Lahika |
Hadis-i Şerif Meâli
İşleyene daha dünyada cezası çarçabuk gelmeye en lâyık günah, zulüm ve sıla-ı rahmin (akrabalık bağının) koparılmasıdır. Bu cezanın dünyada gelmesi, ahiretteki cezaya kefaret değildir.
Ebu Davud, Edeb: 51 |
10.06.2010 |
Bir Mahkeme-i Kübrâ var! Zâlim izzetinde, mazlûm zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar. Demek, bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor, tehir ediliyor; yoksa, bakılmıyor değil. Bâzan dünyada dahi ceza verir. Evet, görüyoruz ki, alelekser, gaddar, facir zalimler lezzetler, nimetler içinde pek rahat yaşıyorlar. Yine görüyoruz ki, masum, mütedeyyin, fakir mazlûmlar zahmetler, zilletler, tahkirler, tahakkümler altında can veriyorlar. Sonra ölüm gelir, ikisini de götürür. Bu vaziyetten bir zulüm kokusu gelir. Halbuki kâinatın şehadetiyle, adalet ve hikmet-i İlâhiye zulümden pak ve münezzehtirler. Öyleyse, adalet-i İlâhiyenin tam mânâsıyla tecellî etmesi için haşre ve mahkeme-i kübraya lüzum vardır ki, biri cezasını, diğeri mükâfatını görsün. İşaratü’l-İ’câz, s. 60, (yeni tanzim, s. 99) *** Hem, o celâl ve izzete uygun bir dâr-ı mücâzât olacaktır. Çünkü, ekseriyâ zâlim izzetinde, mazlûm zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar. Demek, bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor, tehir ediliyor; yoksa, bakılmıyor değil. Bâzan dünyada dahi ceza verir. Kurûn-u sâlifede cereyan eden âsi ve mütemerrid kavimlere gelen azablar gösteriyor ki, insan başıboş değil; bir celâl ve gayret sillesine her vakit mâruzdur. Evet, hiç mümkün müdür ki, insan, umum mevcudât içinde ehemmiyetli bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı olsun da, insanın Rabbi de insana bu kadar muntazam masnuâtıyla kendini tanıttırsa, mukabilinde insan İmân ile O’nu tanımazsa; hem, bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse, mukabilinde insan ibâdetle kendini O’na sevdirmese; hem, bu kadar bu türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini O’na gösterse, mukabilinde insan şükür ve hamd ile O’na hürmet etmese, cezasız kalsın, başıboş bırakılsın, o izzet, gayret sahibi Zât-ı Zülcelâl, bir dâr-ı mücâzât hazırlamasın? Hem, hiç mümkün müdür ki, o Rahmân-ı Rahîmin kendini tanıttırmasına mukabil, İmân ile tanımakla ve sevdirmesine mukabil, ibâdetle sevmek ve sevdirmekle ve rahmetine mukabil şükür ile hürmet etmekle mukabele eden mü’minlere bir dâr-ı mükâfatı, bir saadet-i ebediyeyi vermesin? Üçüncü Hakikat Hiç mümkün müdür ki, zerrelerden güneşlere kadar cereyan eden hikmet ve intizam, adâlet ve mîzanla Rubûbiyetin saltanatını gösteren Zât-ı Zülcelâl, Rubûbiyetin cenâh-ı himâyesine ilticâ eden ve hikmet ve adâlete imân ve ubûdiyetle tevfîk-ı hareket eden mü’minleri taltif etmesin ve o hikmet ve adâlete küfür ve tuğyan ile isyan eden edebsizleri te’dib etmesin? Halbuki, bu muvakkat dünyada, o hikmet, o adâlete lâyık binden biri insanda icrâ edilmiyor, tehir ediliyor. Ehl-i dalâletin çoğu ceza almadan, ehl-i hidâyetin de çoğu mükâfat görmeden buradan göçüp gidiyorlar. Demek, bir mahkeme-i kübrâya, bir saadet-i uzmâya bırakılıyor. (...) Hakikî adâlet ister ki, şu küçücük insan, şu küçüklüğü nisbetinde değil, belki cinâyetinin büyüklüğü, mahiyetinin ehemmiyeti ve vazifesinin azameti nisbetinde mükâfat ve mücâzât görsün. Mâdem, şu fânî, geçici dünya, ebed için halk olunan insan hususunda öyle bir adâlet ve hikmete mazhariyetten çok uzaktır; elbette, Âdil olan o Zât-ı Celîl-i Zülcemâlin ve Hakîm olan o Zât-ı Cemîl-i Zülcelâlin dâimî bir Cehennemi ve ebedî bir Cenneti bulunacaktır.
Sözler, s. 66-67, (yeni tanzim, s. 110-114)
LÜGATÇE:
alelekser: Çoğunlukla. facir: Günahkâr tahakküm: Baskı, istibdat. münezzeh: Kusur ve noksanlıktan uzak olan. haşr: Öldükten sonra tekrar diriliş. mahkeme-i kübra: En büyük mahkeme, ahirette kurulacak haşir mahkemesi. celâl: Sonsuz büyüklük, haşmet, ululuk, yücelik ve haşmet sahibi olan Allah. dâr-ı mücâzât: Ceza yeri. ekseriyâ: Çoğunlukla. kurûn-u sâlife: Geçen asırlar, önceki asırlar. mütemerrid: İnatçı. tevfîk-ı hareket: Uygun hareket. saadet-i uzmâ: Büyük saadet. |
10.06.2010 |
Isparta bir başka oluyor
Kimbilir bu kaçıncı Isparta ile ilgili hatıraların, gezi notlarının yazılışı. Çünkü Isparta başka oluyor. Bana bu yazıyı yazdıran duygu ise, 80’li yıllarda coşkuyla yapılmış, ama uzun zaman ara verilmiş, son yıllarda ise ikincisi yapılan Isparta Mevlidi coşkusu. Isparta bir başka oluyor diyorum. Çünkü onu başka kılan Bediüzzaman… Niyetlerde o, onu ziyaret, onun adına okunan mevlid ve onun meslek ve meşrebinde hizmetler olunca Isparta bir başka oluyor.. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra varıyorsunuz belki. Varınca mevlidin yapıldığı Ulu Cami’nin bahçesine ve kermes yerine, ne yorgunluk kalıyor, ne halsizlik. Yemek yemek unutuluyor, açlık insanın aklına bile gelmiyor. Bir yanda mevlidin heyecanı yaşanırken, sen Türkiye’nin birçok yerinden gelen misafirlere hizmet sunmanın huzurunu yaşıyorsun. Senin niyetin onlara hizmet vermek iken, onların niyeti kermese, hizmete katkı sağlamak oluyor. Aldığı şeyin mahiyetini çok düşünmüyor, “Ne kadar katkı yapabilirim?” diyerek hizmetin lezzetini alıyor. Isparta, mevlidiyle başka oluyor. Uzun zaman birbirini görmemiş dostların hasret gidermeleri görülmeye değer bir sahne oluyor. Hele bir hadise var ki iki mevlidde de yaşanan, bizleri düşündürüyor. Mevlidin bitmesiyle, herkesin memleketinin yolunu tutmasıyla, kermesin toplanmasının hemen ardından rahmet damlalarının indirilmesi çok manidar geliyor insana. Hayra yoruyor herkes. Kimi ziyaretimizin makbuliyetine, kimi mevlidimizin bereketine işarettir diyor ve Risâle-i Nur yine kerâmetini gösteriyor. Isparta bir başka oluyor. Nedir ki onu başka kılan? O, Barla’sıyla, Çamdağı’yla, Sidre’siyle, o Bediüzzaman’ıyla başka. Ne kadar yıl yaşamış, kaç kez gitmiş olursak olalım, bizim için sıradan bir şehir değildir Isparta. Barla, göl kenarına kurulmuş bir köy değildir sadece. Çam Dağı memleketin diğer güzel dağlarından biri olsa da, o basit bir dağdan ibaret değildir. Üstadımızın evi belli saatlerde ziyarete açık bir müze değildir bizim için. Hani Üstadımız diyor ya “Ben çok cihetle Ispartalıyım” diye. Belki de bu sırdır onu böylesine cazibedar kılan.
FATMA AYDIN |
10.06.2010 |