|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Eğer dileseydik, onların gözlerini kör ederdik de öylece yollara dökülüverirlerdi. O zaman nasıl göreceklerdi?
Yâsin Sûresi: 66
|
23.08.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Biriniz duâ ettiğinde, kendi duâsına "Âmin” desin.
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 342
|
23.08.2007
|
|
Dünya için din feda olunmaz
5 Mart 1325 (18 Mart 1909) Dinî Ceride, No: 77
Yaşasın Şeriat-ı Ahmedî (asm)
Şeriat-ı garrâ, kelâm-ı ezelîden geldiğinden, ebede gidecektir. Nefs-i emmarenin istibdad-ı rezilesinden selâmetimiz, İslâmiyete istinad iledir; o hablü’l-metine temessük iledir. Ve haklı hürriyetten hakkıyla istifade etmek, imandan istimdad iledir. Zira, Sâni-i Âleme hakkıyla abd ve hizmetkâr olanın, halka ubudiyete tenezzül etmemesi gerektir. Herkes kendi âleminde bir kumandan olduğundan, âlem-i asgarında cihad-ı ekber ile mükelleftir. Ve ahlâk-ı Ahmediye (aleyhissalâtü vesselâm) ile tahallûk ve sünnet-i Nebeviyeyi ihyâ ile muvazzaftır.
Ey evliya-i umûr! Tevfik isterseniz, kavânin-i âdetullaha tevfik-i hareket ediniz. Yoksa tevfiksizlik ile cevab-ı red alacaksınız. Zira, mâruf umum enbiyanın memâlik-i İslâmiye ve Osmaniyeden zuhuru, kader-i İlâhînin bir işaret ve remzidir ki; bu memleket insanlarının makine-i tekemmülâtının buharı diyanettir. Ve bu Asya ve Afrika tarlasının ve Rumeli bostanının çiçekleri ziya-yı İslâmiyet ile neşv ü nema bulacaktır.
Dünya için din feda olunmaz. Gebermiş istibdadı muhafaza için, vaktiyle mesâil-i şeriat rüşvet verilirdi. Dinin meseleleri terk ve feda edilmesinden, zarardan başka ne faydası görüldü? Milletin kalb hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir.
Bizim cemaatımizin meşrebi, muhabbete muhabbet ve husumete husumettir. Yani, beyne’l-İslâm muhabbete imdat; ve husumet askerini bozmaktır.
Mesleğimiz ise, ahlâk-ı Ahmediye (aleyhissalâtü vesselâm) ile tahallûk ve sünnet-i Peygamberîyi ihyâ etmektir. Ve rehberimiz Şeriat-ı garrâ ve kılıcımız da berahin-i kàtıa ve maksadımız i’lâ-yı kelimetullahtır. Cemaatimize herbir mü’min mânen müntesiptir. Sureten intisap ise, sünnet-i Nebeviyeyi kendi âleminde ihyâya azm-i kat’î iledir. En evvel mürşid-i umumî olan ulemâ ve meşâyih ve talebeyi, şeriat namına ittihada davet ederiz.
Divân-ı Harb-i Örfî, s. 62;
Hutbe-i Şâmiye, s. 89
Lügatçe:
cihad-ı ekber: En büyük cihad; nefis ile olan cihad.
Şeriat-ı garrâ: Parlak Şeriat.
Kelâm-ı ezelî: Allah’ın ezelî kelâmı, konuşması.
hablü’l-metin: Sağlam ip, İslâmiyet.
temessük: Sarılma, yapışma.
ihyâ: Diriltme, canlandırma.
evliya-i umûr: İş başında bulunan kimseler.
tevfik: Allahın yardımı, muvaffakiyet.
kavânin-i âdetullah: Allah’ın kâinata koymuş olduğu kanunları.
tevfik-i hareket: Uygun, muvafık hareket.
memâlik-i İslâmiye: İslâm memleketleri.
ziya-yı İslâmiyet: İslâmiyet ışığı
berahin-i kâtıa: Kesin deliller.
|
23.08.2007
|
|
Allah önce kâinatı yarattı
—Dünden devam—
2. 2 Sahabeler vahyin gelmesini
dört gözle bekliyorlardı:
Sahabeler Peygamberimize (asm) vahyin geldiğini öğrenince koşup geliyorlar ve “Rabbimiz bize ne inzal buyurdu” diyerek merakla ve öğrenme iştiyakı ile soruyorlardı. Peygamberimiz (asm) sureyi okur ve kâtipleri olan Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman, Zeyd bin Harise, Ali bin Ebî Talip, (ra) gibi sahabelere yazdırırdı. İman eden ve burada bulunmayan sahabelere ulaştırmaları tavsiyesinde bulunurdu ve bunun için sahabelerini görevlendirirdi. Her birini bir yere gitmeleri ve gelen sureyi ulaştırmaları konusunda organize ederdi. Sonra açıklamalarda bulunurdu:
Bir defasında şu mealde açıklamalarda bulundu:
“Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan yüce Allah kendini tanıtmak, varlığını, birliğini, ilim, irade ve kudretini mahlûkatına bildirmek istedi ve öncelikle kâinatı, güneşi, ayı ve yıldızları yarattı. Sonra yeryüzünü insanın ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde tesviye etti. Dağları, ovaları, ırmakları ve oralarda yaşayan bitkileri ve hayvanları yarattı. Güneşi tüm canlılar ve insanlar için bir lamba ve soba yaptı. Dünyayı bir saray gibi yarattı. Gökyüzünü dünya evine bir dam yaptı ve içini yıldızlarla süsledi. İnsanı duygu ve kabiliyetlerle donatarak tüm eşya ve varlıklardan istifade edecek şekilde yarattı. Ta ki kendisini görmediğimiz yüce Allah’ı eserleri, istifade ettiği nimetleri ve ihtiyaçları ölçüsünde tanısın, yaratıcısını, hiç yoktan ihtiyaçlarını karşılayan Rabbini tanısın ve ona iman ederek itaat etsin istedi. Gündüzünü aydınlık yarattı ve rızkını bulmasını sağladı. Geceyi istirahat ve gökyüzüne bakarak Allah’ın kudretini anlaması ve ibadet etmesi için kararttı. Ta ki insanlar gökyüzüne bakarak onu bina ve tesviye edenin kudretini, ilmini ve iradesini anlasın. Allah’ın güneşe, aya, gündüze, geceye ve insanın nefsine yemin etmesi onların kemaline, sanatına ve kıymetine dikkati çekerek bütün bunları düşünmesi içindir. Yüce Allah böylece insana kendini tanıtmak istedi ve iman ile tanımlarını emretti ve beni de rahmeti ile bu işe memur etti.
Sonra insanı akıllı ve şuurlu bir şekilde yaratarak kendi varlığına, birliğine, kudretine, ilmine ve iradesine şahit yaptı. Varlıklara bakarak kendisine iman etmelerini diledi. Rahmetinden istifade etmelerini, hikmetini anlamalarını murat etti. Bu şekilde kendisine iman ve itaat ederek rahmetinden istifade eden ve hikmetlerini anlayarak Allah’ı “Sübhanallah” diyerek tesbih eden, nimetlerine “Elhamdülillah” diyerek şükreden, büyüklüğünü anlayıp “Allahu Ekber” ile ilan eden ve birliğini ikrar ederek kendisini “Lâ ilâhe İllallah” kelimesi ile zikreden kulları için de ebedi kalacakları cennet ve saadet-i ebediyede ebedi mesut edeceğini vaat etti.
İnsana iyiliği ve kötülüğü de ilham etti. Gaflete dalıp, nefislerine uyarak dalalete gitmesinler diye peygamberleri ve son olarak da beni bu vazife ile tavzif edip, âlemlere rahmet olarak gönderdi. Benimle sizler bu gerçekleri hatırlattı ve sizleri ahiret azabından korudu ve inanmayanları da benim ile uyardı. Kim bana itaat eder, nefsini kötülükten ve günahlardan çekerse o kurtuluşa erer. Kim de bana uymaz, nefsini gaflet ve dalalet içerisinde bırakırsa o da helak olur gider.
Yüce Allah benden önce de nice peygamberler gönderdi. Onlar Allah’ın kendilerine vahiy gönderdiğini ispat eden ellerinde mucizelerle Allah’ın iradesini, emrini ve nehyini insanlara tebliğ ettiler. Bize bu surede Allah’ın bildirdiği gibi Semud kavmi mucizeleri gördükleri halde inanmadılar da Allah onları ve onlar gibi nice kavimleri helâk etti. Bizlere de örnek gösterdi.”
Büyük bir dikkat ve huşu ile peygamberimizi (asm) dinleyen sahabeler bu ilim ve hikmet dolu sözlerden o derece etkilendiler ve mesut oldular ki yüzleri kalplerinde parlayan imanın nuru ile aydınlandı, nurlandı. Şevk, heyecan ve muhabbetle tebessüm çiçekleri açtı.
Sahabelerden birisi sordu:
“Ya Resulullah kalbe iyilik ve kötülük nasıl ilham olunur?”
Peygamberimiz (asm) cevap verdiler:
“İnsanın kalbine Allah’ın ilhamı da gelir, şeytanın vesvesesi de.. Ancak kişi vicdanına müracaat ederse Allah onun hayır mı şer mi olduğunu ilham eder. Şer ise gönlü bulanır, hayır ise gönlü rahatlık ve huzur duyar. Bunun için müftüler fetva verse de sen kalbine müracaat et ve vicdanına danış. Seni huzursuz eden ve kalbine hoş gelmeyeni terk et, kalbine huzur vereni de yap. Çünkü o Allah’ın hakkında hayır murad ettiği şeydir. O zaman ‘nefsini temizlemiş ve kurtuluşa götüre işi yapmış olursun’ buyurdular.”
Bir diğer sahabi sordu:
“Ya Resulallah! Benim nefsim daima şerre meyyaldir. Ne yapayım da nefsimi şerden men edeyim ve hayra yönelteyim? Bu konuda bana yol gösterir misin?” dedi.
Peygamberimiz (asm) buyurdular:
“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki tüm nefislerin dizgini onları yaratan Allah’ın elindedir. Sizler iyi niyet ile ve kast ile hayra yönelirseniz Allah sizin için hayrı murad eder hayrı yaratır. Nefsinize de hayırlı amelleri hoş gösterir ve hayra çevirir. Kişinin bunu yapması da Allah’a yönelerek duâ ve niyazda bulunması iledir. Çünkü dua ve tevekkül hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tövbe de şer meylini kırar. Bunun için Allah’a yönelerek şöyle dua edin: “Allah’ım! Nefsime takvayı ilham et, onu temizle ve tezkiye et! Sen onu temizleyenlerin en hayırlısısın. Onun velisi ve Mevlâsı da sensin ey Rabbim!”
2.3 Kur’ân-ı Kerim iman dersi veriyor:
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde ve bilhassa ilk nazil olan sure ve âyetlerde hep iman dersleri vermekteydi. Peygamberimizin (asm) ve sahabelerin müşriklerle mücadelesi ve cihadı imanı anlatmak, Allah’ın birliğine iman dersi vermek ve putlara tapmanın ne derece insana yakışmadığını izah etmek ve ahirete imanı anlatmaktan ibaretti. Dinin ve imanın temel rükünleri bu iki esas üzerinde toplanıyordu.
Mü’minlerin sohbetleri bütün imanî meseleler üzerinde oluyordu. Kur’ânın tefekkürî âyetlerinin okunduğu, imanî meselelerin konuşulduğu bu meclislere sahabeler “İman Meclisleri” diyorlardı. İki mü’min bir araya geldikleri zaman “Haydi gelin imanımızı kuvvetlendirelim” diyerek Kur’ân okuyor ve anlamı üzerinde tefekkür ediyorlardı.
Müşrikler de Allah’ı inkâr etmiyorlardı ancak “Tevhitçi” bir imanı, yani Allah’ın birliğini kabul etmiyorlardı. Allah’ın birliği ile beraber kâinatta hüküm ve hâkimiyetini akıllarına sığdıramadıkları için şirki savunuyorlardı. Bir de öldükten sonra dirilmenin imkânsız olduğunu savunuyorlardı. Müşriklere göre insan dünyada ne yaparsa yanına kalıyordu. Tevhit ve haşir konusunda mü’minlerle çekişiyorlardı. Kur’ân âyetleri de onların peygamberimize sordukları sorulara cevap niteliğinde inzal ediliyordu.
—Devam edecek—
|
M. Ali KAYA
23.08.2007
|
|
ESMA-İ HÜSNA
Mânî
Allah (c.c.), Mâni’dir, Menî’dir. Yani, Cenâb-ı Mevlâ istemediği işlere mâni olur, tasvip buyurmadığı işleri durdurur, irâdesi haricinde bir yaprağı bile kımıldatmaz, dilemediği şeylerin meydana gelmesini önler, kullarını kötülüklerden alıkoyar, seyyiâtı men eder, çirkinlikleri örter ve gizler. Cenâb-ı Allah kötülükleri ve fuhşiyâtı haram kılarak kullarının seyyiâta bulaşmasını önler, dalâlete karşı set koyar, mahlûkatını şerre karşı korur ve himâye eder.
Kâinâtta zerrelerden dev kürelere kadar var olan her şey hareket etmek için veya durmak için Allah’tan emir alır. Her şey, her hareketinde ve her durgunluğunda Onun irâdesine bağlıdır. Her faaliyet, Onun irâdesi ile gerçekleşir. İrâdesi ve dilemesi olmadığında hiçbir şey hiçbir biçimde yerinden oynamaz ve harekete geçmez. Cenâb-ı Allah her hareketi ve her durgunluğu “Ol” emri ile kuşatmıştır. Emrinin haricinde hiçbir harekete izin vermez, dilediğini dilediği şeyden meneder, dilediği şeyleri yasaklar.
Mâni’1 ve bu ismin mübalağa şekli olan Menî’ ismi2 Peygamber Efendimiz (a.s.m.) tarafından bildirilmiştir. Cenâb-ı Hak Kur’ân’da, Cennette bitip tükenmeyen, yasak edilmeyen ve mâni olunmayan bol meyveler bulunduğundan sıkça bahsetmiştir.3
Her bir tohum ve çekirdeğin “kâf-nûn” tezgâhından çıkan birer sandukçadan ibâret olduğunu beyan eden Bedîüzzaman, her tohuma kaderle çizilmiş bir programın yüklendiğini, bütün ağacın başına gelecek olayların, çekirdeklerinde yazılı hükmünde bulunduğunu, kudretin, o kaderin pergel ve gönyesine göre zerreleri istihdam edip tohumcuklar üstünde koca bir kudret mu’cizesi binâ ettiğini kaydeder.4
Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, ağaç ve hayvanların hayatına dikkat edildiğinde; câmid, kör, sağır, şuursuz ve bir birinin benzeri olan zerrelerin, o ağacın veya hayvanın gelişip büyümesinde aktif bir biçimde hareket ettikleri görülecektir. Eğri büğrü hudutlarda, zerrelerin, yerini ve faydalılık sınırını tanıması, görmesi, bilmesi ve daha ileriye tecâvüz etmeden hududda durması, ileriye geçmekten kendini alıkoyması; sonra başka bir yerde büyük bir gayeyi takip etmek üzere yolunu değiştirmesi, zerrelerin kaderden gelen mânevî emirler ile hareket ettiklerini göstermektedir.5 Binâenaleyh Allah isterse her şey kolaydır, her şey yoluna girer, her engel aşılır. Allah istemediği takdirde ise, bütün halk ve güç sahipleri toplansalar hiçbir şey yapamazlar, bir adım yol alamazlar, Allah’ın koyduğu mâniayı ve engeli aşacak güç yoktur.6
Hayrın, iyiliklerin ve kemâlâtın vücuda dayandığını dalâletin, şerrin, kötülüklerin, günahların ve bütün çirkinliklerin de özünün, esasının ve mayasının yokluktan ibâret olduğunu, onlardaki fenalık ve çirkinliğin yokluktan geldiğini7 beyan eden Bedîüzzaman, kötülükleri def etmenin hayır istemekten daha evlâ olduğunu, çünkü şer ortadan kalkmadıkça gelecek hayrın fayda vermeyeceğini kaydeder.8
Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, ahlâksızlığın ve inkârın revaçta olduğu bu zamanda, ahlâksızlığı ortadan kaldırmaya ve bozuk fikirleri ıslah etmeye hizmet etmek ve günah işlemekten uzak durmak “takvâ” derecesinde ehemmiyetlidir. Onun için bu zamanda farzlarını işleyen ve büyük günahlardan uzak duran, kurtulur. Çünkü, bu ağır şartlar altında az bir salih amel, çok hasenât hükmündedir. Öyle ki, bir haramın terki vâciptir. Bir vâcibi işlemek, çok sünnetlerden evlâdır. Çünkü binler günahların hücumu altında bir tek “sakınmakla,” az bir amel ile, yalnız günahları terk etmek sûretiyle yüzer vâcip işlenmiş olmaktadır. Bu ehemmiyetli sevap niyetle, takvâ namıyla, günahlardan kaçınmak kastıyla kazanılabilmektedir.9
Bedîüzzaman’a göre, günahsız kullarına karşı hadsiz şefkat sahibi olan Cenâb-ı Hakkın, Hazret-i Zülkarneyn’e (a.s.) emir, inâyet ve yardımıyla muhkem sedler inşâ ettirmesinin bir hikmeti, kötü ve bozguncu kavimlerin saldırılarından mazlum ve mâsûm kavimleri korumak, kurtarmak ve tecâvüzlerini men etmektir.10
Binâenaleyh, kötülerin ve kötülüklerin önüne çekilen maddî-mânevî sedlerde Menî’ olan Cenâb-ı Hakkın hükmü, emri ve kudreti bulunmaktadır.
(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsnâ)
Dipnotlar:
1- Tirmizî, Daavât: 86
2- Mecmuatü’l-Ahzab, 2: 250
3- Vâkıa Sûresi: 33
4- Sözler, s. 432
5- A.g.e., s. 433
6- A.g.e., s. 408
7- Lem’alar, s. 121-122
8- Kastamonu Lâhikası, s. 110
9- A.g.e., s. 110
10- Lem’alar, s. 160
|
23.08.2007
|
|
|
|