|
|
Şaban DÖĞEN |
Teröre çözüm |
|
Geçtiğimiz günlerde Milwaukee Spanish Journal gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Robert Miranda’nın Doğu ve Güneydoğu problemleriyle ilgili çözümün bizde olduğuna dikkat çekmesi sizin de ilginizi çekti mi?
Hani Hz. Ali’nin güzel bir sözü var: “Hastalığın sendendir. İlâcın da sendedir” diye. Bu hakikate ne kadar da uyuyordu Robert Miranda’nın söyledikleri? Demek istiyordu ki: “Ey Türkiye, hastalığınızın ilâcını ne şurda burda arayıp duruyorsunuz? İlâcınız kendinizde.”
Amerikan Ulusal Köşe Yazarları birincilik ödülü sahibi, İslâmı da din olarak seçip Davud Ali Selam ismini alan Robert Miranda, Amerika gibi bir yerde İslâmda deva bulmuş dertlerine. Doğu ve Güneydoğu hastalığının tedavîsini de İslâmda görüyor.
Şimdiye kadar hangi derde deva olmamış ki İslâm? Karşılıklı nice insanın öldüğü, 110 yıldır aralarında kan dâvâsı süregelen Evs ve Hazreç kabileleri gibi daha nice kabileyi kardeşler hâline getirip medeniyetten, insanlıktan uzak o on binlerce insanı dünyanın en medenî ve karıncayı dahi incitmekten çekinir hâline getirmemiş miydi? Osmanlıyı asırlarca ayakta tutan en önemli bağ da bu değil miydi? Türk-Kürt ve daha nice ırk, etle tırnak misali kaynaşıp yüzyıllarca bir arada yaşamamışlar mıydı?
Yıllar önce terör daha bu seviyelere gelmeden uçaklardan kardeşliği dile getiren âyet-hadisli broşürleri atarken terörü üretmeyecek bir atmosfer için adım atmıştık. Ne var ki devamı gelmedi.
Robert Miranda da, “Çözüm yine İslâmda, İslâm kardeşliğinde” diyor. Umut Yavuz’la 28.10.2007 tahinde yaptığı söyleşide, bugün, hakkında değişik dünya ülkelerinde 500’den fazla tebliğ sunulan büyük Kur’ân yorumcusu Bediüzzaman’ın bu yorumlarından birinde milliyetçilik meselesini işlediğine dikkat çekiyor: “Bediüzzaman 23. Mektub’unda, milliyetçilik ile ilgili olan 3. kısmında bunun cevabını çok açık bir şekilde vermektedir. Herkes bu kısmı lütfen dikkatle okusun. Müslümanlar olarak hepimiz biliyoruz ki, ırkçılık İslâm ile taban tabana zıt bir kavramdır. Bediüzzaman’ın düşünceleri ise bugüne kadar okuduklarım arasında en derin ve faydalı olanlarıdır. Açık bir şekilde inanıyorum ki, onun sözleri dünyayı çok olumlu bir yönde etkileyecektir.”
Robert Miranda tâ Amerika’dan bunu görüyor da, biz niye göremiyoruz?
Yıllardır basında aleyhte yapılan propagandalarla Bediüzzaman’la ilgili hiçbir şey okumadan, araştırma yapmadan olumsuz kanaate sahip veya insaflıysa okumadığını beyan eden aydınımız maalesef Bediüzzaman’dan habersiz; objektif olamıyor, dolayısıyla onun sunduğu reçeteyi de bilmiyor, tedaviyi dışarılarda arıyor.
Ne dersiniz, onun anarşi ve terörle ve bunun tedavisiyle ilgili tesbitlerine bir göz atalım mı?
30.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Bir ihtiyaç olan istişarenin esaslarını herkes öğrenmeli |
|
Ehlinin, uzmanlarının fikirlerine müracaat, danışma, başkalarının görüşlerine yer ve değer vermek ve çok seslilik demek olan meşveretin kaynağı ve mahiyetinden önce, meşveretin zıddı olan tek seslilik, baskı/diktatörlüğün mahiyetine; ardından meşveretin Kur’ân ve Sünnet’teki yerine temas edeceğiz.
Ardından Bediüzzaman’ın, meşveretle ilgili âyet ve hadîslerin açılımını nasıl yaptığına bakacağız. Daha sonra da meşveretin geçerli olması için gerekli şartları, usûlü, prensipleri, heyetinin teşekkülünü, kimlerle istişare edilip edilmeyeceğini işlemeye çalışacağız. Sonuç bölümünde de, meşverete kimlerin niçin itiraz ettiğini; eleştirilerinin meşveret esasına göre ne anlama geldiğini ve buna karşı nasıl bir tavır takınılması gerektiğini tahlîle tâbi tutacağız.
Meşveretin mahiyetini, esaslarını, tarzını yalnızca meşverete katılanlar değil, meşveret üyelerini seçecek yediden-yetmişe herkes öğrenmelidir. Zira, ona göre seçimini yapacaktır. Ayrıca, ileride kendisi de meşveret heyetine seçilecektir. İstişarenin sağlıklı işlemesi de buna bağlıdır. Ayrıca, meşveret, İslâmın, imanın özelliği, hürriyetin temel özelliklerinden, hatta, farz olduğuna göre, onun esaslarını öğrenmek tefekkür ve ibadettir.
Bulaşıcı hastalıklar gibi yayılan istibdat/baskı,1 diktatörlük, bir şeyi zorla kabul ettirmek, tahakküm, keyfî işler, kuvvete dayanarak cebir kullanma, zorbalık, tek görüş, suistimâle gayet müsait bir zemin, zulmün temeli, insanlığın mahvedicisi, sefalet derelerine yuvarlandıran, İslâm âlemini zillet ve sefalete atan, garaz ve düşmanlığı uyandıran, İslâmiyeti zehirlendiren, herşeye bulaşarak zehrini atan muzır ve olumsuz bir haslettir.2
Çağımızda istişarenin mânâsını, önemini en iyi şekilde kavrayan, anlatan ve hayatı boyunca uygulamasını yapan ve Asr-ı Saadetteki meşveret anlayışını çağımıza taşıyan, dünya çapında mütefekkir olan Bediüzzaman Said Nursî’dir.
İnsan, sosyal bir varlıktır, toplumun diğer ferdleriyle bir arada yaşamak zorundadır. Hem kendi ihtiyaçlarını karşılamak, hem görevlerini en iyi şekilde yerine getirmek, hem de başkalarına daha faydalı olmak için mutlaka başkalarının görüşlerine müracaat etmeli, işin ehillerine danışmalı, uzmanlarıyla meşveret etmelidir. Ki, bir fert, toplumun içinde yalnız başına bir şey yapamaz. Diğer taraftan, görüş ve düşünceleri, aklı ve muhakemesi, bütün meseleleri ihata edemez. Şu halde istişare etmek durumundadır.
Meşveretin gücünü, şu örnek penceresinden tahmin edebiliriz: “Üç elif ittihad etmezse, üç kıymeti var. Sırr-ı adediyet ile ittihad etse, yüz on bir kıymet alır. Dört kere dört ayrı ayrı olsa, on altı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksat ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dört bin dört yüz kırk dört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi, hakikî sırr-ı ihlâs ile, on altı fedakâr kardeşlerin kıymet ve kuvvet-i mâneviyesi dört binden geçtiğine, pek çok vukuat-ı tarihiye şehadet ediyor.
“Bu sırrın sırrı şudur ki: Hakikî, samimî bir ittifakta herbir fert, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on hakikî müttehid adamın herbiri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda mânevî kıymeti ve kuvvetleri vardır.”3 İşte istişarenin gücü!
İstişare, yalnızca ferdler arası değil, aynı zamanda, toplumun bütünü veya toplumlar arası herhangi bir konuda karar almak üzere bir araya gelerek çoğunluğun fikrine tâbi olmaktır. İlmî, ekonomik, sosyal ve siyasî gibi hemen her konuda ve idarî sistemin şekillenmesi ve işletilmesinde başvurulması gereken önemli bir prensiptir.
Zaten işlerin şûrâ ile yürütülmesi Allah’ın emridir. Bu emri tebliğ ve tavsiye eden ve en güzel biçimiyle uygulayan Resûlullah’tır.
Dipnotlar:
1- Tarihçe-i Hayatı, s. 79.; 2- Münâzârât, s. 22; 3- Lem’alar, s. 165.
30.10.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kısa kısa |
|
Esra Çelik: “Ramazan’daki kaza borçlarımı tuttum. Bittiğinin ertesi günü Şevval ayı için 6 günlük oruca başlamıştım. Ama ilk günü bilerek orucumu bozdum. Kefaret gerekir mi? Ya da sadece o orucun bir günlük kazası yeterli olur mu? Bir de günah boyutu nedir?”
Şevval ayında altı gün oruç tutmak sünnettir. Sünnet olan bir oruç tutulduktan sonra bilerek veya bilmeyerek bozulursa, bir gün kaza etmek vacip olur. Ve bu yeterlidir. Kefaret gerekmez.
Nafile bir orucu bozmak günah değildir. Fakat kazası vacip olduğundan ihmal etmeden kazasını yapmak gerekir.
***
Volkan Sağlam: “Kur’ân-ı Kerim internetten abdestsiz olarak okunabilir mi?”
Kur’ân-ı Kerim’i okuma esnasında değil, dokunma esnasında abdestli olmak farzdır. Dokunmak söz konusu olmadığından, internet üzerinden abdestsiz Kur’ân okunabilir. Fakat eğer bir zorluk yoksa abdestli okumak şüphesiz faziletlidir.
***
Esma Guz: “Akika kurbanını ikiz kızlarımız için, ayrı ayrı adlarına, doğumlarından bir yıl kadar sonra kestik. Fakat saçlarını traş etmedik ve saçları ağırlığınca altın ve gümüş tasadduk etmedik, bir de kurban etlerinin kemiklerini kırdık, et dağıttığımız insanlara da kemiklerini kırmamalarını söylemedik, sizce bunları yapmadığımız için kurbanımız zayi olmuş mudur ya da bu diğer belirttiğim şeyler ne kadar önemlidir? Bir akika kurbanının nasıl olması gerektiğini gösteren kesin hüküm var mıdır?”
Akika kurbanı kesmek sünnettir. Çocuğu tıraş etmek ve saçı ağırlığınca sadaka vermek sünnettir. Fakat bu sünnetleri yapmamak günah değildir. Yapan sünnet sevabı alır.
Kemik kırmak veya kemik kırılmadığında kurban zayi olur tarzında bir hüküm yoktur. Bu hurafedir. Yaşatmayıp öldürmek lâzımdır.
***
Osman Uslu: “1. Geçmişteki namazlarımızı kılarken yatsı namazından sonraki vitir namazını bir günde iki defa kılınmaz diye söyleniyor aslı var mıdır? 2. İkindi namazının sünneti bazen kılınmayabilir onun yerine kaza farzımızı kılabilir miyiz? Onun için de iki farz üst üste kılınmaz diyorlar.”
1- Vitir namazının kazası yapılır. Çünkü vacip bir namazdır. Bir günde iki defa vitir kılınmaz diye bir hüküm yoktur. Hüküm, art arda aynı namazın “edası” yoktur şeklindedir. Biri eda, biri kaza olursa kılınır. Vitir namazının kazası, günlük vitir namazından sonra veya önce kılınabileceği gibi, diğer vakitlerde de kılınabilir.
2- İkindi namazının sünneti kılınmadığında onun yerine kaza farzımızı kılabiliriz. İki farz üst üste kılınmaz diye de bir hüküm yoktur. Nitekim bu farzların konumları farklıdır: Biri edadır; vaktin farzıdır. Diğeri kazadır; geçmiş bir namazın farzıdır.
***
Hatice Güner: “Tedavi sebebi ile tutulamayıp fidyesi verilen oruçların tedavi bittikten sonra kaza edilmesi gerekir mi? Gerekirse fidyenin hükmü ne olur?”
Tedavi sebebi ile tutulamayıp fidyesi verilen oruçlar, tedavi bitip sıhhate kavuşunca yeniden kazaen tutulur. Fidye, hasta sıhhate kavuşmaması durumunda farz olarak orucu karşılar. Fakat bu farz, hasta sıhhate kavuşunca orucu kaza etme yükümlülüğünden kurtarmaz.
Çünkü oruç bedenî bir ibadettir. Bizzat tutulması esastır. Sıhhat söz konusu olunca da, oruç günlerinde beliren engel kalkmış olmaktadır. Bu durumda yeniden ve bizzat orucu tutmak gerekmektedir.
Verilmiş olan fidye zayi olmaz şüphesiz. Malı farz olarak vermek gibi bir sevabı kazanmak ancak şükrü gerektirir.
***
Rabia Sağlam: “Kaza orucu tutarken unutarak bir şey yiyip içmek orucu bozar mı? Bozarsa yiyip içmeye devam mı etmek gerekir, yoksa yememek mi gerekir?”
Kaza orucu tutarken unutarak bir şey yemek veya unutarak bir şey içmekle oruç bozulmaz. Derhal ağızdakini tükürüp oruca devam etmelidir.
***
Turan Bey: “Nafile oruç için sabah kalktığımızda hiçbir şey yememişsek niyet edebilir miyiz? Bunun bir süresi var mı?”
Nafile oruç için sabah kalktığımızda eğer oruç bozucu bir davranışımız olmamış ve hiçbir şey yememişsek niyet edebiliriz. Kaba kuşluğa kadar bu şekilde (oruç bozucu bir davranışta bulunmamak şartıyla) niyet edilebilir.
30.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hasan GÜNEŞ |
Savaşın eşiğindeki terör |
|
Türkiye Cumhuriyeti nedense kuruluşundan beri bir türlü istikrara kavuşamadı. Irktan mezhebe, ideolojiden siyasete kadar her türlü farklılık bir çatışma aracı olmuş. Demokrasi ve hukuk gibi prensiplerin çoğu zaman sadece kâğıt üzerinde kalarak, en önemli makamların bile kuvvete dayalı çözümlerle belirlenir hale getirilmesiyle doğudan batıya herkes gözünü kuvvete dikerek istikrarı alabildiğine kırılgan hale getirmiştir.
Bir zamanlar aralıklarla devam eden anarşi ve terör, artık birlikte yaşamaya alışılması gereken bir gerçek haline dönüşmüştür. Vaktiyle, önleyici vuruş ile yeri-yurdu belli birkaç aşiret liderine karşı yapılan güya başarılı hareketler, altmış-yetmiş sene sonunda hadiseyi ulaşılamaz mekân ve boyutlara, hatta savaşın eşiğine taşımıştır. Şimdi geriye bakıp da önleyici vuruş muydu, yoksa uyuyan fitne uyandırılarak ideolojiye mi dönüştürüldü diye tartışmanın pek faydası yok artık.
