Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 23 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

Anayasa ve Kemalizm



22 Temmuz seçim kampanyasının en çok eleştirilen taraflarından biri, çözüm bekleyen temel meselelerle ilgisi olmayan, son derece seviyesiz polemikler üzerinde yürütülmesiydi.

İp, darağacı, Erdoğan’ın kol saatinin fiyatı, oğlunun aldığı gemi/gemiciğin özellikleri gibi...

Buna karşılık, mitinglerde meselâ yeni ve sivil bir anayasa bahsi hiç açılmadı. Konu partilerin kimse tarafından okunmayan seçim beyannamelerinde saklı kaldı. Kimse de merak etmedi.

Gerçi Erdoğan 2002’de olduğu gibi halktan yine anayasayı değiştirmelerine yetecek sayıda milletvekili istedi. Ama nasıl bir anayasa öngördüklerini söylemedi, halk da sorma ihtiyacı duymadı. Zaten böyle birşey de beklenemezdi.

Ama hiç değilse aydınların bu konuda inisiyatif alıp, seçimi vesile kılarak verimli bir anayasa tartışması açmaları gerekirdi, o da olmadı.

Şimdi yeni Meclisin cumhurbaşkanı meselesinden sonra anayasaya el atması bekleniyor.

Ancak orada da talihsiz bir başlangıç yapıldı. AKP’nin sol kökenli anayasa hukukçusu Prof. Dr. Zafer Üskül, Kemalizmin ve Atatürk ilke ve inkılâplarının anayasadan çıkarılması gerektiğini söylemeye kalktı, ama hemen pişman edildi.

Aslında Üskül’ün söylediği son derece doğruydu ve Türkiye’deki anayasa, daha doğrusu sistem sorununun bam telini yakalamıştı.

Ama böylesine kritik ve duyarlı bir konuda altyapıyı oluşturmadan ve zamanlamayı iyi tayin etmeden yapılacak bir çıkışın başarı şansı yoktu.

Nitekim öyle de oldu.

Devrim muhafızlarının derhal başlattığı yaylım ateşi karşısında en başta partisi Üskül’ü savunmadı. Yakın zaman önce AKP paneline davet edilip konuşturulan, sonra da Kemalistlerin başlattığı linç harekâtı karşısında yüz üstü bırakılan Atilla Yayla’nın yaşadıkları, bu defa Üskül olayında tekrarlandı. Ve Üskül sindirildi.

“Atatürk ortak değer. Anayasada elbette ki kurucu lider olarak ona atıf yapılacak” manevrasıyla vaziyet kurtarılmaya çalışıldı, ardından da tartışma dondurulup yine sümenaltı edildi.

Ve akabinde, AKP’nin hazırladığı yeni anayasa taslağında Atatürkçülüğe yapılan atıfların aynen korunduğu haberleriyle, Üskül’ün ilk çıkışının surda açtığı “gedik” tamamen kapatıldı.

Oysa bu tartışma ya hiç başlatılmamalı, veya başlatıldıysa sonuna kadar arkasında durulmalı ve neticelendirmek için kararlılık gösterilmeliydi.

Aslında gerçek şu ki, Türkiye bu meseleyi mâkul bir sonuca bağlayamadığı, Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü dokunulmaz bir tabu olmaktan çıkaramadığı müddetçe hiçbir yere varamaz.

Nitekim onca çabaya rağmen çözülemeyen kronik sorunların temelinde hep bu mesele var: başörtüsünden din eğitimine, 301’den Ayasofya’ya, Patrikhaneden ruhban okuluna kadar...

Son tartışmada AKP bir kez daha araziye uyan bir tavır sergiledi ve dahası başörtüsünü bile yine Atatürk’ü referans göstererek savunma ısrarını sürdürdü. Böyle bir tavırla sivil bir anayasa reformu yapılması ne derece mümkün?

Yine de, herşeye rağmen, son günlerde basına sızdırılan anayasa taslağındaki değişikliklerin başarılmasını temennî ediyoruz. Sözü edilen hususların kısmen dahi olsa gerçekleşmesi demokrasiye yeni mevzi ve alanlar kazandırabilir.

Geciktirilmemesi ve sulandırılmaması şartıyla.

23.08.2007

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Habercilik!



Yarı devlet gazetesi, muhabirlerini seferber ederek yeni milletvekillerinin eşlerini tek tek araştırmış, kimin eşi başını örtüyor diye çetele tutmuş, manşete taşımıştı. Gelen tepkileri “habercilik yaptık” diye savunmuştu.

Ya aksi olsaydı?

Meselâ, bir gazete kaç milletvekilinin eşinin başı açık diye istatistik tutup bunu manşet yapsaydı nasıl bir tepki verilirdi? Kendi yaptıklarına haberciliktir diye savunanlar bunu da aynı şekilde sahiplenir miydi?

Ya da medyadaki kalemşörler için bir fişleme yapılsaydı?

Mesela, “hangi gazeteci hangi ırktan, kim hangi dine inanıyor, kim Allah’a inanmıyor, kim dönme” diye…

Bu da habercilik olur muydu?

Bunu da habercilik diye savunurlar mıydı?

*

Düşünememişler

Cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül’ün eşi Hayrünnisa Hanımın başörtüsü üzerinden tartışmalar devam ediyor. Aslında tartışma kelimesi hafif kalır. Baskı demek daha doğru. Şimdiden başlatılan psikolojik baskı nasıl karşılık bulacak göreceğiz.

Denilen şu: “Anayasada, kanunlarda cumhurbaşkanının eşi başörtülü olamaz şeklinde bir yasak yok, ama başörtülü first lady olmamalı…”

1982 Anayasasının mimarı Kenan Evren de aynı sözleri pişman olmuşçasına tekrarlıyor.

Pişmanlığı, anayasayı yaparken akıllarına neden böyle bir engellemenin gelmeyişidir herhalde. Gelseydi anayasanın değişmez maddelerinden biri olarak “Başbakanın bile eşi başörtülü olabilir, ama cumhurbaşkanın eşi asla…” hükmünü eklerlerdi.

Allah’tan düşünememişler.

*

Atsız’ın vasiyetini hatırladık

Türk Tarih Kurumu (TTK) Başkanı Prof. Yusuf Halaçoğlu’nun sözleri Türkçülüğün sembol ismi Nihal Atsız’ın vasiyetini hatırlattı.

Nihal Atsız, 4 Mayıs 1941 yılında oğlu Yağmur’a hitaben yazdığı vasiyetnamede Türklerin düşmanlarını saymıştı:

“Yağmur Oğlum!

Bugün tam bir buçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim, kapatıyorum. Sana bir resmimi yadigâr olarak bırakıyorum. Öğütlerimi tut, iyi bir Türk ol.

Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi belle. Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlılar tarihî düşmanlarımızdır.

Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler yeni düşmanlarımızdır.

Japonlar, Afganlılar ve Amerikalılar yarınki düşmanlarımızdır.

Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler içerideki düşmanlarımızdır.

Bu kadar düşmanla çarpışmak için iyi hazırlanmalı. Tanrı Yardımcın olsun !”

23.08.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Zenginin çöpü, fakirin çilesi



“Zenginin malı, fakirin çenesini yorar” misali, ‘çöp’leri de fakirlerin başlarına musallat oluyor. Küresel ısınma ve sahip olduğumuz tabiî kaynakların hızla tükenmesi, bütün dünyada alternatif kaynak arayışına sürükledi. İsraf, bütün dertlerin başı olduğu gibi; tasarruf da çarelerin en başında yer alıyor.

Bütün dünya, ‘çöp’lerden neleri kurtarabiliriz konuşunu tartışıp çare arıyor. Nitekim son yıllarda çöp dağlarından; enerji ve gübre üretimine kadar pek çok konuda istifade ediliyor. Zengin ülkeler tüketimde birinci oldukları gibi, çöp üretiminde de birincilikleri koruyorlar. Bu yolla, hem dünyayı tüketiyorlar, hem de ürettikleri çöplerle fakir ülkelerin başına bir anlamda ‘bela’ oluyorlar. Avrupa ve Amerika’da üretilen çöplerin büyük bir bölümü, Çin, Hindistan ve Pakistan gibi ülkelere yollanmaya devam ediyor. Bu arada Türkiye’ye de geliyor mu bilmiyoruz. Geçen yıllarda ‘zehirli atık’larla dolu olan ‘fıçı’ların sahillerimize vurduğunu unutmayalım! Benzer şekilde, ‘şehirli gemi’lerin, sökülmek için limanlarımıza gönderildiğini de hatırlayalım. Eh, bunca işleri arasında ‘çöp’lerini de ülkemize göndermelerini beklemek lâzım!

Her şeyi maddî imkânlarla, para ile ölçen anlayıştan insaf ve iz’an beklemek haksızlık olur. Bir yandan ‘Çevreyi koruyalım’ derler, öte yandan çevreyi de yine kendileri kirletirler. Fakir ülkelere her türlü ‘baskı’yı yaparlar, ancak kendilerine ‘iğne’nin batmasına bile razı olmazlar. Çevreyi korumak için dünya ülkelerince karar altına alınan Kyoto Sözleşmesini en başta Amerika’nın imzalaması başka ne ile izah edilebilir?

Aynı şekilde, “1989 Basel Konvansiyonu”na göre, zehirli atıkların ihracı ve ithali yasaklanmış. Yasak var, ama dinleyen kim? Nitekim, geçen yıl Shantou Üniversitesi tarafından, ABD’den gelen bilgisayar atıklarının ayrıştırıldığı Guiyo kentinde yapılan araştırmada, altı yaşın altındaki çocukların yüzde 82’sinde kurşun zehirlenmesi belirtilerine rastlanmış. Hindistan ve Pakistan’daki araştırmalarda da benzer neticelere ulaşıldığı ifade ediliyor. (Vestel Vs. dergisi, Temmuz-Ağustos-Eylül, sayı: 23)

Son yıllarda israfı önlemek için çalışmalar yapan ve bu konuya dikkat çeken kişi ve firmaların sayısında da hayli artış var. Bunun için dernek ve vakıflar da kuruluyor. Gündemi meşgul eten ‘kuraklık’ konusunda bile çarenin ‘israfı önleme ve tasarruf yapmakta’ olduğu uzmanlarca ifade edilmiyor mu? Keşke israfın zararlarını anlamak için kuraklıkla imtihan edilir hale gelmeseydik.

Ülkemizde her yıl, 150 milyon YTL değerinde geri dönüştürülebilir malzemeyi düşüncesizce ‘çöp’e attığımız da bir vakıa. Bir yandan israf konusundaki liderliğini sürdüren Amerika, öte yandan ‘geri dönüşüm’ uygulamasıyla yılda 236 milyar dolar kazanıyor. Belki bizim ‘çöp’lerimizden bu kadar ‘para’ çıkmaz, ancak çıkması mümkün olanları niçin geri dünüştüremiyoruz?

Her şey bir yana, sadece okuduğumuz gazete, dergi ve okul kitaplarını ‘çöp’e atmak yerine ‘geri dönüşüm’le ekonomiye kazandırabilsek yetmez mi? Bu kolay yolu tercih etmeyip, ormanlarımız kesmeye devam mı edelim?

23.08.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Püf noktası



AKP ile ilgili anlaşılmayan meselenin özü şu: Kimse AKP’ye parti olarak karşı çıkmıyor. Zaten AKP’ye karşı çıkmanın pratikte hiçbir faydası yok. Ama mesele zaten bu değil. Mesele, AKP’nin model olarak alınması ve İslâm dünyasına bu hâliyle model olarak takdim edilmesidir. Holbrooke gibiler buna yelteniyorlar. Buna iki kesim karşı; birincisi, İslâm’ın her çeşidine karşı olan zındıka cereyanı. Diğeri de dinin sulandırılmasına karşı çıkan kesimler. Dinin sulandırılmasını isteyen cenah yani evrimci, liberal veya sekülarist kesimler AKP’nin model olmasını ve alınmasını hararetle destekliyor ve alkışlıyorlar. Püf noktası AKP’nin çıkış noktasında. Bu, gözardı ediliyor. Halbuki bu durum bütün hattı harekâtını tayin ediyor; diğer taraflarla ilişkilerini ve münasebetlerini belirliyor.

İslâmi bir kökenden geldikleri için bu suçlamayı savuşturma gibi bir komplekse sahipler. İster istemez bundan kurtulmaları mümkün değil. Eski çizgilerini veya çıkardıkları gömleklerini sahiplenseler kendilerine ve zeminlerine zarar veriyor; sahiplenmeseler bu sefer de topluma zarar veriyor. Bu kompleksten dolayı zaman zaman tavizkâr konuşmalar ve davranışlarda bulunuyorlar ve İslâm’ın esasatına ilişkin konularda aykırı yorumlarda bulunuyorlar. Halk ise onları bu yeni hâlleriyle de İslâmcı olarak değerlendiriyor ve model alıyor. Tavizkâr tutumlarnı İslâm’ın özüymüş gibi algılıyor; bu da cemiyete zarar veriyor. Arap dünyasının zaten AKP’yi fiilen model alması mümkün değil. Demokrasi yok. Ama liberalleşmesini model olarak alabilir; asıl tehlike de burada düğümlenmektedir.

Ferid Zekeriyya veya Holbrooke gibiler de sırf bu yüzden AKP modeline atıfta bulunuyorlar.

Kısaca evrimci çizgisiyle birlikte sabitelere ve toplumun sabiteler karşısındaki duruşuna zarar veriyor. En temel mesele budur. Diğerleri tamamen tali meselelerdir. Kısaca, AKP İslâmî bir model olarak alınmasa, dert değil. Mesele, fiilî bir durum olduğu ve sistematiği olmadığı halde model alınmasındadır. AKP’yi dinî konularda temsilcisi kabul ettiğinden bir takım çözüm beklentilerini talik ediyor ve hükümetin seyrine bırakıyor. Böylece meselelerine yabancılaşıyor ve direnci kırılıyor. Halbuki bu bir yanılsama ve seraptır; kurtuluş halkın temellerine ve sabitelerine yeniden dönmesindedir. AKP bu konularda perde oluyor. Bu tezat Ali Şeriati veya Che Guavera gibilerin ‘devlet devrime zarar verir’ kaziyyesini hatırlatıyor. Kısaca, AKP gölge oluyor ve ediyor. Fakir fukaraya yardım gibi konular bile hükümetten beklenir oldu. İhsan gibi sosyal alışkanlıklar unutulur oldu. Bu seyir ve gidişat, umumen dindarlığın içtimai zeminini zayıflatıyor.

***

AKP kurmayları reddetse bile Holbrooke’un yapmak istediği gibi AKP İslâm dünyasına model olarak takdim edilmeye çalışılıyor. En tehlikeli zemin de budur. Nedenine gelince, İslâm dünyası yoğun istibdat yaşadığından dolayı demokrasi geleneğine haiz değildir. Dolayısıyla sözkonusu coğrafyada İslâmî kökenden gelme demokratik bir açılım şimdilik kabil gözükmüyor. Bu durumda, AKP tersinden zayıflamış ve zayıflatılmış İslâmî özelliklerinden dolayı İslâm dünyasına model gösteriliyor. Moşe Katsav, Kadri Gürsel gibilerine geçmişte, ‘AKP bizimle İslâm dünyası arasında köprü rolü oynayacak’ demişti ve bu öngörü fiilen tahakkuk etti. AKP, Suriye ile İsrail arasında arabuluculuk yapan adreslerden birisi haline gelmiştir. Üzerine vazife miydi? Bununla birlikte, ben hâlâ Türkiye’nin Lübnan’a asker sevkine taraftar oldum ve hâlâ da aynı çizgimi muhafaza ediyorum. Bu konuda Erdoğan’ı Siyonizmle işbirliğine gitmekle suçlayan Erbakan gibi bazı muhafazakâr kesimleri de iyi niyetten mahrum olarak görüyorum. Onlar öfkelerinden dolayı yanlış avcılığı yapıyorlar. Onlarınki seçici ve pragmatik bir davranıştır.

Bununla birlikte, Fas’daki Sosyalist renkteki partiler oranın AKP’sine Türkiye’nin AKP’sini model almasını salık vermişlerdi. Zira Fas AKP’sinin modeli onlara biraz kalın geliyor; hazmetmekte zorlanıyorlar, yumuşatılmasını istiyorlar.

***

İslâm dünyasında AKP’yi model alma açısından iki çizgi ve yaklaşım tarzı var. Bunlardan birisini temenni babından Fehmi Huveydi gibiler temsil ediyor. Bu yönde en şaşırtıcı çağrılardan birisi Mısır’da ‘İslâmî kesimlerin avukatı’ olarak ünlenmiş olan Muntasır ez Zeyyat’dan geldi. Radikalizmle birlikte anılan bu adam nedense Arap sokağını liberalizme davet ediyor. Arap İslâmcıların AKP’nin ılımlı çizgisini örnek almaları gerektiğini savunuyor (Katar er Raye gazetesi, 11 Ağustos 2007). Demektir ki, AKP’nin dönüştürücü modeli sadece içeride değil dışarıda da müşteri topluyor. İfratı yererken bir uçtan diğerine savrulmamak gerekir. Bu bağlamda, Mahmud Erreymavi ve Avni Özgürel gibi yazarlar AKP’nin Hamas’ı değil Hamas’ın AKP’yi örnek alması gerektiğini savunuyorlar. Kanaatime göre iki şık da yanlış. Zaten Hamas sözcüleri kendilerinin AKP gibi ılımlı bir hareket olmayı istediklerini söyleseler de idam fermanını kesmiş çevrelere dinletemiyorlar. Hamas’ın yanlışı Refah’ın yanlışıdır ve AKP’lileşerek sadece bir yanlıştan ötekine savrulur. Velhasıl Zeyyat’tan Cihad Hazin’e kadar herkes Araplara AKP modelini tavsiye ediyor. Bunun istisnalarından birisi Yasir Ez Zeatire. Ona göre, AKP’nin ‘İslâmcılığı’ gerçek İslâmcılar için ölçü değil. Ona göre, AKP’nin model alınması bütün İslâmî hareketlerin sabitelerine zarar verir (Ürdün gazetesi Düstur, 28 Temmuz 2007)...

Burada yöntemle sabiteleri birlikte götürmek gerekiyor. Halbuki AKP bunu başaramıyor. Sabiteleri taşıyamayarak zülcenaheyn olamıyor.

23.08.2007

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Ya hep ya hiç



Hayat bitmez ve tükenmez bir hız ile akıp giderken, insanlara arzu ettikleri istikamette sahiplenmek istedikleri arzulara yetişmeye çalışırlar.

Bunun sonunda istediklerine ya sahip olurlar ya da olamazlar.

“Ya hep, ya hiç” meşhurdur.

Adamın biri bir ağacın altına yatmış;

“Yarabbi bana yüz altın ver doksandokuz altın olsa kabul etmem” diye yalvarmış.

Bu zatın sözünü dinleyen varlıklı bir insan, o zatın uykuya yatmasından yararlanarak doksandokuz altınlı altın bohçasını yanına koymuş.

O zat uyandığında bakmış ki, altın dolu bir bohça.

Altınları saymış doksandokuz adet “Eh doksandokuzu veren Allah biri de verir” diyerek altınları alıp gitmiş.

Bu bir misal tamamını elde etmese de küçüğü terketmemeli.

Bu insanın amellerine benzer. Nasıl ki bir insanın iyilikleri kötülüklerini geçerse makbul sayılır.

Bir idare icraatı ile yaptığı şeylerin çoğu iyi ise ona “iyi idare” denilir.

Aynen bunun gibi, insan “ya hep ya hiç” saplantısına girmemeli.

Hem insan mükemmeli sever.

Arzular geniştir. Bir çiçeği istediği gibi bir bahçede ister.

Bir bahçeyi istediği gibi ebedi cenneti de arzu eder.

Ama hayatın şartları her arzuya kâfi gelmez.

Ya sahip olduklarımızın ömrü kısa ya da bizim ömrümüz kısalır.

Eğer öyle olmuş olsa idi Peygamberlerin dışında kimse cennete giremezdi.

Allah’ın rahmeti geniştir.

O çok affedici çok bağışlayıcılığın parıltılarını hayatımıza yansıtırız.

Başkalarını sık sık affederiz, kendimizi ve nefsimizi asla

23.08.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Din başka nasıl alet olur ki!..- 2



—Dünden devam—

“Evet giderdik ve artık halkımızın cumhuriyetle, başta laiklik olmak üzere onun temel ilkeleriyle hiçbir sorunu yoktur. Pek az bir kesim vardır ki onlar da cumhuriyet için ciddi bir tehdit değillerdir. Onların da bu çizgiye geleceklerine inanıyorum. Büyük Atatürk, arkadaşlarıyla birlikte cumhuriyeti kurarken ve onun temel niteliklerini belirlerken son derece isabetli hareket etmiştir.’ (Dikkat ediniz, AKP’li M. Ali Şahin konuşuyor!) Madalyonun bir de öbür yüzü var. Çankaya’daki Gül sayesinde laik cumhuriyetin, bu kitlelerin tüm hücrelerine kadar sızması ihtimalini hiç de yabana atmamak lazım.(Ruşen Çakır, Vatan, 16.8.200)

Şimdi dünyanın önde gelen haftalık haber dergilerinden Economist’in Türkiye’de İslam’ın yükselip yükselmediği tartışmalarına getirdiği ilginç yaklaşımına göz atalım: “Bugünlerde İslamcı aydınlar başörtüsünü değil dindar kadın Müslümanların g-string giyip giymeyeceğini tartışıyor.” Uluslararası haftalık haber dergisi Economist, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün yeniden Cumhurbaşkanı adayı olmasını “kaçınılmaz bir deja-vu” olarak nitelendirdi. Dergi, üstelik bugünlerde Türkiye’deki İslamcı aydınların başörtüsünden çok dindar bir Müslüman kadının g-string iç çamaşırı giyip giymeyeceğini, bunun kadınları cinsel açıdan tahrik edip etmediği tartışmalarıyla meşgul olduğunu yazdı.Haberde ayrıca üst düzey bir Amerikalı yetkilinin “Condi (Rice) Gül’ü seviyor ve ona güveniyor” dediği vurgulandı.

Başörtüsü konusunda hassas olan seküler, jakoben laik kesimin AKP’yi iktidarda tutması, adeta bağrına basmasının sebebinin değişip ve dönüştüklerine, yani, “Islah olup, doğruyu gördülerine!” mi işaret? Erbakan’ın aynen vuku bulmuş şu tespiti bize bir fikir verebilir: Eskiden yolumuza engel koyan güçler, şimdilerde engellerini çekmek ister gibi davranıyorlar. Adeta bizim iktidara gelmemizi istermiş gibi çalışıyorlar. En azından bize ilişmemeye özen gösteriyorlar.

“Ne var bunda çekinecek?”

“Bu adamlar bizim iktidara gelmemizi hoşgörüyle karşılıyorlarsa, bunda bir bit yeniği vardır. Anladığımız kadarıyla bu adamlar bizim iktidara gelmemize ses çıkarmama kararı aldılar. Biz iktidara geldikten sonra bizi iktidarda perişan etmeyi düşünüyorlar.” (Günaydın, 23 Aralık 1993.)

28 Şubat 1997’tta aynen söyledikleri vuku bulmadı mı? Peki, bunu anladığı halde, acaba hangi akla hizmet ederek iktidara gelmeye razı olmuştu? Eh, herkese aynı numarayı yapacak değiller ya! Acaba bu iktidara şu altı desiseden hangilerini uygun gördüler?

“Hubb-u cah/mevki, makam sevgisi; tama (aşırı arzu, açgözlülük, para-pula düşkünlük, hırs); hiss-i havf (korku damarı); asabiyet, ırkçılık/milliyetçilik; enaniyet/benlik damarını işletmek; tembellik ve tenperverlik, vazifedarlık ve dünyanın cazibedar şeylerini gösterme damarı” mı?

“Din referansımız değildir, millî görüş gömleğini çıkardık, şeriatı isteyenleri ciddiye almayız, değiştik, demokrat olduk!” söylemlerine ne oldu? Mütedeyyin vatandaşların oylarını, “Hanımlarımız başörtülü, babalarımız sakallı!” diye al; sonra başörtüsü dahil diğer yasakları kaldırmak için söz bile verme; laikliğe, ilkelere hizmet ederek bütün vatandaşlara benimsetmeye çalış!.. Din başka nasıl alet olur ki!

23.08.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Gereksiz polemikler



Hürriyet yazarı Bekir Coşkun'un Abdullah Gül'ü kast ederek "Seçilecek cumhurbaşkanı, benim cumhurbaşkanım değil" anlamındaki sözlerine Başbakan Erdoğan'ın da canlı yayında (Kanal D/Arena) tehevvür yüklü sözlerle karşılık vermesi, medya ve siyaset dünyasını gereksiz bir polemiğin içine doğru sürükledi.

Coşkun'u haklı görmek, yahut fikirlerini savunmak, bizim açımızdan olacak şey değil.

Hatta, bize göre bu kişinin sözlerini ciddiye almak dahi gerekmezdi.

Ancak, çok tuhaf ve hayret verici bir gelişme oldu. Henüz parmaklardan mürekkebi dahi silinmeyen genel seçimlerden büyük bir zaferle çıkan Erdoğan, adı geçen televizyon programında söz konusu müzmin muhalif gazetecinin sözlerini ciddiye aldı ve gereksiz bir huşûnetle üzerine üzerine gitti.

Hatta, o muhalif gazeteciyi bu ülkeden tard edercesine bir hiddetli duruş sergiledi.

Oysa, böylesi şiddetli bir hiddete hiç gerek yoktu.

Zira, "Her hükûmette muhalifler olabilir." (Bediüzzaman)

Yeter ki, yapılan muhalefet fikirle sınırlı kalsın; fiile dönüştürülmesin...

Başbakan'ın mukabelesinden sonra, bir kısım çevrelere de adeta gün doğdu.

Gizli kutuplaşmalar, birden bire gün yüzüne çıktı. Gerilim arttı; karşılıklı salvoların hızı ve şiddeti yükselmeye başladı.

Üstelik, bütün bunlar daha cumhurbaşkanlığı seçimi neticelenmeden yaşandı. Gereksiz yere ve bir hiç uğruna...

Temenni edelim ki, benzer durumlar bir daha tekerrür etmesin.

Tartışma

Var; ama açıklayamam

TTK Başkanı Prof. Halaçoğlu, durduk yerde başlatmış olduğu "etnik köken" tartışmasını–yeni boyutlar da katarak–inadına devam ettiriyor.

İşte, ortaya attığı son iddialarından biri daha...

Diyor ki: "Elimde Türk ismi alan 100 bin Ermeni'nin listesi var; ama açıklayamam."

Doğrusu, ses getiren yeni bir çıkış oldu...

Ne var ki, bu mantıktan yola çıkarak, bir başkasının da meselâ şu iddialarda bulunması pekâlâ mümkün:

* Elimde Türk ismi alan 100 bin dönmenin (Yahudi/Sabetaycı) listesi var; ama bunu açıklayamam.

* Sonradan Türkleşmiş olan eski Anadolu kavimlerinden (Rum, Süryanî, Keldanî, Nasturî, Asurî, Marunî...) yüz binlerce vatandaşın varlığını kesinlikle biliyorum; ama bunu açıklayamam.

* Bazı vilayetlerde yekûnu 100 binleri bulan Kürd'ün Türkleştiğini, Türk'ün Kürtleştiğini, Arab'ın başkalaştığını, başkasının Araplaştığını kesinlikle biliyorum; ama, çıkıp da bunu açıklayamam.

* Bu vatanda "Türkçü" diye bilinen pekçok meşhûrun, esasında "hakiki Türk" olmadığını kesinlikle biliyorum; ama, çıkıp da bunların hepsini açıklayamam.

Peki, sebep? Zira, bunların bir kısmı açıklansa küçük kıyamet, tamamı açıklansa büyük kıyamet kopar da ondan.

Bilmem anlatabildik mi?

GÜNÜN TARİHİ 23 Ağustos 1514

İki Şah İsmail: Şair ve hükümdar

Tarihin en büyük muharebelerinden biri olan Çaldıran Savaşı.

Bu savaş, İslâm dünyasının iki büyük ülkesi (Osmanlı ve Safevî), orduları ve liderleri arasında yaşandı.

Sultan Selim ile Şah İsmail'i karşı karşıya getiren bu savaşın en önemli sebeplerin başında din/mezhep farklılığı, hakimiyet dâvâsı ile had safhaya varan birtakım zulümkârlıklar geliyor.

Daha iki sene evvel (1512) Osmanlı tahtına geçen Sultan Selim, bütün hayatını "İttihad–ı İslâm"ın tesisine adamıştı. Bunun için de, öncelikle "Anadolu birliği"nin sağlanması gerekiyordu. Birliğin önünde ise, Güney Kafkas, Doğu Anadolu ve neredeyse Ortadoğu'nun yarısını etkisi altına alan "siyasî Şia" engeli vardı.

İki rakip ülke ve liderin ordusu, aylar süren takip ve manevralar neticesi, nihayet 23 Temmuz 1514'te Van'ın Çaldıran Ovasında karşı karşıya geldi. Kıyasıya yaşanan bu dehşetli savaş, aynı gün sona erdi. Zira, gidişatın aleyhine döndüğünü fark eden Şah İsmail, tacını–tahtını da savaş meydanında bırakarak gerisin geriye kaçarak canını zor kurtardı.

* * *

Avşar Türklerinden olan Şah İsmail, 1501'de Akkoyunlu devletini yıkarak Safevî Devletini kurmuş, İran, Azerbaycan, Irak ve Doğu Anadolu'yu hakimiyeti altına almıştı.

Şah İsmail, iktidara gelir gelmez, Şialığı devletin resmî dini haline getirdi.

Siyasete bulaşmadan ve iktidar tahtına oturmadan evvel iyi bir şair ve mülayim bir mürid olan Şah İsmail, iktidar makamına geldikten sonra birden bire değişti. Bambaşka bir insan olup çıktı. Zulümkârlıkta sınır tanımaz oldu.

Meselâ, mağlup ettiği Sünnî Özbeklerin reisini öldürmekle de kalmadı, onun kafatasından şarap içecek kadar gaddarlaştı. Dahası, uyguladığı zalimâne politikaları eleştirdiği için, Sünnî olan annesi Âlemşah Begüm Hanımı dahi gözünü kırpmadan idam ettirdi. İşte fermanı: "Safevî Şahının buyruğudur. Akkoyunlu Sultanı Uzun Hasan'ın kızı Âlemşah Begüm, 17 Eylül 1501 sabahı Tebriz'de idam edilecektir. Soylu kanının akıtılmaması, yay kirişiyle boğulması buyrulmuştur." (Uzunçarşılı, İ. H.; Osmanlı Tarihi c. 2 s. 296)

Sünnî olan Türk ve Kürtleri de toplu zehirlemeler ve katiâmlarla ortadan kaldırmaya çalışan Şah İsmail'in, saymakla bitirilemeyecek kadar daha çok zulümleri var. Ancak, böylesi fenâ bir zâlimin ayrıca güzel ve baki bir yönü daha var ki, onu da nazara vermeden olmaz: Şah, evveliyatı itibariyle gayet usta, içli ve ince ruhlu bir şairdir.

İşte, Şah İsmail'in siyasete girmeden evvel "Şah Hatayî" mahlasıyla yazmış olduğu o enfes şiirlerinden biri.

Kırklar yaylasında

Vardım kırklar yaylasına

Gel berû hey cân dediler

Yüz sürdüm ayaklarına

Gir işte meydan dediler

Erenler gönlü ganidir

Yuduğu kalbi arıdır

Gelişin kandan bellidir

Söyle ey ihvan dediler

Gir semâha bile oyna

Silinsin pak olsun ayna

Kırk yıl bir kazanda kayna

Daha çiğsin yan dediler

Düşme dünya mihnetine

Talip ol Hak hazretine

Âb–ı Kevser şerbetine

Parmacığın ban dediler

Şah Hatayi'm nedir halin

Duâ edip kaldır elin

Kesegör gıybetten dilin

Cümlemiz yeksan dediler

23.08.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Cehennemden çıkarılma lütfu-1



Van’dan Şehabettin ÖZTÜRKÇÜ:

*“Cehennem’den iman ehli kimselerin çıkışı ile ilgili hadis var mıdır? Varsa yorumunu yapar mısınız?”

Muteber hadis kaynaklarından Müslim’in Sahih’inde, mahşerden sonra Cehennem’e gidenlerden, Cenab-ı Allah’ın sonsuz rahmeti, şefkati ve şefaati neticesinde kurtulanlar arasında, en son, hiçbir hayır işlememiş olanların da bulunduğunu müjdeleyen uzun bir hadis-i şerif vardır.

İlgili hadis-i şerifi buraya alıyoruz:

Ebû Saîd el-Hudrî (ra) anlatmıştır: Resûlullah Efendimiz’e (asm) bir grup insan sordu:

“Yâ Resûlallah! Kıyamet gününde Rabb’imizi görür müyüz?”

Peygamber Efendimiz (asm): “Evet!” buyurdu. Devamla: “Güneşi öğlen üstü ayakta önünde hiçbir bulut yokken görmek için itişip kakışarak birbirinize zarar verir misiniz? Ve keza ay’ı on dördüncü gece açık havada hiçbir bulut yokken görmek için birbirinize zarar verir misiniz?” buyurdu.

Ashab-ı Kiram (ra): “Hayır yâ Resûlallah!” dediler.

Resûlullah Efendimiz (asm): “İşte bu iki küreden herhangi birisini görmekte birbirinize meşakkat ve zarar vermediğiniz gibi, kıyâmet gününde Allah Tebâreke ve Teâlâ’yı görmek için de birbirinize meşakkat ve zarar vermezsiniz. Kıyâmet günü olduğu zaman bir çağırıcı: “Herkes kime tapıyor idiyse peşine düşsün!” diye çağırır. Bunun üzerine münezzeh olan Allah’tan başka şeylere, putlara ve tâğûtlara tapan ne kadar müşrik varsa, hiçbiri geri kalmaksızın Cehenneme dökülürler.

Ortada Allah Teâlâ’ya ibâdet eden sâdık veya günahkâr tevhid ehlinden başka kimse kalmaz.

Allah Teâlâ: “-Ben sizin Rabb’inizim!” der.

Onlar da: “Evet Rabbimiz; bizim Rabbimiz Sensin!” derler.

Sonra Cehennem üzerine bir köprü kurulur ve şefaate izin verilir.

Halk: “Allah’ım bizi kurtar! Allah’ım bizi kurtar!” diye duâ eder.

Ashab (ra): “Yâ Resûlallah! Köprü nedir?” diye soruyor.

Allah Resûlü (asm) devam ediyor: “Köprü, kaypak ve kaygandır. Orada kancalar, çengeller ve demirden dikenler vardır. Bunlar Necd’de meydana gelen ve Sa’dan denilen sert dikencikler gibidir. Mü’minler kimi göz kırpacak kadar bir zaman içinde, kimi şimşek gibi, kimi rüzgâr gibi, kimi en iyi cins yürek at ve deve gibi sür’atle geçerler. Mü’minlerden kimi sapasağlam olduğu gibi kurtulur. Kimi tırmıklar içinde perişan olmuş olarak salıverilir. Kimi de Cehennem ateşi içine sapır sapır düşerler.”

“Nihayet, mü’minler ateşten kurtuldukları zaman, nefsim kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, sizden hiçbir kimsenin, hakkı tamamıyla kurtarmak hususunda Allah’a yalvarıp yakarması, kıyâmet gününde mü’minlerin ateşte olan kardeşleri için Allah’a yalvarmaları kadar şiddetli olmaz.

Mü’minler: “Ey Rabbimiz! Bu kalanlar bizimle beraber oruç tutarlar ve haccederlerdi” derler.

Onlara: “Tanıdığınız kimseleri ateşten dışarı çıkarınız. Onların sûretleri ateşe haram edilmiştir!” denir.

Bunlar, kimi inciklerine, kimi de dizlerine kadar ateşe gömülmüş olduğu halde pek çok halkı ateşten dışarı çıkarırlar. Sonra:

“Ey Rabb’imiz! Cehennem’de emrettiklerinden hiçbir kimse kalmadı!” derler.

Hak Teâlâ: “Geri dönün! Kalbinde bir dinar ağırlığında iman ve Allah korkusu olan her kimi bulursanız onu da çıkarınız!” buyurur.

Onlar yine pek çok halkı ateşten çıkarırlar. Sonra: “Ey Rabbimiz! Cehennem içinde, emrettiklerinden hiç kimseyi bırakmadık!” derler.

Hak Teâlâ tekrar: “Dönünüz! Kalbinde yarım dinar ağırlığınca iman bulunan her kimi bulursanız onu da çıkarınız!” buyurur.

Onlar yine pek çok halkı ateşten çıkarırlar. Sonra tekrar: “Ey Rabb’imiz! Bize emrettiklerinden hiçbir kimseyi Cehennemde bırakmadık” derler.

Hak Teâlâ yine: “Dönünüz! Kalbinde zerre ağırlığınca iman bulunan kimseyi ateşten çıkarınız!” buyurur.

Yarın inşallah devam edelim.

23.08.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri