|
|
Şükrü BULUT |
Dinî kültür ve semboller |
|
Dinî günler ve bayramlar münasebetiyle Hıristiyanlık dünyasının içinde yüzdüğü ışık denizinin yansımaları Türkiye ekranlarına da aksetmiştir. Sokaklardan evlerin pencerelerine, devlet dairelerinden kiliselere ve alış veriş merkezlerine kadar her yer ışıl ışıl... Kuzeyin karanlık ve uzun gecelerinde otoyollarda seyahat edenler; yollara nâzır tepelere yerleştirilmiş ışıktan figür ve haçlara da rastlayacaklardır.
24 Aralık gününün akşamı Katolik dünyası için mukaddestir. İsa'nın (as) doğum anı olarak kutlanır. İkindiden sonra çocuklarla birlikte genç-ihtiyar kiliseye koşulur. Uzun süren bu bayram ayinlerini takip edenler, katılımcıların dinî eğitimdeki boyutlarını da müşahede edebilirler. İbadet kasdıyla yüzlerce cümlelik ilâhileri melodileriyle tekrar eden insanların tek ağızdan papaza mukabelede bulunduklarına şahit olanlar, çocuk yuvalarından lise sıralarına kadar tatbikî olarak verilmiş din eğitiminin kültüre nasıl yansıdığını görürler. Ayin sonrası kilise önündeki bayramlaşma safhası... Bu merasimde bulunmamak-mazeretler hariç-çok çirkin kaçacağından hemen herkes buraya toplanır.
Dinin gelenek ve kültür olarak yoğun bir şekilde yaşandığı bu cemiyette Müslüman bir Türk'ün hissettiklerini duymak ister misiniz? Şu güzellikleri kendi yurdunda ve öz kültüründe nasıl hayal ettiğini... Zihnindeki mukayeseleri... Papazın belediye başkanı, mülkî amir ve ileri gelenlerle halkın karşısına çıkışını... Sonra İsevî kültüründe yoğrulmuş insanların şu kilisedeki dayanışmalarını... Ortaya çıkan "milliyet" tablosunun renklerini, seslerini ve çizgilerini...
Fakat bu güzel manzarayı hayalen dahi Anadolu'ya taşıma imkânı vermeyen uygulamaların Türkiye TV'lerinin ekranlarına yansıması hayallerinizi de karartıyor. Milletin dinî değerlerine, sembollerine, gelenek ve dinî arkaplanlı kültürüne vicdansızca yapılan müdahaleleri ekranlarda görünce, güzelin tahayyülü bile mümkün olmuyor.
Şu günlerde Avrupa toplumunun resimlerini neşreden ekranları seyrettikçe Anadolu kökenli dindarların tırnaklarını kemirdiklerine ve zaman zaman gayr-ı ihtiyarî konuştuklarına şahit oluyorsunuz. Başörtülerinden dolayı öğretmen veya öğrenci olarak okullarından kovulanlar, medya ve sokağı dinî sembollerden, sözcüklerden temizleme ameliyeleri biz gurbetteki Müslüman Türklere büyük ıztıraplar yaşatıyor.
Hıristiyan bir polisin Noel münasebetiyle sokağa dikilmiş çam ağacına, süslenen çarşıya ve ışıklandırılmış devlet dairesine müdahalesini hiçbir Avrupalı hayal bile edemez. Hele kilisenin çanına, papazın vaazına, rahibelerin kıyafet ve korolarına müdahale ise ancak cinnetle izah edilebilir. Burada devlet, toplum ve hakikî vatanperverler dinî eğitimin kalitesinin iyileştirilmesi istikametinde işbirliği yapmışken, "Ben devletim. Ne kadar Müslüman, Hıristiyan, komünist veya faşist olunacağına ancak ben karar veririm" dercesine insanların inanma, sevme ve yaşama hukukuna müdahale edilen bir köken ülkeye sahip olmanın utancını ancak Noeli Almanya'da seyredenler bilir...
Burada devletten bireye kadar sistemin bütün unsurları, daha canlı bir Noel veya yılbaşı kutlaması için her türlü maddî-manevî imkânı seferber ediyor. Kutlamalar binlerce resmî ve sivil organizasyonla vücuda geliyor. Kutlamaların ihtişamı devletin başarısı için bir göstergedir burada...
Bilhassa 11 Eylül'den sonra Hıristiyanlığın kültürel unsurlarını ve temel değerlerini sembolleriyle birlikte bayraklaştıran Batı karşısında ülkemizin durumu içler acısı. Avrupa ve Amerika devletlerinin emperyalizm dönemlerinde bile Müslümanlara uygulamadığı bir tatbikatın bu ülkeye reva görülmesi, tarihin belki de Türk milleti hakkında kaydedebileceği en trajik sayfa olsa gerek.
İşin garibi, bunları yaparken, bir taraftan da Hıristiyanlığa ve misyonerlerine savaş açacaksınız, diğer taraftan ise dinî arkaplanlı Noel'i hayvanî arzuların tatminine alet edeceksiniz...
Bir başka tuhaflık da şu: Avrupa orijinli ticaret ve alışveriş merkezlerinin Noel münasebetiyle yaptıkları süsleme ve şovları hür ve medeni bir insan olarak anlayabiliriz. Fakat, bin seneden beri İslâm medeniyetine beşiklik yapan bir coğrafyada, yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bir ülkede Ramazan'a, kandillere ve kurbana sahip çıkmak yerine, Müslüman ve Türk olarak Noele sahip çıkılmasını; ve İstanbul, Ankara ve İzmir gibi bazı yerlerdeki manzaraları anlamakta güçlük çekiyoruz. Basit ve cehalet kokan bir taklitle Avrupalılara yaklaşabileceklerine inananlar, muhataplarından maskara veya hain muamelesi göreceklerini unutmasınlar. Zira Avrupa çoktandır fıtrîliğin ve orijinalliğin peşinde....
04.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Rifat OKYAY |
Selahaddin Yeşilyurt'u rahmetle anarken... |
|
Sadece tebessümüyle konuşan, kendisini anlatan ve karşısındakilere tebessüm ile anladık dedirten bir sima Selahaddin Yeşilyurt.
1977 sene başlarıydı, Bursa'da Yeşil Türbe'nin hemen ilerisinde bir apartmanın zemin-bodrum katı, yarı kabristan yarı dünya dersane-i Nuriye: Şible Yeşil Dersanesi.