Gerçekte devletin ta baştan göremediği, feodal sistemin artık bittiğiydi. Devletin politikaları ne olursa olsun, üç-beş aşiret liderinin elde tutularak bölgenin sağlama alınacağını düşünmek çağı okuyamamak demektir. Ya da büyük Fransız ihtilâli gibi olayları sadece kendisinin duyduğunu zannetmektir.
Dini, hayattan silmek maksadıyla bir araç olarak kullanılan ırkçılığın ve İslâm öncesi aidiyet arayışına yönelmenin herkesi aynı arayışa tahrik etmesi kaçınılmazdı. Birinin eski Moğolistan dinlerine kadar sayması, diğerinin eski İran Mecusilerine kadar gitmesiyle sonuçlandı. Kur’ân-ı Kerim’de “Hatta kabirleri de saymaya kadar gittiler” şeklindeki ifadede olduğu gibi ölmüş gitmiş ve mezar taşı haline gelmiş cahiliyye âdetleri, efsaneler, hurafeler ve hatta nemrutlar iftihar vesilesi sayıldı.
Şüphesiz, hadise, Anadolu’daki mütedeyyin vatandaşta değil, okusun diye gönderdiği gençlerde bitiyordu. Artık onları feodal sistem ya da aşiret bağı değil, dünya çapındaki ideolojiler ve içerideki kabirleri saymaya kadar giden anlayışlar yönlendiriyordu. Bizi bin senedir bir arada tutan İslâm, çağdışı ve irtica ilân edildiği için zaten gündemde yoktu. Peygamber ocağı ile ilgili bütün imajlar tahrip edilirken, öbür taraftan da “İslâm askerine silâh çekilmez” prensibi zihinlerden silinmeye çalışılıyor ya da mânâsız hale getiriliyordu.
Malûmunuz, Bediüzzaman Hazretleri yüz sene öncesinden bugünkü dehşetli sonuçları görerek bütün İslâm âlemine, özellikle Anadolu ve Ortadoğu’ya hizmet verecek din ve fen ilimlerinin birlikte okutulduğu üniversiteler kurulması gerektiğini ısrarla ifade etmişti.
Aslında tarih tekerrürden ibaret. İskenderiye okulundaki Yunan felsefesinin etkisiyle Batınîliğe dönüşen Şiâ-Fatımî siyaseti, bu günkü sıcak bölgelere geldiğinde Mecusilik gibi putperest anlayışlarla mezc olarak korkunç bir teröre ve suikastler zincirine dönüşmüştür.
Meşhur Selçuklu veziri Nizamülmülk ve İmam Gazalî, Nizamiye Medreseleriyle Batıniliğin halk ve ulemadaki desteğini yok ederek tersine çevirmiştir. Daha sonra Selahaddin Eyyubî vasıtasıyla el-Ezher’in fiilen de ehl-i sünnetin eline geçmesiyle İslâm dünyası birlik ve beraberlikte barış ve huzurda çağlara damgasını vurmuştur. Bugün çatışma sebebi olan farklılıklar, o zaman bizim Ortadoğu’daki en büyük gücümüz olmuştu. Bu günkü üniversiteleri bu yönden de masaya yatırmakta fayda var.
Bugün karikatür krizleriyle meşhur kuzey Avrupa ülkelerinin Güneydoğu ile ilgileri tesadüf değildir. Bölge, aynı zamanda Hıristiyanlık öncesi putperest dinlere ilginin en fazla olduğu bölgedir. Türkiye’de ırkçılık eğitimini tepki olarak alanların, lâdinî eğitimle önce Marksizm, son durak olarak da kuzey Avrupa’da sosyalizm ve ateizmde karar kılmaları ilginçtir. Bir zamanlar Orta Asya’daki kazılarıyla meşhur Kuzey Avrupa enstitüleri şimdi bizim sıcak bölgemizdeki efsanelerle ve cahiliyye dönemleriyle ilgileniyorlar. Kabir sayma işlerini başkaları adına onlar yapıyor.
Evet silâhı eline almış acımasız eşkıyaya karşı öncelikli olarak silâhın dışında bir çare henüz bulunmuş değildir. Fakat bunun uzun vadede bir şey ifade etmediği artık en yetkili ağızlar tarafından da itiraf ediliyor. Bataklığı kurutacak ve yeni katılımları önleyecek tedbirleri almak gerekiyor.
Tarihe bakıldığında bölgeden nice devletler, nice güçlü komutanlar gelip geçmiştir. Tutunabilen ve uzun ömürlü olanlar ise ancak İslâmî hassasiyeti olanlar olmuştur.
Durum gerçekten vahimdir ve inciticidir. Bir zamanlar haçlıların korkulu rüyası olan iki kardeş, şimdi ikisi de onların kapısını aşındırıyor. Güya hangisi daha çok destek alırsa o kazanacak. Halbuki kazanacak olan, kumardaki gibi her zaman tezgâhtır.
30.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Alamut, Bekaa ve Kandil |
|
Olaylar Türkiye’yi büyümeye zorluyor, belki de şerden çıkacak hayır budur. PKK ve Barzani ve Talabani gibi liderler de bunun çekicisi oluyorlar. Tabiî ki bilmeden. Kabul etmek gerekir ki, Türkiye’nin askerî hareketliliği ve çapının belirsizliği karşı tarafta panik meydana getirmiştir. Hatta onları tahrik etmiş de olabilir. Karşı tedbirleri bunu gösteriyor. Lâkin Barzani ve Talabani de tutarsızlıkları ve bu sebeple güven vermeyişleriyle de belâyı üzerlerine dâvet ediyorlar. Özellikle de Barzani, PKK’nın mantığına teslim olmuş ve onun diliyle konuşuyor görünmektedir.
27 Ekim 2007 tarihinde 22:00 ile 22:30 suları arasında Irak’ta yayın yapan Şarkiye Kanalı’nın konukları arasındaydım. Bir de Barzani partisini temsil eden bir konuk vardı. Konuşma üslûbu gayet tutarsızdı. Hem Türkiye’nin medenî bir dili benimsemesini istiyor, hem de eşkiyalardan dem vuruyordu. PKK mı silâh bırakarak medenî bir dil benimsemeliydi, yoksa savunma pozisyonunda olan Türkiye mi silâh bırakmalı ve medenî bir üslûp geliştirmeliydi? Bunu sorduğumda tabiî ki yalpaladı. Kendisine de üslûbunun tutarsız olduğunu söyledim. Ortada bir onun da dediği gibi dağlarda gizlenmiş eşkiya çeteleri varsa onlarla edebî veya medenî dille konuşulabilir mi?
Bununla birlikte son sıralarda Türkiye’de görülen kitle tepkileri ve mobilizasyonu çok abartılı. Hem gereksiz, hem de zararlı. Bunu yapanlar reflekslerini kontrol etmeliler. Irak’taki muhatabım PKK’nın dağlara sığındığını ve onları oradan 50 yıl dahi olsa söküp atmanın mümkün olmadığını söyledikten sonra sohbetin sonuna doğru aynen Barzani yönetimi gibi ‘Gelip arayabilirsiniz, buralarda öyle birileri yok’ dedi. Bu Mevlânâ’nın hikâyelerinde olduğu gibi Allah’ı inkâr ederek kendisi inkâr eden adamın haline ve hikâyesine benzer. Bir şeyler yapmak istiyorlar, ama ellerine yüzlerine bulaştırıyorlar. Sözgelimi, Kandil Dağlarında PKK rehberi olduğu anlaşılan Bozan Tekin: “İskender’den beri bu bölgeler kimsenin kontrolüne girmemiştir” diyor. Osmanlı eşkiyası gibi ‘Ferman padişahınsa dağlar bizimdir’ diyor. Aynı şeyleri Irak’taki muhatabım da dedi ve siyasî temsilcileri Barzani ve Talabani de diyor. Öbür taraftan da kimseyi teslim etmeyeceklerini söylüyorlar. Bütün bu ifadeler birbiriyle çelişiyor.
***
Lojistik destek olmasa PKK’nın Kandil Dağında barınması mümkün değil. Bunu da onlara temin edenler yerel Kürt partileri. Ben de Iraklı muhatabıma şunları söyledim: “Haşhaşiler de Alamut Kalesinde müstahkem kalelere sığınmışlardı, ama Moğollar gelip onları tarihin çöplüğüne süpürüp gittiler...” Barzani gibiler Türkiye’nin silâhlı mukabelesinin netice vermeyeceğini ve bundan dolayı pazarlık için masaya oturulmasını istiyorlar. Barzani önce PKK ile Türkiye’yi masaya dâvet ederken sonra ortaya kendi ismini atmış ve muhatap olarak kendisini göstermiştir. Türkiye açısından askerî çözüm, çözüm değilse onlara göre silâhlı isyan bir çözüm müdür? Burada yine bir çelişkileri var. Galiba onlar da bunu anlamak istemiyorlar. Bilindiği gibi PKK geçmişte Bekaa Vadisinde üsleniyordu. Suriye kendisini terk edince Irak dağlarına kaçtılar. Irak dağlarında da bir hami bulamazlarsa aynen durumları Bekaa Vadisindeki gibi olacaktır. Bundan dolayı, Türkiye, Kuzey Irak üzerine askerî baskı yapıyor. Kendileri Türkiye’nin askerî mantığına teslim olmazken Türkiye’nin örgüt askerî mantığına teslim olmasını istiyorlar. Bunlar gerçekten de çocuksu şeyler. Belki de utanılacak şeyler. Barzani’nin dilinin kemiğinin olmadığı anlaşılıyor. Son olarak da 50 milyon Kürt’ten bahsetmiş ve bunları da PKK saflarına katmış. Öyleyse kendisi niye PKK’ya biat etmiyor? Anlaşılan ırkçılık gözlerini kör etmiş. Bunun kompleksiyle ne konuştuğunu dahi bilmiyor. Dolayısıyla PKK ile Barzani’nin üslûbu arasında hiç fark kalmamış. Bu da isimlerini referans olarak vermekten hiç hazzetmeyeceğim Michael Rubin veya Ertuğrul Özkök’ün Barzani ile ilgili sözlerine hak verdirir nitelikte.
***
Barzani son konuşmasıyla da PKK ile aynı safta olduğunu ispat ettiği gibi aynı üslûbu ve söylemi paylaştığını da göstermiştir. Dolayısıyla kendisini muhatap gösterse de konuşma ve davranışlarıyla muhatap alınmasını imkânsız kılıyor. Öyleyse Kürtlerin artık Batı ile uyumlu değil, Batı’nın maşası değil, komşularıyla ve İslâm dünyasıyla uyumlu liderler çıkarmasının vakti gelmiştir. O potansiyel isimler de zaten bu partilerin baskısı ve cenderesi altında bulunuyorlar. Kürtlerin de, kimliklerinin ve coğrafyanın üzerlerine yükledikleri bu görevden kaçma lüksleri yok ve kaderleri budur. Kimse kaderinden kaçamaz.
30.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
“Öncelikli meseleler” |
|
Elbette Türkiye’nin meseleleri bitmez. Ekonomiden siyasete, terörden eğitime kadar onlarca mesele ile yoğruluyoruz. Bu meselelerin bazıları ‘öncelikli’, bazıları da ‘ertelenebilir’ özellikte. Anadolu Aslanları İşadamları Derneği (ASKON) bu anlamda bir çalışma yaparak; “Ülkemizin Önemli ve Öncelikli Meseleleri” adlı bir araştırma raporu (Askon Araştırma Raporları: 11, Eylül 2007, İstanbul) yayınlamış.
Belki de her maddesinin ayrıca araştırılması ve tartışılması gereken maddelerin bir kısmını, aktaralım:
* Ekonomi yönetimi çok başlı imajından kurtulmalıdır.
* Özerk kurullar ve kurumlar ile merkezî yönetim arasında çok iyi bir korelasyon kurulmalıdır.
* İç ve dış gelişmeler konusunda konsensüs sağlanamaması, geleceğe yönelik olumsuz beklentilerin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.
* Ekonomik ve siyasî gelişmeler ile ilgili iyimserlik yerine sürekli karamsarlık pompalanmaktadır.
* Ülkemizin ekonomik varlıkları ile ilgili envanter bir an önce oluşturulmalıdır.
* Ülkemizde kamu ve özel sektör için bir “Makro Yönlendirme Planı”na ihtiyaç bulunmaktadır.
* Ekonomi yönetimi noktasında “Öncelikler” sıralaması yapılması bir zorunluluktur.
* Ülkemizin ekonomi politikalarının temel belirleyicileri nitelenmelidir. (Yabancı sermaye, yatırımların niteliği, özelleştirmeler, ekonomide kamunun ağırlık seviyesi, vs.)
* Ülkemizde faiz oranları çok yüksek seyretmektedir.
* Enflasyon oranları kritik eşiğin altına inme noktasında direncini muhafaza etmektedir.
* Rant ekonomisi kamufle tarzda devam etmektedir.
* İç borçlanma düzeni ve miktarı yıpratıcı olmaya devam etmektedir.
* Borç yükü ve buna bağlı faiz yükü, bütçelerin büyük kara deliği olmaya devam etmektedir.
* Reel sektörün korunup büyütülmesi için gerekli tedbirler alınmamaktadır.
* İşsizliğin yüksek oranı düşürülmemektedir.
* Tarım politikaları netleşmiyor. Destekler dengesiz ve sektörü geliştirici değil, endüstriyel tarım da yeterince gelişememektedir.
* Carî açık daimî tehdit niteliğine bürünmüştür. Özellikle sıcak para ile finansmanın sağlanması ekonomideki makro göstergelere olan güveni azaltmaktadır.
* Finans sektöründeki gelişmeler “ekonomik güvenlik” kavramının çok ötesinde gelişmektedir. Finansta hâlen tehlikeli bir yabancılaşma sürmektedir.
* Bilgi ve teknoloji üretme merkezleri ekonomik yapılardan ve pratiklerden bağlantısız çalışmaktadırlar.
* Ar-Ge ve inovasyon kültürü, geliştirilip yaygınlaştırılamamaktadır.
* Enerjide dışa bağımlılık seviyesi çok yükseklerde seyretmektedir. Behemehal nükleer enerji tesislerinin kurulması gerçekleştirilmelidir.
* Sosyal güvenlik açıkları bütçenin önemli ikinci kara deliği olmaya devam etmektedir.
* Sermaye hareketlerine, özellikle sıcak para akınlarına karşı yeterli bariyerlerimiz bulunmamaktadır.
Tabiî ki ‘dert’ler bunlarla sınırlı değil. ‘Ekonomi penceresi’nden hayata bakan ASKON’un tesbitleri bunlar. Bütün STK’lar, kendi pencerelerinden bakarak ‘dert’leri ve ‘çareleri’ni de ortaya koyarsa belki Türkiye’nin uyanmasına vesile olurlar.
30.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Diken üstünde |
|
Ankara diken üstünde. Gündem Irak’a uygulanacak ambargo. Bakanlar Kurulu, MGK’da tavsiye edilen “öncelikli ekonomik tedbirleri” alelacele ele alıyor.
Ancak Ankara’nın işe ambargo ve Habur sınır kapısını kapatmakla başlaması, hükümeti daha baştan ciddî bir yanlışlığa sürüklüyor.
Ambargo listesinde en başta Irak’a verilen elektriğin kesilmesi geliyor. Irak’la yapılan anlaşma gereği, Irak’ın kuzeyindeki pek çok sanayi tesisi ve ticarî işletme ile evlerde kullanılan elektrik Türkiye’den sağlanıyor. Elektrik ambargosu, bölgeyi karanlıkta bırakmakla kalmayacak, beraberinde su sıkınıtısını da getirecek.
Ve sınırın iki tarafından yüz binlerce insanın, şoförün, nakliyecinin, esnafın işini kaybetmesi, terör örgütü tarafından acımasız bir propaganda ile istismar edilecek.
Diğer yandan “sınırötesi operasyon”un uzun süreli kara harekâtına dönüşmesi riski, içte ve dışta ekonomik endişelere sebebiyet veriyor. Başta terör örgütü olmak üzere, Irak’ın kuzeyindeki yönetimin ve işgalcilerin bunu fırsat bilecekleri belirtiliyor.
Irak hükümeti, her vesileyle “terörle mücadele”de aczini bildiriyor. Irak Başbakanı, Bağdat’ta Türkiye Dışişleri Bakanına, terör örgütünün Irak’ın en önemli gelir kaynağı olan petrolün ihracına darbe vurmasından duydukları korkuyu iletiyor. Malikî’nin, PKK’nın kendileri için de tehdit oluşturduğunu vurgulayıp, Irak’ı petrol boru hatlarını patlatmakla tehdit ettiklerini söylemesi, bunun ifâdesi.
Gayet açık ki Irak hükümetine ve bölge halkına yönelik “ambargo”nun hiçbir faydası olmayacak. “Ambargo” hiçbir işe yaramayacak; alabildiğine istismarla Türkiye’nin aleyhinde istimal edilmesinin dışında...
* * *
Bu arada ABD’nin Kuzey Irak’ı Türkiye’ye bırakacağı, ABD’nin isteğiyle Türkiye’nin de rızâsıyla kuzeyde bir “Kürt devleti”nin kurulacağı, Öcalan gibi Karayılan’ın da paketlenip Türkiye teslim edileceği senaryoları; Türk askerinin Kuzey Irak’a girip orada kalacağı senaryolarıyla birleştiriliyor.
Bunlar bir tarafa, terör örgütünün nihâyette “stratejik müttefik” ABD’nin himâyesinde palazlanıp azdırıldığı artık herkesçe biliniyor. İran, terör örgütünün ABD’den açıkça destek aldığını delilleriyle ispatlamaya hazır olduğunu bildiriyor.
Deneyimli bir siyasetçi olan KKTC’nin kurucu Cumhurbaşkanı Denktaş’ın, “ABD, PKK’yı koruyor; eğer isteseydi şimdiye kadar Türkiye’de akan kanı çoktan durdururdu” tesbiti bunlardan biri.
Her ne kadar açıkça dile getirmezse de, bunu, Başbakan Erdoğan’ın teröre karşı düzenlenen mitinglerde, “Maalesef stratejik müttefikimiz ABD dahil dost görünenler teröre yataklık yapıyor; uygulama isteriz, uygulama yoksa samîmiyet de yok demektir” yakınmasından da anlıyoruz.
Ki Irak’taki Amerikan işgal birliklerinin Kuzey Komutanı Benjamin Mixon, PKK’nin lojistik destek hatlarının bölgesinden geçtiğini kabul ediyor.
Yerel yönetimin bu konuda adım attığını görmediğini kaydeden Mixon’un, “Dürüst olmak gerekirse ABD ordusu olarak biz de PKK’yı tâkip etmiyoruz; bundan sonra da kuzeydeki eylemlerini önlemek için kesinlikle hiçbir şey yapmayacağız” sözleri, ABD-PKK ilişkisini resmen tescilliyor.
Keza CIA’nın Türkiye Masası Şefi Graham Fuller’in, Los Angeles Times gazetesinde, “ABD’nin Ortadoğu politikaları tüm bölgede şiddeti tetikledi ve terörizmi Türkiye’nin kapısına taşıdı” diye yazması, bunun bir başka ikrarı.
Bu durumda, Dışişleri Bakanının Ankara’ya gelen ve içinde bakanların da bulunduğu Iraklı heyetini “buz gibi yapması”nın ne anlamı kalıyor? Veya Başbakan’ın meydanlarda “stratejik müttefik”e veryansın etmesinin hangi etkisi olacak?..
* * *
Ankara’nın başta teröre resmen destek veren ABD’ye tavır alması gerekir. Hâlâ terörü bizzat besleyip himâye eden sözde “dost ve müttefik” işgalcilerden “anlayış” beklemek değil.
Ne var ki Başbakan, “Kimsenin olurunu almaya ihtiyacımız yok” dese de, terörle mücadele için “stratejik müttefik”in “olur”unun alınmaya çalışıldığı ortada. Bütün “kararlar”ın 5 Kasım’da Bush’la yapacağı görüşmeye endekslenmesi de bundan...
Halbuki Washington’un özellikle 11 Eylül olayları sonrası dayattığı dış politikasının, Türkiye, Ortadoğu ve bütün İslâm dünyasının zararına olduğu gün gibi âşikâr.
En vahimi de, Türkiye’ye yönelik “genişletilmiş büyük Ortadoğu projesi”nde, haritaları ortada dolaşan Irak’ın yanı sıra, İran, Suriye ve birçok bölge ülkesine ilâveten Türkiye’nin de bölünüp parçalanması. Ortadoğu’da ufak ve güçsüz daha onlarca devletçiğin türetilmesi...
Türkiye’deki Kürt kökenli vatandaşların da bu fitneye âlet etmek için asimetrik kışkırtma ve provokasyon provalarının yapılması...
Buna mukabil hükümetin, Kuzey Irak’a yakınlaşması, sınır kapısını denetlemesi, Türkmenlere sahip çıkması, terör örgütünün provokatif yayınlarına karşılık yayınlar yapılması, “koordinatörlük kandırmacısı”na kanmaması, Amerikan uçaklarının İncirlik’i ve diğer üsleri kapatması ve Habur’dan geçen Amerikan askerî mühimmatı engellemesi benzeri tedbirlerde kararlılıklar göstermesi gerekiyor.
Bütün bunları, Başbakan’ın eski özel kalem müdürü ve milletvekili Turhan Çömez, “Yapmalıydınız” başlıklı mektubunda açıkça yazıyor.
“Aksi halde tarih sizi affetmeyecek ve size hesap soracaktır” diye uyarıyor...
30.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Güneydoğu meselesi |
|
Güneydoğuya bakışımızı biraz daha derinleştirerek, belli başlıkların incelenmeye ihtiyaç olacağını görürüz.
Bunlardan birincisi, güneydoğunun sosyal, kültürel ve ekonomik meseleleri. Bu konunun diğer bölgeler gibi kalkınma ve yatırım programları ile insan kaynağının eğitimi olarak değerlendirilmesi ve başka bir problemle beraber anılmadan yoğun bir öncelikle çözülmesi gerekir. Bu kısım asla askerî yaklaşım veya dolaylı dayatmalarla resmî ideolojinin kalıpları ile değerlendirilmemeli. Birinci derecede hükümet bizzat olaya seferberlik düzeyinde el koymalıdır.
Problemlerin yeşerdiği, fitne tuzaklarının kurulduğu bölgede, insanlara acilen iş ve aş verilmelidir. Ekonomik yetersizlik, sefalet ve nüfuz yoğunluğu iç içe bunalımı arttıran ve tahriki kolaylaştıran sebeplerdendir.
Eğitim düzeyinin düşük olması, eğitim kalitesinde yaşanan sıkıntı, gerginlik ve feodal yapının baskıladığı insanlar, yeni bir arayışın ve maceranın kucağına rahatlıkla itilebilmektedir.
Bu problemler, terör ve bölücü ırkçı figürlerden ayrı tutulmalıdır. Birbirine karıştırılan ve tahrik vesilesi kılınıp ajitasyona sebebiyet veren tutumlardan kaçınılmalıdır.
Kamu kaynaklarının daha rasyonel bir şekilde üretim ve istihdamla eğitim ve sağlık için kullanıldığı, mastır bir plan çerçevesinde özel sektörün taşın altına elini koyduğu bir girişimci lokomotifler Siyasetçiden fazla siyaset yapan, ticaretle de kazanan TÜSİAD, TOBB gibi kuruluşlar, kârlılık ve etkinlik merkezli olsa da, sosyal sorumluluklarının gereği olacak yatırım hamlesine girişmelidirler.
Ülkenin kanayan yarasına merhem olmak, bu millî meselenin ekonomik ayağını ve sosyal boyutu ile kültürel açmazını dinamik bir yapıya kavuşturmak, ciddi kafa yormayı gerektiren atölye çalışmaları ile mümkün olur.
Bölgeyi istismar edenlerin elini gevşetecek olan ana çözüm, işsizlik handikapını aşmaktan geçiyor.
İkincisi ise, terör meselesidir. Terörün, kendi cinsinden bir mukabele ile halka zarar vermeden ve yerleşim alanlarına çekmeden dağda ve ininde çözülmesi gerekir. Bunun iki boyutu var. Biri siyasî iradenin çerçeveyi belirlemesi, ikincisi ise güvenlik güçlerinin bu siyasî çerçeve içinde kalmaları. Yani bir tarafta eli silâhlı terörist etkisiz hale getirilirken diğer tarafta demokrasi, insan hakları ve dağa çıkan yeni gençlere kapı açacak nefret ve tepki dalgasına fırsat verilmemelidir.
Demokrasinin caydırıcılığı kadar bütünleştirici yönü de sabırla uygulanmalıdır. Sabahtan akşama ve akl-ı selime başvurmadan, gergin psikolojinin etkisinde ateşin düştüğü yeri yakan tehevvürü ile meselelerin çözülemeyeceği de ortada.
Terörün uluslararası bağlantıları, iç destekçileri ve istihbarat kaynaklarının yanılttığı/yanıltıldığı kuşkulu hallerinde doğru ve sağlıklı bir taramaya ve açık tartışmaya açılması gerekir.
Terörü lanetlemek, bilinçli bir şekilde ve taraftarlarını çoğaltmayacak bir derinlik ve karalılıkta olmalıdır. Şuurlu bir çerçeve ve millet sevgisi ile birlik ruhu aşılanmalıdır ki, terörün psikolojisi bozulsun.
Aksi halde karşılıklı, propaganda savaşını andırırcasına kitleleri galeyana getiren, el altında kışkırtırcasına tahrik eden ve sözlü olarak da itidal tavsiye eden çelişkili halleri bulanıklığı arttırıyor.
Güvenlik kusurları, metot hataları ve yaklaşım isabetsizliği de rahatlıkla tartışılabilmeli ki, şer cephenin propaganda araçları azalsın. Toplumun psikolojik destekle ve güvenle terör karşısında daha aktif durabilmesi için katılımcı ve yumuşak bir devlet-vatandaş işbirliği gerekmektedir.
Demokrasi içinde çok sesliliğin çare üretme kapasitesine erişmek lâzım. Bu erişimde, birbirini anlama ve algılarını düzeltip, yakınlaşma ve ortak noktaları bulma imkânı daha fazladır.
30.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
84 yıl sonra |
|
Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında tanklı- toplu askerî törenlerden vazgeçilmesi gerektiğini ilk telâffuz eden isim, Genelkurmay eski Başkanlarından Doğan Güreş’ti. Ama olmadı.
Ardından, dokuz yıl önce, Cumhuriyetin 75. kuruluş yıldönümünün devlet-halk kaynaşmasını sağlama vesilesi olarak değerlendirilmesi için, hazırlıkları önceden başlatılan bir proje uygulamaya konuldu. Yine maksat hâsıl olmadı.
Bunda, projeyi hazırlayan ekibin meseleyi temelinden kavrayacak ve dışlanan geniş kesimleri kucaklayacak bir vizyona sahip olmayışı yanında, o dönemde 28 Şubat krizinin had safhaya çıkmış olmasının da önemli payı vardı.
Sonuçta “sivil kutlama” adı altında gerçekleştirilen etkinlikler, sponsorların desteğiyle organize edilen pop konserlerinin ötesine gidemedi. Bir-iki sene sonra bunların da arkası kesildi.
Ve yeniden eski rutin uygulamaya dönüldü.
Oysa, cumhuriyet kutlamalarını canlandırmak hiç de zor değil. 84 yıldır devlet adına yapılan onca yanlışa rağmen, halk, cumhuriyeti özünde taşıdığı anlamla özümsemiş durumda.
Bediüzzaman’ın 1935’te haksız suçlamalarla çıkarıldığı Eskişehir mahkemesindeki müdafaasında dile getirdiği “Ben dindar bir cumhuriyetçiyim” mesajının kitlelere mal olmuş olması, bunda son derece önemli bir role sahip.
Ama problem, bu açık gerçeğe rağmen “cumhur”u, yani halkı tehdit ve tehlike olarak görmeye devam eden o tuhaf zihniyetin devletteki etkinliğini hâlâ sürdürmesinden kaynaklanıyor.
Gerçi herşeye rağmen demokraside kaydettiğimiz kısmî ilerleme ve özellikle AB sürecinin getirdiği kazanımlar bu etkinliği nisbeten zayıflatmış gibi görünse dahi, derinlerdeki çekirdeğin hâlâ direndiği görülüyor.
Onun için, Türkiye’nin en önemli ve öncelikli meselesi, demokratikleşme sürecini ara vermeden devam ettirip, başka hiçbir konunun bunu geri plana itmesine müsaade etmemek olmalı.
Ama bu açıdan baktığımızda, ne yazık ki, karşımızda hiç de iç açıcı bir tablo göremiyoruz.
Son günlerin havası meydanda. Döndük, dolaştık, yine terör gündemine kilitlendik. Artık yeni bir anayasayı değil, savaş tezkeresinin ne zaman ve nasıl uygulamaya konulacağını konuşuyoruz. Şehit haberleri nisbeten azaldı, onun yerini “Bugün şu kadar terörist köşeye sıkıştırıldı, şu kadarı da öldürüldü” haberleri aldı.
Uzun bir aradan sonra yeniden savaş ve ölüm kokmaya başlayan hava, cumhuriyet kutlamalarına da siniyor. Teröre karşı oluşan haklı infiali başka hesaplar için kullanma tezgâhında bu kutlamalar da istismar edilmeye çalışılıyor.
Pek çok provokasyonu içinde barındıran bu karanlık tezgâhı bozmanın yolu ise, yine demokrasiye sahip çıkmaktan ve hayli zamandır ara verilen demokratikleşme sürecini tekrar hızlandırmaktan geçiyor. Cumhuriyetin gerçek anlamını bulması da bunun başarılmasına bağlı.
1923’ten bugüne yaşanan süreç, bize, demokratikleşmenin önünü kesen en tehlikeli silâh olarak hep terörün kullanıldığını gösteriyor.
Cumhuriyetin ilk yıllarındaki silâhlı isyanlardan, 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül’e kadar...
Demokrasisiz cumhuriyetin istibdad-ı mutlaktan başka bir sonuç vermediğini görüp, demokrasimizi aynı tuzağa bir daha düşürmeyelim...
30.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
“Hatırla”ma sevgili |
|
Son söyleyeceğimi baştan söyleyeyim:
Hatırla Sevgili (atv) dizisi bana göre miadını doldurdu.
Birçok sahnede tekrarlanan mantık hataları artık son bulmalı. Yerli Che Guevera diye gösterilmek istenen Deniz Gezmiş bir kahraman mıydı, sorgulanması lâzım...
Üniversitelerde yaşanan “sağ-sol” çatışmalarında “sol”cular fazlaca ajite edilerek farklı gösterilmek isteniyor.
Deniz Gezmiş ve arkadaşları birer kahraman değildi. Polise ve askere silah çeken “kandırılmış genç”lerdi. Devrimci türküler söyleyen, ellerine silâh tutuşturulmuş ve hem askere hem de polise silâh çekmişlerdi. Üstelik ne yazık ki “emekçileri” kurtaracağına inanmış, “ülkeleri emperyalist güçlerin uşağı” fobisine yakalanmıştı.
Üniversitede silâh taşıyan gençlerin sanki çata/pat silahı taşıyormuş havası verilmesi bir yana, Filistin kamplarında eğitim görmesini çok masum bir havada veriyor dizi film...
Dizide ismi geçenleri hiç olmazsa tarafsız bir gözle aktarsa fena mı olurdu?
Deniz Gezmiş’in hayatı boyunca yaptığı silâhlı eylemler, onun getirdiği sonuç… Kaçışı… Mahkeme safhası, idamı… Dönemin siyasî analizi…
Bunlar tarafsız bir gözle değerlendirilseydi, sanırım Türkiye’de o dönemi yaşamış “sağ”cı ve “sol”cu gençler ilgiyle izleyecek...
Bu yüzden “tarihî gerçekler saptırılıyor” iddiaları dolaşıyor gazete sütunlarında.
Misal, Taylan Özgür’ün ablası Özgür Kıyıcı…
Kıyıcı, kardeşinin “uydurma bir aşk hikâyesinde garnitür olarak kullanıldığını” belirttikten sonra, dizideki gibi üniversite bahçesinde değil, yaralı bir halde Kumkapı’da polis karakolunda öldüğünü ileri sürüyor. Detayları gazetelerde yazılı. Ama Kıyıcı şunu söylüyor: “Yürek acılarını ucuz aşk hikâyelerine sos yaptırmayın.” (Milliyet)
Bu yazıdan iki sonuç çıkıyor.
Birincisi: Dikkat edin, o dönemde de gençler kandırılıyordu, bu dönemde de… Aslında Türkiye’de hiçbir şeyin değişmediği, benzer oyunların tekrar tekrar sahnelendiğini görüyoruz…
İkincisi: Dizi kaliteli olmasına rağmen, mantık hatalarında ısrar ediliyor… Basit bir aşk hikâyesi uğruna tarihî gerçekler feda ediliyor…
30.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
“İnsan-ı Kâmil”i düşünmek |
|
Onu düşünmek, insan olmanın en güzel neticelerinden, meyvelerindendir. Ona intisap etmek, onun yolunu takip etmek insanoğlunun bu dünyada ulaşacağı en büyük bahtiyarlık makamıdır. O, Kâinat Hâlıkı tarafından övülen, özene bezene yaratılan, ahlâkların en güzeliyle ahlâklandırılan, en mükemmel bir şekilde Rabb-i Rahim tarafından terbiye edilen Muhammed ki (asm), biz insanlık âleminin medar-ı iftiharıdır. O, “İnsan-ı Kâmil”in en mükemmel örneğidir. Onu tanımak, onun ümmetinden bir fert olmak en büyük nimet, en büyük mazhariyettir insanlık için...
Dünya hadiselerinin keşmekeşi içinden çıkmak, insanların işlemiş oldukları şenî cinayetlerini bir nebze dahi olsa unutmak için Peygamberimi (asm) düşünmek istiyorum her an. Onun ismini zikretmekle, onu hatırlamakla dünyamda güzellikler hâkim olmaya başlamakta, kalbimin Allah’a yönelen çarpıntıları artmakta, aklımdaki bütün karanlıklar yerlerini aydınlıklara bırakmaya başlamaktadır.
Ne güzel bir duygudur bu?.. Sayısız şükürler olsun Allah’ıma... Hayatımızın dakikaları, saniyeleri sayısınca Ona şükretsek yine azdır. Kendine “Habib” olarak seçtiği zatın doğru yolunu bizlere göstermekle biz aciz kullarını ne kadar büyük bir nimete gark etmiş?.. Rabbim bizleri Habibine habib olmaya lâyık kılsın. Onu sevmek, onun sevdiği bir insan olmak duyguların en güzelidir şüphesiz. Bizleri bu duyguları yaşamaktan mahrum etmesin Rabb-i Rahîm...
O İnsan-ı Kâmil’i hep düşünmek, onun sünnet-i seniyyesine uymak, onun nurlu hayatını kendimize örnek seçmek için gayret edelim. Kur’ân-ı Azimüşşân’ı tilâvet ederken, onun mübarek ağzından âyetlerin seslendirildiğini düşünmeye çalışalım. İlâhî dergâhta el pençe dururken, secdeye giderken, Allah’ın o yüce kulunun bizlere imam olduğunu, önümüzde secde-i Rahman’a gittiğini düşünelim. Kâbe-i Muazzama’ya yönelirken, onun arkasında namaz kılan bir fert gibi olma gayreti için kendimizi zorlayalım. Böylece gerçek bir insan olmayı arzu ettiğimizi lisan-ı halimizle belirtelim.
Kâinatın onun yüzü suyu hürmetine yaratıldığını düşünüp, Hakikat-ı Muhammediye’yi kavramaya çalışalım. Kendimizi ne kadar zorlasak da, o yüce insanı arzuladığımız şekilde dünyamıza misafir etmemiz kolay olmayacaktır belki. Günahlarımız o kâinat güneşiyle aramızda set oluşturmakta; tembelliğimiz, tenperverliğimiz, Rabbimizin çıkmamızı istediği mahbubiyet makamına çıkmamıza engel teşkil etmektedir. Ama samimiyetle Rabbimizden niyaz edelim ki, bizleri Hz. Muhammed’e (asm) yaklaştıracak bütün hareket ve davranışlarımızda bizlere yardımcı olsun, insan olarak sadece sevgimizi ona yöneltsin, onu kendi nefsinden daha çok seven gerçek mü’minlerden etsin...
Rabbimize yalvaralım ki, olabildiğince fazla o yüce Peygamberimizi (asm) düşünebilelim. Onun sünnetine aykırı hiçbir davranış ve düşünce hayatımızda yerini bulmasın. Onun sevgisiyle gönlümüz hayat bulsun, kalbimiz nurlansın, aklımız aydınlansın, duygularımız Allah’a giden tarîklere yönelsin...
Bilmem bütün kusurlarımızla beraber o büyük şefaate nail olabilecek miyiz? Liva-i Şerifin sancağı altında bizlere de bir yer bulunabilecek mi? Bilmem Rabbimin bizlere vermiş olduğu bu büyük fırsatı iyi bir şekilde değerlendirebilenlerden olabilecek miyiz? Rabbim bizlere güç ve kuvvet versin, bizleri onun zikir halkasına dahil etsin, bizleri onun cemaatinden, ümmetinden etsin...
Muhammed-i Zîşân’ı tanımamak, anlamamak ne büyük kayıp? Onun güneş gibi aydınlık yolundan sapmak ne büyük bahtsızlık? Müslüman olup da başka hevesler peşinde koşmak, o yüce rehberin yolundan sapmak, beş para fayda sağlamayacak olanları rehber edinmek, kendisine bile faydası olmayanlara değer vermek ve Hz. Muhammed’i (asm) unutmak ne büyük şanssızlık, ne büyük densizlik?... Rabbim bizleri bu yolunu şaşırmışlardan uzak tutsun...
Eğer Rahmet-i Rahman imdada yetişmezse halimiz perişan olacaktır şüphesiz. Eğer şefaat-i Muhammediye el uzatmazsa karanlıklar içinde kaybolup gideceğiz mutlaka... Onsuz dünyamız karanlıklara bürüneceği gibi, âhiretimiz de mahv olacaktır. Unutmamamız gerekir ki, dünyada da, ukbada da huzur ve saadet istiyorsak, Hz. Muhammed’in (asm) nuru bizim için tek şanstır... Rabbim, şefaatine lâyık olmayı bizlere nasip etsin...
30.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdil YILDIRIM |
Mutlu musunuz? |
|
Mutluluk veya mutsuzluk, soyut kavramlar olduğu için, onları gözle görülür bir şekilde tarif edip, “Bak işte ben mutluyum” veya “İşte görüyorsunuz ne kadar mutsuzum” deme imkânı yoktur. Mutluluk veya mutsuzluk, ancak hissedilen ve yaşanan bir haldir. Mutluluğu kısaca “Hayattan lezzet almak” diye tarif etmek mümkündür. Hayatın akışına, ruhun moral ve motivasyon değerine göre de bu lezzetin derecesi değişir.
Hayat akan bir su gibidir. Hayat ırmağı ne kadar saf ve temiz olarak akarsa, bu ırmaktan beslenen insan da o kadar mutlu olur. Ama bu su, her zaman berrak olarak akmaz. Kaynağından çıktığında temiz ve durudur ama, aktıkça dışardan karışan atıklar hayat ırmağını kirletebilir. Veya, yağmur sularının getirdiği molozlar de temiz suları bulandırabilir.
İnsanın mutluluğu da, hayatına karışan atıkların ve molozların miktarına göre değişir. Dikkat ederseniz, en mutlu insanlar çocuklardır. Çünkü onlar hayatın kaynağına daha yakındır. Suları henüz kirlenmemiştir. Gençlik çağına adım atınca onların da hayat ırmakları bulanmaya, gönül denizleri dalgalanmaya başlar. Bir çok genç, mutsuzdur. “Neden?” diye sorduğunuzda size bir çok gerekçe sayarlar. Halbu ki bunların bir çoğu mutluluğa engel olacak ciddî sebepler değildir ama onların bakış açısı, hayat algılaması öyle göstermektedir.
Peki, insanlar yaşlandıkça daha mı mutsuz olurlar? Hayır, öyle bir yaklaşım, hem insana, hem de hayatı veren Rabbimize karşı bir haksızlık olur. Evet sular aktıkça kirlenme riski artar ama, insanda bir de akıl, kalp, iz’an ve idrak gibi arıtma cihazları vardır. Kalpte iman filitresi, akılda idrak süzgeci, gönülde sevgi ilacı istimal edilirse, hayat ırmağının her zaman temiz akması sağlanabilir. Yaş ilerledikçe bu cihazlar da gelişir ve olgunlaşır. İşte insan da o zaman mutlu olarak bu sularda huzur içinde seyreder.
Şimdi soruları biraz daha kendime yönelterek cevap arayacak olursam, her zaman mutlu olabildiğimi söyleyemem. Bazen hayatıma karışan nefis ve şeytanın hain kepçeleri, bazen günahlarımın kirli atıkları, bazen dış etkenlerin akıl ve mantık süzgecini devre dışı bırakması, bazen de gönül denizinin dalgalanması sonucu sular bulanıyor. Kendimi mutsuz hissetmeye başlıyorum. Ama arıtma cihazlarımı devreye sokunca, çok mutlu oluyorum.
Öyle ya, Cenâb-ı Hak beni mahlûkatın en şereflisi olan insan olarak yaratmış. Bu şerefe sahip olmak bile, mutlu olmak için tek başına yeterli bir sebeptir. Rabbim beni bir böcek, bir yılan, bir tutam ot veya bir taş parçası olarak da yaratabilirdi. Ama insan sıfatını bana lâyık görmüş, onun için şükreder ve mutlu olurum. Sonra, akıl gibi bir nimet vermiş. Onunla hayatın güzelliklerini fark etmemi sağlamış. İşte bir mutluluk sebebi daha. Midem için çeşitli tad ve lezzette gıdalar, ciğerlerim için tertemiz oksijen, gözüm için harika manzaralar, kulağım için güzel sesler yaratmış. Ve daha nice güzellikler vermiş. “Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?” hitabı karşısında başım öne eğiliyor, şükran ve minnettarlığım artıyor.
İnsan, hayata ve kâinata bu gözle baktığı zaman, mutlu olmaması için bir sebep bulamaz. Ama günlük hayatta karşılaştığımız zorluklar, acı ve elemler bazen bu mutluluğuma gölge düşürebilir. Onları da “Bu da geçer yahu” diyerek savuşturmaya çalışmalıyız. İnsan sabır ve şükür zırhı ile her türlü sıkıntıların saldırılarından kurtulabilir.
Mutlu olmanın en güzel formülünü de Bediüzzaman Hazretleri, insanlığa takdim etmiştir: “Hayatın lezzetini, zevkini isterseniz hayatınızı imanla hayatlandırınız ve ferâizle ziynetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.”
30.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|