10 Haziran 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Sami CEBECİ

Bediüzzaman Isparta’da


A+ | A-

“Benim son hayatımı Isparta havalisinde geçirmek büyük bir arzumdur... Isparta taşıyla toprağıyla benim için mübarektir” diyen manevî sultan Bediüzzaman Hazretleri, her birisi için ruhunu çekinmeden fedâ edebileceği çok kahraman ve gayretli talebelerini orada yetiştirdi. Sahabî misâli dâvâ adamı olan o cesur ve faal talebeler de, Üstadları için canları dahil her şeylerini fedâ etmekten çekinmediler.

1926 baharında Isparta’ya sürgün olarak gönderilen Bediüzzaman’ın bütün suçu, mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerim’e tefsir yazmak ve milleti iman hakikatleri ile irşad edip, mensubu olduğu İslâm dinini yaşayan bir toplum hâline getirmekti. Ancak bu masum iman hizmeti, devleti yönetenlerin maksat ve hedefiyle tezat arz ediyordu. Zira onlar, dinden soyutlanmış bir toplum oluşturmayı hedefliyordu. Onlara göre, İslâm dini bizi geri bırakmıştı. Avrupa nasıl din ile bağlarını koparıp aydınlanmış ve modern milletler hâline gelmişse, biz de aynı yolu takip etmeliydik. Yuh onların akıllarına ki, tahrif olmuş ve aslını kaybederek hurafelerle dolmuş Hıristiyanlık diniyle, bütün meselelerini akla tesbit ettiren ve orijinalliğini aynen koruyarak gelen ve mensupları kurallarına uydukça, onları maddî ve mânevî terakkî ettirdiği tarihin tasdikinde olan İslâm dini arasındaki derin farkları tefrik edemediler. Onun için bütün güçleriyle din ve dindarları ezmeye kararlıydılar. En büyük baskı ve zulmü de Bediüzzaman ve talebelerine yaptılar. Onları yıldırmak, korkutmak, bezdirmek ve dâvâlarından vazgeçirmek için her türlü eziyet ve işkenceyi uygulamaktan çekinmediler. Ancak yanıldılar. Bediüzzaman ve talebeleri başkalarıyla kıyaslanamazdı. Onlar, bu asırda Sahabe-i Kirâmın takipçileriydi. Sahabe mesleğinin bir cilvesini yaşıyorlardı. “Eğer, başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa ve her gün biri kesilse, hakikat-i Kur’ân’iyeye fedâ olan bu başı zındıkaya eğmem ve bu hizmet-i imaniyeden vazgeçmem ve geçemem” diyen Üstadlarıyla birlikte bu dâvâya baş koymuşlardı. İman tekniğe meydan okumuş, Nur Risâleleri yirmi yıl gibi kısa bir zamanda altı yüz bin nüsha olarak Anadolu’nun her tarafına yayılmıştı.

Bediüzzaman vefat edeli elli yıl oldu. Bu zaman zarfında Nur Risâleleri elliden fazla dünya diline tercüme edildi. Onun adına konferanslar, paneller, ulusal kongreler ve milletler arası sempozyumlar düzenlendi. Hariç memleket üniversitelerinde onun adına kürsüler kuruldu. Risâle-i Nurlar ders kitabı olarak okutulur oldu. Dahil ve hariçte milyonlarca Nur Talebesi yetişti. Bütün Anadolu açık bir üniversite hâline geldi. Nur Risâlelerinin her bir kitabı bir Üstad hükmüne geçti. “Benim vefatım, hayatımdan daha fazla dine hizmet edecek” diyen Üstadın tesbitleri gerçek oldu. Her birisi genç bir Said, küçük bir Bediüzzaman hükmünde olan on binlerce Nur Talebesi, bu kudsî dâvânın kahraman bir fedâisi oldu. Mukaddes iman hizmeti Anadolu’ya kök saldı. Gelişti, büyüdü ve koca bir çınar haline geldi. Elhamdülillah..

6 Haziran Pazar günü, bu koca çınarın gölgesi, Isparta Ulu Camii’nin üstünü tamamen kaplamıştı. Edirne’den Van’a, İzmir’den Urfa’ya, Antalya’dan Samsun’a kadar ülkenin dört bir tarafından gelen binlerce Nur Talebesi hep oradaydı. Kuzeylisi güneylisi, doğulusu batılısı, Türk’ü Kürt’ü, Lâz’ı Çerkez’i, Arap’ı Boşnak’ıyla farklı etnik kökenden gelen insanlar, din kardeşliği potasında erimişler ve gerçek kardeşler olarak kucaklaşıyorlardı. Sanki, Cennetten bir tablo yaşanıyordu. Camin içi dışı insan kaynıyordu. Geçen seneyi ikiye katlayan bir kalabalık vardı.

Güzel sesli hafızların okuduğu aşr-ı şerifler ve mevlithanların okuduğu Kâinatın Efendisini (asm) anlatan bahirler insanı ruhanî âlemlere götürüyordu. On beş dakikalık konuşmamızda belirttiğimiz gibi, Bediüzzaman bütün hayatını bu milletin dünya ve âhiret saadetine adamıştı. Devlet adamları anlamasa da, bu asil milletin ferâseti onu bir hayli anlamıştı. Onun vücuduna tahammül edemeyenler, kabrine dahi tahammül edemeyip kırdılar ve onu bizim bilmediğimiz Isparta’nın meçhul topraklarına gömdüler. Fakat o, aslında milletin kalbine gömülmüştü. Bu muazzam alâka, teveccüh ve sevgi seli onun deliliydi. Bediüzzaman ve onun vefat etmiş kahraman talebelerinin ruhaniyetleri de kesinlikle Ulu Cami’de bizimle birlikteydi. Onun imana hizmetten, âsâyiş ve emniyete yardım etmekten başka bir gayesi yoktu.

Mevlit bittiğinde, Isparta semâlarını rahmet yüklü bulutlar kaplamıştı. Muhabbet seli içinde yapılan kucaklaşmalardan sonra herkes memleketine dönerken, bardaktan boşanırcasına yağan rahmet, Nur Risâlelerinin de bu Anadolu halkına bir rahmet olduğunu belgeliyordu.

10.06.2010

E-Posta: [email protected]



Ali Rıza AYDIN

Akıl, insanın mihengi


A+ | A-

İnsanı insan yapan değerlerin başında akıl geliyor. Çünkü akıl, insanı diğer canlılardan ayıran ve ona mes’uliyet yükleyen iyiyi kötüden ayırt etme, seçme, inceleme, düşünme ve anlama kabiliyetinin bulunuşu ve bunu uygulayabilecek iktidara sahip oluşudur.

Cenâb-ı Hakk’ın, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayırabilme kabiliyetinde ihsan ettiği akıl, ahlâkî, siyasî ve estetik değerleri belirlemede önemli fonksiyonu haizdir.

Kur’ân-ı Kerîm’e göre insanı insan yapan, onun her türlü faaliyetlerine mânâ kazandıran ve İlâhî emirler karşısında insanın yükümlülük ve sorumluluk altına girmesini sağlayan akıldır.

Eşyadaki nizamı anlama gücüne sahip akla, aynı zamanda İlâhî hakikatleri sezme, anlama ve onların üzerinde düşünüp yorum yapma görev ve yetkisi de verilmiştir. Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’in “Allah, âyetlerini akledesiniz diye açıklamaktadır” 1 ifadesi, aklın mahiyetine işaret etmektedir.

Aklı tarif vasfı taşıyan bir hadis-i şerifte: “Allah buyurdu ki, akıldan daha güzel bir şey yaratmadım. Ona, gel dedim, geldi; git dedim, gitti. Dedim ki: Bana senin vasıtanla ibadet edilir; senin vasıtanla mükâfat verir, senin yüzünden cezalandırırım”2 buyrulmaktadır.

Akıl, Allah’ın halk ettikleri içinde, sadece insana ihsan ettiği büyük bir nimettir. O yüzden insan, dağların ve taşların, yerin ve göğün omzuna almaktan korktuğu emaneti, mükellefiyeti üstlenmiştir. Aklı olmayanın mükellefiyeti de düşer, sorumlu tutulmaz.

Hz. Peygamberimiz (asm), Cabir’in (ra) rivayet ettiği bir başka hadisinde ise: “Kişiyi ayakta tutan akıldır. Aklı olmayanın dini de olmaz” 3 buyurmaktadır.

Bu bir hükümdür.

İnsanın önünde hayır ve şer olmak üzere iki tercih kapısı vardır. İnsan, bunlardan birini tercih eder. Hayrı tercih eden kazanır, şerri seçen kaybeder. Aklını, akıllıca kullanan üst mevkie yükselir, melekten üstün olur. Aksine davrananlar, nefsine aldananlar hüsrana maruz kalır; ya ebedî saadete mazhar, ya da sonsuz ıztıraba bilerek mahkûm olur.

Akıl kadar büyük nimet var mıdır?

Aklı olmayınca insan, ne güzeli resmeder, ne kokular mest eder. Acıkınca doymak bilmez, susayınca kanmak bilmez, yaşadığı dünyayı hiçbir zaman fark etmez, fark edemez; göremez, düşünemez.

Böyle bir hâlet içinde sultan olsan ne yazar!

Allah’ı, peygamberi ve şeriatı tasdik eden; insanî fonksiyonlarını yerli yerinde kullanabilen; mükellefiyet yaşına gelen kimselere “âkil”, yani mükellef, yani sorumluluk üstlenebilecek vasfa sahip kimse denir. Bu kimseler, dinin emirlerini eksiksiz olarak yerine getirmek zorundadırlar.

Hukuk bakımından da böyle. İyiyi kötüden, kârı zarardan ayırt edebilen kimse “âkil”dir, sorumluluğa muhataptır; mes’uldür. Bunun istisnasını ise Hz. Peygamberimiz (asm) şu hadis-i şerifleriyle belirtmişlerdir: “Üç kimseden kalem kaldırıldı (dinî sorumluluklardan muaf tutuldu): Bülûğa erinceye kadar çocuktan, uyanıncaya kadar uyuyandan ve şifa buluncaya kadar akıl hastasından”.4

Kudret sahibi Allah’ım, bizi, mahlûkatın en üst mertebesinde “insan” etmiş, yaratmış. İnsan gibi hayat sürmek ancak akılla mümkün. Olmayınca, olmuyor; hayat değer bulmuyor.

Bu büyük nimetlere, küllî şükür gerekir:

Namaz, niyaz, tesbih, tehlil, senâ, hamd…

Dipnotlar: 1- Bakara Sûresi, 242. 2- TDV İslâm Ansiklopedisi, 2: 243 (Aclûn”i, 2:121). 3- Camiü’s-Sağîr. 3: 1302 (Beyhaki, Şi’bül-İman) 4- TDV İslâm Ansiklopedisi, 2: 247 (Buharî, Hudûd, 22).

10.06.2010

E-Posta: [email protected]



Ali OKTAY

Müzikbir, müzik camiasının yeni ve güçlü umudu…


A+ | A-

Geçtiğimiz hafta, Müzikbir başkanı san'atçı dostum Mustafa Demirci’nin dâveti üzerine, Müzikbir’in 2. Olağan Genel Kurul toplantısına katıldım. 2008 yılında Kültür Bakanlığından resmen kuruluş izni alan Müzikbir’in kuruluş çalışmaları esnasında birlikte yola çıktığımız 35 kurucu firma ve üye arkadaşımızla zorluk, heyecan ve mutluluğu paylaşmıştık o dönemde. İstanbul’da Topkapı’daki Eresin Otel’de yapılan toplantı tam bir düzen, olgunluk ve samimî hava içerisinde cereyan etti. Birliğin kurulduğu günden bu ana kadar geçen süre zarfında, yaklaşık 2 yılı aşkın süredir devam eden yönetim kurulunun faaliyet raporu okundu, yapılan işler anlatıldı. Mustafa Bey’in anlattığına göre; şu an üye sayısı 53’e ulaşmış durumda. Bu rakam gelinen noktadaki başarıyı göstermesi bakımından gerçekten güzel. Aralarında Kanal 7 ve STV gibi iki ulusal kanalın da bulunduğu 10 televizyon ve 50’yi aşkın radyo ile telif anlaşmaları yapılmış. Bu anlaşmalardan çok yüksek olmasa da belli oranda bir gelir elde edilmiş. Yeni dönem gelir hedefi için belirtilen rakamın gerçekleşmesi halinde üyeleri oldukça memnun edecek inşallah. Genel kurul üyelerince, okunan faaliyet, denetim raporları ve bütçenin onaylanmasından sonra yeni yönetim ve diğer kurulların seçimine geçildi. Kurula katılan üyelerin oy birliği ile önceki yönetim tekrar görevi sürdürecek. Buna göre Müzikbir’in Yönetim Kurulu şu isimlerden oluştu: Beyza Müzik’ten Mustafa Demirci, Azim Dağıtım’dan Hasan Taştan Yıldız, Moral Prodüksiyon’dan Gültekin Alihocagil, Marmara Müzik'ten Eşref Ziya Terzi, N&T’den Tevfik Arslan, Berekât’tan S. Murat Avanoğlu ve Mehmet Burhan Genç. Yine Müzikbir’in 53 üyesi arasında Ajans Yıldırım, Altınoluk, Adım Prodüksiyon, Damla, Metropol gibi müzik sektörüne yön veren pek çok yapımcı ve yayıncı kuruluş bulunuyor. Bu üyeler arasından ayrıca Denetleme Kurulu, Teknik Bilim Kurulu ve Haysiyet Kurulu’nu oluşturan kişiler de seçildi. Müzikbir’in başkanlığını, bu seçim sonrası da kuruluşundan beri olduğu gibi yine Mustafa Demirci üstlenmiş oldu. Yeni yönetim kurulu üyelerini ve Mustafa Bey’i tebrik ederken, başarılar diliyoruz. Çünkü gerçekten bu camianın büyük bir beklentisi söz konusu. Özellikle son 10 yıldır müzik camiasının en büyük derdi olan korsan yayın, % 90’lara varan satış kayıpları, internetten izinsiz eser indirmeler ve hak ihlâlleri. İnsanlar artık eskisi gibi kaset ve cd almıyorlar. İnternetten ücretsiz ve izinsiz olarak dinlemek istediği san'atçıyı veya sevdiği eseri doğrudan indiriyor ve dinliyor. Hal böyle olunca para vererek albüm almaya gerek duymuyor. Bu ise bütün müzik sektörünü etkileyen ciddî bir sıkıntıya yol açıyor. Müzik şirketleri, albümler satmayınca yeni albüm de yapmıyorlar. Albüm yapılmayınca kaset-cd fabrikaları, dağıtım firmaları kapanmaya başlıyor. Keza müzik yapım firmaları da personel azaltma, küçülme yoluna gidiyorlar. Sonuç ise tam bir felâket. Gitgide yeni albümler yapılamamaya, san'atçılar piyasadan çekilmeye, dinleyiciler ise neden yeni bir şey üretilmiyor diye eleştirmeye, sebep bulmaya başlıyorlar. Tam bir Nasreddin Hoca’lık kara mizah. Bindiğimiz dalı kesiyoruz, sonra da “Yahu neden düştük?” diye dala, testereye kızıyoruz. İsterseniz önce kendimize kızmakla başlayalım işe. Kul hakkı başta olmak üzere en hassas olduğumuz bir alanda bile, bu konuyu hiç de kul hakkı gibi değerlendirmeden açıkça hakka giriyoruz. İnternetten indirdiğiniz her bir eser için san'atçının, bestecisinin, şairinin, yapımcısının izni yoksa, “Bu da kul hakkına girer mi canım?” diyorsanız, bir kez daha iyi düşünün, derim. Diyanete ya da din adamlarına soralım, bakalım ne cevap alacağız. Deminde söylediğim gibi, kapanan fabrikalar, işten çıkarılan insanlar, piyasadan silinip giden san'atçılar ve yapımcılar işte bu normal gördüğümüz davranışların bir sonucudur. Bu noktada Meslek Birlikleri‘nin misyonu önem kazanıyor.

Kısaca da olsa meslek birliği nedir, amacı ne, neler yapar? sorularına kısaca cevap arayalım. Meslek Birlikleri, Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nda düzenlenmiş belli amaçlarla bir araya gelmiş üyelerden oluşan, onların hak ve menfaatlerini koruyan örgütlerdir. San'atçılar, müzik yapımcıları, beste ve eser sahipleri, yayıncılar, sinema yapımcıları gibi, alanlarda faaliyet gösteren kişi veya firmaların bir araya gelerek kurdukları meslek birlikleri üyelerinin, hak sahiplerinin telif haklarının korunmasını, takibini, elde edilen gelirin dağıtılmasını amaçlar ve bu yönde çalışırlar. Meslek Birlikleri Kültür Bakanlığı denetimi ve bilgisi dahilinde faaliyet gösteren kuruluşlardır.

MÜYAP, MESAM, MÜYORBİR, MÜYABİR, SESAM, İLESAM, BASYAYBİR gibi meslek birliklerinin sayısı her geçen gün daha da artıyor. Toplum olarak hak arama bilinci geliştikçe, tabiî bir sonuç olarak mağduriyetlerde azalacaktır.

10.06.2010

E-Posta: alioktay@alioktay. net



M. Latif SALİHOĞLU

Feyizli okumalar (2)


A+ | A-

Okuma programlarının ağırlıklı kısmını, şahsî/ferdî okumalar da denen "özel okuma saatleri" teşkil etmeli.

Zira, adı üstünde: Okuma programı.

Şayet, bu özel okuma vakitlerini gölgede, ya da geri plânda bıraktıracak başka şeyler öne çıkarsa, o takdirde bu işin adı "okuma programı" olmaktan çıkar, mesele bir başka şekle bürünmüş olur.

O halde, çok okumak; sesli veya sessiz de olsa bol bol kitap okumak, bu programların olmazsa olmaz şartlarından biridir demektir.

* * *

Söz konusu programa bir bütün halinde bakmak ve gerekli bütün işleri vakit çizelgeli olarak planlamak gerekir elbet.

Meselâ, okumanın yanında yemek, içmek, uyumak, ibadet etmek, temizlik yapmak, meşrû ölçüler içinde eğlenmek, spor yapmak, müzik dinlemek, sohbet–seminer düzenlemek, kabiliyet, maharet ve becerileri geliştirici seansler düzenlemek, müzakereli dersler yapmak, fikren ve bedenen dinlenmek, gezintiye çıkmak gibi, daha birçok işler yapılabilir.

Ancak, bütün bunların yanında, okumaya yine de ağırlık vermek gerekiyor. Bilhassa, risâle okumaya...

Böylesi feyizli okumalar, insanın hayatında çok derin ve mânidar tesirler icra ediyor. Hatta, bazılarının hayatında dönüm noktaları dahi teşkil edebiliyor.

Şayet, bir günün toplam uyku müddeti 7 saati (5+2) aşıyorsa, uygulanan program ideal mânâda yürümüyor demektir.

Kezâ, eğer yeme–içme işlerine 6–7 seans (3+4) vakit ayrılıyorsa, hasıl olan israf ve yaşanan rehavet sayesinde, yapılan iş okuma programı olmaktan çıkmış demektir.

Aynı şekilde, şayet okumaya ayrılan toplam süre, oyun veya spor için, sohbet veya seminer için, boş veya serbest vakitler için ayrılan sürenin gerisinde kalıyorsa, yine ideal mânâda bir okuma programı uygulanamıyor demektir.

O halde, gün içinde sesli veya sessizce, tefekkürî veya mütalâalı, sohbetli veya müzakereli tarzda yapılacak risâle okumaları için ayrılacak olan toplam süre, yukarıda temas ettiğimiz diğer iş veya etkinliklerin toplam süresinden daha fazla olması gerekiyor. Tâ ki, asıl maksat hasıl olabilsin.

* * *

Öte yandan, yapılan okumaların ve okunan hakikatlerin yaşayış safhasındaki tezâhürleri de fevkalâde önemli bir husus.

Bilhassa, Sünnet–i Seniyyeye uygun şekilde, kuvvetlendirilmesi gereken irade terbiyesi, kazanılması gereken yeme–içme alışkanlığı, müştereken uyulması gerek tertip, tanzim işleri ve mutlaka uygulanması gereken tahâret–temizlik âdâbı gibi konular, inandığımız hakikatlerin hayattaki tatbikatını yansıtıyor.

İşte, bu gibi hususları da içine alan ideal mânâdaki bir plân ve programın detaylarına, inşallah bir sonraki yazıda değinmeye çalışalım.

Tarihin yorumu 10 Haziran 1930

Mübadeleden sonra mütekabiliyet

Lozan Antlaşmasına (1923) son anda eklenen bir protokol maddesiyle, Türkiye ile Yunanistan arasında "Ahalinin Mübadelesi" kararı alındı.

Buna göre, Türkiye'de ikamet etmekte olan Ortodoks Rumlar ile Batı Trakya'da ikamet etmekte olan Müslüman Türkler yer değiştireceklerdi.

Bu kararın uygulanmasına hemen geçildi. Yunanistan sınırları içinde yaşayan yaklaşık 400 bin Türk Türkiye'ye göç ederken, Anadolu ve Trakya'da yaşayan bir milyondan fazla Rum da Yunanistan'a göç etmeye başladı.

Bu arada, Yunanistan'dan Türkiye'ye gelenlerin arasında 20–30 bin civarında bir dönme (Selanikli Sabetaist) kitlesinin bulunduğunu da hatırlatmak gerekiyor. Rumlar'dan geriye kalan servetin en âlâsı, maalesef bu kesimden olan şahıslara ve ailelere verildi.

Mübadele Antlaşmasına göre, yer değiştirmeyi kabul eden göçmenler, sadece taşınabilir mallarını götürebilirler; gayr–ı menkulleri ise, Milletler Cemiyetine bağlı bir komisyon tarafından altın üzerinden değeri biçilerek derhal ödenmesi cihetine gidilecek.

Bu göçler, yer değiştirmeler ve yerleştirmeler esnasında, haliyle çok büyük sıkıntılar, dramlar ve hatta travmalar yaşandı. Yaşanan birtakım adâletsizlikler ve bilhassa uyum sağlama problemleri, bazı ailelerin sıkıntısını had safha çıkardı.

Mübadele yapıldı, karşılıklı göçler—azalarak da olsa—yıllarca devam etti.

Ne var ki, bazı sıkıntılar her iki tarafta da bir türlü aşılamadı.

Bu sebeple, 10 Haziran 1930'da Türkiye ile Yunanistan arasında, yeni bir "Ahali Mübadelesi Antlaşması" yapma cihetine gidildi.

Buna göre, eski anlaşmaya ilâveten, "mütekabiliyet" prenibi konuldu. Yani, göç etmek isteyenler gibi, iki ülkede daimî sûrette ikamet etmek isteyen Türk ve Rum vatandaşlara hem eşit muamele yapılacak, hem de birbirine denk şartlarda mübadeleler gerçekleştirilecek.

Bütün bu antlaşmalara rağmen, ne Türkiye'deki Rumlar rahata kavuşabildi, ne de Yunanistan'daki Türkler huzur bulabildi. Son 70–80 yıllık süre içinde, iki tarafta da büyük sıkıntılar yaşandı. Problemlerin üstesinden hâlen de gelinebilmiş değil.

10.06.2010

E-Posta: [email protected]



Mikail YAPRAK

Nergiz


A+ | A-

Gül; kokusuyla, rengiyle, biçimiyle kusursuz bir güzeldir. Gül denince, gül yüzlü Muhammed’i (asm) anarız, salât ü selâm ile. Zâtî’nin bu mısralarında da, mecazî sevgiliye değil, gül yüzlü Muhammed’e (asm) hasret vardır:

Gül üzülsün, gonca açılsın, bana sen gül yeter..

Ağlasın bülbüllerin, ey gonca tek sen gül yeter..

Gül, bütün doğunun remzidir, ama en sonunda Isparta’da karar kılmış, orasını karargâh yapmıştır.

***

Nergis, gül kadar olmasa da, edebiyatımızda her zaman varlığını hissettirmiştir. Onu da hemen Şeyhülislâm Yahya’nın mısralarıyla analım:

Zaman gelir yine zerrin kadeh alır eline,

Çemende nergis-i şehlâ hemen bahara bakar..

Baharın en erken müjdecileridir nergisler. Mart’la, hatta bazı iklimlerde Şubat’la beraber kırlarda, kaya diplerinde, hatta yol boylarında öbek öbek nergis çiçekleri açar. Güzel kokularını her tarafa yayarlar. Beyaz nergis öbekleri, kaya diplerinden aşağıya doğru, ilk bakışta kuzu sürüsünü andırır âdeta. Çiçeği, çıplak bir sapın üzerinde biraz eğik durur. Nergislerin rüzgârlı havalarda nazlı nazlı sallanan eğri boyunlu çiçekleri hafifçe yassılaşmıştır.

Nergis der ki ben nazlıyım,

Sarp kayalarda gizliyim,

Mavi süslü, gök gözlüyüm

Benden âlâ çiçek var mı?

Nergis çiçeğini Avrupa’dan ithal ederek İstanbul parklarında kullananlar, bir de Van’a gidip nergis tarlalarını görsünler ve bu nimetten faydalansınlar.

Peygamber Efendimiz (asm); “Nergis çiçeğini koklayınız; o sizi delilikten, barastan ve cüzzamdan korur” buyurmuşlardır. Bugün de erken bunamaya karşı nergis soğanından ilâç yapma çaba ve araştırmaları devam etmektedir.

***

Bu çiçeğin bir de efsanesi vardır. Mitolojiye göre sudaki kendi görüntüsüne âşık olup ona sarılmak için suya atlayan ve boğulan Narkissos’un öldüğü yerden nergisler bitmiştir. Efsane orada kalmaz, gele gele bir hastalığa da adını verir. Kişinin sadece kendine hayranlık duymasına, bunu aşırıya vardırmasına “Narsisizm” adını yakıştırmış psikiyatristler..

Efsane de olsa, insanoğlunun bir yönüyle bağdaşıyor. Zahirperestlik, zahire meftûniyet, eşyanın dış görünüşüne aldanmak gibi..

Halbuki dış görünüş ne ki... Eşyanın sudaki yansıması gibi birşey... Asıl içini, iç yüzünü keşfedebilmeli insan. Onu da ancak hakikî bir dost aynasında görebilir. Yani, Yunus’un dediği gibi, “Bir ben vardır bende, benden içerü”.

***

Kendi kendine âşık olma olayı, Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde de işlenir. Ayrıca nergisin, divan edebiyatında "mest, mağrur, hayran“ gibi sıfatlarla anılması da çiçeğin bu efsanevî yönüyle ilgili olsa gerektir. Divan şairi Bakî, "Kanunî mersiyesi“nde bu efsaneye şöyle bir gönderme yapar:

"Gül hasretinle yollara tutsun kulağını,

Nergis gibi kıyamete kadar çeksin intizar.“

Farsçadan dilimize geçen "nergis,“ efsanenin de ötesinde bir mevkiye sahibiyetle, hatun kişilere isim olarak nesilden nesile intikal etmiştir. Ekseriyetle de "Nergis“ yerine "Nergiz“ tercih edilmiştir, şivenin keyfine ya da nüfus kaydının azizliğine yenik düşerek..

***

Bizim Nergiz’imiz de ölüme koştu, ama Yunan mitolojisindeki Narkissos gibi kendi iradesiyle değil. Vade tamam olunca, emr-i Hak vaki olunca, görünmez bir ummana daldı, sudaki görüntüsü ise bu tarafta kaldı. Hepimiz gibi o da doğarken, fenaya, külfete, meşakkate adım attığını bilemeden büyüdü, gelişti, yaşlandı, sararıp soldu ve nihayet bir görüntüden ibaret olan bu âlemden hakikî âleme intikal etti. Şimdi onun kabrine bakarken, âdeta merhum Yahya Kemal kesiliyorum:

Hafız'ın kabri olan bahçede bir gül varmış;

Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle.

Gece; bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış

Eski Şiraz'ı hayal ettiren ahengiyle.

Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde;

Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.

Ve serin serviler altında kalan kabrinde

Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.

10.06.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

İran’a yeni yaptırım kararının amacı ne?


A+ | A-

Dün gece İran’a uygulanacak yeni yaptırımlar BM Güvenlik Konseyi’nde onaylandı. Bu yaptırımlar ABD Dışişleri Bakanı Clinton’un iddia ettiği gibi “şimdiye kadar İran’a uygulanan en ağır yaptırımlar” olmasa da, bu yaptırım kararının çıkmış olması önemliydi. Obama’nın mektubuna dayanarak, dünyanın süpergücünün devlet başkanının sözüne güvenerek, İran’la nükleer takas anlaşmasını yapan Türkiye ve Brezilya’nın çabaları ise çöpe atılmış oldu.

Zira İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad önceki gün, yaptırım kararının çıkması halinde, nükleer programına ilişkin görüşmeleri sürdürmeyeceğini açıkladı. Yani İsrail’in istediği oldu ve ABD, şımarık çocuğunun Gazze konvoyu saldırısı ile sıkıldığını görüp onu anında rahatlatma yolunu seçti.

Peki, bu durumda Türkiye ile Brezilya’nın nükleer takas görüşmelerine yönlendirilmesinin amacı neydi? Neden ABD açıkça “Bizim bölgeye ilişkin politika ve planlarımız, bu gerginliğin sürmesini gerektiriyor. Ey Türkiye ve Brezilya bırakın bu işlerle uğraşmayı, size rol kaptırmam” demedi?

Bu soruların cevabını henüz bilmiyoruz. Ardında Yahudi mantığının egemen olduğu çok bilinmeyenli Amerikan dış politikası denklemlerinden birini çözmek kolay değil. Ancak bilinen o ki, ABD önümüzdeki dönemde bölgedeki güç mücadelesini İran üzerinden yapmak istiyor. Bundan olumsuz yönde etkilenecek olan da biziz.

Bilinmeyen başka bir husus da; Rusya ve Çin’in böyle bir yaptırım kararına nasıl onay verdiğidir. İran’la ilişkileri, Ortadoğu’ya ilişkin hesapları ve güç dengeleri açısından, Güvenlik Konseyi’nde ABD’nin yanında yer almaları ihtimali yüksek değildi. Anlaşılan kapalı kapılar ardındaki pazarlıklarla “ikna” edildiler. Rusya Başbakanı Putin’in “karar, barışçı nükleer enerji yolunu kapatarak İran halkını karmaşık bir duruma düşürmeyecek” demesi de, züğürt tesellisi niteliğindeydi. İran Devrim Muhafızlarını hedef alacağı, nükleer enerjiyle bağlantılı olabileceği gerekçesiyle belli yerlere ait bütün gemilerin kontrol edileceği ve finansal yaptırımlar uygulanacağı düşünüldüğünde, pek de öyle basit bir yaptırım olmayacak.

Amerika bu acil yaptırım kararıyla Türkiye’ye “Benim işime karışma, ben kararımı verdim, kuzuyu yemek istiyorum” demiş oldu. Yine de İran’a zor zamanda dostluk elini uzatarak, ikili ilişkiler açısından ilerleme kaydedilmesini sağlayacak olumlu bir ortam oluşturulmuş oldu. İstanbul’daki zirvede de bu yakınlık görüntülere yansıdı.

Bu arada İran da yaptırımlara pek aldırmış görünmüyor. Batıya rağmen nükleer programını sürdürmeye kararlı. Ama daha önce birkaç kez yazdığımız gibi, Amerika ve İsrail’in iddiasının aksine, İran nükleer silâh yapabilecek ölçüde zenginleştirilmiş uranyuma sahip olmak için daha uzun yıllar çaba göstermek zorunda.

Bu konuda attığı adımı, ABD tarafından bozulan hükümet şimdi İsrail’in saldırısı hakkında BM araştırma komisyonu için bastırıyor. Ancak görünen o ki, bu konuda İsrail’in onayı olmaksızın herhangi bir şey yapılamaz. İsrail ise güya soruşturmayı kendisi yapacağını açıklayarak, bağımsız araştırmayı reddediyor. Eğer bu konudaki çabalar sonuç vermez ve olay da biraz soğursa, olan Gazzelilere olacak. Abluka sürecek ve İsrail arsızca zorbalığını sürdürecek.

Kısacası; Güvenlik Konseyi’nin yaptırım kararı; Türkiye’nin dış politikada üstlenmeye çalıştığı, nükleer takas anlaşmasıyla da pekiştirmek istediği aktif role önemli bir darbe vurmuş oldu. Komşu ülke olarak bu kararın uygulanması esnasında da sıkıntıyı asıl çekecek ülkelerden birisi biz olacağız.

10.06.2010

E-Posta: [email protected]



Ahmet DURSUN

Yağmur


A+ | A-

Yağmur… Bir sevgili gibi düşkün olduğum, bir sevgiliyi bekler gibi beklediğim yağmur… Dün gece ansızın geliverdin ya, beklediğim gibi değildin, beklediğim gibi gelmedin yağmur. Yüreğim ve aklım başka âlemlerdeydi, kalbim başka başka yerlerdeydi; öfken bu yüzden miydi yağmur?

Rahmettin, kuruyan dudakları serinletir, ümitsiz gönüllere su serperdin. Başka başka âlemlerden gelir, bahçelerde gezinen rüzgârla toprağa yavaş yavaş sinerdin, toprak gibi riyasız kokunla gönlüme girerdin. Rahmetinle düştüğün yere secde ettiğim yağmur… Seni sevmek, seni seyretmek, seninle visale ermek, hasreti dindirmek saadetlerin en güzeliydi ya; dün gece pek şiddetliydin, hiddetliydin; söyle nedir derdin? Kime bu hiddetin, hangi masuma bu serzenişin?

Bölündük ey yağmur! Bir şemsiyenin altına sığınanlarla, hasretle sana avuç açanlar gibi… Birinden nur, birinden kir akan oluklar gibi… Şükredenlerle küfredenler gibi… Cennet ve cehennem gibi… Sıdk ve kizb gibi… Adalet ve zulüm gibi… Siyah ve beyaz gibi… Güller ve dikenler gibi… Asalet ve soysuzluk gibi… Filistin ve İsrail gibi… Bu yüzden mi hiç dinmeyecekmiş gibi geldin; kirlerimizi döküp yüzsüzlüğümüze tükürür gibi… Geldiğin yerlerden haber verir gibiydin ey yağmur! Serin serin, çisil çisil, şıpıltılarla merhamet ve şefkat âlemlerinin elçisiydin. Dünkü şiddet ve gazabınla hangi âlemlerin habercisiydin?

Yağmur… Günahı temizleyen tövbeler gibi, tövbesini bozanları çağıranlar gibi gel! İbrahim ateşini söndürür gibi, Mecnun yüreğine serpilir gibi, Hira’ya düşen nur gibi, feryadıma ses gibi, dualarıma elverir gibi gel!

Dünyanın derdi ve benim dertlerim… Ben kimim, neyim, neciyim, neydim, ne olacağım? Hoyratça harcadığım hayatım, hovarda gönlüm, tükettiğim gençliğim… Dün, cevapsız sualleri cevaplar gibiydin, “Selâm söyle hovarda gönlüne benden/Doğru yolu bulsun yollar tükenmeden” der gibiydin.

“Hazırlanın, daimî bir memlekete gideceksiniz”i bastıran “Hazırlanın! Filistin’e yolculuk var” sesleri. Hangi sese kulak vermeli? Hayat güzel be dostum! Eurovizyon şarkı yarışmasında Manga ikinci oldu. Var mı ötesi? Yarın akşam dünya kupası başlayacakmış, Lcd televizyon mu almalı acaba? Ya savaş çıkarsa? Bunca çaba, bunca koşuşturma, bu hayat, bu bahçe… Yüreğimde dinmek bilmeyen bir fırtına... Tamam, hazırlanıyorum, ölüme meydan mı okuyorum, kendimden mi korkuyorum, bilemiyorum.

İstanbul’da bir telâş… Asya’da İşbirliği ve Güven Arttırıcı Önlemler Konferansına (AİGK/CICA) ev sahipliği yapıyormuşuz, Türkiye iki yıl eş başkanlık görevini yürütecekmiş, ülkem yeni dünya düzeninin yükselen yıldızıymış. Rusya, Ukrayna, İran ve diğerleri… Devler bir aradaymış. Yaşasın! Hain İsrail de kınanacakmış. Haberler yağmur nedeniyle okulların tatil olduğunu bildiriyor. Her tarafı sel basmış, dünyaya nizam vermeye kalkan AİGK, efelenen Eş Başkan zavallı belediye işçisini kurtaramamış. Yağmur… Yetimlerin gözyaşlarını gizleyen yağmur… Efelere haddini bildiren, maskeleri düşüren, vicdansızlığı sele veren yağmur... Sen böyle değildin, beklemediğimdin, Nuh tufanından haber verir gibiydin.

Yağmur… Bir sevgili gibi düşkün olduğum, bir sevgiliyi bekler gibi beklediğim yağmur… Yine gel, müjdelerle gel, rahmetinle gel, bereketinle gel! Gafil kafalara tokmak gibi gel!

10.06.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Saldırı soğumaya bırakılıyor…


A+ | A-

Türkiye’nin iç ve dış gündemi yoğun. Azan terör, BM Güvenlik Konseyinde İran oylaması, ekonominin durumu, referandum sath-ı mailinde Anayasa Mahkemesi’nin “Anayasa değişiklik paketi”ni incelemesi, bunların başlıcaları…

Ancak İsrail saldırısının ardından Ankara-Washington ve Telaviv hattında olup bitenler baş gündemi işgale devam ediyor.

İsrail, kurulacak “BM komisyonu”nu peşinen kabul etmiyor. Buna mukabil, bizzat Savunma Bakanı Barak’ın ikrarıyla, katledilen Türk vatandaşlarının sorumlularını bulmak için değil, bu tür operasyonlardaki eksikliklerini ortaya çıkarmak amacıyla sözde ordu içinde bir soruşturma başlatıyor.

Beyaz Saray ise, peş peşe yaptığı açıklamalarda İsrail’in kendi içindeki soruşturmasını yeterli buluyor. Başbakan Erdoğan’ın da her fırsatta söylediği gibi ABD, yüzlerce nükleer silâha ve füzeye sahip İsrail’i görmezden himâye edip açık bir biçimde “stratejik müttefiki” Türkiye’ye karşı İsrail’i tercih ediyor.

Buna rağmen, Ankara hâlâ alttan alıyor. İsrail basını bile, saldırıyı organize eden bakanları kastederek “altı aptalın işi”, “rezil bir fiyasko” manşetlerini atıp Telaviv hükümetini istifaya çağırırken, Amerikan medyasında ve aklı başında çevrelerinde, “İsrail’in ABD’yi zora soktuğu” belirtilirken, Ankara ABD’ye tepkisiz…

“AMBARGOYU HAFİFLETME”

ALDATMACASI

Bu arada Başbakan ve Dışişleri Bakanı’nın dünyayı ayağa kaldırmasına karşı, Ankara’nın kararını, başta askerî, savunma sanayii anlaşmaları olmak üzere stratejik ilişkilerin dondurulmasını, “İsrail’in izleyeceği politikalar”a bağlaması enteresan.

Vatandaşlarını katledip yaralayan ve açıkça hiçbir özür dilemeyeceğini ilân eden İsrail’den Ankara’nın hangi “olumlu tavrı” beklediği merak konusu…

Keza İsrail’in taktik bir adım olarak Gazze ağır ablukasını kısmen gevşeteceği ve aralarında tıraş kreminin de bulunduğu bazı gıda maddelerine “izin” vereceğine kimse inanmıyor. AKP’li Meclis Dışilişkiler Komisyonu Başkanı Mercan’ın, “İsrail daha önce de buna benzer sözler verdi, ama hiçbirisi netice getirmedi, pek ümit vermiyor” cümlesi, bunun ifâdesi…

Zira tıpkı ABD’nin tıpkı İsrail gibi çocukların, kadınların, yaşlıların büyük bir yekûn teşkil ettiği iki milyon sivili katlettiği Irak işgaline zemin hazırlamak maksadıyla 1991’deki Birinci Körfez Savaşıyla başlattığı ve on iki yıl süren amansız ambargosu gibi İsrail, kuşattığı Filistin’e ve Gazze’ye ambargoyu “egemenlik ve çıkarları”nın gereği görüyor.

ABD’nin gıda ve ilâcın yanı sıra kurşun kalemini dahi “savaş malzemesi” saymasına benzer, İsrail bombalarından evleri yıkılan Gazzelilere ev yapımında kullanılacak çimentoyu dahi “savaşta malzemesi” gören Telaviv yönetimi, “ambargoyu hafifletme” söylentisini uluslar arası bir propaganda olarak kullanıyor…

Oslo sürecinde attığı 1967 sonrası sınırlara çekilme vaadini bozuyor; imzalarından cayıyor; süregelen baskı ve soykırımın yanısıra utanç duvarı ve yeni Yahudi yerleşim birimleri inşaatını sürdürüyor.

Bütün bunlara karşı Türkiye İsrail’e karşı başarılı bir diplomasi yürütemiyor. Üzerinden bir haftadan fazla süre geçmesine rağmen saldırıyı Uluslar arası Adalet Divanı’nın önüne getirmek ve Güvenlik Konseyi’ndeki ABD engelini aşmak için konuyu BM Genel Kurulu’na getirmemesi, Uluslar arası Ceza Mahkemesi’ne başvurmaması dikkat çekici.

GÜNDEMİN YOĞUNLUĞU ALTINDA…

Diğer yandan İsrail bile sözde “iç soruşturma” başlatırken, Türkiye’nin, Başbakan Yardımcısı Arınç’ın sözünü ettiği iç hukuka göre Türk Ceza Kanunu’nun 8. maddesine göre uluslar arası sularda açık bir hukuk ihlâli ve vatandaşlarına karşı işlenen suçlara karşı dâvâ açma hakkını hâlâ kullanmaması, ilginç…

İsrail’den alınan teknolojiyle modernize edilen uçak ve tankların, savaş araçlarının İsrail’den bağımsız kullanılmayacağı ve ciddî risk oluşturduğu, anlaşmaları iptalde belirtilen zâfiyetler arasında.

Böylece, kanlı baskına maruz kalan aktivistler ve gazetecilerin beyanıyla, katledilenlerin sayısının dokuz değil, en az on dokuz olduğu, yolcuların, çocukların denize atıldığı, yaralıların iriyarı köpeklerin önüne atıldığı belirtilen İsrail’in işgal ve zulmünün yanısıra, son saldırıdaki işkence ve hunharlığı yanında kâr kalıyor…

Başbakan, “Bu konunun sonuna kadar arkasındayız, peşini bırakmayacağız” diyor; lâkin Ankara hâlâ bir anlaşmayı feshetmiş değil. Hâlâ askerî üç tatbikatın iptali dışında İsrail’e karşı hiçbir yaptırıma başvurulmamış. Hâlâ “İsrail’in tavrı” gözleniyor…

İsrail’e tepki, miting meydanlarında Erdoğan’la siyasî rakipleri arasında “Öldürmeyeceksin!”, “Çalmayacaksın!” ve “Yalan söylemeyeceksin!” polemikleriyle siyasî ranta malzeme ediliyor. Tevrat’ın “on emri”nin iç politikada istimaliyle kalıyor.

Ve hiçbir yaptırımı olmayan, İsrail’le karşılıklı demeçler, salvolar, bol lâflarla kamuoyu oyalanıp mesele âdeta soğumaya bırakılıyor; mesele âdeta savsaklanıyor…

Bu gidişle İsrail saldırısı da değişen iç ve dış gündemin altında kalacak ve unutulacak…

10.06.2010

E-Posta: [email protected]



Umut YAVUZ

Siyaset nedir, ne değildir?


A+ | A-

Siyasetin yaygın tanımlarından biri de; “Belli bir toplumda çatışma halinde olan çıkarların uzlaştırılması faaliyetidir.” Doğru siyaset anlayışı elbette çatışma üzerine değil, uzlaşma üzerine bina edilmiş siyasettir. Zira, aynı zamanda bir yönetme san'atı olan siyaset ile uğraşanların, yönetmeye talip oldukları toplumdaki çatışmaları körükleyecek bir anlayışta bulundukları takdirde, o toplumu belli bir süre sonra yönetemez hale gelecekleri aşikârdır.

Şu da bir gerçek ki; ihtilâf ve karşıtlıklar, demokrasinin ruhuna tamı tamına uygun durumlardır. Elbette iktidarın olduğu yerde muhalefet de olmalıdır. Tıpkı farklı fikirlerin bir araya gelmesinden hakikatin doğmasının umulacağı gibi, farklı çıkar gruplarının bir arada bulunup uzlaşma yoluyla birleşmesinden de umumî fayda elde edilmesi muhtemeldir. İşte siyaset san'atıyla uğraşanlar, bu farklı grupların tek bir toplum sözleşmesi çatısı altında, uygun bir zeminde uzlaştırılması üzerinden icraatlarını gerçekleştirmek durumundadır.

Diğer yandan siyaset kurumunun faaliyetini sağlıklı bir şekilde yerine getirebilmesi için elbette “gücü” yani “iktidarı” elinde bulundurması gerekecektir. Bu gücün ve iktidarın bir baskı aracı haline gelmesini engellemek için de kuvvetler ayrılığı denilen devlet dengesi ihdas edilmiştir. Böylesi bir dengeden yoksun yönetimlerin demokrasiden istibdada evrilmesi gecikmeyecektir.

Bugünkü Türkiye tablosuna bakıldığında, siyaset kurumu ve siyasetin zirvesindeki iktidarın uzlaşmadan çok çatışmalardan beslenir bir hale geldiği görülecektir. Öte yandan demokrasinin olmazsa olmazı olarak nitelediğimiz kuvvetler ayrılığı ilkesi de, kuvvetlerin birbirilerine hegemonya kurma mücadelesine dönüşmüştür. Dördüncü kuvvet olarak tabir edilen medya da bu mücadelenin bir tarafı olarak sahnede yerini çoktan almıştır.

Şimdi karşımızda milletin egemenliğine sınır koymaya çalışan bir “kuvvetler cephesi” ile milletin egemenlik hakkını yalnızca kendi sınırsız iktidarında gören ve gittikçe çatışmaların ve kaosun körükleyicisi olarak ortada duran bir “iktidar kuvveti” vardır. Böylesi bir kısır döngüden ne istikrarın, ne refahın, ne de demokrasinin zuhur etmesi mümkün değildir. Zamanla illegal yöntemlerin ve anti-demokratik bir takım faaliyetlerin yaygınlaşacağı böylesi bir iklimde, artık ne milletin iradesinden ne de milletin hayır ve selâmetinden söz etmek mümkün olur. İstikrar ve refah bir balona, adalet ise bir yılana dönüşür… Zamanla biri patlar, öteki de önüne geleni sokmaya başlar…

Bu pek tabiî ki arzu edilesi bir hal değildir. Ancak siyasetin, kaypak ve yalanlarla dolu ikliminin illüzyonist aktörleri bunu süslü ve güzel göstererek insanları aldatırlar. Tam da bu sebeple siyaset aynı zamanda bir aldatma san'atıdır…

Son zamanlarda siyaset, hiç olmadığı kadar bir “konuşma ve hitabet” san'atı haline de geldi. Öyle ki, normal şartlar altında sadece “eylemler” siyasetin gündemi ve konusu olabilecekken, artık sözler ve konuşmalar gündemi belirlemeye ve insanları tatmin etme konusunda yeterli gelmeye başladı. Konuşmalar, konuşmalar, konuşmalar… Ucu bucağı olmayan, lastik gibi elastik, hava-cıva gibi gelip geçici, bol keseden konuşmalar… Artık siyasetten beklentimiz bununla sınırlı. Bu kör ve kısır döngü, ülkemize çok vakit kaybettirdi, kaybettirecek…

10.06.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Yalnızlıkla terbiye


A+ | A-

Filistin’e ‘insanî yardım’ götüren “Mavi Marmara” gemisine baskın düzenleyen ve aralarında değişik mesleklere mensup kişilerin bulunduğu 9 yardım gönüllüsünü şehit eden İsrail devleti, tam anlamıyla yalnızlaşmış durumda. O kadar ki, İsrail’in en büyük destekçisi Amerika bile bu desteğini ‘gönül huzuruyla’ yapamaz halde.

Filistin’de, Gazze’de yaşananları bilmeyenler için Türkiye’den yardım gemisi göndermek de, tutuklanmak da, yaralanmak da kolay anlaşılabilecek bir durum değil. Ancak insan olan herkes, insaniyet damarı itibarıyla Gazze’de yaşanan ablukaya, zulme ve ambargoya itiraz etmek durumunda. Çünkü Gazze’de insanlık ölüyor.

Baskına uğrayan “Mavi Marmara” gemisinde yaşananları şahitlerin dilinden dinledik ve yazdıklarından okuduk. Ortak kanaat, İsrail askerlerinin gemiye ‘öldürmek niyetiyle’ el koyduğuydu. Baskın sonrası Türkiye’ye getirilen ölü ve yaralılar üzerinde inceleme yapan Adlî Tıp Kurumu (ATK) Başkanı Doç. Dr. Haluk İnce, “20 yıllık adlî tıpçıyım, böyle mermi de, yara da görmedim” demişti. (Milliyet, 6 Haziran 2010) Uzmanlar böyle derken, İsrail tarafı, tekrarladığı ‘yalan’larla dünyayı kandırmanın peşinde. Güya İsrail askerlerinin elinde “Paintball (boyalı / bir anlamda ‘oyuncak’)” silâhlar varmış. (İsrail Genelkurmay Başkanlığı Sözcüsünün açıklaması, Hürriyet, 9 Haziran 2010)

İsrail tarafı ne derse desin, bütün dünyanın gözü önünde ve alenen ‘suçüstü’ yakalanmış oldu. Gemi baskını ve katliâm bir anlamda ‘canlı’ olarak dünyaya duyuruldu. Dolayısı ile bu saatten sonra uyduracakları bahane ile dünyayı yanıltmaları pek mümkün görünmüyor.

Bununla birlikte işin peşinin bırakılmaması lâzım. İsrail, uluslar arası hukuk nezdinde mümkün olan en ağır cezaya çarptırılmalı. Bu ceza da maddî ceza olarak akla gelmemeli. Elbette tazminat gibi maddî cezalar da olmalı, ama asıl ceza bu ülkeyi ‘yapayalnız’ bırakmak olmalı.

Gazze’ye yardım götüren gemide bulunan ve zulme şahit olan doktorlardan Adem Sazak, bütün dünya ülkelerinin İsrail’i tecrit etmesi gerektiğini belirterek, spor etkinlikleri başta olmak üzere İsrail’in hiçbir uluslar arası yarışmalara sokulmaması, resmî ve sivil kuruluşlardan üyeliğinin silinmesi gerektiğini ifade etmiş. Bu yapılabilse İsrail tam anlamıyla tecrid edilmiş olmaz mı?

Bütün dünyayı saran “İsrail’e tepki” dalgası devam eder ve süreklilik arz ederse bugün için uzak bir ihtimal gibi görülen “tecrid” hadisesi gerçekleşebilir. İsrail ve onun gibi saldırgan ülkeleri durdurabilecek tek güç de bu olsa gerek.

Risâle-i Nur’da terbiye ile ilgili güzel bir hadis rivayeti yer alır. Nefis, Rabbini tanımak istemiyor. Cenâb-ı Hak “Ben neyim, sen nesin?” dediği zaman “Ben benim, sen sensin!” diyor. Hangi nevî azabı vermişse, yine de “Sen sensin, ben benim” diyor. Cenâb-ı Hak, ne zaman ki ‘açlıkla’ imtihan ediyor, o zaman “Sen benim Rabb-i Rahim’imsin, ben ise Senin aciz bir kulunum” diyor.

Temsilde hata olmaz: “Ben ne dersem o olur, ne BM’yi, ne de dünya ülkelerini tanımam” diyen İsrail ‘yalnız bırakılmakla’ imtihan edilirse, mecburen yola gelir ve “Ben de normal bir devletim. Dünyaya rağmen iş yapamam” noktasına gelir.

Böyle bir neticeden de sadece barış kazanır...

10.06.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Müsbet hareket ve güvenlik


A+ | A-

Müsbet hareketin gündeme gelmesi, bize hayli zamandır yazmayı düşündüğümüz bir konuyu işleme fırsatı verdi:

Müsbet hareket ve güvenlik ilişkisi.

Bilindiği gibi, hak ve özgürlükleri kısıtlayıp demokrasiyi daraltan uygulamaların en önemli, hattâ yegâne gerekçesi güvenlik. Güvenliği tehlikeye sokan tehditler mütemadiyen gündemde tutulmak suretiyle özgürlük ortamı sınırlanıyor.

Bunun en yakıcı örneklerinden biri, yıllardır PKK teröründen bîzar olan ülkemizde yaşanıyor.

Çeyrek asrı aşkın zamandır bir türlü bitmeyen ve bitirilmeyen bu terör, bölgeyi yıllarca OHAL düzenine mahkûm etmişken, ülke genelinde zaten ağır aksak giden demokratikleşme sürecinin ilerleme kaydetmesini de engelliyor.

Kendi vatandaşını iç tehdit olarak gören değerlendirmelerin yer aldığı gizli belgelere millî “güvenlik” siyaset belgesi denilmesi de manidar.

İdeolojik yaklaşımlarla ihdas edilen hayalî tehditler, bu şekilde devletin güvenlik politikalarının tayininde belirleyici kriterler haline geliyor. Dahası, o tehditlerin “gerçek”liğini “ispatlamak” adına birtakım düzmece örgütler ve onların rol aldığı senaryolar dahi tezgâhlanabiliyor.

Sonuçta “millî güvenlik ideolojisi” her türlü demokratik açılım teşebbüsünün önünü tıkıyor.

Dünyadaki durum da ülkemizdekinden çok farklı değil. New York’taki Dünya Ticaret Merkezlerini vuran 11 Eylül saldırılarından sonra sürekli gündemde tutulan El Kaide heyûlâsı ve onun adı kullanılarak gerçekleştirilen terör saldırıları, neredeyse bütün dünya devletlerini sonu gelmez bir güvenlik paranoyasına sürükledi.

ABD başta olmak üzere demokrasileriyle övünen Batı ülkelerinde özellikle Müslümanlara yönelik fişleme ve gözaltılar, havaalanlarındaki olağanüstü güvenlik tedbirleri ve insan onurunu incitecek düzeylere vardırılan sıkı kontroller bu anormal ruh halinin tezahür ve yansımaları.

Aynı paranoyanın had safhada yaşandığı ülkelerden biri de hiç şüphe yok ki İsrail. Netice itibarıyla kendi zalimane politikalarının ürettiği sonuçları “tehdit” olarak ilân edip, onlarla bitmeyen bir “mücadele”ye girişerek, sonu gelmez bir fâsit daire içinde dönüp duruyor. Böylece ne kendisi rahat ediyor, ne de zulmettiği Filistinlilere ve hattâ kendi halkına rahat yüzü gösteriyor.

Umumî harbin, yani Birinci Dünya Savaşının bütün dünyada askerî istibdat rejimlerini güçlendirdiğini ve dalâletten çıkan merhametsizliğin o rejimler altında dehşetli zulümlere yol açtığını vurgulayan Bediüzzaman, bu durumun, ehl-i hakka mücadelesinde kuvvete başvurma yolunu kapattığına işaret ediyor. (Şuâlar, s. 464)

Çünkü kuvvete başvursa, mücadeleyi kazanmak için ya o da hasmının zalimane metodlarını kullanarak birçok masumun hukukunu çiğnemek durumuna düşecek veya böyle bir zulme yol açmama hassasiyetiyle hareket ettiği için, çok büyük zayiat verdiği halde mağlûp kalacak.

Bilhassa bu sebeple Said Nursî hak mücadelesinde kuvvet kullanma şıkkını reddediyor, asayiş ve emniyetin muhafazasına büyük önem veriyor, müsbet hareket prensibine vurgu yapıyor.

Onun için, ona ve talebelerine yöneltilmek istenen “emniyeti ihlâl” suçlaması, ancak “Böyle bir ihtimal olabilir” formatında gündeme getirilebiliyor ve bu ihtimal eksenli itham da Bediüzzaman’ın susturucu cevaplarıyla püskürtülüyor.

Dolayısıyla, onun her hal ve şartta asayiş ve emniyetin muhafazasını esas alan müsbet hareket prensibi, güvenlik ideolojisi üzerine bina edilen her türlü baskı, dayatma, manipülasyon, tahrik ve şiddet projelerini temelden çökertiyor.

Buna karşılık, müsbet hareket esasını kaale almayan mücadele yöntemleri, hele işin içine silâh da girerse, bilumum sızma ve saptırmalara açık yapılar oluşturarak ve baskı-dayatma sistemlerini tahrik edip ellerine koz ve malzeme vererek, onların ömürlerini de uzatmış oluyor.

Çare çok sade ve çok etkili: Müsbet hareket...

10.06.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.