İlk karşılaşmamız ve bir sene sürecek Bursa'daki beraberliğimiz burada olmuştu Selahaddin Beyle. Ankara'dan gelen Abdullah Arı ve kanarya zillerinin mucidi Selahaddin Yeşilyurt.
Çok zeki iki mühendis. Hem nurlara vakıf hem de işlerinin ehli iki genç adam. Türkiye'de bir iki tane olan elektro manyetik rozans tel kesme aletini İsviçre'den getirerek müteşebbis bir kısım cemaat mensuplarıyla kurdukları Arı Kalıp Sanayii.
Mesai arkadaşlarının aksine dünyanın işini ancak dünya değeri kadar ehemmiyet veren Selahaddin Bey bir şekilde Arı Kalıp Sanayii'nde çalıştığı ortamdan kopmak zorunda kaldı ve ayrıldı. Bursa'dan da ayrıldı.
Bursa'da iken Bilal (Mikail) Yaprak, Nevzat Tarhan, Nihat Gülçimen, Fikri Pala, Nizamettin Dağdağan, Necati Şahin, Hulusi Kasar ve Eyüp Otman'ın da iştirak ettiği çok güzel akşam sohbetleri ve okumaları gerçekleşmişti. Elbette bu sohbetlerdeki Mikail Yaprak'ın ve Selahaddin Beyin nükteleri unutulmazdı.
Yedi sekiz senelik bir ayrılıktan sonra Selahaddin Beyi Medine-i Münevvere'de Mescid-i Nebevî'nin ses düzeni ve elektrik işleriyle ilgili olarak çalışırken bulduk.
1985 senesiydi Bursa'dan rahmetli İbrahim Özbey, Nizamettin Dağdağan ile birlikte Cidde'de rahmetli Bekir Berk'in evinde Mehmed Güleç (Fırıncı) ve rahmetli Niyazi Birinci Ağabeylerle buluştuk. Cidde'den, Mekke ve Medine ziyaretlerimizi beraber yaptık. Bu mübarek topraklarda Selahaddin Yeşilyurt'un gayretleriyle ilk olarak açılan Medine-i Münevvere nur dersanesinin terasında Türkiye'nin dört bir yanından gelen ağabeylerle unutulmaz ders ve sohbetler yapıldı.
Zaman içinde giderek büyüyen Suudi Arabistan Risâle-i Nur hizmetleri noktasından ön saflarda daima Selahaddin Beyi gördük dersane tutulması giderlerinin temini eleman istihdamı, derslerin devamlı ve düzenli yapılması ve en zoru da çok büyük ölçüde ve her sene artarak gelen ziyaretçilerle alâkadar olmak, onların maddî ve manevî işlerinde yardım etmek hususlarında Selahaddin Bey Medine'nin bir incisiydi.
1985-2007 senelerin arasındaki her ziyaretimizde Selahaddin Beyi kendisi, ailesi, dersanedeki kardeşler ve cemaat mensuplarıyla Medine ve diğer şehirlerdeki bu hizmetleriyle alâkadar olurken, koştururken ve çalışırken gördüm. Sadece biz değil Medine'ye giden her tanıdığı bunun şahididir. Resul-ü Ekrem (asm) komşuluğu ve şefaati garantisinde, Bediüzzaman ve Risâle-i Nur'a talebeliği noktasında bütün Müslümanların hizmetlerinden memnuniyetini açısından Rabbimizden ümit ve duâmız odur ki, merhum hacı Selahaddin Yeşilyurt Ağabeyimiz dünya saadetine mazhar olduğu gibi, ahiret saadetine de mazhar ve muvaffak olmuştur inşallah.
Herkes en son yaptığı işle anılır. Bundan sonra Medine-i Münevvere'de beş katlı nur dersanesinin en büyük gayretlisi Selahaddin Bey de bununla anılacak inşallah.
Cenâb-ı Erhamürrahiminden fedakâr ailesine, çocuklarına, dostalarına ve bizlere sabr-ı cemil ihsan etmesini niyaz ediyoruz. Rabbimiz inşallah bizleri onunla Cennetü'l Firdevsine kavuştursun. Allah gani gani rahmet eylesin.
04.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Demokrasinin Anka'sı |
|
'Kör ölür, badem gözlü olur' misali Benazir'in bir suikast sonucu ölümünden sonra çokları hakkında ağıt yazmaya başladılar. Kimileri onu 'demokrasi şehidi' ilân etti, kimileri de demokrasinin Anka'sı... Hiç unutmam Mısır'da sık sık uğradığım kitap vitrinlerinden birisinde Sühreverdi Maktul'un hayatıyla ilgili bir kitabın başlığında 'şehid es sufiyye' ibaresini görmüştüm. Asrımızda her mesleğin ve meşrebin şehitleri olmaya başladı. Ahirete inanmayanlar bile ölülerine şehit demeye vardılar. Birisi söylemişti: "Mısırlılar herkese imam ve allame derler. Bu seni yanıltmasın..."
Gerçekten de öyle. Ünvanlar ucuzladı. Ünvanlar ucuzladığı için inkılâplar dairesinde kaldırılmıştı, ama eski alışkanlıklar devam etti. Emirle bazı alışkanlıklar yıkılmıyor. Gerçekten de Butto'nun siyasî mirası nedir? Gerçekten de siyasî bir mirası var mıdır? Yoksa diğer bazı Pakistanlı politikacılar gibi oportünist bir kişiliğe mi sahiptir?
Benazir Butto'yu üç alanda incelemek lâzım. Siyasî, malî ve güç alanlarıyla ilişkilerine baktığımızda hiçbirisinde ahlâkî bir duruş göremiyoruz. Hepsinde tutarsız. Bundan dolayı 'Doğu'nun kızı' tabiri çok tartışıldı ve Tarık Ali gibilerine göre o ne Doğu'nun, ne de Batı'nın kızı. Arafta siyaset yapan kötü bir siyasî melez. Siyaseten baktığımız zaman görüyoruz ki, ABD'nin itmesiyle Müşerref'le mutabakata varması onun demokrasiden ne anladığını apaçık ortaya koyuyor. Dolayısıyla onun demokratik duruşu ilkesel değil, pragmatik. Başka bir ifadeyle, kendisine hizmet ettiği sürece demokrasiden yanadır. Yani kendisine demokrattır. Halka değil. Nitekim Amy Goodman'ın da yazdığı gibi, Bush yönetiminin amacı zayıflayan statükoya Butto aşısı yapmaktı. Statükoyu Benazir'le pekiştirmekti.
Pakistanlı profesörlerden Pervez Hoodbhoy bunu daha açık ve yalın bir şekilde ifade ediyor: "Pakistan'a avdetinden sonra siyaset sofrasının kırıntılarının taliplisi olduğunu ortaya koymuştur. Askeri yönetime sivil bir görüntü kazandırmak ve yüz vermek için umutsuz bir biçimde Amerikan planlarına alet oldu ve bu doğrultuda Müşerref'le çalışmaya hazır olduğunu belli etmiştir..." Sürekli askeri diktatörlükten bahsediyor ama onunla masaya oturmaktan da imtina etmiyordu. Onun sivil bir görüntüsü olmayı içine sindiriyordu. Rezil bir pazarlığın tarafıydı.
***
Samimi dostlarından Kenize Murad onun akçeli ilişkilerde de kirli olduğunu ortaya koyuyor. Sadece askerlere değil, aynı zamanda kocasının yolsuzluklarına da alet olmuş ve ikinci hükümetinde onu komisyon alabileceği koltuğa taşımıştı. Güçle ilişkisine baktığımızda kardeşi olduğu halde Murtaza Butto'nun gözünün yaşına bakmamıştır. Dolayısıyla onun kardeşiyle ilişkisi, Ziyaü'l Hak'ın babasını, muhaliflerini öldürtmek suçlamasıyla veya bahanesiyle idam ettirmesinden daha ehven değildir. Benazir Butto'nun kardeşine bile acımaması ve eli kanlı partili yandaşlarına ilişmemesi kirliliğin hangi boyutlarda olduğunu ortaya koyuyor. Bundan dolayı Benazir Butto yozlaşmanın dışında geride hiçbir siyasî miras bırakmamıştır. Geride bıraktığı miras; koltuğunu hak edilmemiş bir şekilde oğluna ve kocasına devretmekten ibarettir. Ülkesini adeta ateşe atmıştır.
Cesaretine gelince; tehevvür ve ihtiras bir kahramanlıksa; o halde Butto da bir kahramandır. Ama onu yakından tanıyanlar kendisinin son derece kararsız, ikircikli olduğunu söylüyorlar. Zafer Atay, Ziya döneminde ve Richard Novak (Ağustos 2007) Müşerref döneminde kendisiyle görüşmüşler, ama bu görüşmelerde onlardan sarf ettiği bazı cümlelerin yazılmamasını istemiş. Velhasıl bütün bu yönleriyle muvazaaya açık; ilkeleri için değil, ama çıkarları için pazarlıkçı kişiliğini ortaya koyuyor. Sürgünde kaldığı yıllarda neredeyse halkıyla arasındaki tek bağı Urducasını bile unutmuştu. Böyle bir siyasetçi halkına çileden başka ne verebilirdi ?
***
Kanaatime göre, gelmiş geçmiş liderler arasında Pakistan'a en fazla zarar veren ve kötülük eden Müşerref olmuştur. Ülkenin tarihî kazanımlarını tehlikeye atmıştır. Ama gelinen noktada o da ihtirasları sebebiyle ABD'nin taşeronu ve hamalı iken yükü haline gelmiştir. Richard Armitage, 11 Eylül'den sonra kendisinden 7 talepte bulunmuş idi. Bunlardan birisi de nükleer silahların akibetiyle alakalıydı. Şimdi Müşerref yüzünden bu silahların akibeti de tehlikede. Glasgow Herald gazetesine göre, ABD'nin 'Snatch Squads' adlı özel birlikleri hükümetin çökmesi halinde nükleer başlıkların muhafazası (ele geçirilmesi) için hazır bekliyorlarmış (Musharraf Still Stands, Amy Goodman, Truth Dig.com, 2 Ocak 2008).
Ülkelerinin çıkarı ve güvenliği için ortaya çıkan askerî diktatörlükler işte bu şekilde ülkelerini yıkıma sürüklüyorlar.
04.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
2007; "zulüm projeleri" |
|
2007'ye dönüp baktığımızda küresel felâketlerle, küresel zulümlerin atbaşı gittiği görüldü. İnsanlık, zâlim ve gaddar güçlerin çıkarları için insanlığı ateşe veren zulüm ve felâketleri altında inledi.
Keza küresel ısınma devam etti. Sanayileşmiş süper güçlerin havaya saldıkları zehirli sera gazları ve sanayi atıkları yüzünden dünya iklim dengesizlikleriyle küresel ısınma ve soğuma felâketiyle karşı karşıya kaldı. Yeryüzündeki çevre tahribatına karşı bütün dünya "Kyoto anlaşması"nı imzaladı; bir tek ABD hâlen direnmekte.
AKP hükûmeti baştan beri girmiş olduğu "Amerikan politikaları"nın cenderesinden ve "büyük Ortadoğu projesi"ne destek çıkmazından bir türlü çıkamadı. Başbakan'ın kendi ağzında ilân ettiği "BOP'un eşbaşkanlığı' görevi" sürdü.
Bu konseptle 2004'te Bakanlar Kurulu kararıyla resmî gazetede yayınlanan "ABD'ye destek hamûlesi" hâlâ devam ediyor. Buna ilâveten üç buçuk yıldır İsrail'le imzalanan "mutâbakat zaptı"yla sulamadan, turizmden telekomünikasyona, hayvancılıktan, tohumculuktan çevreye kadar GAP ve KOP'u içine alan çok geniş ekonomik işbirliği içinde..
* * *
Kısacası, binlerce mâsum insanın katledildiği Afganistan'da NATO şemsiyesinde işgale ortak edilen Türkiye, İsrail'in güvenliği, dünya egemenliği ve bölgedeki petrol ve enerji kaynakları ve hatlarının kontrolü uğruna Irak'taki zulme geçtiğimiz yıl da ortak olmakla kalmadı, bizzat destek verdi. Mazlum ülkeleri, kıt'aları kasıp kavuracak dehşetli zulüm projelerini "stratejik müttefiki" oldu.
Millî Savunma Bakanının Meclis'in reddettiği tezkereyle yapılmayanların telâfisi için Amerika'da, İncirlik'ten Irak üzerine en az dört bine yakın sortinin yapıldığını söylemesi bunun bir delili. 2007'de İsrailli subayların PKK'yi eğittiği vakıasına doğru dürüst bir cevap verilmedi. Buna bağlı olarak terör örgütünün elinde tanktan topa kadar işgalle dağıtılan Irak ordusuna ait silâhların yanısıra, binlerce hafif ve ağır Amerikan silâhlarının olduğu bizzat Amerikan savcıları ve resmî makamlarınca itiraf edildi.
Verilen onca vaade rağmen terör örgütünün başta başkent Bağdat olmak üzere Irak kentlerinde büroları açık kaldı, kapatılmadı. Erdoğan'ın listesini Oval Ofis'te sunduğu ve Bush'un söz verdiği teröristlerden bir teki dahi teslim edilmedi.
2007'de "Ermeni soykırımı" yasası Amerikan Kongresinden geçti; Türkiye'nin Ortadoğu'da Amerikan projelerine desteğe devamı için âdeta bir gözdağı ve sopa olarak istimal edildi. Amerikan Kongresi ve Beyaz Saray bir nevi "iyi polis' - 'kötü polis" rollerini paylaşarak Türkiye'yi bu tasarıyla hep baskı altında tutma taktiğini güttü.
En son İsrail, nükleer tesislere hazırlık bahanesiyle Suriye'yi bombaladı. Savaş uçakları dönüşte hiç gereği yokken Türkiye hava sahasını kullandı ve yakıt tanklarını Türkiye topraklarına attı. Kale almayan bir tavırla Ankara'ya hiçbir açıklama yapılmadı, Dışişleri'nin izâhat istemesine aylarca sessiz kalındı; en son Telaviv'den İsrail Başbakanının Türkiye Başbakanını arayıp "özür dilediği" kısa açıklamasıyla geçiştirildi.
* * *
Ardından âlâyı vâlâ ile "Ankara forumu" yapıldı. Dörtyüz sene Osmanlı idâresinde kalan Filistin'i işgal edip mülteci kamplarını bombalayan ve sistematik bir soykırım sürdüren İsrail Cumhurbaşkanı dâvet edilerek TBMM'de konuşturuldu.
ABD'nin uhdesinde Annapolis'de yapılan görüşmelerde "Ankara forumu"na hiçbir atıfta bulunulmadığı gibi, Türkiye'ye bir teşekkür dahi esirgendi. Aynen Özal döneminde Kuveyt'in işgalinde ve Birinci Körfez Savaşında Türkiye'nin Irak'ın kuzeyden bölünmesine ve işgaline zemin hazırlayan Çekiç Güç'e verdiği tam desteğe mukabil hiç hatırlanmaması gibi.
Bu arada Ankara'nın Haremüşşerif'te İslâm medeniyet ve kültürünü temsil eden yapıların tahrip eden kazının durdurulması talebine ve Erdoğan'ın bizzat Olmert'ten "ricası"na önce cevap verilmedi. Peşinden İsrail yine Türkiye'yi ve dünyayı takmayarak "kazılar"a devam etti. Annapolis toplantısı sırasında ve sonrasında bir yandan "barış"tan dem vururken, diğer yandan Gazze'yi bombaladı, Filistinlileri katletmeyi pervâsızca sürdürdü.
Ertelenen Kerkük oyunu, Irak'ın etnik ve mezhebî ayırıma göre birbirine kırdırmakla bölünüp parçalanması, fitnenin Ortadoğu'dan Önasya'ya sıçratma senaryosuyla sinsî plân, bütün İslâm coğrafyasında sürdü. Pakistan'ın kargaşa ve kaosa sürüklenmesi de bunun bir parçası.
Ve ne yazık ki Ankara, 2007'de de zülüm projelerinin yanında yer aldı.
04.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Baskının katmerlisi |
|
"Hem suçlu, hem de güçlü" olanlar; kendi kabahatlerini örtmek için başkalarını suçlamaya, itham etmeye devam ediyorlar. Kendilerini ülkenin sahibi addeden 'elit' bir kesim, yıllardan beri hem milletin ensesinde 'boza' pişirdiler, hem de her fırsatta milleti ve değerlerini itham ettiler.
"Hayır, etmediler" diyenlere yakın, uzak ve bugünü şahit gösteriyoruz: Seçimler yapılır, milletin seçtiklerini beğenmezler. Daha doğrusu, milletin 'seçme' hakkına saygı göstermezler. Milleti tahkir etmek için yeri gelir 'cahil oy çoğunluğu' derler, yeri gelir 'göbeğini kaşıyan adam' olarak isimlendirirler. Onlara göre bu millet, 'elit' kesimin arzu ve isteklerine göre davranırsa ancak 'adam' olur. Öyle ki, milletin sadece siyasî tercihlerine değil, bayramından seyranına kadar her şeyine müdahale ederler ve bu müdahaleyi de kendilerince 'hak' olarak görürler.
İçlerinden bazı 'insaflı'lar çıkıp, geçmişte "milletin inancına ve değerlerine müdahale edilmiştir" diye gizlenen 'sır'ları açıklayınca da vaveyla ile 'isyan' ederler.
Geçmişe 'mazi' diyerek bir yana bırakmak mümkün olsa bile, bugünkü 'baskı'ları da mı inkâr edelim? Başörtüsü yasağı 'baskı'nın dik âlâsı değil mi? Namaz kılmak isteyen memur ya da öğrencilere 'yan gözle bakmak' da farklı bir baskı değil midir? Bir hareketin 'baskı' olarak görülmesi için illâ ki üzerinde 'Bu bir baskıdır' mı yazmalı?
Tarihimiz, azalarak bu günlere kadar ulaşan 'tek parti devri baskıları' ile doludur. Bu milletin ezanına, okuduğu Kur'ân'ına, giydiği elbisesine (ya da giymek istemediği-şapka gibi-kıyafetlerle) müdahale edilmemiş midir? "Allahü ekber!" nidaları yerine "Tanrı uludur!" demeye mecbur etmek 'baskı' değil midir? Kur'ân okuma ve öğrenmeyi yasaklamak 'baskı' değil midir? 1950 öncesi yaşanan 'baskı'ların şahitleri hâlâ hayattadır. "Hayır, bunlar olmadı" demekle kimi inandırabilirsiniz? İnsanlar unutuyor, ama 'tek parti devri baskıları' hâlâ unutulmadı, çünkü iz bırakan baskılardı!
Sosyoloji profesörü Nur Vergin'in "Geçmiş yıllarda evimizde bir mevlid okutmak istedik, ama çevre, eş-dost ne der, yanlış anlaşılırız diye çekindik" şeklinde özetlenebilecek şekilde konuşması ve bu tavrı bir 'baskı' olarak yorumlaması (Vatan, 1 Ocak 2008) üzerine; bu tesbite karşı çıkan ve "Hayır, böyle baskılar olmamıştır, bunlar iftira" anlamına gelebilecek değerlendirmeler okuduk. (Hürriyet, 2 Ocak 2008)
Toplum, bu ve benzeri 'gizli/açık mahalle baskıları'na şahittir. 'Moda'ya ve 'aydın' olmaya mâni olur diye Kur'ân'dan uzaklaşan 'cahil'lerin sayısı az mı? Bilhassa son yıllarda düzenlenen ve memurların 'eşleri ile katılması' istenen partiler de bir nevî baskı değil mi? Bu baskılar sebebiyle "Başörtülü birisiyle evlenirsem, istikbalim kararır" diyerek, kendilerini bekârlığa mahkûm eden 'memur'lar yok mudur? 'Baskı'lara boyun eğip böyle yapmak elbette yanlıştır, ama bunlar da bir vak'adır.
'Yetki'yi milletten almayan bir azınlık, yıllardan beri millete çeşitli vesilelerle maddî ve mânevî baskı uygulamıştır. Dicle Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Aytekin Sır'ın da beyanıyla "Artık millet uyandı"ysa (Yeni Asya, 2 Ocak 2008) bu 'baskı'lar da inşallah sona erecek demektir.
04.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Anayasada yine sıkıntı |
|
Uzun bir suskunluk sonrası, hükümet cenahında yeni anayasa için ilk ses, Sabah yazarı Yavuz Donat'a konuşan Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek'ten geldi.
Ancak Çiçek'in açıklamalarından öne çıkarılan mesajların iç açıcı olduğunu söylemek zor.
Bir defa, açıklamaları yayınlayan dünkü Sabah gazetesinin manşet olarak "Ağrı Dağı benzetmesi" ifadesini seçmesi hayli dikkat çekici.
Bakanın bu benzetmeye dayanak oluşturan ifadeleri ise manşet özetinde şöyle yansıtılıyor:
"Anayasa yapmak, Ağrı Dağını yerinden oynatmak gibi birşey. Zor, ancak yapılacak..."
Umarız, işin zorluğuna yapılan vurguyu öne alan bu beyanların devamındaki "Yapılacak. Yeni anayasa demokrasinin zaferi olacak. Ve parlamentonun Türk milletine armağanı olacak" ifadelerindeki "kararlılık," neticesini verir.
Ancak üç ay önce başlatılan ve "rölanti" kararı ile askıya alınan girişimin ardından, bu ikinci teşebbüsün de, anlaşılması zor gecikmeye ilâveten, tereddütlü ve tutuk bir tavrın sinyalleriyle yola çıktığı izlenimi oluştu bizde. Ve bu durum, şimdiden yeni bir endişe kaynağı.
Bu izlenimin önemli sebeplerinden biri, yine Çiçek'in "Yapılan anayasa çalışmasını henüz hükümet olarak görmedik" şeklindeki ifadesi.
Oysa Aralık ayının ilk günlerinde Başbakan, taslağın ay ortasında açıklanacağını duyurmuştu. Bu beyanın üzerinden bir ay geçti, ortada hâlâ bir taslak yok.
Dahası, Başbakanın o sözünden bir ay sonra, Yardımcısı, anayasa taslağının hâlâ hükümete gelmediğini söylüyor.
Bu iki farklı beyanın ortaya çıkardığı manzara son derece tuhaf:
Yine anlaşılmaz bir rötar var. Buna ilâveten, cevap bekleyen bir başka sual hatıra geliyor:
Başbakanla Yardımcısı arasında kopukluk mu var ki, birbiriyle çelişen sözler söylüyorlar?
(Öte yandan, aynı gün Zaman gazetesinde çıkan "İşte sivil anayasa taslağı" manşeti, taslağın kamuoyuna açıklanmasında yine geçen defaki gibi bir dağınıklığın ve koordinasyon eksikliğinin mevcudiyetini düşündürüyor...)
Çiçek'in konuyla ilgili diğer beyanlarında da herhangi bir yenilik ve orijinallik yok. Buna karşılık, yep yeni bir anayasa yapmak yerine, mevcut anayasayı, ayıklama ve rötuşlarla ıslah gibi bir yaklaşımın esas tutulduğu anlaşılıyor.
Geçen defaki girişimin de en çok eleştirilen taraflarından biri bu idi. Ve Nasreddin Hocanın "eşeği boyayıp tekrar satma" meselini hatırlatan bir yöntemin, kamuoyundaki "yeni anayasa" beklentisini karşılamasının mümkün olmadığı görüşü vurgulu bir dille ifade edilmişti.
Bilhassa, dayandırıldığı ideolojik saplantı zemini bakımından demokrasiyle bağdaşması imkânsız bir nitelik taşıyan ihtilâl anayasasının, yıllar içinde yapılan değişikliklerle yamalı bohçaya dönmüş, ama özündeki sakatlık düzeltilememiş ucube metnini esas alıp, onun üzerinde bazı "düzeltme" ve ayıklamalar yaparak gerçekleştirilecek bir anayasa değişikliği, kesinlikle bir "anayasa reformu" olarak kabul edilemez.
Böyle bir girişim "göz boyama" olarak nitelenir ve "Dağ fare doğurdu" şeklinde yorumlanır.
Gerçek anlamda evrensel demokrasi ve hukuk kriterlerini karşılayan, yep yeni ve çağdaş bir anayasa bu tür yaklaşımlarla hazırlanamaz.
04.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
İntibalar, akisler |
|
Aynı kıt'ada ve aynı topraklarda yaşadığımızdan ve aynı fikir yapılarına ve görüşlerine sahip olduğumuzdan ve İslâm dünyasında ve kendi ülkemizde dertleri beraber paylaştığımızdan, bundan iki hafta önce, gazetemizde bir hafta boyunca bir yazı serisi halinde çıkan "Güneydoğu, Kuzey Irak ve İttihad-ı İslâm" başlıklı yazı serimiz için, bilhassa Kurban Bayramında çalan telefon ve maillerde çoğunlukla ilk kelimeler bununla ilgili idi.
Yazı serimizdeki tesbitlerimiz ve şark bölgelerindeki hizmetlerimizde kullandığımız ifade ve çıkış yollarını ve hâsseten 1955 yıllarında kurulan "Bağdat Paktı"na ne kadar muhtaç olduğumuzu bir hafta sonra tekrar gördük. Pakistan, kardeş ve ebedî dostumuz. 130 milyonu bulan bir nüfus, Pakistan'ın ilk bayan Başbakanı Benazir Butto'nun şehit edilmesiyle tekrar alevlendi ve alevleri sönmeyecek bir seviyeye geldi. Irak vahşeti bitmeden Pakistan'ın başlaması manidardır ve İslâm dünyasının ağlanacak ve ibretle seyredilecek bir günüdür.
İttihad-ı İslâmın ne kadar elzem ve mülzem olduğu tekrar ortaya çıkmıştır. Fikir hürriyetinin, demokrasinin ve insan hak ve özgürlüklerinin neresinde olduğumuz ve neresinde bulunmamız gerektiği tablosu tekrar ve hazin olarak görülmüştür. İnşaallah bu hususları ayrı bir makalede, çeşitli tesbitlerimizle yazmaya çalışacağız. Dünya ülkelerinde İslâm neşv-ü nema bulurken ve müjdeler ardı ardına çıkarken, İslâm dünyasındaki bu kara ve vahşet görüntüleri içler acısıdır ve tek kelime ile İslâmiyet'e perdedir.
Yazı serimiz için, can dostlarımızdan yine bazı zevât diyor ki:
Ali Çam (İthalat ve ihracatçı): "Yazı serinizi zevkle okudum. Farklı bir projektör, yaşayan biri olarak yazdınız, kalbimi mutmain ettiniz, o bölgeler için çok düşüncelerim vardı, tespitler çok yerinde ve çıkış yolları fevkalâde. Tebrikler, teşekkürler.
İbrahim Ünlü (Askerî mahkemedeki avukatım): "Yazı serinizi baştan sona kadar dikkatle takip ettim. Hukukî yönden hiçbir sakıncası yok. Gerçekleri dile getirmişsin. Hz. Allah ayağına ve kalemine kuvvet versin. Tebrikler, başarılar."
Emir Gürbüz (İlahiyatçı ve Eğitimci): "Yazı serinizi şevkle, heyecanla, aşkla takip ettik. Cemaatle okuduk. Allah sizleri kem gözlerden saklasın.."
Adem Pala (Yeni terhis olan asker): "Yazı serinizi heyecanla okudum. Şırnak'tan yeni terhis oldum. Oralardaki gelişmeleri dile getirmeniz çok isabetli, çıkış yolları çok önemliydi. O tarihlerde verilen vazifeyi tereddütsüz kabul etmeniz beni çok duygulandırdı. Sizleri seyrederken Asr-ı Saadeti önüme getirdim, oralara sahabelerin hizmetlerine baktım."
Melih Güngör (Fırat Üniversitesi-Elektrik Müh. Öğrencisi): "Babam emekli subay. Sizi Malatya'daki konferansınızda dinlemiştim. Özellikle 6 günlük çıkan yazı diziniz gerçekten çok güzeldi, bir çok meselede istifade ettim, hatta Cumartesi günü son olmasını beklemiyordum, çünkü anlattığınız meselelere toplu şekilde ulaşmaya susamış olduğumu ve yeterli bilgi birikimimin olmadığını anladım. Yine bu yazı dizisi ile cemaatimiz içerisinde bulunan ağabeylerimizin bu günlere gelirken ne tür mücadeleler verdiklerini sizin yaşadığınız örneklerle hatırlayınca nefis muhasebesi yapmış oldum. Yapmış olduğunuz bu orijinal tesbitler ve fedakârlıklar için Allah sizden razı olsun. İstifade ettik, ediyoruz."
Bir hususu belirterek bu makalemi noktalamak istiyorum. Bu yazı serisinde beni telefonla bulup suâller soranlar oldu, onlara da gerçekleri söyledim ve söylemeye Allah'ın izniyle devam edeceğiz. Bizi arayanlar bize şevk vermişlerdir. Ayrıca yazılarımıza daha dikkatle eğilmemiz için bir tembih ve teşviktir. Binler teşekkürler.
Bu hafta Ürgüp konferansımızda, Nevşehir'de ve Kayseri'de görüşmek ümidiyle.
04.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Bediüzzaman metodu |
|
"Bu asırda İslâma, Kur'ân'a en iyi hizmet nasıl yapılır? En kısa, zararsız, tehlikesiz yol hangisidir? Nasıl bir metot kullanmalı ki insanlar, İslâmı en kolay ve en güzel bir şekilde öğrensinler?" sorusu, İslâma hizmeti gâye edinen herkesi, ister istemez düşündüregelmiştir. Hele hele ilim ve teknolojinin hız kazandığı çağımızda yeni çözüm ve arayışlar içine girmek bir zaruret olmuştur.
İşte bu maksatla 1977 yılında Amerika'da değişik İslâm ülkelerinden gelen üç bini aşkın bir talebe grubunun bulunduğu bir konferansta İslâm dünyasında isim yapmış Mevdûdî, Hasan el-Bennâ, Malik bin Nebî'nin İslâmı tebliğ metodları anlatılır, üzerinde tartışmalar yapılır. Yıllarını Amerika'da İslâma hizmet vermekle geçiren Süleyman Kurter de, Bediüzzaman Modeli adı altında Bediüzzaman'ın tebliğ metodunu anlatır ve orada bu metod 'Nursî Modeli' adı altında kabul görür.
Bu metodun bazı özelliklerini kaydetmek gerekirse şunları söyleyebiliriz:
* Görev sadece tebliğdir; şartlarına uygun tarzda ve en güzel bir biçimde yapılır ve sonuç Allah'a bırakılır.
* İhlâs sırrına dayanılır; sadece ve sadece Allah rızası gözetilir.
* Sahabe mesleği gibi doğrudan doğruya hakikate yol açılır.
* Kendi imanını ve başkalarının imanını kurtarmak ve kuvvetleştirmek için çalışılır.
* İmandan sonra takva ve amel-i salih esas alınır. İman tahkîkîleştirilerek, takva ve amel-i salihte ilerlenir.
* Farzlara dikkat, büyük günahları terk ve Sünnet-i Seniyyeye uymak esastır.
* Hiçbir zaman zora başvurulmaz; birebir ikna metodu kullanılır.
* Din, değil siyasete, hiçbir şeye âlet edilmez.
* Fert yerine cemaat, şahs-ı mânevî, meşveret baz alınır. Bâkî bir hakikat, fani şahıslar üzerine binâ edilmez.
* Benlik, enaniyet, şan-şöhret, gösteriş ve makam sahibi olmak, insanların teveccühünü kazanmak yerine iman ve Kur'ân'a hizmetkârlığa yer verilir. Maddî ve mânevî hiçbir makam araç yapılmaz.
* Sadakat, sebat ve metanet esastır; müfritâne irtibata önem verilir.
* Hizmet dört temel üzerine oturur: Allah'a karşı acz ve fakrını hissetme, insanlara ve mahlûkata şefkatle eğilme ve kâinat kitabını tefekkür.
* Tahrip ve tecavüze yer yoktur; müdafaa ve tamir vardır.
* Dostluk ve kardeşlik; tesanüd ve dayanışma; başka mesleklere düşmanlık yerine kendi mesleğine muhabbetle hareket edilir.
* Her ev bir medrese-i Nuriye olur.
* Namaz sonrası tesbihat ihmal edilmez.
04.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kardeşlik ibadeti |
|
Hüseyin Bey: "22. Mektub'da geçen 'Vahdet-i îtikad dahi vahdet-i içtimâiyeyi gerektirir' ne demektir? Ne anlamamız gerekiyor? Mü'minler arasında niye bu birlik oluşmuyor? İtikatta problem mi var? Hatta aynı kitabı okuyan, aynı virdleri yapanlar arasında da bu birlik tamamıyla görülmüyor?"
Bediüzzaman Hazretlerinin bu sözü, iki milyar Müslüman'ın kanayan yarasına merhemdir: İnanç birliği, sosyal birlikteliği gerektirir demektir. Müslümanların her konuda birlik ve beraberlik içinde olmaları, ortak düşmana ortak tepki vermeleri, ortak problemlerini ortak katkılı çözümlerle aşmaları, ortak projeler üretmeleri, ortak işler yapmaları, emredilen, arzu edilen, olması gereken ve olmadığında kesinlikle çaresizlik getiren, gözyaşı getiren, düşmana boyun eğiş getiren, can damarı gibi önemli bir husustur. Kur'ân "İnneme'l-mü'minûne ihvetün"-Mü'minler kardeştirler-diyerek mü'minleri kardeşlik ibadetine çağırırken; Müslümanların kardeşlik ibadetinde sınıfta kalmaları günümüzdeki perişanlığın da en korkunç müsebbiplerinden değil mi? Öyle ki, Irak kendi başına boğuşurken, Filistin kendi başına ağlıyor, Endonezya yapayalnız çığlık atıyor, Afganistan kendi derdine kendisi yanıyor. Hindistan, Pakistan, Bangladeş. Emperyalist ülkelerin yemi, yiyeceği olmuş yıllar yılı. Kimse kimsenin derdine yanamıyor. Diğer yandan zenginlikten, keyften, varlıktan, rahattan kendinden başkasını görmeyen Müslüman ülkelerin sayısı da az değil. Bunun mahşer gününde her halde hesabı kolay olmayacak.
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri yüz sene önce bundan dolayı, bu zamanın en mühim farz ibadetini ittihad-ı İslâm olarak ilân ediyor, yani Müslümanların acıda ve huzurda, iyi günde ve kötü günde birlik ve beraberlik içinde olmaları ve birlik ve beraberlik kurumlarını kurmalarının önemine işaret ediyor. Tembellik mi, gaflet mi, dalâlet mi, vahşî kapitalizmin oyunu mu, ruhsuz materyalizmin karanlık gölgesi mi, nedir üstümüzdeki ölü toprağı bilemiyorum. Fakat iki kişinin bir araya gelip şirketleştiği, herkesin sağda solda birlikler kurduğu, dünya insanının asgarî müştereklerde birleştiği günümüzde, maalesef iki milyar Mü'min kardeşlerden oluşan Müslüman âlem birlikte hareket etmeyi henüz başarabilmiş değil. Arada mutlaka dehşetli fitneciler var ki, Müslüman âlem hakta ve hayırda birleşemiyor.
Diğer yandan herkes imtihandadır. Herkes kendi ahiretini dokuyor. Herkes kendi Cennetini imar ediyor veya ateşini yakıyor. Herkes Allah'ın rıza makamlarından birinde, kendisine bir rıza derecesi biçiyor. Kur'ân'ı dinleyip kardeşlik yapan da, düşmanla dost olup kardeşini dışlayan da kendi amel defterini yazıyor. Herkes kendi amel yazılarıyla doldurduğu defterini mahşerde alacak. Elbette ya gülecek, ya ağlayacak.
Müslümanlar arasında itikatta problem yok elbet. Fakat neden böyle bölük pörçükler? Arada şeytan var, düşman var, fitneci odaklar var, nefsimiz var. Bütün bu negatif bentleri aşıp pozitif bina dikmek ve kardeşlik ibadetini yapmak, kolay olmuyor demek. İmtihan şiddetli. Ve kardeşlik ibadetini başarmak zor. Oysa unutulmamalı; bu, Kur'ân'ın emridir. Kur'ân'ın emri bizim için ibadettir. Demek ibadet sadece namaz ve oruçtan ibaret değildir.
Şüphesiz kardeşlik ibadetinin tesisi için hayırlı adımlar atılmıyor değil. Ümitsiz olmayalım. Biz en azından duâ edelim. İnşallah Müslümanların daha güçlü ve daha birlik ve beraberlik içinde günlere doğru gideceklerini Rahmet-i İlâhiye'den umalım ve duâmızı kesmeyelim. Çünkü kavgacı ve gürültücü dünyamız böyle bir ortak sese, bir barış ve kardeşlik projesine, bir adalet eline ve nice muhabbet fedâisine muhtaç.
Allah Müslümanların yardımcısı olsun. Âmin.
04.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Aşiret kafasıyla devlet yönetmek |
|
Kuzey Iraklı Kürtler hakkında, doğru, yanlış ve bir kısmı da "kasdî yönlendirme" mahsulü olarak çok şeyler söylendi, yazıldı, çizildi.
Bu yazıda ise, şimdiye kadar pek bilinmeyen, yahut yalan-yanlış şekilde aksettirilen bazı doğruları sizlerle paylaşmak istiyoruz.
* * *
Kürtlerin yönetimindeki Kuzey Irak coğrafyasında, halen sayısı 60'tan fazla olan büyüklü-küçüklü Kürt aşiretinin mensubu yaşıyor.
Bunların en büyüğü Berzanî ve Talebanî aşiretidir.
Üçüncü sırada ise, siyasî etkisi de yüksek olan Miranî aşireti gelir ki, muhtemelen bu aşiretin mazisi hakkında daha fazla mâlumatınız var. Aşağıda kısaca ifade edeceğimiz bağlantıyı lütfen dikkatle takip ediniz
* * *
Büyük ihtimalle, kasıtlı yönlendirmelerin bir eseri olarak, bir ara ısrarlı şekilde Berzanîlerin din ve ırk bakımından Yahudilerle yakın akraba olduğu propagandası yapıldı.
Bu yöndeki iddialar, temelden yalan ve yanlış. Böyle bir şeyin aslı astarı, delili ispatı yoktur.
Aynen Türkiye, Suriye ve İran'daki Kürtler gibi, Irak'taki Kürtler de mutlak ekseriyetle Müslümandır. Aynı şekilde Sünnî olup, kahir ekseriyeti ehl-i hak olan Şafiî mezhebindendir.
Kürtlerin en yakın akrabaları ise, Üstad Bediüzzaman'ın tarih ilmine istinad eden ifadesiyle "Araplar"dır.
Pek çoklarının da Seyyidlerden olduğu Kürtler'in ırkî bağları hakkındaki Üstad Bediüzzaman'ın ifadesi aynen şöyledir: "Kürtlerin asıl ve nesepleri ne olursa olsun, İslâmdan iftiraka (ayrılmaya) vicdân-ı millîleri asla müsait değildir. Bununla beraber, Kürtlerin, Arap kavm-i necibi ile ırken alâkadar bulunduğu, hakaik-i tarihiyedendir." (Bkz: Sebilürreşad, 4 Mart 1920)
* * *
Türkiye'deki hakiki Kürtlerin Üstad Bediüzzaman ve Risâle-i Nur'la olan yakın alâkaları ve muhabbetdarâne yaklaşımları belli. Risâleleri okur, okutur, Lillah için neşr ve ilân ederler.
Aynı nisbette olmamakla beraber, Kuzey Irak'taki Kürtlerin durumu da öyledir. Hiç olmazsa düşman ve muarız değiller.
Bu hususta bir tereddüdü olan varsa, izah ve ispat sadedinde şunu ifade edebilir ki: Kuzey Irak'taki Kürtlerin yönetiminde bulunan Süleymaniye Üniversite tarafından, tâ 1980'li yıllardan bu yana Risâle-i Nurlar kendi dillerince resmen basılıp neşrediliyor. Bu eserlerin elimizde orijinal bazı nüshaları var. Arzu edenlere gösterebiliriz.
Şayet, ortada bir husûmet, bir düşmanlık hali olsaydı, bu eserlerin kendi üniversiteleri tarafından tercüme ile neşrine herhalde izin verilmezdi.
* * *
Iraklı Kürtler'in doğrularını doğru, yanlışlarını da yanlış, yani onları olduğu gibi görmemiz gerektiği kanaatindeyiz.
Evet, şahsî hayatlarında dürüst ve dindar olmakla beraber, onların bilhassa sosyal ve siyasî konularda çok büyük hatalara düştüklerini de kabul etmek durumundayız.
Meselâ, katı aşiret kafasından bir türlü sıyrılamıyorlar. Güyâ devlet ve hükümet idaresine yöneliyorlar; ancak, bu sahada bile aşiretçilik kıskacından bir türlü kurtulamıyorlar.
Keza, kurdukları partinin ismini "Demokrat" diye koydukları halde, gerçekte ise, kendileri demokrat olamıyorlar. Kürt halkının hür iradesini Meclis'e yansıtmak yerine, hâlâ aşiret reislerinin inisiyatifiyle hareket ediyorlar.
Dahası, siyasî yapılanma ve icraatı da, yine aynı mantık düzleminde yürütüyorlar.
Meselâ, Mesut Barzani, çok iyi bir kabiliyet ve becerikli bir siyasetçi olduğu için değil, sırf meşhûr Molla Mustafa'nın oğlu olduğu için başkan konumundadır.
Keza, "Miranîler"den olan Ömer ve Fazıl (Fadıl) da öyle...
Fazıl Miranî, Irak Kürdistan Demokrat Partisinin (IKDP) Genel Sekreteridir. Yani, ikinci adam konumunda.
Ömer Miranî ise, aynı partinin Türkiye Temsilcisi olmuş yine bir aşiret mensubudur.
Maksadımız, Ömer ile Fazıl Miranîleri küçümsemek, kabiliyetlerini basite almak falan değildir.
Asıl demek istediğimiz şudur: Bu iki şahsiyet de, halkın hür iradesiyle falan değil, sırf aşiretlerinin etki gücüyle ön plana çıktılar ve zirveye yerleştiler.
NOT: Miranîleri az-çok sizler de bilirsiniz. Hani, Üstad Bediüzzaman'ın 15 yaşlarında iken (1892) Cizre'ye gidip "namaz kılmaya ve zulümden vazgeçirmeye" çağırdığı, aksi halde onu öldüreceği tehdidinde bulunduğu bir zalim aşiret reisi vardı: Miran aşireti reisi Mustafa Paşa... İşte o şahıs, bugünkü Miranîlerin dedesidir. Van-Cizre bölgesinde hükmeden o Hamidiye paşasının aşireti, bugün ekseriyet itibariyle Kuzey Irak'ta yaşıyor.
* * *
Kuzey Iraklı Kürtlerin, komşu ve kardeş oldukları Araplar ve Türklerle yakınlaşma ve kaynaşma sağlamak yerine, uzun zamandan beri Rusya, İngiltere ve Amerika gibi ecnebilerle yakınlaşma cihetine gitmeleri, bize göre başkaca izah gerektirmeyecek kadar büyük bir hatadır.
Bu meyanda, geçmişte yaşadıkları müflis ve me'yus tecrübeler, artık akıllarını başlarına devşirmelidir diye düşünüyoruz.
04.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|
Son Dakika Haberleri
|
|
|
|
|