Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 07 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Mustafa ÖZCAN

Kırmızı ekip



Amerikan istihbarat kurumlarının ortak raporu tarihin akış ve seyrini değiştirebilecek bir gelişme. Birçok gözlemcinin de ifade ettiği gibi, bu raporla birlikte İran’a yönelik askerî operasyon ihtimali yok olmamışsa da asgarî seviyeye inmiştir. Bunda ne etkili olmuştur? Gerçekten de Ehud Barak’ın da dediği gibi rapor sadece bir hafta öncesinden mi biliniyordu, yoksa bir yıldan beri biliniyordu da açıklamasına yeni mi lüzum görülmüştü? Soli Özel’e göre (6 Aralık 2007, Sabah) rapor bir ihtimale göre bir yıldan beri biliniyormuş. Burada raporun ömrü ile kaynağı arasında bir ilişkinin de olduğu anlaşılıyor. Zira rapor hazırlanalı bir yıl olduysa bu tarih, kaynak olarak görülen Türkiye üzerinden kaybolan Ali Rıza Asgari’nin sırra kadem basmasıyla da eş zamanlı.

The Guardian gazetesi gibi gazeteler Amerikan istihbarat raporunun kaynağının Ali Rıza Asgari olabileceğini ortaya koymuşlardı. Aslında, New York Times gazetesi de aynı kanaati (6 Aralık 2007) paylaşıyor. Ve önce Amerikan yetkilileri Ali Rıza Asgari’nin köstebek olma ihtimalinden ve hedef şaşırtma amacından şüphe ediyorlar. İran üzerinden savaş ve ambargo bulutlarını kaydırmak isteyen bir köstebek olup olmadığı merak ediliyor. Ama sonra ortak bir kanaata varılıyor ve Asgari veya kimse kaynağın köstebek olmadığına karar veriliyor.

Verileri değerlendirmek ve analiz etmek için Amerikan yönetiminde İran’ın vurulmasını en fazla savunan ve şahinlerin piri olarak anılan Cheney’in de içinde bulunduğu ‘red team’ yani kırmızı ekip veya takım kuruluyor. Bu Kırmızı Ekip istihbarat raporunu analiz ederek aynı kanaatı paylaşıyor. Ancak Amerikan istihbarat raporunun hazırlanmasında başka istihbarat örgütlerinin de katkısı var. İngiliz istihbaratı bunlardan birisi. Ama yine de bunların katkıları görmezlikten gelinebilirdi. Veya bir yıldır bekletilen rapor biraz daha sümen altında tutulabilirdi. Demek ki, ABD’nin meseleye yaklaşımı değişti?

***

Peki bu yaklaşım değişikliğinin arkasında neler var? Time dergisi bu hususta imdadımıza yetişecek ayrıntılar sunuyor. Time dergisine göre, Bush, Pentagon’da aylardır süren İran savaş hazırlıklarını ve operasyon planlarını askerî yetkililerle değerlendirdikten sonra muhtemel bir İran operasyonunun fiyasko ile sonuçlanacağına ve başarılı olamayacağına ikna oldu. Bunun üzerine istihbarat planı devreye sokuldu. İran’ın nükleer programının barışçı olduğu açıklandı. Böylece, Bush’un operasyon için gerekçesi kalmadı. ABD rapor sayesinde operasyon vartasından kurtuldu. Dergi, Bush’un raporla ilgili bilgiyi bir hafta önce aldığı yönündeki açıklamasının da yanlış olduğunu ortaya koyuyor. Çünki, ABD başkanları hergün istihbarat brifingi alıyor ve son rapor konusunda da çok önceden bilgilendirildiği biliniyor. Öyleyse, İran’ın suçlanması gibi aklanması da, manipülasyon boyutu gözardı edilerek anlaşılamaz. Demek ki ortada bir politika değişikliği var.

Ayrıntılıları 3 Aralık 2007 Pazartesi günü açıklanan rapor, Amerika Birleşik Devletlerinin, özellikle nükleer istihbarat alanında tarihindeki en büyük U dönüşlerinden birini simgeliyor. 16 Amerikan istihbarat servisini bir çatıda toplayan Ulusal İstihbarat Konseyi’nin Ulusal İstihbarat Değerlendirmesi olarak bilinen raporunda, 31 Ekim 2007 tarihi itibarıyla, İran’ın, 2003 sonbaharında, nükleer silâh programını durdurduğu açıklanmıştı. Oysa aynı kurumun 2005 yılı Mayıs ayında yaptığı değerlendirmede, İran’ın nükleer silâh geliştirme kapasitesine sahip olmakta kararlı olduğu belirtilmişti. İki yıl öncesinin bir diğer tespiti de, İran’ın bu yöndeki silâh geliştirme programını sürdürdüğü şeklindeydi.

***

Bu raporundan sonra başta Bush ve Rice olmak üzere ihtiyatı ve baskıyı elden bırakmak istemiyorlar. Nikolay Burns da bu politikayı şöyle ifade ediyor: “Bir elde diplomasi, bir elde yaptırımlar silâhı devam edecek...” Yani hem havuç, hem de sopa politikası aynen sürecek.

Rice İran’a baskılardan vazgeçilmesinin yanlış olacağını ileri sürdü. Bush ise 2003 yılından sonraki nükleer programın safahatı hakkında İranlılardan şeffaflık ve açıklık beklediklerini söyledi. Bush’un sözleri arasında açık tehdit ve gizli diyalog çağrısı vardı.

Cheney ikna olsa da bu rapordan memnun olmayanlar da var. Özellikle de neoconlar arasında bazıları. Sözgelimi, ‘Suriye ve İran şahini’ olarak namlanan John Bolton istihbarat raporunda bazı kusurlar olduğunu ileri süren bir makale yazdı. İsrail ile birlikte bazı neoconlar raporuna teslim olmak istemiyorlar. Bu rapor devletler oyununun günümüzdeki son perdelerinden ve en büyük fasıllarından birisidir.

07.12.2007

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Dil belâsı



Halkla ilişkilerde, uluslararası ilişkilerde, dünyanın herhangi bir biriminde ve topluluğunda ne çekilmiş ve ne başa gelmiş ise hep dildendir. Dil, Hz. Allah’ın bize lûtfettiği insan nakş-ı azamının en mühim nakışlarından biridir. Takriben 100 gram ağırlığında olan insan dili, 9 bin civarında tat alma duyusuna sahip bir cevher-i Rabbânîdir.

Türk dili, Türk dili kurumu, Arap dili vesâir yabancı diller ve kurumları var. Tesbitlere göre dünyada 6 bin etnik köken bulunuyor ve 3 bin lisan konuşuluyor. Her dilin de lehçeleri ayrı. 7 milyarlık büyük dünya ailesinde müthiş bir musiki. Bu musikinin baş mimarı dil. Ayrıca dil hastalıkları ve dil sağlığı ayrı birer araştırma konusu ve makaleleridir.

Yine Türkiye’de ve dünyada, insan bünyesinin dili olduğu gibi, sosyal hayatın da dilleri vardır. Bunların başında TV’ler, Radyolar, gazete ve dergiler gelmektedir. Bu dillerin de ifrat ve tefriti vardır. Cemiyeti yıkan, tahrip eden diller olduğu gibi millet hayatını tamir eden, müsbet diller de vardır, fakat muvazene eşit midir, değil midir? Bu suâlin en güzel cevabı, ortaya koydukları program ve yazılardır. TV’lerdeki spor yorumcuları bunun en güzel tefsiridir, israfın ve boş tahrik ifadelerinin tarlalarıdır.

Bu makalede üstünde durmak istediğim husus; “dil hâkimiyeti ve dilin mahkûmiyetidir”. Bunun için başta Peygamberimiz (asm), “Ya hayır söyle, ya sus” buyurmuşlardır. Bunun ışığı altında büyüklerimiz “Büyük lokma ye, fakat büyük konuşma” tarihî ifadesinde bulunmuşlardır. Arabaların fren tertibâtı olduğu gibi dilin de fren tertibatı olmalıdır. Olmadığında her türlü kaza ve belânın olması mukadderdir. Çünkü bazı dilden çıkan sözler mermilerden de beterdir.

Son yapılan resmî tesbitlerde; son beş yılda aile içi şiddette 5 bin kız ve bayan öldürülmüş ve onun 5 misli sakat kalmış ve yaralanmıştır. Buna ilâveten resmî nikâhlarda boşanma dosyaları 220 bine ulaşmış ve yüzdeleri artmaktadır. Bunun temelinde “merhamet ve muhabbetin yokluğu” gibi sebepler var. Dil, bu kavganın ve facianın başını çekmiştir. Onun için merhum İbrahim Hakkı Erzurumlu “Eline, beline, diline sahip ol”1 nasihatında bulunmuştur. Bu üç unsur da ailevî sosyal hayatın temel direklerindendir.

Elektrik saati ve kontrolü olduğu gibi acaba dilimizi saat, gün ve ay olarak kontrol edebiliyor muyuz? Bu hususta Çağın Mevlânâ’sı Hz. Bediüzzaman, Sözler isimli eserinde, dil için diyor ki: “Meselâ dildeki kuvve-i zâikayı Fâtır-ı Hakîm’ine satmazsan, belki nefis hesabına, mide namına çalıştırsan, o vakit midenin tavlasına ve fabrikasına bir kapıcı derekesine iner, sukut eder. Eğer Rezzâk-ı Kerîm’e satsan, o zaman dildeki kuvve-i zâika, rahmet-i İlâhiye hazinelerinin bir nâzır-ı mâhiri ve kudret-i Samedâniye matbahlarının bir müfettiş-i şâkiri rütbesine çıkar.”2

Rivayetlerde bazı mühim zevât, bir çok vakit evden dışarı çıktığı zaman ağzına ufak taş kormuş. Sorduklarında “mâlâyâni konuşmamak için” dermiş. Fikr-i hürriyet var, fakat ölçüsü de, şahsiyeti de vardır. Kargaların ötüşü ile bülbülün ötüşü farklıdır, insan yolunda bülbüllere arkadaş olmak lâzım. Malın israfı, kelâmın israfı aynı mânâdır. İkisi de insanı iflâsa götürür. Hele içinde yalan, kin, hased varsa boş lâkırdıdan, his ve hevesten başka hiçbir mânâsı yoktur.

Bir hanımefendinin âlem çarşısında eşinin yanında fazla konuşması ve beyi varken kendisini daima öne çıkarması, âdâba ve denge sistemine aykırıdır. Hanımın ağırlığı, eşinin yanında sükûtla durmasıdır. Bir evlâdın, babasının yanında cazgırvârî hareketi hoş karşılanmaz; anne için de, diğer büyükleri için de bu böyledir. Her sözün bir makamı ve her makamın bir ağırlığı vardır. Dilde denge, aile ortamında dengeyi ortaya koyar, terbiye ve disiplini sağlar. Onun için “Söz gümüş ise, sükût altındır” denilmiştir.

Ayrıca “dil” ayrı, “dıl” ayrıdır. Bir nokta, bir insan bünyesinde çok farklı tecellîleri ortaya koymaktadır. Dil’in bir mânâsını yazdık. Dil için ayrı bir makale yazacağız inşaallah.

Dipnotlar:

1- Mârifetnâme

2- Altıncı Söz, B. S. Nursî

07.12.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Küreselleşme” felâketi



“Kürselleşme”nin nasıl insanı sömürüp perişan ettiğini, bizzat en ileri resmî “küreselleşme savunucuları” itîraf etmekteler. Ve bu itîraflardan, “küreselleşme”nin kapitalist düzeni daha da azmanlaştırarak vahşileştirdiği gerçeği ortaya çıkmakta...

“Küreselleşme”nin küresel çaptaki etkin kurumlarından Dünya Ticaret Örgütü’nün düzenlediği, uluslararası ekonomik kuruluşların temsilcilerinin katıldığı “Ticaret için yardım” konulu toplantıda konuşan Kemal Derviş, “1820’de en zengin on ülkenin vatandaşları en yoksul on ülkeden üç kat daha zengindi; şimdi ise 50 kat daha zengin” sonucunu aktarmış.

Buna göre, dünyanın en zengini ile en yoksul yüzde ikisi arasındaki gelir farkı, son yirmi yılda bire otuzdan bire seksene çıkmış. Neticede zenginler servetlerini sürekli katlarken, fakirler kitlesi çığ gibi büyümüş...

Diğer yandan küresel ısınmayla sanayileşmiş ülkelerin sera gaz ve sanayi atıkları, dünyayı zehirlerken en çok az gelişmiş ve yoksul ülkeleri etkiliyor; daha da fakirleşiyor, sağlık sorunları daha da ağırlaşıyor, hastalıklar daha da yaygınlaşıyor.

Ve “küreselleşme” projesi, özellikle Müslüman mazlum ülkelerin üzerinde uygulanıyor. Kısacası, Bediüzzaman’ın ifâdesiyle, “zarurû kuttan (öldürmeyecek kadar yiyecekten) ziyâde Müslümanların elinde bırakılmıyor. Yâ Avrupa kâfir zâlimleri veya Asya münâfıkları, desîseleriyle ya çalar veya gasbediyor...” (Lem’alar, 174)

* * *

Aslında Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) Başkanı Derviş’in ikrarları, “uluslararası ticaret sistemi”nin “küresel kamu hakkı”nı ihlâl ettiğinin, eşitsizliği âdeta kurumlaştırdığının, milyonlarca insanın açlık ve yoksulluk pençesine sürüklediğinin bir te’iyidi.

Derviş’in iddia ettiği gibi ne IMF, gelişmekte olan ülkeleri bir araya getiren bir “danışman” ve “düzenleyici bir kuruluş” oldu; ne de Dünya Ticaret Örgütü, âdil ve eşit bir ticaret sisteminin çerçevesini oluşturdu. Tam aksine, IMF el attığı ülkeleri ekonomik kriz ve kaosa sürükledi. “Uluslararası sistem”de hep mazlum ve yoksul ülkeler zarar gördü...

Bunun içindir ki BM ve uluslararası örgütlerin araştırmaları, “küreselleşme”nin ifâs ettiğini açıklıyor. İşsizlik, salgın hastalıklar, susuzluk, açlık ve gıdasızlıktan toplu ölümler, küresel kirlenme ve bozulma, kargaşa, terör ve iç savaşlar, devasa gökdelenlerin yanıbaşında büyük varoşlar, parçalanmış ve birbirine düşman haline getirilmiş insanlar...

Zenginle fakir arasındaki uçurumun elli kat derinleşmesiyle, gelir dağılımının dağlar kadar farklılaşmasıyla toplumun dehşetli kategorize edilmesi, birbirinden oldukça uzak sosyal sınıflara bölünüp parçalanması... Neticede “ticaret için yardım” toplantısında çıkan sonuç, menfaatinden başka bir şeyi düşünmeyen egoist ve hırslı zâlim insanlığın, kendi eliyle kendi sonunu hazırladığını açıkça ele veriyor.

Toplantıda insanlığın hızla uçuruma sürüklenmesinin sebepleri ve çâreleri üzerinde durulurken, ne yazık ki çözüm yine asıl felâketin baş müsebbibi olan “küreselleşme”de görülmüş! “Küreselleşmenin daha kapsayıcı ve âdil hale getirilmesi hedefi” konulmuş...

Bu bakımdan “BM Kalkınma Programı” çerçevesinde “ticaret için yardım” başlığı altında güya çözümü anlatan Derviş’in önerileri, daha baştan menfaati için insanlığı ateşe veren ve her şeyi menfaatine feda eden dünyaperest inkârcı Batı felsefesinin bir ürünü olan çıkarcı muhteris zihniyetin insanlığı daha da vâhim vartalara iteceğini su yüzüne çıkarıyor.

BM ve bağlı kuruluşlarının gelişmekte olan ülkelerle ülkelerin kendi çıkarları için işbirliği yaptığı” itirafını anlatan Derviş’in, sözünü ettiği “ulusal kalkınma ve yoksulluk azaltma stratejileriyle daha derin bir entegrasyon” projesi, işgalci Amerikan ve Batılı şirketlerin Irak’taki petrol rezervlerinin otuz yıllık ihâlelerini kendi aralarında paylaşmalarını hatırlatıyor...

Çoğu Yahudi lobileri güdümündeki dünya silâh ve petrol tüccarlarının, sırf silâh ve petroli satmak için işgal, savaş ve sömürünün devamından yana oldukları dehşetini ortaya koyuyor. Küresel medya ve reklâm sektörünün “tüketim toplumu” türetme tuzağını gözler önüne getiriyor.

* * *

Bundandır ki bir kamyon buğdayla ancak bir plazma televizyon alınabildiği ve insanlığın açgözlülüğü yüzünden çevre ve tarımın tahrip edildiği topyekûn tahribatın çâresi, insanlığın öncelikle çılgınca çıkar hegemonyasından kurtulması gerekiyor.

Oysa okyanuslar ötesinden gelip sırf çıkar ve egemenlik uğruna başka ülkeleri işgal edip sömüren zâlimlerin zulüm ve işgal projeleri, küreselleşmenin meydana getirdiği yıkımı önleyemez, daha da arttırır.

ABD savaş uçakları ve füzelerinin, Afgan köylerini bombalayıp yüzlerce mâsumu öldürdükten, savaştan kaçan konvoyların üzerine ateş yağdırıp sivilleri katlettikten, üzerinde özel işâretler bulunan ve kendilerine bildirilen “BM yardım depoları”na bombalar yağdırıp yaktıktan sonra, mayınlı arazilere atılan ve içinde domates soslu fasulye ve kraker bulunan sarı poşetlere koşan çocukları hedef alması, “küreselleşme” perdesinde dayatılan zulmün sırıtan bir örneği...

İnsanlığın bir an evvel uluslararası ifsad şebekelerinin kontrolünde ve küresel gücün desteğindeki küresel kapitalist sermayenin baskısından, “küresel sermaye”nin “ölümü gösterip sıtmaya razı etmek” türü dayatmalarından kurtulması gerekiyor.

Bu ise maddeci ve menfaatçi “mimsiz medeniyit”in dünyevileşmeyi ve hırsı azdıran ifsadıyla hiç olmaz...

07.12.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Bir dönem kapanırken “dehşet notlar!”



Yarın bir dönem daha kapanıyor. Dört yıllık görev süresi bugün dolacak olan YÖK Başkanı Erdoğan Teziç de tarihin sayfalarındaki yerini alacak. Tabiî bu sayfa yaptığı polemikler, sözler ve eylemlerle dolu olacak. Eminiz, hiç kimse YÖK Başkanı iken yaptığı hayırlı(!) hizmetlerden bahsetmeyecek. Çünkü, bilimle, üniversitelerinin ihtiyaçlarıyla, öğrencilerin meseleleri ile uğraşacağı yerde çoğu zaman siyasetle uğraşmayı kendisine “görev” kabul etti.

Cumhurbaşkanlığı seçiminden yeni anayasa çalışmalarına, başörtüsünden katsayı tartışmalarına kadar pek çok tartışmada polemiklere girdi. Dört yıl boyunca ülke gündemiyle ilgili pek çok olayda hep onun adı ön plâna çıktı.

1992 yılında, TÜSİAD için anayasa taslağı hazırlayan ekibin içinde yer alarak bir tasarı hazırladı. Tasarıda, “Liberal demokratik rejimlerde devletin resmî bir ideolojisi olmaz. Kemalizm ideolojisi anayasada yer almamalı. Cumhurbaşkanı ile milletvekili yeminlerinde Atatürk ilkeleri ve inkılâplarına yer verilmemeli. Devletin şeklinin cumhuriyet olması dışında Anayasa’da değiştirilemez hüküm olmamalı…” deniliyordu. Bu görüşlerinin şimdi aksini savunur konuma geldi.

Görev süresi dolarken yaptığı ilk ziyaret, kendisini bu göreve atayan eski Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’e oldu. 4-5 ayda unutulan Sezer’den sonra Teziç de unutulacak, ancak bıraktıkları “izler” yıllarca unutulmayacak. Biz kendisinin Gölbaşı’na yerleşeceğini tahmin ederken, İstanbul’a dönüp özel işleriyle uğraşacağını söylüyor. Başkanlığı süresince siyasîlere cevap veren Teziç, siyasete atılır mı bilemeyiz, ama görüşlerine yakın insanlar siyasete girmişler ve halktan cevaplarını almışlardı. Bu yüzden cesaret ederek siyasete girer mi, kendisi bilir tabiî…

Teziç’in son aylarda en çok kullandığı kelime, “göreve bırakırken huzurluyum” oluyor. Ancak dört yıllık görevi sürecince pek çok kişiyi huzursuz etti. Bu huzursuzluktan mı huzur duyuyor merak ediyoruz doğrusu…

* * *

Teziç’in görevine veda etmesinin ardından yeni başkanın kim olacağı tartışmaları da alevlendi. Yeni başkanı Cumhurbaşkanı Abdullah Gül seçecek. Geçen günlerde yeni başkan için tahminler yapıldı. Birçok gazetede ve televizyondaki tahminlerin Gül’ü “yönlendirme” niyetiyle yapıldığı ortada. “Hükümetin katsayı değişikliği, YÖK’ün yapısının değiştirilmesi gibi hükümet programına da giren pek çok kararı yeni başkanın seçilmesinden sonra hayata geçireceği, bu nedenle de yeni ismin kendileriyle uyum içinde çalışmasını isteyeceği” türü haberler bu nedenle ön plâna çıkarılıyor.

Tam görev süresinin dolduğu ortamda, Cumhurbaşkanı Gül’ün Pakistan yolunda anlattığı olay, yine Teziç ve YÖK’ün gündeminin merkezine oturttu.

Gül şöyle bir olay anlatmıştı: “Rektör seçimlerinde inanılmaz şeyler, ilginç karalamalar oluyor. YÖK’ten 3 ismin bulunduğu bir dosya geldi onay için. Adaylardan biri hakkında bilgi notu vardı. ‘Şucudur, bucudur. Karısı kara çarşaflıdır. Fakülteye her gün gelir, hocaları tehdit eder...’ Dehşete düştüm. Rektörlüğe soyunduğuna göre olsa olsa ‘eşi başörtülü birisidir’ diye düşündüm. Talimat verdim. Araştırdılar, ‘Adam bekâr’ dediler. Bir yanlışlık vardır, belki boşanmıştır. Bir daha bakın dedim. Sonra, ‘Hiç evlenmemiş’ dediler. Cumhurbaşkanlığı makamına böyle bir dosya geliyor, düşünün...”

Bu sözler bir ülkenin Cumhurbaşkanına ait. Gül’ü “dehşete düşüren” olay, gerçekten de dehşet bir olay. Bir rektör veya üst düzey bir memur atanırken eşinin başörtüsü, çocuğunun okuduğu okul, kızının eşi ne diye araştırılır? Bunu gerçekten en hafifi “dehşet” kelimesiyle anlatabiliriz. Bu kelimeye bir de “rezalet” kelimesini eklemek gerekir.

Ardından Cumhurbaşkanı daha Pakistan’da iken Teziç, bir basın toplantısı yaparak “notu” kendilerinin göndermediğini söyledi. Bu açıklamanın hemen ardından da Gül, “Bilgi notunun YÖK tarafından konulduğunu söylemedim” diye bir açıklama yaptı.

Şimdi ortada bir not var. Ancak kimin gönderdiği, ne amaçla gönderdiği, o dosyanın içine nasıl girdiği henüz belli değil. Faili meçhul bir not, ya da asılsız ihbar mektubu ortada duruyor. Kimse sahiplenmiyor.

Gül, bu “dehşet” ve “rezalet” notun olduğunu açıklamışken, bu notu oraya kimin koyduğunu en kısa zamanda bulup, açıklamalıdır. İstihbarat örgütleri mi, rektörü istemeyen insanlar mı, işgüzar memurlar mı, YÖK’te Teziç’in de haberi olmadan notu dosyaya koyan biri mi? Cumhurbaşkanlığından biri mi? Veya o rektörün kapıcısından alınan bilgi not mu? Her kimse ortaya çıkarılıp hesabı sorulup, cezası verilmelidir. Şimdiye kadar bu tip asılsız ihbarlarla kimlerin canının yandığı, haksızlığa uğradığı da açıklanmalı. Bunu bulup açıklamak da Gül’ün görevidir…

* * *

Diğer yandan Gül, YÖK başkanlığına atanacak yeni ismin “özgürlükçü” olmasının herkesi memnun edeceğini söylüyor. Elbette memnun eder, özgürlükçü isim belki polemiklere girmez, demokrasinin ve özgürlüklerinin önünü açan beyanlarda bulunur, bu yönde yardımcı olur, ancak başkan tek başına ne kadar etkili olabilir? Başkan değişmesi ile bu sorunlar tamamen ortadan kalkar mı, bilemeyiz. Ancak şu bir gerçek ki, YÖK’ün yapısı kısa zamanda değiştirilmeli, özgürlükçe ve demokratik bir yapıya kavuşturulmalıdır.

YÖK konusu gündeme geldiğinde söylediğimiz şu sözle konuyu özetleyelim: YÖK yok edilmelidir. Kesin çözüm de budur…

07.12.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Biri bize anlatsın



Öyle hadiseler yaşanıyor ki, akılların karışmaması mümkün değil. Medyaya yansıyan haberleri duyan ve okuyanlar, haklı olarak; Türkiye’nin nereye sürüklenmek istendiğini sorabilir. Tabiî bu soru, açılan bir kampanyada sorulan “Tehlikenin farkında mısınız?” sorusundan daha farklıdır.

Bu kampanyaları açanların maksadı, akıl karışıklığı meydana getirip, “Üsküdar’ı geçmek” de olabilir. Meselâ, geçen aylarda meydana gelen Malatya’daki ‘cinayet’ haberleriyle ilgili öyle iddiâlar ileri sürülüyor ki, anlamak, kavramak ve hadiseleri çözmek mümkün değil. Konuyla ilgili olarak gazetelerde yer alan iddiâları tekrarlamak bile gereksiz. İddiâlara göre, sanığın ifadelerinin kaydedildiği ‘kaset’ imhâ edilmiş. Ayrıca, sanıkların ‘memur’larla onlarca defa telefon görüşmesi yaptıkları iddiâ ediliyor. Bu konudaki haberler, pek çok gazetede yer aldı. (Bkz. Akşam, 5 Kasım 2007)

Peki bu iddialar gazetelerde manşet olunca Türkiye’yi ‘idare’ edenlerin çıkıp makul açıklamalar yapması gerekmez mi? Bu yazı yazıldığı ana kadar böyle bir açıklama duymadık. Sanki hiç bir şey olmamış gibi davranılıyor. Bu iddialar yalan ise yalanlansın, doğru ise de lütfen hukuk içinde gereği yapılsın.

Gariplikler bununla sınırlı kalmıyor. Belki daha da garip olan başka bir hadise de ‘dünyaca meşhur’ törenlerimiz... Başta okullar olmak üzere pek çok yerde, her yıl düzenlenen onlarca, belki de yüzlerce ‘tören’lerle vaktimiz heba oluyor. Gazete manşetlerine taşınan son törende ise ilkokul öğrencileri az kalsın ‘donarak’ ölüyormuş! (Hürriyet, 3 Aralık 2007) Hadise, Kars’ın Esenyazı Köyündeki okulun açılış töreninde yaşanmış. Öğrenciler, ‘yetkililer’in gelmesi için saatlerce -2 derece soğuk havada bekletilmiş. Bazı öğrenciler bayılınca, tören kısa tutulmuş vs.

Tabiî ki bu ve benzeri törenler ilk defa yapılmıyor. Bilhassa ihtilâl dönemlerinde abartılan benzeri törenlere hemen hepimiz şahit olmuşuzdur. Peki, elimizi vicdanımıza koyalım ve cevap verelim: Bu törenlerin ‘faydalı’ olduğuna kaç kişi inanır?

Törenleri düzenleyenler de dahil olmak üzere çoğu kişi bu törenlerin faydadan çok zarar verdiği kanaatindedir. En başta ‘zorla’ yapılan bir törenden fayda temin edilmesi mümkün değildir. Hele hele böyle soğuk havalarda, yağmurda ve hatta kar altında ‘yetkililer’in gelmesini bekleyenlerin iyi şeyler düşündüğünü söylemek imkânsız.

Bu noktada, ‘piyade okulu’ndaki öğrencilik günlerini hatırladım. Askerliğini yapan hemen herkesin bu konuda ‘hatıralar’ı vardır. Ama kapı açmamak için kendi ‘hatıra’mı da anlatmıyor, sadece hatırladığımızı ifade etmekle yetiniyorum.

Tören hatıraları sadece askerlik ‘anı’larıyla da sınırlı değildir. Meselâ, İstanbul’da şoförlük yapanların mutlaka ‘kurtuluş günü törenleri’yle ilgili hatıraları vardır.

Hata ve yanlışların yapılması ‘normal’dir. Normal olmayan, itiraz edilen ‘yanlıştaki ısrar’dır. Meselâ, ilkokul öğrencilerinin ‘donma tehlikesi’ geçirdiği törenlerden sonra benzer hadiselerin yaşanmaması için bir tedbir alındı mı? Bu vesile edilerek, bütün ‘tören’ler masaya yatırılıp yanlışlara son verme kararı alınması gerekmez miydi?

‘Tören’ler sebebiyle meydana gelen ‘israf’ da ayrı bir tartışma konusu.

Biri bize, ‘yüzde yüz yanlış’ olduğu ortaya çıkan hâl ve hareketlerin hâlâ niçin ve nasıl devam ettirildiğini anlatsın! Anlatsın ki, millet de anlasın!

07.12.2007

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

12 Eylül anlaşılmadan asla



Tarihin meşhur anaforları vardır. Her şey seyrinde akarmış gibi görünür ve o hizada bütün hesaplar alt-üst olur. Nehrin akışındaki anaforun mahiyetini bilmeyenler, genellikle kaybederler. Türkiye siyasetinin en önemli anaforlarından biri olan 12 Eylül ihtilâlinin öncesi ve sonrası anlatılmadan-anlaşılmadan, Türkiye´de demokrasiden bahsetmek abesle iştigaldir.

12 Eylül aynı zamanda tarihimizin karanlık bir kuytusudur. Millete oynanan oyunlar hâlâ o köşede hazırlanıyor. Ve seyircileri iğfal eden sihirbazlar, hâlâ o aydınlatılamayan izbelerde milleti teshir eden büyülerini hazırlıyorlar. O köşenin mutlaka aydınlatılması gerekiyor. Yarı mağarayı andıran bu vahşi ve sefil köşe aydınlanmadan, günümüz siyasetçilerinden inisiyatif bekleyenler, boşuna beklemiş olurlar.

Nisbî şeffaflığın, mertliğin, doğruluğun, asalet ve izzetin politikada kaybolduğu bu dönemi tahlil etmeden, mahiyetiyle yüzleşmeden Türkiye´de millete dayalı siyaset olmaz. Münafıklığın, ikiyüzlülüğün, takiyyenin, riyânın, ırkçılığın, mezelletin, yalakalığın ve muhbirliğin serapa cesetleşerek hortlaklar gibi politikamıza nasıl hakim olduğunu öğrenmeden, günümüz sihirbaz ve artistlerinin mahiyetini nasıl çözebiliriz ki? Zamanımızı karartan ve zeminimizi heyelanlarla mütemadiyen kaydıran birçok oyunların inşa edildiği o dönemle yüzleşmeden ne muasır medeniyetlere kavuşabiliriz ve ne de demokratik zemini yakalayabiliriz: Güneydoğu fitnesi, Ermeni meselesi, üniversitenin resmî ideoloji ocağı olması, dindarların rüşvete alıştırılması, günümüz ırkçılığının temeli olan Türk-İslâm sentezleri, doğudaki demokrat memurların batıya sürgün edilerek derin devletin kölelerinin buralara yerleştirilmesi, hukukun tasfiyesi ve ulusal bütünlüğümüze kastedecek güçlere ülkede üs verilmesi, hep bu dönemde oluştuğundan dolayı, o cinayetleri bilmeyen insanımıza 12 Eylül´ü anlatmadan, Türkiye´de demokrasiden bahsetmek yalnızca bir aldatmaca olmaz mı?

İhtilâl yapan paşaların hâlâ saygı gördüğü ve mütekait paşaları yedirmek, içirmek ve korumak için devletin trilyonlarca lira harcadığı, o günden bu yana ülkeyi dolandırıcılara peşkeş çekenlerin hâlâ günümüz hükümetlerinde yer alabildiği, ırkçılığın kutsandığı, milletvekillerinin atanma yolu ile belirlendiği, dinin ve dindarların istihzaya alındığı, Kemalizmin hâlâ her şeye besmele addedildiği, başbakan ve bakanların özel hatlarla global çetecilere bağlandığı ve millî geleneğin yasaklar kapsamına alındığı bir Türkiye´de, hangi yüzle demokrasiden bahsedeceksiniz ki? Millet olarak yüzümüzü kızartan ve dünyaya bizi gayr-ı ahlâkî gösteren bütün bu saydıklarımız, 12 Eylül´den sonra çoğalarak ve sürât peyda ederek devam ettiğinden diyoruz ki, söz konusu cinayetin mahiyeti mutlaka anlatılmalı. Tarihçilerimiz, sosyal analizcilerimiz, sinema ve tiyatrocularımızla edebiyatçılarımız, bu dönemi bir köşesi meçhul kalmamacasına bize anlatmalıdırlar.

Cuntaların emrine girmiş, bir ayağı Amerika´daki ihtilâlcilerin sarayında, diğeri bizdeki münafıkların zeminindeki politikacılara hâlâ rahmet okunuyorsa, burada çok büyük bir iğfal vardır. Çözümsüzlüğü, ümitsizliği, dış ve iç düşmanları millete göstererek; kaos, teslimiyet ve şova dayalı beyanlarla milleti perişan edenlerin nasıl kahraman ilân edildiklerini merak edenler, 12 Eylül’ü öğrenmeden hakikate ulaşamazlar.

Uzun süren bir istibdat… Hep ölümü göstererek millete deli gömleğini giydirdiler. Millet siyah-beyaz arasındaki tarafgirlik hastalığına yakalanmışcasına reyini bir çeyrek asırdır, kullana geliyor. Avrupa demokrasiyi yaygın bir hâle getirip, bireyi en üst tepeye de ortak etmeye çalışırken, 12 Eylülcüler parti krallarını yetiştirdiler. Önseçim, delege, parti içi demokrasi ve parti üyeleriyle paylaşım, 12 Eylül öncesinin hanesine yazıldı. Kemalizm ve onun dışarıdaki ortakları, piyon başkanları seçtiler, başkanlar da milletvekillerini veya belediye başkanlarını… Parti başkanının rızası her şeyin önüne 12 Eylül´den sonra geçti. Bu diktatörlük, bulaşıcı bir hastalık gibi, Türkiye’nin bütün kurul ve kurumlarına öldürücü zehir gibi sızdı. Türkiye’nin şu perişan hali bunu göstermiyor mu?

12 Eylül anlaşılmadan, bunun olamayacağını tecrübelerle yaşıyoruz. Çoğu bizim kuşaktan beş vakitli, terbiyeli ve güvenilir bilinen arkadaşlarla 370 milletvekili oluşturan meclisler; demokrasi, millet menfaati, adalet ve dünya medeniyeti istikametine kayda değer bir adım atamadılar. Çözümsüzlüğü, kaosu, problemleri ve sebep oldukları musibetleri başkalarına fatura etmek ve icra makamını ağlama duvarına çevirmek, işte bu arkadaşlarımız döneminde oldu. Öyle ise, çözüm sağlam zemini bulmaktan geçiyor. 12 Eylül´ün zeminimize yığdığı bunca yalan, takiyye, dahilî-haricî mafya, dini dünyaya tercih ve Kemalizm çığları temizlenmeden, etrafımızı doğru göremeyiz ve bizi insanlığa götürecek yolu da açamayız. Öyle ise, 12 Eylül ihanet ve cinayetinin mahiyetinin ortaokullardaki talebelere varıncaya kadar anlatılması, hadisenin olmazsa olmaz şartıdır. 12 Eylül´ün bir nevî tahkimi olan 28 Şubat´tan da istifade ederek, durumdan vazife çıkaranlar, Talut´un askerleri gibi yasak nehre koşanlar, Ayneyn Tepesini bırakıp ganimete meyledenler ve Süfyanın bu musibetzede millete oynadığı oyunu fark edemeyenler veli de olsalar, muvaffak olamadıkları gibi, manevî sorumluluktan da kurtulamazlar.

Bilhassa siyasete ilgi duyan ve siyasî tartışmalara kulağını ve kalbini kapamayanları 12 Eylül’ün mahiyetini öğrenip-anlatmaya dâvet ediyoruz. Bu millî seferberlik, Âlem-i İslâmı da mezellet ve yangınlardan kurtaracaktır. İnanıyorum ki; Afganistan, Irak ve Pakistan’daki felâketlerde 12 Eylül’ü anlamayan ve anlatmayanların da payı olacaktır. İnsaniyet ve İslâmiyet düşmanlarının bugünkü cinayetlerini tâ o zamanlarda plânladıklarını söyleyenlerin de dayandıkları doğrular vardır. Öyle ise, millet olarak 12 Eyül’ü deşifre etme seferberliğini başlatmak ve yaygınlaştırmak üzerimize vacip olmuştur.

07.12.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Yine tıkanmasın



AKP’nin beş yılı aşkın iktidarında, daha da katılaştırılıp yaygınlaştırılarak uygulanan başörtüsü yasağından dolayı birçok yeni mağduriyet olayı yaşandı. Ve bu durum karşısındaki çaresizliklerini, gazetecilerin önünde gözyaşı dökerek açığa vuran parti yöneticileri dahi oldu.

Ama Başbakan başta olmak üzere, parti ve hükümetin ileri gelenlerinin, öyle iz bırakacak bir duyarlılık sergilediklerini pek hatırlamıyoruz.

Tam tersine, özellikle 22 Temmuz seçimi öncesinde verdikleri mesajlar, “Bizim başörtüsü için bir taahhüdümüz hiç olmadı” şeklindeydi.

Ama son günlerde Başbakanın sıklaşan mağduriyet olaylarına özel ilgi gösterdiği, bu meyanda Kozan’da sahneden indirilen, Erzurum’da ise yanıltılarak erkeklerin karşısında başını açmak durumunda bırakılan iki ayrı öğrenciyle ailelerini arayıp “tesellî” ettiği duyuruldu.

Bu telefonlara ilişkin haberlerde, Başbakanın görüştüğü öğrencilere ve ailelerine “Biraz daha sabredin, bu haksızlık mutlaka sona erecek” şeklinde mesajlar verdiği de ifade edilmekte.

Bu mesajların iki ayrı yorumu yapılıyor.

Biri; bu tesellîlerle, söz konusu talihsiz olayların mağdur kitlelerde yol açtığı büyük infial teskin edilmiş, yatıştırılmış, frenlenmiş oluyor.

Diğeri; “Bu haksızlık bitecek” beyanıyla, meselenin yakında gündeme gelmesi beklenen anayasa değişikliği çerçevesinde çözümünün düşünüldüğü yönünde bir netice çıkarılıyor.

Ancak bu sorunu anayasayla halletme düşüncesi sıkıntılı ve problemli bir konu. Ayrıca, anayasada yapılması öngörülen düzenlemenin üniversitelerle sınırlı olması sıkıntının bir diğer boyutu.

Meselâ, anayasaya “Üniversitelerde kılık kıyafet serbesttir” gibi bir madde konulması, Başbakanın telefonla arayıp tesellî etmeye çalıştığı imam hatip lisesi öğrencilerinin mağdur ve yasaklı durumunu daha da perçinleyip kalıcı hale getirmeyecek mi?

O değişiklik yapılırsa Başbakan o öğrencilere yeniden telefon açıp, “Başınızı örtebilmeniz için üniversiteyi kazanmanız gerekir” mi diyecek?

Yasağı evvelâ üniversitelerde kaldırmak, kademeli ve tedricî bir çözüm stratejisinin parçası olarak düşünülmüş olabilir belki.

Ancak bunu, anayasaya özel bir madde koyarak yapmanın isabetli ve işe yarar bir sonuç getirmesi doğrusu son derece şüpheli.

Evet, anayasanın değişmesi lâzım. Ama bu değişikliklerin sistemde ve kurumların yetkileriyle işleyişini düzenleyen kurallarda yapılması gerekiyor. Çünkü sorunun asıl kaynağı oralarda.

Söz gelişi, Anayasa Mahkemesinin, mevcut anayasayla bile yasaklanan “kendisini kanun koyucu yerine koyup hüküm ihdas etme” tavrına meydan vermeyecek bir düzenleme lâzım.

Aynı şekilde YÖK’ün, yerine göre Meclisi de, hükümeti de “takmayan” bir kurum olmaktan çıkarılması, ama bunun bilim ve ifade özgürlüğüne zarar vermeyecek şekilde yapılması şart.

Bunlar uygun tarzda başarılabilirse, başörtüsü yasağının da dahil olduğu birçok haksız ve keyfî uygulamanın zemini kendiliğinden tükenir.

Son günlerdeki hava yeni gerilimleri tetikleyerek, sorunu anayasayla çözme girişimini de, kalıcı çözümleri de yine tıkama riskini haber veriyor. Köksal Toptan'ın “Türban maddesi anayasada inşallah olmaz” sözü boşuna olmasa gerek.

07.12.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Borçlu kalmamak



“Allah’ım, borçlu kalmaktan, borç altında ezilmekten Sana sığınırım.”1

Bu duâ Efendimizin (asm) yaptığı duâlardan biriydi. Resûlullah (asm) bir ihtiyaç ânında, meselâ kendisine birisi gelip hâlini arz ettiğinde onu boş çevirmez, yanında birşeyler varsa verir, yoksa borç alıp verir, onu sevindirirdi. Bu yüzden borçlu olduğu anlar da olmuştu Efendimizin (asm).

Hayatın her dalında, her hususta ya kavlen, ya da fiilen örnek olan Allah Resûlü (asm) borçlanma konusunda da örnek bir hayat sergilemişti.

Borçtan korkup titrerdi Efendimiz (asm). Ümmetine de öyle olmalarını öğütlerdi. Meselâ buyururlardı ki: “Allah katında büyük günahlardan sonra günahların en büyüğü ödeyecek miktarda mal bırakmadan borçlu olarak Allah’ın huzuruna varmaktır.”2

“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, borçlu biri Allah yolunda şehit edilse, sonra diriltilip tekrar şehit edilse, borcu ödenmedikçe Cennete giremez.”3

“Kim borçlu olarak ölürse orada ne dinar, ne de dirhem geçer. Ancak alacaklılara sevaplarını vermek, borcu karşılamadığında da günahlarını yüklenmek zorunda kalır.”4

Borcu vaktinde ödemek çok önemlidir. Belki bizim vereceğimiz o parayla bir ihtiyacını karşılayacaktır. Belki gün uzadıkça paranın değeri düşmektedir. Bu da kul hakkına girer. Dolayısıyla hakkını çiğnemiş oluruz kardeşimizin. “İmkânı olan birisinin borcunu vaktinde vermeyip uzatması zulümdür”5 buyuran Allah Resûlü (asm) borcu ödemede de en güzel örnek olmuştu ümmetine. Câbir bin Abdullah (ra) der ki: “Hz. Peygamberin (asm) bana borcu (asm) vardı. Zamanı gelince ödedi ve bir miktar da fazla verdi.”6

Görüldüğü gibi borcunu olduğundan fazlasıyla ödeyen Peygamberimiz (asm) ayrıca “Sizin en hayırlınız borç öderken de hayırlı olanınızdır”7 buyurmuşlardır.

Borç verirken, “Şu kadar fazla isterim” demek faize girerken, borçlunun borcunu öderken gönül rızasıyla kendiliğinden fazla birşey vermesi güzel, Peygamberî bir davranıştır.

Demek borç konusundaki hassasiyet de imanın gereğidir.

Dipnotlar:

1- Buhârî, Daavât: 39. 2- Ebû Davud, Büyu’: 9. 3- Neseî, Büyû: 98; Müsned, 5:290. 4- Fethu’r-Rabbanî, 15:87, Hadis no: 287. 5- Buharî, İstikraz: 12; Müslim, Müsakat: 33; Ebû Davud: Büyu’: 10; Tirmizî, Büyu’: 68. 6- Fethu’r-Rabbanî, 15:85, Hadis no: 282. 7- Müslim, Müsakat: 120.

07.12.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Îsâr hasleti



Hasan Bey: “İhlâs Risâlesinin Üçüncü düsturunda, ‘Eğer ‘Ben sevap kazanayım, bu güzel meseleyi ben söyleyeyim’ arzûnuz varsa, çendan onda bir günah ve zarar yoktur; fakat mabeyninizdeki sırr-ı ihlâsa zarar gelebilir’ bölümünde geçen, ‘fakat mabeyninizdeki sırr-ı ihlâsa zarar gelebilir’ cümlesini açıklar mısınız?”

Şeytan her zaman soldan yaklaşmıyor. Ölçüsü sağlam olanlara, din, iman ve Kur’ân hizmetinde bulunanlara, takvaya, Allah’ın rızasına ve ihlâsa ulaşmaya gayret edenlere, doğru iş yapanlara ve sâlih amel peşinde olanlara şeytan, sûret-i haktan gözükerek, sağdan geliyor.

Bu, dehşetli bir tehlikedir. Çünkü fark edilip tedbir alınmazsa, büyük bir âhiret ameli bile değer olarak sıfıra inebiliyor. Bu açıdan ihlâs bütün âhiret amellerinde en vazgeçilmez şart olarak karşımıza çıkıyor. Peygamber Efendimiz (asm) bundan dolayı uyarıyor ki, “ihlâslı olanlar bile büyük bir tehlike ile karşı karşıya bulunmaktadırlar.”1 Büyük evliya, bu dehşetli tehlikeye karşı hep kendi mesleklerine uygun tedbirler almışlardır.

Bu tehlike ölünceye kadar peşimizi bırakmaz. Tedbir alınmadığında, âhiret ameli namına elde avuçta ne varsa alıp götürür. İşte Bediüzzaman Hazretlerinin İhlâs Risâlesinde önemle işlediği düsturların her birisi şeytana karşı birer çelik zırh ve set hükmündedir. İhlâs Düsturlarına uyduğumuz takdirde Allah’ın izniyle şeytana girecek kapı bırakmamış oluyoruz.

Meselâ, bahsettiğiniz bölümde, en masum bir gerekçe üzerinde şeytanın hangi tarzda gelebileceğine işaret ediliyor. “Ben sevap kazanayım, bu güzel meseleyi ben söyleyeyim” arzusunda bir günah ve zarar yoktur aslında. Fakat bu isteğin altında eğer bir benlik duygusu varsa, bu, insanın amelini şeytana yaklaştırmış oluyor. Şeytanın işletmesi için eline malzeme verilmiş oluyor. Şeytana girebileceği bir kapı açılmış oluyor. Şeytan o kapıdan girip, eline verilen “benlik” malzemesini kullandığı dakikada hırsla peşine düştüğümüz sevaptan da, aşkla yoluna koyulduğumuz hizmetten de elimizde bir şey kalmıyor. İşte Bediüzzaman Hazretleri bu tehlikenin ağına düşmememiz için diyor ki: “En lâtif ve en güzel bir hakikat-i imaniyeyi muhtaç bir Mü’mine bildirmek ki, en masumane, zararsız bir menfaattir; mümkünse, nefsinize bir hodgamlık gelmemek için, istemeyen bir arkadaş ile yaptırmak hoşunuza gitsin.”2

Demek, istemeyen bir arkadaşa bunu yaptırdığımızda, şu kârları elde ediyoruz:

1- Bizim nefsimiz hodgamlık, benlik ve kendini beğenmişlik tehlikesinden kurtuluyor. İçimizde bir benlik duygusu yoksa ne âlâ! Varsa bu tehlikeyi böylece savmış oluyoruz.

2- İstemeyen arkadaşımızın da sevap almasını sağlıyoruz.

3- Arkadaşımızın nefsini kendi nefsimize tercih etmekle Kur’ân’ın önemle önerdiği îsâr hasletini3 yaşama sevabına ulaşıyoruz.

4-Hem “iştirak-i a’mâl-i uhrevî” düsturu ile yani “biz havuzu” düsturu ile, hem bir hayra sebep olduğumuz için, hem de onun sevap almasını gönülden arzu ettiğimiz için biz de kardeşimizin aldığı aynı sevabı–onun sevabı bölünmeden—Allah’ın izniyle alıyoruz.

5- Aramızda ihlâsla bina edilen muhabbet, sevgi, saygı ve uhuvvet kuvvet kazanıyor.

6- İhlâs sırrı zarar görmüyor.

Bilindiği gibi tam ihlâsa muvaffak olmak, bu dîni, dînin sahibi olan Allah’a teslim etmekle, bir kul olarak O’na teslim olmakla ve O’nun yolunda ve önünde kendinden geçmekle başlar. Yani kendimizi mânâ-yı ismiyle değil; mânâ-yı harfiyle tanımlamakla, yani kendimizi müstakil bir isim olarak değil; bir ismi tamamlayan harf olarak görmekle başlar. Kendimizi, bir ismi tamamlayan harf olarak gördüğümüz dakikada benlik dâvâsı biter; “biz olma” şuuru devreye girer. Kendimizi “biz” olarak hissettiğimiz an, şahsî hiçbir kaygımız, ne makam, ne unvan, ne isim, ne resim, hiçbir derdimiz kalmaz. Benlik handikabını böylece aşabildiğimiz ölçüde, kendimizi “biz” havuzuna atmamız, “biz” havuzunda erimemiz, “biz” havuzunda kendimizden geçmemiz mümkün olur. Tam ihlâsa muvaffak olmanın en kolay ve en sağlıklı yolu da, işte bu “biz” havuzunu kavramaktan geçer. Çünkü burada bütün şeref “biz”e aittir, bütün şân havuzdaki herkesindir, bütün kıymet bütün fertlerindir, bütün başarı içinde eridiğin sosyal yapının bünyesinin harcıdır!

Bedîüzzaman Hazretlerinin bizzat kendisinin benliğini dâvâsı içinde erittiğini ve sahip olduğu şeref ve makamı, içinde bulunduğu sosyal yapı ile paylaştığını, böylece davranışlarıyla, sözleriyle ve hayatıyla, tam ihlâsa muvaffak oluşun çağdaş bir modelini teşkil ettiğini görüyoruz. “Ben de sizin bu ders-i Kur’âniye’de bir ders arkadaşınızım... Ben makam sahibi değilim.”4; “Nurdaki ihlâsı bozmamak için, uhrevî makâmât dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur biliyorum”5 ifadeleriyle Bedîüzzaman, tam ihlâsı yakalamanın ve muhafaza etmenin en tehlikesiz yolunun kendi nefsini bu yolda toprak bilmekten, vücudunu Yaratıcısına feda etmekten ve benliğini “biz havuzunda” eritmekten geçtiğini gösteriyor.

Dipnotlar:

1- Keşfü’l-Hafâ, 2/312 2- Lem’alar, s. 166 3- Haşir Sûresi: 9 4- Emirdağ Lâhikası, s. 367 5- A.g.e., s. 233

07.12.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

-Alev Alatlı'ya- Bir Türk aydını olsaydım! (2)



Etnik milliyetçilik, Kürtçülük problemini Bediüzzaman bitirir. Takip edelim:

“Ben Van’da iken, hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: ‘Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?’ dedim. Dedi: ‘Ben Müslüman bir Türk’ü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar.’

“Bir zaman geçti, (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksülâmel ile o da Kürtçülük damarıyla başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: ‘Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürd’ü salih bir Türk’e tercih ediyorum.’

“Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki, Türkler bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.

“Ey sual soran meb’uslar! Şarkta beş milyona yakın Kürt var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hintliler var. Yetmiş milyon Arap var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van’daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak ve ırktaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiyeyi tanımayan, sırf ulûm-u felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir? Sizden soruyorum.”1

***

“Eğer milyonlarla efradı bulunan ve binler seneden beri milliyetini ve lisanını unutmayan ve Türklerin hakikî bir vatandaşı ve eskiden beri cihad arkadaşı olan Kürtlerin milliyetini kaldırıp onların dilini onlara unutturduktan sonra, belki, bizim gibi ayrı unsurdan sayılanlara teklifiniz, bir nev'î usûl-ü vahşiyâne olur. Yoksa sırf keyfîdir. Eşhâsın keyfine tebaiyet edilmez ve etmeyiz!”2

***

“Fünun-u cedideyi (yeni fen ilimlerini), ulûm-u medaris (medrese ilimleri) ile mezc ve derc; ve lisân-ı Arabî (Arapça’yı) vâcip (mecbûrî), Kürdî (Kürtçe’yi) câiz, Türkî (Türkçe’yi) lâzım kılmak.

“Zülcenaheyn ve Kürtlerin ve Türklerin mutemedi olan Ekrad (Kürtlerin) ulemasının veya istinâs etmek (alıştırmak) için lisan-ı mahallîye âşina olanları müderris olarak intihap etmek...”3

***

Ermeni meselesi: “..milletimiz ya üç veya bir buçuk kayıt ile mukayyeddir (zincir ile bağlı). Buna mukabil, bizim gayr-ı müslimlerin ayaklarında yalnız bir yalancı kaydımız vardı. Ona bedelen çok nazlarını çektiğimiz gibi, onlar neslen ve serveten ziyadeleştiler; biz, bir nev'î hizmetkârlık olan memuriyet ve askerlik cihetiyle servet ve nesilce aşağıya düştük. Fikr-i milliyet, hürriyetin pederidir. Yine esir Kürtler ve Türkler idi. İşte (Ermenilere olan) o yalancı kaydı, üç veya on milyonun ayağında açıyoruz. Tâ ki, üç kayıt ile mukayyed üç yüz milyon İslâmın hürriyetine meydan açılsın.”4

***

“Binler Türk kıymettar zatların tasdikiyle, dindar, müttakî bir Türk’ü, lâkayt çok Kürtlere tercih eden, hattâ mahkemede Hâfız Ali gibi kuvvetli imanı bulunan bir Türk kardeşini yüz Kürd’e değiştirmediğini ispat eden… kırk seneden beri bütün kuvvetiyle, bütün âsârıyla İslâmiyetin uhuvvetine ve Müslümanların birbirine muhabbetine çalışan ve Türk milleti Kur’ân’ın bayraktarı ve senâ-i Kur’âniyeye mazhar olduğu için o milleti çok seven ve hayatını onlar içinde geçiren bir adam…”5

Dipnotlar:

1- Emirdağ Lâhikası, s. 440

2- Mektûbât, s. 417 3- Münazârât, s. 127-128 4- Münazârât, s. 62. 5- Şuâlar, s. 327

07.12.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Raşit YÜCEL

Gönül kışları



Gönül...

Eskiler “Evlâdım, Allah gönül kışları vermesin” derlerdi.

Kâinattan küsmüş, dünya zinetinden usanmış, vücudundan bıkmış insanların gönlünü kışlar kaplamış demektir.

Kolay değil.

Hayat zor, hadiseler insanın hissiyâtını alt üst ediyor.

İnsan zayıf, insan aciz, insan fakir, insan bîçâre...

Böyle binler şeyin hücum ettiği insan, elbette gönül kışları yaşar.

Fakir olan fakirliği ile ıztırap çekiyor, zengin olan malının muhafaza derdi ve baskısı ile çabalıyor, didiniyor.

Kederler, üzüntüler, hastalıklar, bir sel gibi insana ilişen nice olaylar...

Gönüllerde zemherir ve kar fırtınaları yağar, sicim gibi yağmur yağar...

İnsan ağlar, insan sızlar...

Niyazı insanlara ulaşamadığı zaman, Âlemlerin Rabbine elini ve gönlünü açar.

“Ya Rabbi!

Âcizim, fakirim, bîçareyim, dertliyim, kederliyim, çaresizim.

Sana sığınıyorum, Sana güveniyorum.

Sen benim sessiz niyazımı dahi işiten ve gönül kışlarımı bilen ve duyansın.

Beni affet, bana sabır ve tahammül gücü ver.

Eğer Sen kabul etmezsen, başka hangi kapı var, hangi kapıya gideyim?”

diye yapılan duâ ve niyazlar Onun katına ulaşır.

Hem de ânında...

Ne gece, ne gündüz, ne yaz, ne kış, hiç mi hiç fark etmez.

Yeter ki O’na yönelelim.

O’na el açalım, O’na niyaz edelim.

O’nu bulursak her şeyi buluruz.

O’nu unutsak her şey mânâsız ve önemsiz olur. Kışlar bahara döner.

07.12.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

İhraç, tokalaşma, vesâire...



Kimilerinin "mürteci", kimilerininse "dindar" diye nitelediği yedi subay daha ordudan ihraç edildi.

Tabiî, ihraç sebebi, resmiyette her zamanki gibi yine "disiplinsizlik" şekilde açıklandı.

Verilen ihraç kararının altına Başbakan Erdoğan'dan sonra, Cumhurbaşkanı Gül de imza koydu.

Bu tür vak'aların yaşandığı daha evvelki başbakan ve cumhurbaşkanları döneminde hiddetli tepki gösteren, hop oturup hop kalkan bazı dostların şimdiki sus–pus olmuş hallerini görünce, cidden hayretler içinde kaldık. Öyle ki, birçoğu kendinde tevile sapma mecâli dahi bulamıyor.

Bakalım, bu muammalı, bulanık gidişatın sonu nereye varacak.

Yine de, biz "Neticesi hayrolur inşaallah" diyelim.

Ancak, şunu da ilâve etmeden geçemeyiz: Daha evvelki dönemlerde yine aynı gerekçelerle ordudan atılan subaylar arasında yakînen tanıdığımız bazı şahsiyetler de var. Onlara "mürteci", yahut "disiplinsiz" türü yakıştırmalarda bulunmaktan Allah'a sığınırız.

* * *

İki gün önce yeni Çankaya ile bağlantılı olarak bir başka gelişme daha yaşandı: Pakistan'dan dönen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve eşi Hayrunnisa Hanım, havaalanında resmî protokol ile karşılandı.

Karşılama protokolü içinde yer alan Ankara Garnizon Komutanı—daha önceki karşılamanın aksine—bu kez yerinde durdu ve Hayrunnisa Hanımla da tokalaştı.

Şimdi, bu yeni gelişmeye sevinmeli mi, yoksa üzülmeli mi?

Biz bir kez daha tahayyürde kaldık. Yine de, üzüntümüzün ağır bastığını ifade etmek durumundayız.

Velev ki protokol adı altında olsun, tesettürlü (başörtülü) bir hanımın, bir mangadan fazla zevâtın elini tek tek tuturak tokalaşması hissen, vicdânen, itikaden bizi rahatsız ediyor.

Bu meyanda bizi yine hayrete düşüren husus şudur: Tıpkı yukarıdaki misâlde olduğu gibi, daha evvelki başbakan ve cumhurbaşkanları döneminde, benzer durumlara (özellikle Semra ve Nazmiye Hanımlar için) karşı hiddetli tepki gösteren bazı dostlar, ne yazık ki, bu yeni durum karşısında yine sus–pus vaziyetindeler.

Eskiden muhataplarını sıkboğaz edercesine üstlerine giden bu dostların bir kısmı azbuçuk reaksiyon gösterse bile, bu mevzuda çoğu konuşmak dahi istemiyor, hatta olup bitenleri yorumlamaya, yahut müzakere etmeye dahi yanaşmıyor.

Bakalım, bu işin sonu ne olacak ve ilk kez yaşanan tokalaşmanın devamı nereye varacak...

En iyisi, İbrahim Hakkı gibi "Hak şerleri hayreyler..." deyip beklemek.

Tartışma

"Örtü"lü anketler

Günümüz Türkiye'sinde, başörtüsü veya türban hakkında yapılacak anketli araştırmaların doğru ve sağlıklı sonuç vermesini hiç mi, hiç beklemiyoruz.

Zira, ardniyetler ve peşinhükümler bir tarafa bırakılsa bile, birtakım çarpıtma ve saptırma gayretlerinin bir neticesi olarak, halen baştaki başörtüsünü türban ve türbanı da başörtüsü şeklinde anlayan binlerce insanımız var.

Dolayısıyla, tesettüre uygun bir örtünme şeklinin nasıl olduğu, ayrıca türban ile başörtüsü arasında ne gibi farkların bulunduğu hususu tam olarak anlaşılmadan, bu konularda yapılacak anketlerin de bir ciddiyeti, bir tutarlılığı olmaz.

Kaldı ki, şimdiye kadar yapılagelen araştırmaların arka plânında yatan bazı ardniyetlerin varlığı da, kuvvetli bir kanaate dönüşmüş durumda.

GÜNÜN TARİHİ 7 Aralık 1920

Başka isimler altında Komünist Partisi

Hemen her fikirden parti kurmanın serbest olduğu 1920'ler Türkiye'sinde "Türkiye Halk İştirakiyyûn" ismiyle yeni bir parti kuruldu.

İştirakiyyûn, yani sosyalizmi savunur görünen bu yeni partinin mensupları, aslında komünist fikirli kimselerdi. Ne var ki, "komünist" tâbirini parti ismine dahil edemiyorlardı.

Zira bu tâbir, kumoyu nazarında dinsizlik ve bolşeviklik ile eşanlamlı telâkki ediliyordu.

Bundan çekindikleri için, açıktan "Komünist Parti" diyemiyor, siyasî faaliyetlerini başka isimler altında yürütüyorlardı... Aynı durum, daha sonraki dönemler için de geçerliydi.

Meselâ, 1960'tan sonraki dönemde, Türkiye İşçi Partisi (TİP) ismi tercih edildi.

Açıktan açıkça Türkiye Komünist Partisi isminin kullanılması 1987 yılından sonradır. Hareketin bu tarihten sonraki lider kadrosu içinde, aynı dâvâdan sâbıkalı olan Haydar Kutlu ve Nihat Sargın ismi yer aldı.

Denize atıldılar

Gelelim sâdede...

1920 yılı Temmuz ayı başlarında önce gizli, 7 Aralık'ta ise resmî ve alenî olarak teşkil edilen bu siyasî hareketin başında, "ilk komünist Türk siyasetçi" ünvanı ile şöhret bulan Mustafa Suphi vardı. Yıllarca Rusya'da yaşamış ve Bolşevik İhtilâline yakından şahit olmuştu.

Soyvet (Komünist) Rusya ile doğrudan irtibatlı olan Suphi ile yoldaşları, bu tarihten yaklaşık bir sene sonra, yani 28–29 Ocak 1921'de Trabzon'dan Rusya'ya doğru hareket eden bir gemide boğdurulmak sûretiyle öldürüldü.

Öldürülme sebebi tam olarak hâlâ bilinemiyor.

Eldeki bilgiler ise şudur: Trabzonda'ki kayıkçıların kâhyası olan Yahya ve adamları, komünistleri takibe aldılar. Onlara Karadeniz sâhili açıklarında ulaştılar. Gemiye çıkıp Suphi ve 14 arkadaşına saldırdılar. Hepsini denize atmak sûretiyle boğdular.

Bu işi yapanlar belliydi de, acaba yaptıran kimdi?

15 kişilik komünist kadroyu denizde boğduran Kâhya Yahya, daha sonraları Çankaya Muhafız Alayı Konumtanı da olan Topal Osman'ın adamları tarafından vurularak ortadan kaldırıldı.

Bu yönüyle tecrübeli ve sâbıkalı olan Giresunlu Topal Osman, 1923 Mart'ında ise, bir başka hemşehrisi Trabzon mebusu Ali Şükrü Beyi bu kez urganla boğarak katletti. (Suphi Bey de 1883 Giresun doğumluydu.)

Son cinayeti açığa çıkan Topal Osman ise, yine gàyet meçhûl bir niyetin eseri olarak, vurulup öldürülmekle kalmadı, ayrıca kafası gövdesinden kesilmek sûretiyle ayrıldı ki, cinayet(ler)in perde gerisi tamamıyla karanlıkta kalsın.

Anlaşılıyor ki, birileri Topal Osman ve emsâllerini muhtemel rakiplerine karşı gàyet ustalıklı bir şekilde kullanmış.

07.12.2007

E-Posta: [email protected]




Rifat OKYAY

Başlarken...



Eli kalem tutan kişilerin hadiselere bakışı, yorumu ve dile getirişi elbetteki başka başka olan akıl, ruh ve kalp kalıplarından dolayı farklı farklıdır. Herkes kendisine yakın hissettiğine sahip çıkar veya çıkmaz beğenir beğenmez bu okuyucuların en fıtri hakkıdır. Yazanın da bir konuda illa beğendireceğim diye bir ısrarı olmamalıdır. Hakkı da yoktur zaten…

Yalnız şu iyi ifade edilebilmelidir ki; Yazar iyi, güzel, tam ve yerinde, zamanında, ihtiyaca göre yazmalıdır. Ve bunu kendisine dert edinebilmelidir. Kanaatimce yazarlığın da hakkı budur zaten...

Önemli olan herkesin her halini, her varlığın her şeklini gayet anlaşılır ve net olarak yansıtan hayat aynasından; yansımaların yine aslına uygun olarak dile getirilebilmesidir. Bunu da yazarın kaleminin gücüne havale ediyoruz…

Hayat her zaman güzel kokan kır çiçekleriyle süslü olmadığı gibi, dikenli, kokmayan çiçeklerin varlığı da inkâr edilmeyecek şekilde ortadadır. Elbette ki daima en güzel ve iyi halleri, konuları ve tarzları dile getirmek ve yazmak idealdir ama hayatın içindeki hoş olmayan kokular ve dikenlerde unutulmamalıdır….

İnsan olma ve insan gibi bakmak, insan gibi yazmak da hedef gayelerin başında olmalıdır herhalde. Ahir zamanda ilimlerin her şeye hükmetmesi, bu ilimler arasında söz söylemek ve yazmak ilminin en gözde bir ilim olacağı gerçeğinin bilinmesi de bu yola çıkan kalem ehli için çok mühim herhalde.

Hayata ve olaylara sadece kendi dünyasından bakan değil de, toplum içinde, cemiyetin, cemaatin dünyasından da bakan ve yazan olmak da bir yazar için gaye olabilir.

Günü geçiştirmek, sayfayı doldurmak ve yazmış olmak için yazmanın ötesinde, kendimize ve cemiyete fayda sağlayıcı, ders alıcı ve verici yazılar yazmak da ayrı bir hedef olabilir.

En güzeli de cemaatin fikir dünyası ve sohbet atmosferi içinde gezebilmek ve gezdirebilmek olmalı. Ahirzamanın tarifi içinde iman ve inanç tariflerini izah ve isbatını anlamak ve anlatmak konularının da kendimizi vazifeli bilmek ve bu konularda gayret içinde olmak elbette ki yazılarda en önemli şıkkı temsil edecektir.

Araştırarak, okuyarak, dinleyerek ve görerek yazmayı ısrarla denemek ve bunu başarmak… Çalışmaları yapıp gayret sarf ettikten sonra Tevfik ve muvaffakiyeti kelâm-ı kadim sahibi Rabb-ı Rahimimizden beklemek…

En güzel duâ ve niyazlarımızla.

07.12.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri