|
|
Şaban DÖĞEN |
Kalbi nurlanan insan |
|
Allah Resûlü (asm), Haris bin Malik’e sordu “Geceyi nasıl geçirdin ey Haris?” O da, “Bir mü’min olarak ya Resûlallah” diye cevap verdi. Bunun hakikati neydi? Allah Resûlü (asm) sordu Haris’e. O da şu cevabı verdi:
“Gözümde dünya yok artık. Öyle ki gündüzleri susuz, geceleri de uykusuz kalmayı tercih ediyorum. Rabbimin Arşını görür gibiyim. Sanki birbirlerini ziyaret eden Cennet halkını, feryat edip inleyen Cehennemlikleri görüyorum.”
Bu cevap hoşuna gitmişti Resûl-i Ekrem’in (asm) “Sen, Allah’ın kalbini nurlandırdığı bir kimsesin. Seni anlıyorum. Bu hâline devam et.” (İsabe, 1: 289)
Allah Resûlü (asm) aynı soruyu sahabenin âlimlerinden Muaz bin Cebel’e de sordu: “Geceyi nasıl geçirdin?”
“Yüce Allah’a inanmış olarak” dedi Hz. Muaz. Bu sözün anlamını sorduğunda da şöyle açıkladı o büyük Sahabi: “Ya Resûlallah! Düşünüyorum da sabaha çıktığımda, akşama çıkamayabilirim. Akşam olduğunda da, sabaha çıkamayabilirim. Attığım adımlar belki de hayatımın son adımları. Sürekli Peygamber’i görür gibiyim. Puta tapan milletlerin putlarıyla birlikte hesap vermek için diz çökmüş vaziyette beklediklerini görür gibiyim. Cehennemliklerin cezalarını, Cennetliklerin de mükâfatlarını aldıklarını görür gibiyim.”
“Tamam” buyurdu Resûl-i Ekrem (a.s.m.) “Böylece devam et.” (Hulye, 1: 242)
“Dünya durmuyor gidiyor; insan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun” diyen Bediüzzaman, “Ebedî ömrün önündedir. O ömr-ü bâkîde göreceğin rahat ve lezzet, ancak bu fani ömürde say ve çalışmalarına bağlıdır” sözleriyle, görür gibi davranmanın sonuçlarına dikkat çekiyor.
Bu dünyada kendisini bir yolcu olarak gören, ebedî kalacağı bir âlemi unutamaz ve gereklerine göre davranmaktan uzak kalamaz. Sabahladığında akşama, akşamladığında da sabaha çıkacağına garanti gözüyle bakmaz. Adımlarını hayatının son adımları olarak görür.
İşte kalbi nurlanan insan! Böyle davranan insan, dünyada da kazanır, âhirette de.
09.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Cemaat şuuru ve özeleştiri |
|
Unutmayalım ki, cemaat, tıpkı devlet gibi bir şahs-ı mânevîdir. Şahs-ı manevî, bütün fertlerin iman, düşünce, bilgi, marifet ve becerilerinin toplamından hâsıl olan bir güçtür.
“Hatalar başa, lidere verilir!” sözü, kanaatimce cemaat sistemiyle işleyen müesseseler için değildir. Bu askerlik, siyaset, şirket ve lider sistemiyle çalışan topluluklar için geçerli olmalıdır. Nur cemaatinde şahsiyetçilik, liderlik, şeyhlik, pederlik münasebetleri olmadığına; şahs-ı mânevî, meşveret olduğuna göre; hem hizmet üretimi, hem de aksaklıklarda herkesin çapı miktarınca payı vardır. Zerratı günahkârlardan mürekkep bir cemaatin de hata etmemesi düşünülemez. Cemaate mensup her fert, kendisini özeleştiriye tabi tutarak şu esaslara ne kadar uyup uymadığını kontrol etmeli değil mi?
- Meşveret, ferdlerden oluşan cemaatten çıkan şahs-ı mânevîdir.1 Bu şahs-ı maneviyeye; okuma, hizmet, gayret, hamiyet, sadakat ve ihlasımla ne kadar katkıda bulunuyorum?
- İtâat ise, cemaatle daha efdal ve daha ahsendir.2 İbadetleri yerine getirme, Halıkımızın emirlerini ifâ etme cemaatle daha faziletli ve daha güzel olduğuna göre, ne derecede cemaatin bir ferdi ruhuyla hareket ediyorum?
- “Meşveret-i şer’iyeyle reylerinizi (görüşlerinizi/düşüncelerinizi) teşettütten (dağınıklıktan) muhafaza ediniz. İhlâs Risâlesinin düsturlarını her vakit göz önünüzde bulundurunuz. Yoksa, az bir ihtilâf bu vakitte Risâle-i Nur’a büyük bir zarar verebilir.”3
Nur cemaatininin yönetim biçimi, şahsa, lidere bağlı olmadığına göre—hatta eğitim de şahıslara bağlı değil, Risâle-i Nur’un hocası, Risâle-i Nur’dur—acaba görüşlerimi dağınıklıktan kurtarmak için meşverete sadakatim nedir?
- İçerisinde dayanışma bulunan bir cemaat, durgunlukları harekete geçirir.4
Mesleğimizin esaslarından birisi tesanüd/dayanışmadır. Cemaatin harekete geçmesi için dayanışmadaki payım ne kadardır?
- “Mümkün olduğu kadar geçici rüzgârlara ehemmiyet vermeyiniz, bakmayınız. Zaten mabeyninizde samîmî tesanüt ve meşveret-i şer’iye, sizi öyle şeylerden muhafaza eder. İçinizdeki şahs-ı manevinin fikrini, o meşveretle bildirir.”5
- “Biz, vahdet-i mesele cihetiyle tam bir tesanüde şiddetle muhtacız… Dikkat ediniz, küfr-ü mutlakı müdafaa eden gizli komite içinize parmak sokmasın. Benim komşudaki koğuşa parmağını soktu, beni azap içinde bıraktı. Şimdi siz, mâbeyninizde münakaşasız bir meşveret ediniz. Kararınızı kabul ederim.”6
- “Nefis ve şeytan, sizi, kardeşinize karşı itiraza ve haklı olarak tenkide sevk ettiği vakit, deyiniz ki: ‘Biz, değil böyle cüz’î hukukumuzu, belki hayatımızı ve haysiyetimizi ve dünyevî saadetimizi Risâle-i Nur’un en kuvvetli rabıtası olan tesanüde feda etmeye mükellefiz. O bize kazandırdığı netice itibarıyla dünyaya, enaniyete ait her şeyi feda etmek vazifemizdir’ deyip nefsinizi susturunuz. Medâr-ı nizâ bir mesele varsa meşveret ediniz.”7
- “Taassup yerinde hak; ve safsata yerinde bürhan; ve tadlil-i gayr yerinde tevfik ve tatbik ve istişare ederse, dünya birleşse, hak olan mezhep ve mesleğini bir parça tebdil edemez. (Bu meseleyi biraz açarsak; taassup, bir şeye körü körüne yapışmaktır. Kişi, taassup değil gerçeğe, saçma-sapan gerekçelere değil delillere dayanıp; başkasını sapıklıkla suçlamaz, istişare ederse kimse onu yolundan caydıramaz.) Nasıl ki, zaman-ı saâdette ve Selef-i Salihîn zamanlarında hükümfermâ hak ve bürhan ve akıl ve meşveret olduklarından, şükûk ve şübehatın hükümleri olmazdı.”8
Üstad’ın, Altıncı Risale olan Altıncı Kısım’da, “Kur’ân-ı Hakîmin tilmizlerini (talebelerini) ve hâdimlerini ikaz etmek ve aldanmamak için yazılmıştır”9 diyerek dikkat çektiği altı müthiş desise-i şeytaniyeyi anlayıp uygulayabiliyor muyuz?
- “İşimize sekte ve hizmetimize fütur vermek için, öyle desiselerle, onları hizmet-i Kur’âniyeden alıkoyuyorlar ki, haberleri olmadan bir kısmına fazla iş buluyorlar, tâ ki hizmet-i Kur’âniyeye vakit bulmasın. Bir kısmına da dünyanın cazibedar şeylerini gösteriyorlar ki, hevesi uyanıp, hizmete karşı bir gaflet gelsin. Ve hâkezâ, bu hücum yolları uzun çeker.”10
- “Biz, vahdet-i mesele cihetiyle tam bir tesanüde şiddetle muhtacız… Dikkat ediniz, küfr-ü mutlakı müdafaa eden gizli komite içinize parmak sokmasın.”11
Dipnotlar:
1- Kastamonu Lâhikası, s. 102.; 2- Muhakemat, s. 51.; 3- Kastamonu Lâhikası, s. 183.; 4- Hutbe-i Şamiye, s. 10-131.; 5- Kastamonu Lâhikası, s. 95.; 6- Şuâlar, s., 289.; 7- Kastamonu Lâhikası, s. 181.; 8- Muhakemat, s. 32.; 9- Mektubat, s. 401.; 10- Mektubat, s. 414.; 11- Şuâlar, s., 289.
09.08.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Allah'ın büyüklüğünü kavramak |
|
Ediz Karadeniz: “Bazı cerbezeci kişilerin sıkça sorduğu bir takım sorular oluyor; size yöneltmek istiyorum. İkna edici bir cevap verebilmem için yardım edeceğinizi düşünüyorum. Soru şöyle: ‘Allah’ın büyüklüğünü nasıl anlayabiliriz? Allah’ın kendinden büyük birini yaratıp yaratamayacağı konusunda ne söylenebilir?’ Mantıksız sorular, tartışmaya bile gerek olmayan sorular; ama sorulduğunda iyi bir cevap verememek beni rahatsız ediyor.”
Allah’tan daha büyük birisini düşünmek mantıken mümkün değildir. Çünkü Allah en büyüktür. Allah o düşündükleri bütün büyüklerin en büyüğüdür.
Koca gezegenleri, dev yıldızları, güneşi, dünyayı, azametli küreleri ve sayısız gök cirmlerini kendi yörüngelerinde baş döndürücü hızlarla, uzayda sayısız sapan taşları gibi döndüren ve bir sâniye durdurmayan bir Kudret-i Ezeliyenin kendisinden büyük bir güç ve kudretin olup olmadığından “söz etmek” bile “abesle iştigal”dir. Buna hikmet, kudret, ilim, akıl, mantık ölçülerinde gerekçe yoktur. Allah abesle iştigal etmez. İnsan aklı da abesle iştigal etmemelidir.
Allah’tan daha büyük birinin olup olmayacağı cerbezesini üretenin, aslında Tevhid inancına sahip olduğu anlaşılıyor. Çünkü adam, Allah’ın büyüklüğünü kabul etmektedir. Fakat Allah’ın sıfatlarında bilmeyerek hataya düşmektedir. Bu tür soruları, soru sahibinin düşünce sürçmesine vermeli, duymamalı; fakat soru sahibiyle yakın temas ve alâkamızı kesmemeliyiz.
İnsana emanet-i kübrâ verildiğini bize Kur’ân söylüyor.1 Yani insan kendisine verilen sıfatlarla, aklı ile bilgisi ile iradesi ile ve sair duyguları ile kendisini Yaratanı bilmek, bulmak, tanımak, sevmek ve itaat etmekle yükümlüdür. İslâmiyet’te saptırmak ve fitne atmak niyeti taşımadıkça düşünmek suç değildir, sorgulamak günah değildir, akıl yürütmek haram değildir. Tam tersine bütün bunlar doğruyu ve hakkı bulmak niyetiyle olursa sevaptır. Kur’ân birçok âyetinde düşünmeyi, akıl erdirmeyi, tefekkür etmeyi, fikir üretmeyi, muhakeme etmeyi emir buyurur. Diğer yandan dinimizde, kötü bir eyleme dönüştürmedikçe ve cerbeze niyeti taşımadıkça içimizden geçenlerden sorumluluk kaldırılmıştır.2
Fakat şüphesiz Allah’ın zatını düşünmeye güç yetiremeyiz. Biz Allah’ın eserleri üzerinde kafa yorup Allah’ın büyüklüğünü kavramakla mükellefiz. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm), “Cenâb-ı Hakkın sınırsız nimetlerini tefekkür ediniz. Fakat zâtının mahiyetini düşünmeyiniz. Çünkü siz ulûhiyetin esrârını keşfedemezsiniz. Allah’ın büyüklüğünü hakkıyla takdir ve ihata edemezsiniz”3 buyurmak sûretiyle dikkatimizi Allah’ın rahmet eserleri üzerinde yoğunlaştırmamızı önerir. Kur’ân’ın da tavsiyesi Allah’ın rahmet eserleri üzerinde yoğunlaşmamızdır.4
Üstad Bedîüzzaman Saîd Nûrsî Hazretleri, Cenâb-ı Hakka “bilinen birisi” çerçevesinden bakılacak olursa bilinemeyeceğini; çünkü böyle bilginin kulaktan dolma ve taklit bilgiden öte geçemeyeceğini; Allah’ın ancak “bilinemez ve kavranamaz bir mevcut” unvanıyla bakılırsa tanınabileceğini; çünkü baştan, bilinmeyen bir mevcut oluşu kabul edildiği takdirde, Allah’ın zatını kavramaya çalışmak yerine, kâinatı baştanbaşa kuşatan sınırsız sıfatlarını kavrama gayreti içine girileceğini, böylece Cenâb-ı Hakkı tanımanın ve büyüklüğünü kavramanın mümkün olacağını beyan eder.5
İnsana verilen azıcık ilim, birazcık kudret, küçücük irade ve sair küçüklük sıfatlarının Cenâb-ı Hakkın en büyük ilim, en büyük kudret ve en büyük irade gibi eşsiz büyük sıfatlarını anlamamız açısından bulunmaz bir ölçü kabul edilmesi gerektiğini beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri; insanın biricik vazifesinin de kendi bünyesine konulan bu ölçücüklerle Yaratıcısını tanımak olduğunu kaydeder. Meselâ, der ki: “Sen, cüz’î iktidarın ve cüz’î ilmin ve cüz’î iraden ile bu haneyi muntazaman yaptığından, şu kasr-ı âlemin senin hanenden büyüklüğü derecesinde, şu âlemin ustasını o nisbette Kadîr, