Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 21 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

İşte size vaad olunan Cehennem! İnkârınızdan dolayı şimdi girin oraya.

Yâsin Sûresi: 63-64

21.08.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Bir hastanın yanına vardığında sana duâ etmesini iste. Çünkü onun duâsı meleklerin duâsı gibidir.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 339

21.08.2007


Bu asır, dünyayı âhirete tercih ettiriyor

Otuz birinci âyetin işaretinin beyanında, “Onlar dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler...” (İbrahim Sûresi, 14:3.) bahsinde denilmiş ki: Bu asrın bir hassası şudur ki, hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı bakiyeye bilerek tercih ettiriyor. Yani, kırılacak bir cam parçasını baki elmaslara bildiği halde tercih etmek bir düstur hükmüne geçmiş.

Ben bundan çok hayret ediyordum. Bugünlerde ihtar edildi ki, nasıl bir uzv-u insanî hastalansa, yaralansa, sair âzâ vazifelerini kısmen bırakıp onun imdadına koşar. Öyle de, hırs-ı hayat ve hıfzı ve zevk-i hayat ve aşkı taşıyan ve fıtrat-ı insaniyede derc edilen bir cihaz-ı insaniye, çok esbapla yaralanmış, sair letâifi kendiyle meşgul edip sukut ettirmeye başlamış; vazife-i hakikiyelerini onlara unutturmaya çalışıyor.

Hem nasıl ki bir cazibedar sefihane ve sarhoşane şâşaalı bir eğlence bulunsa, çocuklar ve serseriler gibi, büyük makamlarda bulunan insanlar ve mestûre hanımlar dahi o cazibeye kapılıp hakikî vazifelerini tatil ederek iştirak ediyorlar. Öyle de, bu asırda hayat-ı insaniye, hususan hayat-ı içtimaiyesi öyle dehşetli, fakat cazibeli ve elîm, fakat meraklı bir vaziyet almış ki, insanın ulvî latifelerini ve kalb ve aklını nefs-i emmaresinin arkasına düşürüp pervane gibi o fitne ateşlerine düşürttürüyor.

Evet, hayat-ı dünyeviyenin muhafazası için, zaruret derecesinde olmak şartıyla, bazı umur-u uhreviyeye muvakkaten tercih edilmesine ruhsat-ı şer’iye var. Fakat, yalnız bir ihtiyaca binaen helâkete sebebiyet vermeyen bir zarara göre tercih edilmez, ruhsat yoktur. Halbuki bu asır, o damar-ı insanîyi o derece şırınga etmiş ki, küçük bir ihtiyaç ve âdi bir zarar-ı dünyevî yüzünden elmas gibi umur-u diniyeyi terk eder.

Evet, insaniyetin yaşamak damarı ve hıfz-ı hayat cihazı, bu asırda isrâfatla ve iktisatsızlık ve kanaatsizlik ve hırs yüzünden bereketin kalkmasıyla ve fakr u zaruret, maişet ziyadeleşmesiyle o derece o damar yaralanmış ve şerâit-i hayatın ağırlaşmasıyla o derece zedelenmiş ve mütemadiyen ehl-i dalâlet nazar-ı dikkati şu hayata celb ede ede o derece nazar-ı dikkati kendine celb etmiş ki, ednâ bir hâcât-ı hayatiyeyi büyük bir mesele-i diniyeye tercih ettiriyor.

Bu acip asrın bu acip hastalığına ve dehşetli marazına karşı Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın tiryak misâl ilaçlarının nâşiri olan Risâle-i Nur dayanabilir ve onun metin, sarsılmaz, sebatkâr, halis, sadık, fedakâr şakirtleri mukavemet edebilir. Öyleyse, herşeyden evvel onun dairesine girmeli, sadakatle, tam metanet ve ciddi ihlâs ve tam itimadla ona yapışmak lâzım ki, o acip hastalığın tesirinden kurtulsun.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve duâ ediyoruz. Kastamonu Lâhikası, s. 73

Lügatçe:

hassa: Özellik.

hayat-ı dünyeviye: Dünya hayatı.

hayat-ı bakiye: Sonsuz hayat; ahiret.

hırs-ı hayat: Hayat hırsı.

fıtrat-ı insaniye: İnsanın yaratılışı.

esbap: Sebepler.

letâif: Latifeler, duygular.

sefihane: Haram zevklere düşkün olarak.

hayat-ı içtimaiye: Sosyal hayat.

nefs-i emmare: Kötülüğü emreden nefis.

umur-u uhreviye: Ahirete yönelik işler.

muvakkaten: Geçici olarak.

ruhsat-ı şer’iye: Şeriatın müsaade etmesi.

umur-u diniye: Dinî işler.

isrâfat: İsraflar.

fakr u zaruret: Fakirlik ve yokluk.

maişet: Geçim.

şerait-i hayat: Hayat şartları.

mütemadiyen: Sürekli.

ehl-i dalâlet: Hak yoldan sapmış olanlar.

nazar-ı dikkat: Dikkat bakışı, dikkatli bakış.

ednâ: En basit, en adi.

hâcât-ı hayatiye: Hayat ihtiyaçları.

maraz: Hastalık.

21.08.2007


Cahiliye dönemindeyiz

Giriş:

İnsanın yaratılış amacı Allah’a iman ve ibadettir. İbadetin başı, kalbî amel olan imandır. Kalben inanan bir insanın, inancı doğrultusunda Allah’a teslim olmasına da Müslüman olmak denir. Müslüman olanın ise Allah’a ibadetin başı olan namazı kılması, senede bir ay oruç tutması, zengin ise zekât vermesi, ömürde bir defa da hacca gitmesi şarttır.

Bütün ibadetlerin başı iman olduğu için inanmayan hiçbir amelle mükellef tutulamaz. İbadet ancak iman ile farz olur. İnanç noktasında zaafa uğramış olan bu zamanda toplumda ibadet azalmış, ahlak ise bozulmuştur. Yine zamanımızda cehalet ilimden kaynaklanmaktadır. Halktan çok üniversite çevresinden inkâr sedaları yükselmektedir. İlim ve fen inkâra delil gösterilmektedir. Hâlbuki ilim gerçekleri bulmak içindir; kâinatta en açık gerçek ise Yaratıcının varlığıdır. Ama ne var ki ilim ispata yönelik olması gerekirken inkâra âlet edilmek istenmektedir. İnsanlar kendi elleri ile yaptıkları menfaat putlarına esir olmuşlar ve onlara tapınmayı başarı saymaktadırlar.

İşte bütün bunlar zamanımızın “Cahiliye Dönemi” olduğunu göstermeye yeter de artar. Çünkü cehalet bilmemek değil, yanlış bilmektir. Yanlışı savunmaktır. Cahiliye dönemi demek okuma-yazma bilmemek değildir. Okuma yazması olmayan nice ilim ve irfan sahipleri olduğu gibi, okumuş yazmış nice cahiller de vardır. Hatta cehaletin bir mertebesi vardır ki, bu mertebeye insan ancak ilimle ulaşabilir. Şeytanın sapmasının sebebi de bu değil midir?

Kur’ân’da cahiliye tabiri “irtica” anlamında kullanılmıştır. İrticanın ise Kur’ân-ı Kerimde dört temel ayağı vardır. Birincisi, Allah’a şirk koşmak ve Allah’ın işlerini şeriklere vermektir. İkincisi, ırkçılık ve kabilecilik taassubudur. Üçüncüsü, imansızlık ve ırkçılıktan kaynaklanan zulüm ve haksızlıktır. Dördüncüsü ise, müstencehlikten kaynaklanan ahlâksızlıktır.

20. Asrın modern toplumlarında da “Cahiliye”nin bu dört temel unsurlarını açıkça görmekteyiz. Bu itibarla asrımız ile “Cahiliye Dönemi” arasında büyük bir benzerlik göze çarpmaktadır.

Zamanımızda “Diyanet ve Tarikat” erbabının bilhassa dine ve imana karşı takınılan olumsuz tutuma, dini yok sayma hareketine ve cahiliye adetlerine karşı mücadelede, dini savunmada, dine, imana, maneviyat ve ahlâka hizmette maalesef pasif ve nötr kaldığını da üzülerek görmekteyiz. Hatta dünyevîleşmenin etkisinde kaldıklarını söylemek de yanlış olmayacaktır. Dinsizliğe karşı mücadelede siyasî yolun takip edilmesinin de, sonuçta faydadan çok ehl-i dine zarar verdiği acı tecrübelerle görüldü.

İnançsızlığa ve cahiliye âdetlerine karşı takip edilecek en iyi metot, Peygamberimizin (asm) takip ettiği “İman ve Kur’ân hakikatlerini” ilân ve neşretme metodudur. İmanın olmadığı ve şüpheler ile zaafa uğradığı, farzların terk ve ihmal edildiği bir yerde tarikatın takip ettiği nafile ibadetler ve ahlâkî öğütlerle bir yere ulaşmak yetersiz kalacaktır. Dinsizliğe karşı ancak iman hakikatlerinin izah ve ispatı yoluyla mukabele edilebilir.

İşte Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin, Kur’ân-ı Kerim’in iman hakikatlerini neşretmesinin sebebi budur. Onun takip ettiği metot da Sahabelerin takip ettiği metot ve yoldur. Bunun için “Risâle-i Nur mesleği, tarikat değil, hakikattir. Sahabe mesleğinin bir cilvesidir. Bu zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır” demektedir.

İşte bu mütevazı araştırmamızın amacı, “Sahabe Mesleği nedir?” sorusuna cevap bulmaya çalışmaktır. Bu sorunun cevabını sahabenin hayatından, Kur’ân-ı Kerim âyetlerinden ve Risâle-i Nur eserlerinden tarayarak ortaya koymaya çalışacağız.

Tevfik ve hidayet Allah’tandır.

1. RİSÂLE-İ NUR’UN MESLEĞİ:

“Risâle-i Nur mesleği, tarikat değil, hakikattir. Sahabe mesleğinin bir cilvesidir. Bu zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır”

Bediüzzaman Hazretleri, insanın yaratılış amacı doğrultusunda Kur’ân-ı Kerim’e göre her şeyin hakikatini bizlere göstermiştir. İnsan kimdir, niçin bu dünyaya gönderilmiştir? Dünyanın hakikati ve mahiyeti nedir? Kâinat neden ve niçin yaratılmıştır? Ölüm ve mahiyeti nedir? Öldükten sonra cismânî bir hayata neden ihtiyaç vardır ve nasıl olacaktır? Yeniden dirilmenin keyfiyeti nasıldır? Cennet ve cehennemde bedensel hayat nasıl olacaktır? Bütün bu suallerin cevabını aklî ve mantıkî deliller ile ispat ederek izah etmiş ve işin hakikatini göstermiştir. Bunun için “Risâle-i Nur’un mesleği tarikat değildir.” Bir hocayı ve bir şeyhi taklit etme mesleği değildir. Her okuyan bizzat aklındaki ve kafasındaki bütün sorulara ikna edici cevabı alacak, her şeyin hakikatini anlayacak, şüpheleri gidecek ve aklı, kalbi tatmin olacak ondan sonra bilerek şuurlu bir şekilde iman ve ibadete yönelecektir.

İşte sahabe mesleği budur.

Çünkü sahabeler Peygamberimizden (asm) Kur’ân-ı Kerimi öğreniyorlar ve anlamadıklarını sorarak kafalarındaki şüphelerini gideriyorlar, ondan sonra sağlam bir iman ile Kur’ân ve iman hizmetine koşuyorlar, başkalarının imanlarını kurtarmaya çalışıyorlardı.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri “Taklidi kırılmış ve imanları şüpheye düşmüş olan bu asır insanına” Kur’ân-ı Kerimin iman hakikatlerini izah ve ispat ederek imanları kurtarma ve şüpheleri izale etme yolunu göstermiştir. Bundan dolayı “Sahabe mesleğinin bir cilvesi” olan Risâle-i Nur mesleğini ortaya koyarak “iman kurtarmayı” mesleğinin esası yapmıştır.

Böylece sahabe mesleğinin bir cilvesi olan “İmanı Kurtarma” hizmetini başlatmıştır.

Sahabe Mesleği olan Risâle-i Nur mesleği:

1. Kur’ân’ın i’câzını gösterir. Böylece imana ve Kur’ân’a hizmet eder.

2. Manevî bir mürşit olup, ilmî olarak hakaik-ı imaniyeyi izhar eder.

3. Tarikat değil hakikattir; bir mürşitten değil doğrudan doğruya Kur’ân’dan, Kur’ân âyetlerinden tereşşuh eden bir nurdur. Ne doğunun ilminden ve ne de Batı’nın fenninden alınmıştır.

4. İman hakikatlerinin izahı ve ispatı olduğu için sair tarikatlar ve meslekler gibi mağlup olmaz, perde altında hizmet etmez, bid’alara müsamaha göstermez, te’vilat ve bir nevi tahrifat içinde hizmet etmeye asla müsaade etmez.

5. İmandan sonra “takvâ”yı esas alır. Günahlardan şiddetle kaçınma Nur Talebelerinin prensibidir.

6. Farzlara ve sünnetlere azamî riayet etmek ve büyük günahlardan çekinmek esastır.

7. Sahabelerde bulunan “kardeşlik” (uhuvvet) esastır. Peder-evlat, şeyh-mürit ilişkisi yerine “Haliliye ve Hıllet” mesleğini esas alır. Bu ise “en yakın dost, en fedakâr arkadaş, en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olmayı” gerektirir.

8. İhlâs...

—Devam edecek—

M. Ali KAYA

21.08.2007


BİR KISSA, BİN HİSSE

Hazret-i Ebû Bekir seferde iken, bir gece bir rüya gördü. Rüyasında gökten ay inip, kucağına girdi. Ebû Bekir, iki eliyle onu kucakladı ve sinesine bastırınca uyandı.

O sırada oralarda Yemliha adında meşhur bir rahip vardı. Ebu Bekir Ona giderek rüyasını anlattı.

Yemliha rüyayı dikkatlice dinledikten sonra:

“Ey Arabistanlı! Bu rüyada büyük müjdeler var. Tabirini istersen ücretini ver.” dedi.

Ebû Bekir (ra) on iki dinar çıkarıp verdi.

Yemliha dedi ki:

“Gökten sana inen ay, Ahir zaman Peygamberidir. Yakınlarda zuhur edecektir. Sen Onun hayatında iken veziri olursun. Sonra halifesi olursun. Ey Arabistanlı! Eğer ben sağ iken, Ona yetişir isen, bana haber ver. Onu varıp bulayım, ayağına yüzümü süreyim. Eğer ben dünyadan gitmiş isem, selâmımı ona ulaştırırsın. Ben Ona inandım ve iman ettim. Ahirette şefaatinden beni mahrum eylemesin.”

Ebû Bekir (ra):

“Bana bir mektup ver.” dedi.

Yemliha şu mektubu yazdı:

“Esselâmü aleyke yâ Muhammed bin Abdüllah el Mekkî el Medenî el tehamî, salevâtullahi teâlâ aleyke ve selleme. Hakikaten sen âhır zaman peygamberisin! Ve Rabbilâlemînin Resulüsün. Bu mektubu Ebû Bekir bin Ebû Kuhâfe ile sana gönderdim. Ben sana iman getirdim ve sana ümmet oldum. Ebû Bekir bana gelip, rüyasını tabir ettirdi. O rüya gösterir ki, Ebû Bekir senin vezirin olur, sonra halifen olur. Eğer ben sağ olup, hazretine yetişirsem, gelip önünde gaza ve cihâd ederim. Eğer yetişmezsem, âhirette beni şefaatinden unutmayasın.”

Aradan on iki sene geçti. Bir gün Ebu Bekir evinin damında serir üzerine uzanmış yatarken kulağına bir ses geldi. Fırlayıp kalktı ve Mekke sokaklarında Peygamber Efendimiz’i (asm) gördü. Peygamber Efendimiz (asm) ona:

“İslâm’a gelmez misin ya Eba Bekir?” buyurdu. Ebu Bekir:

“Ya Muhammed! Eğer Peygamber isen bir mucize göster.” Dedi.

Sevgili Peygamberimiz (asm):

“Sen on iki sene önce bir rüya gördün. Rüyanı Yemliha’ya tabir ettirdin ve Yemliha’dan bir mektup aldın. Bu mucize sana yetmez mi?” buyurunca, Ebu Bekir parmak kaldırarak:

“Eşhedü en lâ ilâhe illallah. Ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah. İnandım ki sen, Yemliha’nın haber verdiği peygambersin.” Dedi ve İslâm'a girdi.

Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin

Süleyman KÖSMENE

21.08.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri