağı ile hilali (ince kalem) üzerine nasbederek (koyarak) ‘–Elif’ dedi. Ben de dedim. ‘-Bugünlük dersin bu kadar!’ demekle beraber o pür tebessüm gözleri ile bana bakarak elini kulağımı çeker gibi temas ettirdi. Sakın unutma ha. Söyle bakayım dersin ne? ‘–Elif’ ‘-Aferin!..’ Şimdi bile şair Nabi’ye hak verdim, o gün bugün hâlâ aferin. Hocamın hayır duâsı gayet bereketli imiş. Mevlâ rahmet eylesin” (Burada Nabi’nin “Ya Rab, bu aferinler ne tükenmez hazinedir“ mısraına atıf vardır.) Gerçekten de böyleydi, hayır duâsı almanın önemine inanılır, kendilerine gösterilen ihtimama ve şefkate küçükler de bazen korku sınırına varan bir hürmetle mukabele ederlerdi. Çocuktuk haylazlık ve afacanlık etmek isterdik istemesine ama bırakın kendi büyüklerimizden, “falancaların çocuğu hiç aile terbiyesi almamış” dedirtmekten ödümüz kopardı, bunlar da bizim kendi kendimize edindiğimiz meziyetler elbette değildi. Televizyonların böylesine akıl hocalığına soyunmadığı zamanlardı o zamanlar. Belki bir satır bile okuyamayan ümmi nenelerimiz, alim değil belki ama arif dedelerimiz insan-ı kâmil olmanın derslerini menkıbeler, hikâyeler, kıssalar, masallar yoluyla inceden inceye nakşederlerdi… Ve o günler; gerçekten güzel günlerdi. Bunları neden yazdım? Geçtiğimiz günlerde 7. sınıfta olan çocuğumuzu dilimizde duâlarla SBS sınavına uğurlarken, başarıyı nasıl da kutsadığımızı düşündüm de, alt tarafı daha iyi bir lisede okumak için üç senenin ortalamasını yüksek tutmakla ilgili bir sınav için ”bir alışveriş bir fiş” diye dükkânlar arasında karşı beri mekik dokuyan eski bir reklam filmindeki kadının hâli gibi... Dersane ve okul arasında koşuşturan, hep daha fazlası ve daha iyisini yapması kendinden beklenen çocuklarımızın o küçücük omuzlarına gereksizce ve haksızca nasıl bir yük yüklediğimizi, o çocuğun heyecandan bembeyaz kesilmiş yüzünden okudum. Okulun bahçesinde, belki baştan bu işi çok da umursamamış çocukların halleri de aynıydı. Heyecan, stress, kaygı hepsini kuşatmış durumdaydı. Eskinin “aferin”lerinin yerini şimdi “daha fazlasını iste” mantığı almıştı ki öğretmenler, anneler, babalar hep bu çocuklardan bir sonraki sınavda daha fazlasını yapmasını, daha çok puan almasını istiyorlardı. Ne oluyoruz, ne yapıyoruz? Evet, başarı güzel güzel olmasına da bu çocukların hayırlı evlât olması daha güzel değil mi? Mevhum bir başarı için, neleri es geçtiğimizi, nelerden vazgeçtiğimizi hepimiz evlerimizdeki hallerimizden biliyoruz. “Genç odaları” ismiyle hapsettiğimiz “modern hücre”lerinde çeşit çeşit test kitaplarının içinde, çalan zilden habersiz, eve gelene “hoşgeldin”siz, büyüklerden mahrum, eş dost ve akrabadan bîhaber, “facebook”larda arkadaş yüzleriyle sanal bir beraberlik kurmaya çalışırken, aşina yüzlere bigane kalan çocuklarımız! Başarıyı bile ancak kendilerini değerli göstermek için istiyorlar, bilgiyle donanmak için değil! ÖSS imtihanında birinci veya ikincilikle dereceye giren gençlerin ertesi sene tekrar imtihana girmelerinin sebebini; ”bir defa daha herkesi geçmek ve neler yapabileceğini görmek” gibi bir psikoloji ile yaptıklarını, kendilerine uzatılan mikrofonlara verdikleri cevaplardan biliyoruz. O halde ne kadar iyi bir puan alırlarsa alsınlar, yine de birilerinden daha aşağıda olduklarını hissetmekten gelen tatminsizliği başarı diye adlandırmak mümkün olabilir mi? Hiç kimse kusura bakmasın, farz-ı muhal olarak bir ev hanımı olarak benden, her gün her işimi eksiksiz yapmam istenip, yapabildiklerime hiç bakılmaksızın yapamadıklarım hem de diğer hanımlarla mukayese edilerek başıma kalkılıp, burun kıvrılsaydı, devamlı ideal bir ev hanımı formatında olmam istenseydi buna katlanamazdım. Ve zaten muhali talep olduğundan ya benden isteneni yapmaya çalışan bir robot haline gelirdim, ya da bütün vazifelerimden kaçacak delik arardım. Peki öyleyse, okulda her derste kabiliyet ve birikimine göre not alan çocuğumuzdan, iş bu sınavlara geldiğinde hatasız, kusursuz bir sınav başarısı beklemenin mantıksızlığı gün gibi aşikâr değil mi? İstediğimiz robotlaşmış çocuklar mı, yoksa bir küçük başarısı “aferin”le, duayla ödüllendikçe şevki artan şahsiyet sahibi bireyler olmasını temin mi? Hangisi daha iyi? Hasılı kelâm, o gün okulun bahçesinde çocuğunun güzel bir sonuçla sınavdan çıkması için dudakları kıpır kıpır duada olan biz ebeveynler, aynı güç ve istekle çocuklarımızın hayırlı evlât olmaları ve iki cihanda aziz olmaları için fiili ve kavli duâdan hali olmasak, sınavda kaçırdığı bir soru için hayıflandığımız kadar, bir sabah namazını kaçırmasına yazıklansak! Maddî dünyasını imar etmek için kaçınmadığımız her fedakârlık gibi maneviyatını inşa edecek İslâmî hassasiyetleri kazanmaları için titizlensek, bundan Allah’ın izniyle hem onlar hem de biz sayılamayacak şekilde kârlı çıkmaz mıyız? Öyleyse işte tatil, işte fırsat! Şimdi ailece hep birlikte kâinat kitabını okumanın, ”o felsefi maarifi;” “faideli, nurlu, ruhlu yapma”nın, kafalarımızdaki “odun yığınlarını”, “kıymettar maarif-i ilmiye hükmüne”1 geçirmenin tam zamanı… Yazla gelen üç ayların manevi ikliminden istifade etmek, sılah-ı rahim yaparak gönüllerimizi yumuşatmak, Ramazanın bereketiyle bereketlenmek ve bu yaz mevsimini en feyizli şekilde geçirebilmek için, haklısın; çok çalışmamız gerek yavrucuğum çoook!
Dipnot: 1- Barla Lâhikası, (Yeni Asya Neşriyat, s. 57) |
15.06.2010 |