|
|
Hüseyin EREN |
Çekirgenin -sıçrayışı |
|
Ekonomizm dünyayı, dünyalarımızı işgal etti… Dünyanın ozon zırhı zedelendiği gibi zihinlerin zembereği de zedelendi… Zerk edilen tüketim, zehir etkisini göstermeğe başladı her yer ziyanlıklarla doldu, dolmaya devam ediyor…
Hâkim zihniyet ekonomizm’in gönüllü ya da gönülsüz kurbanlarıyız... Satırlarını yazarken balkondaki yazı masamın yanı başına bir çekirge sıçradı geldi…
Bir değil bin diyeceği vardı herhalde… Sessizce bakıştık… Bir bütün olduğumuzu unutmuşluğumuzu hatırladık… Ürkütmek istemiyordum… Radar gibi iki anteniyle o da beni süzüyordu kuşkusuz… O kadar da ciddi durma mı diyordu bak bende ne yazlık, ne kışlık, ne moda, ne demode elbise var… Ne evim, ne arabam var, kanaat kanatlarla sıçrıyorum oradan oraya… Geziyor ve geziniyor, sadeliğin neşesiyle yaşıyorum…
Kimse kimseyi gasp ve işgal düşünmüyor bizim dünyada… Paylaşmanın mutluluğunu yaşıyoruz hep birlikte… Birlik bütünlüğüyle, bereketi bolluğu buluyoruz…
Çekirge coştu… Aldı sazı eline hem çalıyor, hem söylüyor…
Kin nedir, düşmanlık nedir, başkasına, doğaya zarar vermek nedir bilmeyiz… Bildiğimiz sevgi rüzgârlarla mutluluk ormanında sıçramaktır… Anın hakkını verir geçmişin derdiyle, daha gelmeyen geleceğin kederiyle keyfimizi bozmaz, kimsenin keyfini de kaçırmayız…
Kâinatın hayat sahibi neticesi olduğumuzu bilir, o bilinçle yaşarız… Hayatı anlamsız gören nazarlar bizi görmezler, biz de onlara görünmeyiz…
Onların gördüğü menfaattir, bencil bir zevk budalılığıdır… Bencilliğine hapsolmuşluktur yeryüzünü kurutan, kaynakları tüketen…
Açlık yokken aç gözlülüğünüzle aç bırakıyorsunuz hemcinslerinizi… Sömürdükçe semiriyor, semirdikçe sömürüyorsunuz… Netice: hiçliğe yuvarlanmak…
Dayanamadı yedinci kata kadar çıkan çekirge terk etti, beni “ben”le bırakarak sıçradı gitti… Kısa süre sonra başka bir misafir geldi; arı… Bal yapan değil sokan arı…
Kızgınlıkla bir tur attıktan sonra demir parmaklıklara kondu… Tedirginlik veren bakışıyla bize zarar verdiğiniz yetmiyor gibi kendinize de ziyan ediyorsunuz dedi, fazla durmadı o da gitti… Çalışkandı, gidecek yeri, yapacak işi vardı, vazife başına koştu…
Dünyayı işgal eden ekonomizmi çekirge ve arı isyan etti, isyanını hissettim hissizliğimde… Hala balkonlarımıza uğrama mecali buluyorlarsa umut sıçrayışlarımız sürecek demektir, kalan süreci iyi değerlendire bilirsek kurtuluşumuz uzak değil.
Borsanın çıkış ve inişini, dövizin düşüş ve yükselişine dikkat ettiğimiz, TV’ye odaklandığımız kadar çekirgelerin sıçrayışını, arıların kanat çırpmasını bakmamız hayata ayrı bir anlam ve zevk katacak, ekonomizmin esaretinden bir nebze olsun kurtulacağız.
21.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Yine sıkıntılı başlangıç |
|
Hatırlanacağı gibi, AKP 3 Kasım 2002 seçimine, lideri yasaklı olarak girmiş ve seçimden sonra da aylarca bunun sıkıntısını yaşamıştı.
Erdoğan’ı milletvekili dahi seçtirmeyen yasağı kaldırmak için gereken değişikliğin yapılması, ardından Siirt’te yeniden seçime gidilip AKP liderinin oradan aday gösterilerek Meclise girmesinin temini ve böylece Başbakanlık yolunun açılması dört ayı aşkın bir süreyi bulmuştu.
Bunun pratikteki sonucu, AKP’nin büyük çoğunlukla geldiği iktidarda, altın değerindeki ilk aylarının köklü reformlar için kullanılması gerekirken, sadece bu sorunu çözmeye odaklanması ve gerektiği gibi değerlendirilememesi oldu.
Erdoğan’ın başbakanlık koltuğuna oturmasından sonra yeni ve taze bir başlangıç yapılabilirdi belki, ama bu da olmadı. Ya yeterli hazırlık ve donanımın olmayışından, ya takiyye kuşkularının muhatabı olmanın beslediği kompleks ve çekingenlikten veya bilmediğimiz başka sebeplerden bir türlü o istikamete yönelinemedi.
Temel ve yapısal reformları gerçekleştirmiş olarak yola çıkılamayınca da, mâlûm tökezlemelere şahit olduk. Ve yaklaşık beş yıllık ilk iktidar döneminde AKP, bilhassa sancılı alanlarda derde deva, sadra şifa bir icraat ortaya koyamadı.
Buna rağmen seçmen, arkaplanı henüz yeterince tartışılmamış ve aydınlatılmamış manipülasyonların etkilemesiyle, AKP’yi bir kez daha, üstelik oy oranını üçte bir nisbetinde arttırarak tekrar iktidar yaptı.
Ama bu seçim sonrasında da AKP için 2002’deki durumu andıran farklı sıkıntılar söz konusu.
Bunlardan biri, yeni döneme 22 Temmuz seçiminin tek gerekçesi olan cumhurbaşkanlığı sorunuyla girilmiş olması. Seçimin üzerinden neredeyse bir ay geçti, hâlâ bu meseleyi konuşuyoruz. Ve görünen o ki, Çankaya seçiminin artık bir sonuca bağlanması beklenen 28 Ağustos’a kadar bu konu önceliğini koruyacak.
22 Temmuz sonrasına cumhurbaşkanı meselesinin askıda olduğu bir tablo ile girilmesi, yeni hükümetin kuruluşunu da sürüncemeye soktu.
YÖK ve yüksek yargı atamalarını son âna kadar sürdürmekte hiçbir beis ve sakınca görmeyen “uzatmalı” Cumhurbaşkanı, yeni kabine listesinin onayını müstakbel halefine bıraktı.
Bu tavrı Başbakan “jest” olarak yorumladı, ama gerek Köşk kulislerinden gelen sinyaller, gerekse kamuoyunda yapılan değerlendirmeler bu görüşle pek örtüşmüyor. Bunlara göre, Sezer giderayak “ince bir rest”e imza atmış oldu.
Bu restin pratikteki en sıkıntılı sonuçlarından biri ise, zaten yeterince sancı çektiren kabine listesiyle ilgili spekülasyonların en az iki hafta daha devam etmesine kapıyı aralamış olması.
Sezer’e sunulmak üzere hazırlanan listede, cumhurbaşkanlığının “favori” adayı Gül’ün isminin de yer alması veya Arınç’a yer verilmemesi, buna karşılık yeni ortaya çıkan durumda bu isimlerin pozisyonunun da haliyle değişmesi ve diğer bakanlıklarla ilgili spekülasyonların alevlenerek devam etmesi AKP’nin hayrına mı?
AKP beş sene önce liderini başbakan yapamamanın sıkıntısıyla yola çıkmıştı. Şimdi ise hükümetini yenileme bahsinde bile inisiyatif alamayıp zaman kaybetmenin sancısını yaşıyor.
Daha yolun başında iken yaşanan bu olumsuzlukların izlerini silecek bir irade mevcut mu?
21.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Murat ÇETİN |
Ağaçlar ve orman |
|
Her şairi sevmeyebilirsin. Sevdiğin bir şairin de her şiirini sevmeyebilirsin. Ama sevmediğin bir şairin altına imzanı atacağın mısraları da olabilir.
“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür/ Ve bir orman gibi kardeşçesine” de bunlardan biri benim için.
Ormanı sevmek, ağaçları sevmeyi gerektirir. Ormanı seversen, ormanın havasını, toprağını da seversin. Oysa sen ormanı sevdiğini söylüyorsun, hayatını orman sevgisine adamışsın, ama tek tek ağaçları sevmiyorsun. Her ağaca bir kusur buluyorsun. Kiminin boyuna, kiminin posuna, kiminin rengine, kiminin yapraklarına, kiminin köklerine kusur buluyorsun.
Oysa bir ormanda her türlü ağaç olabilir. Bir ormana girince bitki örtüsüne, iklimine, coğrafyasına göre, çeşit çeşit ağaçla karşılaşabilirsin. Orman bu yüzden sevilesidir, bu yüzden güzeldir.
Orman tek tek ağaçların güzelliğinin toplamından daha başka bir güzelliktir.
Ve evet bu yüzden bölünmemelidir orman. Kimse ormanın bir kısmını alıp götürmemelidir, götürememelidir. Aslına bakarsan, götüremez de zaten.
Ama yine kimse, o sevmediğin ağaçların köklerini bırakıp başka ormanlara gitmesini istememelidir. Kimse ağaçları köklerinden koparmamalıdır.
Ağaçları sevmiyorsun, ama orman arazisini seviyorsun. Oysa toprağı değerli kılan, güzel yapan, ağaçların o toprakların derinliklerindeki kökleridir. Toprak o köklerle güzel ve değerlidir. Ağaçlardan ayrı bir toprak güzelliği yoktur. Toprağı sevip insanları sevmezlik edemezsin. Toprağı korumak adına ormanı yakamazsın. Toprağı korumak adına ağaçlara zarar veremezsin. Bir tek yaprağı bile feda edemezsin.
Ağaçların, ormanın bir parçası olduğu doğrudur, ama onların tek başlarına bir ağaç olduklarını, bir kökleri olduğunu, gökyüzüne doğru uzandıklarını da görmezden gelemezsin. Bütün ağaçların birbirine benzemesini isteyemezsin. Her ağacı kendi kökü ve geleceği ile benimsemeli ve sevmelisin.
Ağaçları sevmelisin, ormanları sevdiğin gibi. Ve orman bekçilerini, ormanı korudukları için ve ormanı korudukları oranda sevmelisin. Bekçi sevgisi, orman sevgisinin de, ağaç sevgisinin de önüne geçmemeli.
Zira ağaçları ve ormanı sevmek, hayatı sevmektir.
Özgürlüğü sevmektir…
21.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Toplumda “dinî kurallar” talebi |
|
Prof. Dr. Yılmaz Esmer, 22 Temmuz seçimlerinde oy kullanan seçmenin profili üzerine bir araştırma yapmış. 56 ilde 1398 seçmenle yapılan araştırmada, cumhurbaşkanlığı seçim sürecinin verilen oy üzerinde ne kadar etkili olduğu ile ilgili soru da sorulmuş. Cumhurbaşkanlığı sürecinin, AKP’de yüzde 6.95, CHP’de yüzde 6.4 ve MHP’li seçmende yüzde 5,43 etkili olduğu ortaya çıkmış.
Bu sonuç, sanılanın altında bir değer gibi görünüyor. Tabanda, özellikle küçük yerleşim birimlerinde muhafazakâr oylar üzerinde fazlasıyla etkili olduğunu, başka çalışma ve gözlemlerden anlıyoruz.
Dinin, seçmen nezdinde belirleyici rolünü irdeleyen bir soru ise, eğitimde, hükümet işlerinde, miras, aile-çocuk ve ceza hukuku ile faiz konularında, “dinî kurallara göre düzenlensin” fikrinin cevabı aranmış. Benzer araştırma 1999 ve 2002 yıllarında yapılan sonuçlar ile kıyaslanarak verilmiş.
Buna göre, eğitimde 1999’da yüzde 38 talep varken, 2002’de yüzde 36’ya ve 2007’de ise yüzde 29’a gerilediği belirlenmiş. Hükümet işlerinde yüzde 26’dan 20’ye düşme kaydedilirken, miras konusunda 36 ile 33 arası bir değerde kalınmış. Aile-çocuk alanında son sekiz yılda üç defa benzer soruya verilen cevapta, yüzde 58-57 oranında yüksek bir değer çıkmış. Ceza hukukunda yüzde 36’dan 24’e gerilemişken, faiz konusunda 39’la-37 arası bir bantta kalmış.
Buradan çıkan en belirgin sonuç, toplumun kahir ekseriyeti (yüzde 57), aile ve çocuk alanını “Dini kurallara göre düzenlensin” talebiyle ortaya koymaktadır. Zaten eğitimin, kamunun ve aktif hayat çevresinin bütün fonksiyonları ve buna bağlı düzenlemeler, aile ve çocuk ile başlıyor. Mayalanma ve tohum dönemi, toplumun meyvesini vermektedir.
Miras hukukunun yeterince bilinememesi, dinî eğitimin çok cazibe merkezi olmaması ve dinin hükümet işleri ile politik bir değer kaybına uğrayacağı gibi mülâhazalarla oranın düşük çıktığı düşünülebilir. Nedenleri ayrıca irdelemeye değer bir konu olarak görülebilir.
Üç ayrı çalışmanın ortalaması olarak toplumun yüzde 40’ının faizin dinî kurallarla belirlenmesini, yani yasaklanmasını istediğini görüyoruz. Dinî şuurun bu düzeyde gelişmişliği, piyasanın bu kadar faizle iç içe olduğu bir ortamda bu oranla faiz karşısında tutum alması küçümsenmeyecek bir sonuçtur.
Hükümet işlerinde dinin düzenleyici rolüne fazla itibar edilmezken, aile ve çocuk konusunun ardından faiz ve miras konusunda oranın üçte birden fazla olması, dinin iman, ahlâk ve irşat boyutuyla helâl ve haram olarak algılandığı kanaatini vermektedir.
Bu çalışmalar yapılırken, muhtemeldir ki, siyasal İslam eğilimini ölçmek, bir anlamda değişen toplumun gerçekten bir İslâmî iktidar talebinin olup olmadığını belirlemeye dönük bir sorgulama olduğunu varsayarsak, çıkan sonuç bu vehmi doğrulamıyor. Tam tersine dini, aileden başlayan ve hayatının öznesi yapmaya dönük bir inanç ve gereklilik olarak görüyor.
Araştırmacı Yılmaz Esmer’in mutedil duruşundan bağımsız ve araştırma nedenlerinden sarfı nazar yorumlarımızı katmaya çalıştık.
Dinî inancın ve bakışın öğrenilmeye çalışıldığı sorularda, “Plaj kıyafeti günah mı?” gibi cevabı baştan bilinen sorular da var. İslam’ın açık hükümleri ve haram-helâl sınırları zaten biliniyor. Bu tür sorularla sosyal bulgular bağlamında, analizlere ışık tutacak birer veri gibi görülse de, dinî kaidelerin tartışmaya açılacak ve anketle belirlenecek bir hükmünün olmadığını belirtmekte fayda var.
Araştırmaya başlık arar gibi, “AKP’de mayo günah” sonucuna varmak, dinî bilmemekten kaynaklanan bir garabet olsa gerek. Bunun dinî veçhesini, partili görüşüyle eşlemek, esas siyasal İslâm zeminine çanak tutmaktan farksızdır.
Hassasiyet göstermemek veya yaşamamak ayrı bir şey, yapılanın günah olup olmadığını bilmek ayrı şey. Her halükârda günah olduğunu bildiği halde yapılması ile bunun günah olmadığını iddia etmek, sosyal bilim gibi detayı ve sorgulamayı göreceli ve analitik tutan bir alan için önemli olduğunu, sayın araştırmacılarımız da farkındadırlar.
“Cumhurbaşkanının dindar olması sizin için ne kadar önemli?” sorusuna, ankete katılanların yüzde 60’ı “önemli” gördüğünü belirtiyor. Bu oran; din fenomeninin, dinî gündemin ve din eksenli duyarlılığın etkisini kavramak açısından önemli tespittir.
Türkiye’nin değişen yüzünü, halkın dini ile barışık yaşama arzusunu ve aile yapısının önemini ortaya koyan bu araştırma gösteriyor ki; sosyal bilimle uğraşan ve siyaset yapan veya yapma hevesinde olan bütün ilgililer, merciler ve kendini merci zannedenler için önemli mesajlar vermektedir.
Hayatı, halkı ve tabanı okuyarak yoluna devam edecek bir sürecin, demokrasimizi güçlendireceği bilinen bir gerçektir. Bunun sinyallerini veren bu sonuçlar, ümit vericidir.
21.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
“Küresel ısınma” ve yaylalar |
|
Bütün dünyada, neredeyse birinci gündem maddesi haline gelen ‘küresel ısınma’ ve neticeleriyle ilgili hadiseler tartışılıyor. Kuraklık, susuzluk, mevsimlerin değişmesi gibi kavramlar, uzmanların değerlendirmeleriyle birlikte vatandaşın da sohbet gündemini meşgul ediyor.
Çok değil, 10 yıl önce Türkiye’nin susuzluk sebebiyle ‘kriz’e gireceği, ya da ülkemizin ‘kuraklık ve çöl şartları’yla yüz yüze geleceği söylenmiş olsa bile, bu tesbitleri gereği gibi dikkate alanlar olmamıştır. Çünkü, Türkiye’nin ‘su zengini’ olduğuna kendimizi inandırmış ve ‘su akar, biz bakarız’ şeklindeki ifadeyi bir anlamda ‘ata sözü’ gibi kabul etmişiz.
“Bize bir şey olmaz” anlayışı sonunda başta ‘başkent’ olmak üzere büyük şehirlerimizin susuzluk tehdidiyle karşı karşıya kalmış durumda. Maalesef, suyu ‘su’dan daha ucuz görmenin bedelini ağır bir şekilde ödemek üzereyiz. Belki paramız var, enflasyon oranı da düştü; ama bütün bunları gölgede bırakacak bir gerçekle karşı karşıyayız: ‘Su’yumuz yok!
Tabiî ki bunun çaresi de telâşa kapılmak değil, israfa son vermek ve tasarrufa sarılmaktadır. Küresel ısınma, susuzluk ve kuraklık gibi kavramlar gündemimizi meşgul etmeye başlayınca ‘yaylalar’ da bir şekilde Türkiye’nin gündemine gelmiş oluyor.
Türkiye’nin dağları ‘yaylalar’la dolu. Bilhassa Karadeniz bölgesindeki yaylalar, en azından şimdilik ‘küresel ısınma’ ve beraberinde gelen tehlikelerden korunmuş görünüyor. Bu yazıyı, “Ankara’da susuzluk,” “Türkiye çöl olma yolunda” ve “Türkiye kavruluyor, hava sıcakları daha da artacak” gibi haberlerin gündemi meşgul ettiği günlerde; yağmur seslerinin duyulduğu ve havanın ‘soğuk’ olduğu bir Karadeniz (Çayeli) yaylasında yazıyorum.
Küresel ısınma ve beraberinde gelen ‘tehlike’ler; Karadeniz’i ve yaylalarını ‘turizm’ açısından da ön plana çıkaracak gibi görünüyor. Bunun için, geç kalmadan ‘altyapı’ çalışmalarının yapılması lâzım. Tabiî bu arada, yaylaların ‘turizme açılması’nın getireceği faydalar ile, götüreceği ‘değer’lerin iyi bir muhasebesinin yapılması lâzım.
Bu cümleden olara, Bayındırlık ve İskan Bakanı Faruk Nafiz Özak, Türkiye’de şimdiye kadar yapılmamış bir proje hazırlayarak Karadeniz yaylalarını yollarla birbirine bağlamayı planladıklarını söylemiş. Bakan Özak, projenin Ordu’dan başlayarak Giresun, Trabzon, Gümüşhane’nin kuzeyi, Rize ve Artvin arasındaki yaylaların birleştirilmesini kapsadığını belirtmiş.
Yaylalara sahip olmak büyük bir avantaj. “Turizme açalım” derken, buraları da yaşanmaz hale getirmeyelim...
21.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Sözlerin en doğrusu |
|
Doğru ve güzel öyle sözler vardır ki mest olur insan. Hayran olur, takdir duygularıyla dolar.
Sözlerin en güzeli, en doğrusu şüphesiz başta Allah’ın, sonra da Resûlünün sözleridir. Bunlar birer projektördür, yollarını aydınlatır insanlar. Huzur ve mutluluk dağıtırlar.
Sahabe Allah’tan sonra Resûlullah’a o kadar itibar ederlerdi ki ne söylemişse tereddütsüz kabul eder ve ona dört elle sarılırlardı.
Hz. Ömer bir gün minberde halka hitap ederken, “Bir görüş Resûlullaha (a.s.m.) aitse isabetlidir. Çünkü ona doğruyu Allah gösteriyor” diyerek, kafa fenerine güvenenlerin yanılabileceğine dikkat çekiyordu.
“Benim görüşüm budur, şudur”diyenlerin hatadan kurtulamadıklarını belirten İbni Mesut da, öncekilerin bu tür sözlerinden dolayı helak olduklarını söylüyordu. Sahabenin ortak görüşü, “Ümmeti Muhammed (a.s.m.) içinde kendi görüşüme dayanacak birşey söyleme hususunda Allah’tan hayâ ederim” demekten ibaretti.
Şüphesiz bu hadislerde açıkça belirtilen konular için söz konusuydu. Allah Resûlü (a.s.m.) bir konuda söz söylemişse artık kimseye söz düşmedi. Muaz bin Cebel’i Yemen’e gönderirken bir meseleyle karşılaştığında ne ile hükmedeceğini soran Allah Resûlü (a.s.m.) önce Kur’an, sonra da Resûlullahın sünnetiyle bunlarda bulamadığında da kendi görüşüyle içtihad edeceğini belirttiğinde, Efendimiz (a.s.m.) memnuniyetini “Elçisini, Resulullah’ın razı olacağı şekilde konuşturan Allah’a hamdolsun” diye ifade etmişti.
Sahabenin Allah ve Resulünden aldığı bu nur aşk ve şevkle kısa zamanda dünyaya hükmetmelerindeki sır buydu: Kur’an ve sünnete bağlılık ve bunları yol gösteren, ışık tutan rehber olarak görmek. Bu hakikatlere bağlı kaldıkları ölçülerde hep muvaffak olacaklardır.Arz Allah’ındı ve ona salih kulların varis olacağını da müjdelemişti.. Bu duygu ve inançla dünyaya hükmedeceklerini biliyorladı.
Hz. Ebu Bekir Şam’a ordu gönderirken Hz. Ali’yle istişare etmiş, Hz. Ali galip gelineceğini söyleyince, bunu nereden bildini sorduğunda şunları söylemişti: “Ben Resûlullahın (a.s.m.),“İslam ve Müslümanlar herşeye hakim oluncaya kadar, bu dine karşı çıkanların hepsi dize getirilecektir.” buyurduğunu işittim. “Hz. Ebu Bekir de, “Ne güzel söz bu! Bunu söylemekle beni sevindirdin. Allah’da seni sevindirsin’ diye karşılık vermişti. (Müslümanlık, 2:436.)
Bu ruh, bu inanç canlı tutulduğu sürece Müslümanlar hep zaferden zafere koşmuşlardı.
21.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Günahlar ayrılmaz parçalarımız |
|
Biz insanlar günah işlemeye meyyal bir şekilde yaratılmışızdır. Günah işlemek adeta insanlığımızın önemli bir yönünü ortaya koymaktadır. Zira günah olmasaydı imtihana tabi oluşumuzun da bir anlamı olmayacaktı. “Her şey zıddıyla bilinir” kaidesi gereğince günah olmasaydı, günahlardan korunmak için gösterilen ve insanların kabiliyetini müsbet bir şekilde geliştiren çabalarımız da olmayacaktı.
Günah olmasaydı tevbe ve istiğfar için Rabb-i Rahime yönelmenin gereği de kalmazdı. Günah, Cenâb-ı Hak’kın, Gafur, Tevvab, Rahman ve Rahim gibi birçok isimlerinin insanlarda tecelli etmesi için bir zemin hazırlamaktadır. Bu duruma göre, bizlerin kendimizi tamamen günahlardan arınmış bir insan olarak görmemiz yaratılış sırrına aykırı düşecektir.
Günahları tamamen yok etmek, günahsız bir hayat oluşturmak mümkün olmayacağına göre, günahlarla mücadele azmimizi geliştirmemiz gerekmektedir. Küçük olsun, büyük olsun her günahtan sonra tevbe ve istiğfarla gösterilecek olan pişmanlık hali, varılmamız istenen hedeftir. İnsanlar hiç günah işlememekle değil, günahlarından samimi bir şekilde tevbe etmekle manevî açıdan yükselebilirler.
“Ben günah işlemem” ifadesi, nefis ve şeytanın insanlara kendini inkar ettirmesi anlamına gelecektir ki, böyle bir anlayışta büyük bir tehlike bulunmaktadır. Zira şeytanın en büyük hilesi kendini inkar ettirmektir. Şeytanı önemsiz gören, nefsinin düşmanlığını hafif gören bir insan kendini şeytan ve nefsin hücumlarından korumak için bir çaba ve gayret içine girmeyecektir. Böyle olunca da o insanın dünyasında meydan şeytan ve nefise kalacaktır.
Allah’ın rızasını kazanmak o kadar büyük incelikleri gerektiriyor ki, her anımızda günah işlediğimizi düşünmemiz gerekecektir. Böyle düşünürsek, her anımızda gelmesi muhtemel günahlara karşı siper alma ihtiyacı içine gireceğiz. “Su uyur düşman uyumaz” atasözü nefis ve şeytanlar için söylenmiş olmalıdır. Zira fiili olarak kendimizi günahlardan korusak bile, kafamızda oluşturulacak bazı düşüncelerle nefis ve şeytanlar bizlere günah işletebilirler.
Gurur, kin, ucb gibi hallerle işlediğimiz günahlar başkalarıyla görüşmeden de işlenebilir günahlardır. Diyorum ki, bizler kendimizi hiç günah işlemeyecek bir şekilde programlamak yerine, kendimizi, her an günahlardan korunmak ve işlediğimiz günahlardan dolayı tevbe etmek üzere ayarlayalım.
Günahsız bir hayat bizim için mümkün olmadığı için, bizlerden öncelikle “günah-ı kebair” diye ifade edilen büyük günahlardan uzak durmamız istenmektedir. Büyük günahları işlemedikten sonra, küçük günahlardan dolayı, yapma imkânı bulabileceğimiz güzel amellerimizle, ibadetlerimizle kendimizi affettirebiliriz belki.
Günahlardan dolayı korkunç tehlike, büyük olarak ifade edilen günahlarla karşımıza çıkabilir. Bu tür günahlardan korunmak için azamî çaba gösterdiğimiz ve bunda muvaffak olduğumuz zaman, diğer günahlardan kurtulmanın en önemli yolu, Allah’ın rahmet hazinesinden yardım istemek olacaktır.
“Nasıl olsa günah işlememiz insanlığımızın bir gereğidir” diyerek isteyerek günah işleme tehlikesini de unutmamamız gerekir. Küçük olsun, büyük olsun “sonra tevbe ederim” diyerek günah işlemenin, insanı günah bataklığına düşürebilir bir tehlikesi vardır. Günaha niyet tehlikeli bir yaklaşımdır. Günahlardan çekinme niyetine rağmen, insanın bir derece elinde olmadan işlenen günahlardan kurtulmak için yapılan duaların makbuliyeti daha çok umulabilir.
Elhasıl, aslında en büyük vazifemiz, olabildiğince az günah işlememiz ve her an kendimizi günahkâr olarak bilerek Allah’a yalvarmalarda bulunmamızdır. Günahları unutmak, günahkâr olabileceğimiz ihtimalini düşünmemek, önümüzde kurulmuş şeytanî tuzaklardır. Öyle çok günah çeşitleriyle karşı karşıyayız ki, bilhassa ahirzaman olan zamanımızda masum olmak kolay olmamaktadır. Tamamen masum olma imkânımız yoksa da, her an kendimizi günahkâr bilmek imkânına sahibiz. Unutmayalım ki, insanın kendini günahkâr bilmesi, günahlardan kurtulmanın önemli bir başlangıcı olabilir.
21.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Köken kurcalama mantığı |
|
Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halaçoğlu'nun sarf ettiği ve bir anda "köken tartışması"na dönüşen sloganvâri sözleri, mevcut bir kronik hastalığın da yeniden nüksetmesine, depreşmesine sebebiyet verdi.
Kayseri'de düzenlenen bir sempozyumda konuşan Halaçoğlu'nun "Türkiye’de yaşayan Kürtler’in Türkmen kökenli, Kürt Alevileri’nin ise Ermeni kökenli olduğu" iddiasında bulunması, ilk bakışta Türkiye'nin ve Türklerin hayrına gibi görünüyor olmasına rağmen, hakikatte durum tam tersinedir.
Bu tarz bir yaklaşım, insanlarımızı birbirine düşürmekten, birbirinden soğutmaktan başka bir şeye yaramaz.
Hele hele, delilsiz, belgesiz şekilde ortaya atılan bu tür iddialar, Türkler'e düşman kazandırmaktan öteye gitmez.
Hem ne maslahatı var ki, bu tarz konuları konuşup kurcalamanın? Bugüne kadar bunun kim bir faydasını görmüş? Açıkça ifade edelim ki, "Türkiye'de yaşayan herkes Türktür" yaklaşımı, Türk milletine düşman kazandırmaktan başka hiçbir işe yaramaz ve yaramamış.
* * *
Esasında, "Türkiye'de yaşayan..." diyerek başlayan etnik kökene dair iddiaların içinde geçerli, tutarlı bir mantığın esâmesi de yok.
Zira, 1920'lerde çizilen mevcut sınırlarımız, etnisiteye göre tesbit edilmiş değil. Bu sınırlar, daha ziyade siyasîdir, coğrafîdir, fizikîdir; önemli bir kısmı da stratejiktir.
Kaldı ki, etnik ayrımı "Türkiye'de yaşayanlar ve yaşamayanlar" diye ayırdığınızda çok gülünç bir duruma düşersiniz. Bütün dünya ve ilim çevreleri biliyor ki, Türkiye'de yaşayan Kürtler ve Alevilerin komşu ülkelerde de pekçok yakın akrabası var.
Onun için, söze "Türkiye'de yaşayanlar" diye girdiğinizde, bu akrabaları da yok saymanız gerekecek.
* * *
Türkiye'de yaşayan "saf Türk"ün nüfus oranı ne olursa olsun, bin yıldır birbiriyle kaynaşmış bulunan halkın içinde bu hususu bir problem haline getiren yok.
Nüfusun ekseriyeti Türk olmamakla beraber, ekseriyet yine de Türkleşmiş; aynı dili kullanmakta ve aynı dinî inancı paylaşmaktadır.
Bunlar gibi, daha sayısız "birlik"ler varken, neden hâlâ ayrılık ve ikilik noktaları önemsenerek gündeme getiriliyor; anlamak mümkün değil.
Hem, bu zamanda nesiller o derece karışmış ve kaynaşmış ki, kimin ne olduğu ve nereden geldiğinin anlaşılması, ancak "Levh–i Mahfuz"un açılmasıyla mümkün olabilir.
O halde, bırakalım lüzumsuz, mantıksız, faydasız, hatta karıştırıcı, kışkırtıcı tartışmaları da, ayağı yere basan ve insanların huzurunu, barışını hedef alan konuları gündeme taşımaya çalışalım.
GÜNÜN TARİHİ 21 Ağustos 1968
Prag: Komünistlerden sosyalistlere darbe
Tarihte eşi benzeri olmayan bir kanlı işgal hadisesi, 20/21 Ağustos (1968) gecesi meşhûr Prag şehrinde yaşandı.
Çek (Slovakya) Cumhuriyetinin başkenti Prag şehrine giren komünist bloka (Varşova Paktı) bağlı binlerce tank ile yüz binlerce savaş askeri, gecenin koyu karanlığında başşehirle birlikte ülke topraklarını da işgal etti.
Başını Rusya'nın çektiği bu işgal harekâtına katılan tank sayısının 6 bin, asker sayısının ise 500 bin kadar olduğu tahmin ediliyor.
Komünist kuvvetlerin bu dehşet verici işgali esnasında yüzlerce ölüm ve yaralanma vak'ası yaşanırken, yaklaşık 300 bin civarında da diğer Avrupa ülkelerine kaçarak canını zor kurtardı.
Böylelikle, dünya diline yerleşen sekiz aylık "Prag Baharı" da sona ermiş oldu
Brejnev doktrini
Prag'ın işgali günlerinde, Çekoslavakya'nın başında liberal sosyalist Alexander Dubçek, komünist Rusya'nın başında ise, kanlı diktatör Leonid Brejnev vardı.
Brejnev, Sovyet Rusya'nın devlet başkanı, ama aynı zamanda komünist dünyanın da lideri konumundaydı. Komünizmin uygulanmasında katı ve acımasız bir politikadan yanaydı. Herhangi bir ülkenin bu bloktan ayrılma belirtisine dahi tahammül göstermeyecek kadar bağnazdı.
İşte, Alexander Dubçek'e karşı gazaba gelmesi de bu yüzden oldu.
Dubçek, 1968 yılı başında iktidara geldiğinde, liberalleşme yönünde bazı adımlar atmaya başladı.
Bu politika, medyanın kısmî özgürlüğü, tüketim maddelerine önem verilmesi, demokratikleşme, hatta çok partili bir hükümet kurulması gibi değişik ve önemli düzenlemeleri gerektiriyordu.
Neticede, federal bir anayasanın hazırlanarak Çekoslavak Sosyalist Cumhuriyetinin eşit iki halka dönüştürülmesi planlanıyordu.
Bütün bu gelişmeler, Brejnev'i adeta kudurtma noktasına getirdi. Derhal harekete geçti ve Dubçek'e karşı "Brejnev doktrinleri"nin en sert biçimde tatbik edilmesini istedi.
Brejnev'in bu isteği doğrultusunda harekete geçen komünist blok (demirperde ülkeleri) tam bir savaş hali içinde Prag şehrini işgal etti. (Romanya, aynı blok içinde olmasına rağmen, işgale karşı tarafsız kaldı. Diğerleri Rusya'nın yanında yer alarak komşu ülkeye birlikte saldırdı.)
Sonunda hem çok sayıda mâsum insan öldürüldü, hem de şehrin birçok yeri harabeye döndürüldü.
Hemen ardından, seçilmiş hükümet devrildi. Onun yerine, Rusya'ya bağlı kukla bir idare kuruldu.
Bu taktik, Rusya'nın tarihî karaktinde var olan ve sıklıkla başvurduğu aşağılık, acımasız bir politik yöntemdir.
21.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Cehennem mi, yokluk mu -1 |
|
Vahdettin Bey:
*“Yokluk ile Cehennem arasında nasıl bir muvazene vardır? Kur’ân’da kâfirlerin Cehennem’den kaçarak yok olmak isteyecekleri yazıyor. Oysa Üstad Hazretleri, ‘Cehennem de olsa beka isterim’ diyerek, hayatın ve bekanın yokluktan daha tercihe şayan olduğunu söylüyor. Öyleyse, kâfirler neden Cehennem’den kaçarak yok olmak istiyorlar?”
Cehennem, tevbe kapısıyla Allah’a sığınmayanların uğrayacakları azap yurdu. Yokluk ise, hakikati olmadığından, Kur’ân’da bulunmayan hayalî bir kavram. Varlığın hayalî zıttı.
Kur’ân’da Cehennem vardır; ama yokluk yoktur. Oysa ateizm denilen ve bir zamanlar nesilleri büyülü kucağında mahvetme eğilimine giren felsefî cereyan “yokluk inancı” temeline dayanmaktaydı. Ölüm bir yokluktu onlara göre. Öldükten sonra hayat yoktu; hiçbir şey yoktu! Her şey bu gördüğümüz dünyadan ibâretti! Bu yokluk inancı bütün sorumlulukları yerle bir ettiğinden, genç nesillere bir süre câzip geldi ve getirdiği ahlâksızlıklarla dünya toplumlarına bir süre çektirdiler. Fakat bir dine bağlı olmanın ve sorumluluk duygusuyla yaşamanın, dinsiz ve inançsız yaşamaya oranla çok daha üstün olduğu fikrinde birleşen insanlık, çabuk uyandı ve bu yok oluşçuluğun daha fazla barınmasına ve nesilleri yok etmesine fırsat vermedi. Bu çerçevede Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında, “Yeter ki bir dîne inansın; tek inançsız olmasın!” fikri etrafında muhtelif yerlerde işbirliği yapıldı.
İşte, âhir zaman âfetlerinin her türlü ahlâksızlık boyutunda olduğu gibi, inançsızlık boyutunda da mahvolasıya yaşandığı dehşetli günlerde, Kur’ân’dan aldığı ilhamla yokluk kavramının ne bahtsız ve dehşetli bir fikir olduğunu, gerçekte yokluğun olmadığını, ölüm öncesinde de, ölüm sonrasında da hayatın ve yaşamanın esas olduğunu, ölümün yokluk olmadığını, ebedî hayata bir geçişten ibâret olduğunu1 dünyaya haykıran Bedîüzzaman Saîd Nursî, risâlelerinde yokluk ile varlığı muhtelif cihetlerden mukayese eder ve Cehennemde de olsa var olmanın yokluğa nazaran bir rahmet olduğunu,2 varlığın yaratıcısı olan Cenab-ı Hakkın zulümden münezzeh olduğunu, hayatta nasıl “varlık” esas ise, varlıkta da “ebedî saadetin” esas olduğunu, tevbe siperi ile Allah’a sığınan kulların Allah’ın izniyle Cehennem’den de kurtulacağını, binâenaleyh, insanın ister inansın, ister inanmasın, Allah’ın adâletinin ve rahmetinin, yani Cehenemin ve Cennetin, kendisi hakkında mutlak hayır getireceğini, öyleyse beşerin görevinin mutlaka Allah’ı bu sıfatlarıyla tanımak ve sevmek olduğunu, Allah’ı bu sıfatlarıyla tanıyan ve seven kimsenin de, Allah’ın izniyle Cehennem’den kurtulacağını ve derecesine göre Allah’ın rahmetine, rızâsına ve Cennetine ulaşacağını müjde eder.3 Bedîüzzaman, “kabul-ü adem” dediği yok oluşçuluk mesleğinin bir safsatadan ibâret olduğunu ve ispat edilemeyeceğini; ama bir meslek olarak bu yola girenlerin “yokçuluğu” ispat etmekle yükümlü olduklarını, ispat edemedikleri takdirde ise Kur’ân’ın “var oluşçulukla” ilgili bütün beyanlarının hak olduğunu kabul etmek zorunda olduklarını belirtir.4
Bedîüzzaman’ın referansı şüphesiz Kur’ân’dı. Şimdi, Cehennemle ilgili Kur’ân âyetlerine bakalım:
*“Rablerini inkâr eden kimseler için Cehennem azabı vardır. Ne kötü bir dönüştür o! Oraya atıldıklarında, Cehennemin gürleyişini işitirler ki, kaynayıp duruyor! Neredeyse öfkeden parçalanacak! Kâfirlerden her bir bölük oraya atıldıkça, onların bekçileri kendilerine sorar: “Bu azaptan sakındıran bir peygamber size gelmedi mi?” “Evet!” derler. “Bize bir peygamber geldi! Ama biz onu yalanladık. Allah bize bir şey göndermedi. Siz sapıtmışsınız! Dedik. Keşke onu dinleseydik!” derler. “Keşke düşünseydik! O zaman şu alev alev yanan Cehenem ehlinden olmazdık!”5
Yarın inşallah devam edelim.
DİPNOTLAR:
1. Mektûbât, s. 13, 221
2. Asâ-yı Mûsâ, s. 43
3. Sözler, s. 69
4. Lem’alar, s. 82
5. Mülk Sûresi, 67/6-10
21.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Sophia Loren tarzı |
|
Başörtüsünün modernize edilmesi tartışılıyor. Kimileri başörtüsünün tamamen modernize edilebileceği, kimileri ise katiyetle modernize edilemeyeceği görüşünü taşıyorlar. Bu tartışmalarda zaman zaman işin muhtevası atlanıyor. Gerçekten de modern başörtüsü veya hicap bir mühendislik ürünü müdür? Öncelikli olarak başörtüsünün mücerret bir bezden ibaret olmadığını bir hayat tarzı olduğunu hatırlatalım. Başörtüsü hicabın yani örtünmenin sadece bir cüzü ve parçasıdır. Tamamı değildir. Örtünmek, Garaudy’nin deyimiyle entegrist yani entegre bir durumdur.
Kısaca hayat tarzıdır. Müslüman kadın başörtüsünü örtmekle birlikte, asıl olarak ‘mefatin ve mehasin’ denilen ve tabir edilen cazibedar yerlerini kapatmak zorundadır. Örtünün formu başörtüsü muhtevası ise cazibedar yerleri örtmektir. Aksi takdirde, bunlar olmadan giyilen başörtüsü dürbüne tersinden bakmak gibi olacak ve indirgemeci bir yaklaşımı hatıra getirecektir. Örtünmeye bütüncül olarak bakmadan giyilen başörtüsü onu karikatürize etmekten farksız olacaktır. Elbette iğreti gelin tarzı iğreti başörtüsü giyenlerin hepsinin kastı veya maksadının dejenerasyon veya yoldan çıkarma olduğu söylenemez. Bu, bühtan olur. Ama son sıralarda Hayrunnisa Gül’ün başörtüsü tartışması çerçevesinde gördüğümüz başörtüsü mühendislerinin kastı katiyetle budur. Bu bağlamda, The Guardian gazetesi de Hayrunnisa Gül çevresinde gelişen tartışmalarını sütunlarına aksettirmiş. Guardian, Hayrünnisa Gül’ün, tartışmalı türbanını ‘modernleştirmesi’ için Viyana’da yaşayan Türk modacı Atıl Kutoğlu’nu görevlendirdiğini hatırlatıyor. Gazete, Kutoğlu’nun, Sophia Loren tarzı bir stile yönelebileceği yönünde yaygın söylenti olduğunu da belirtiyor. “Bununla birlikte” diyor ve ekliyor “Türkiye’nin gelecekteki dindar cumhurbaşkanı eşinin, saçının ne kadarının görünmesine izin vereceği belirsiz.”
***
Bizdeki gibi İslâm dünyasında da başörtüsünün modernize edilmesi meselesi hummalı ve hararetli bir şekilde tartışılıyor. Sözgelimi, Islamonline. net bu konu etrafında ‘yoldan ve baştan çıkaran kapalılar/başörtülüler’ diye bir dosya hazırlamış. Çok da ses getirmiş. Zira mesele, İslâm dünyasının yumuşak karınlarından birisini teşkil ediyor. Bu dosyadan sonra Almanya’da ikamet eden yazar Nebil Şebib de ‘baştan çıkaran başörtülülere’ yönelik binr çağrı kalame almış. Kırıp dökmeden onları cadde-i sevaba yani doğru yola çağırıyor. Yine Islamonline.net’te Hüsam Tammam da aynı doğrultuda bir makale kaleme almış ve başlık olarak da: “Haşmet daima hicaptan önce gelir’ ifadesini seçmiş.
Burada kullanılan “haşmet” kelimesi ihtişamdan geliyor. Yani başörtüsü giyen kadınlar hafifmeşrep görüntülerden azade olacaklar ve cemiyetin içinde vakarlarıyla yerlerini alacaklar. Halbuki, İslam “light”laştıkça, başörtüsünü de hafifleştiriyor. Bundan dolayı, kadını hafiflettiği için halhal nevinden takılara izin verilmemiştir. Kadın elbette ki süslenecek ve bu fıtratında var. Ama bu süslenme hiçbir zaman başkalarını ayartma ve iğva ve baştan çıkarma aşamasına varmayacak. İşin püf noktası ve kırmızı çizgisi orasıdır. Dolayısıyla hâyâ başürtüsünden önce gelir. Hâyâ başörtüsünü kuşanır. İslâm’da hidakt yani yas durumunda olan kadının süslenmesi de bu nedenden dolayı yasaklanmıştır. Ancak evlenmeye aday kadın süslenerek evlenme rağbetini meşru dairede ortaya koyabilir. Bu itibarla, hicap kıyafetini tanımlayan ulema şu kaide-i şeriyyeyi vazetmişlerdir: “La yeşiffu veya yasifi’ yani tanınmasına imkân vermeyecek ve saydam ve transparan olmayacak. Daha açıkçası, hatları belli etmeyecek, ortaya sermeyecek. Dolayısıyla hicap sözde değil özde olacak. İsmi müsemmasını kuşanacak ve niteliğiyle birlikte olacaktır. Öyleyse, yoldan çıkaran başörtüsü, başörtüsü olmaktan çıkar.
***
Başörtüsü hayatınızı karartır mı? Dünyevî lezzetlerle aranıza girer mi? Sonuçta bu büyük bir kayıp mıdır? Zarar kâr dengesini ahirete göre ayarlayanlar için zarar elbetteki sözkonusu olmaz. Ama hayatı dünyadan ibaret görenler için durum değişir. Hürriyet gazetesi yazar Nihal Bengisu Karaca ile bir röportaj yapmış. Nedense başörtüsü mühendisleri Hayrunnisa Hanım’ın başına üşüştükleri gibi Hürriyet de kapalı yazarların peşini bırakmıyor ve onları kabından çıkarmaya veya ayartmaya çalışıyor. Veya en azından açık kapalılığa doğru özendiriyor. Röportajdan sonra Ahmet Hakan da Mevlânâ’nın Süleyman Pervane’ye tarizi gibi Nihal Bengisu’ya ‘ben sana demedim mi, kapalılıkla birlikte hayatın lezzetleri anlaşılmaz, onlara ulaşılmaz? Vazgeç bu yoldan’ der gibi döşenmiş. Nebil Şebib ile Ahmet Hakan’ın çağrıları tam birbirine zıt. Ahmet Hakan bu çağrısını gayet rahat da yapıyor. Artık gemilerini yakmış ve İberya Yarımadasını zahtetmiş! Tercihini yaparak rahatlamış. ‘Oh be!’ çekmiş. Gri alanlarda, berzah ve arafta dolaşmıyor; dolayısıyla ikircikli pozisyonu üzerinden atmış. Artık tercihli olmanın avantajı ve cesurluğu var. Yüreği serçe gibi değil, atmaca gibi atıyor. Cephesine yeni devşirme isimler kazanmakla meşgul. Yandaşları arttıkça vicdanını da rahatlatıyor olmalı. Bu ona göre, haklılığın da tezahürü sayılmalı. Ama Ahmet Hakan veya Hürriyet hepten de haksız değil. Zira a’raftakiler veya berzahtakiler ikircikli tavırlarla o tarafa doğru pas atıyorlar. Onların bigane kalması düşünülebilir mi? Ahmet Hakan bu pasları gole çevirmekte ustalaşmış durumda. Artık sahasının avcısı olmuş durumda. Hürriyet’in alt başlıklarından birisine bakar mısınız: “Kimse yok diye girdim dipten erkek çıktı...”
Bu durumda helâl dairesi kapanmış ve haram dairesinden başka çare kalmamış oluyor. Bu durumda kendisini rahatlıkla sosyal küflenmenin ve taaffünün içine bırakabilirsiniz. Ve hedonizm çadırında köşe kapmaca oynayabilirsiniz. Hepsi mümkün. Ama geriye baktığınızda, paslaştığınızda ayaklarınız sizi onların işaret ettiği noktaya çekecek. Şüpheniz olmasın, Ahmet Hakan gibiler hep sizi oraya bekleyecekler ve sizleri kendilerine çağırmaya devam edecekler. O halde tercihinizi yapın ve rahatlayın. Son söz: Helâl dairesi keyfe kâfidir. Onun ötesinde arayış içinde olanlar yasaklara ve hudutlara tecavüz edenlerdir.
21.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|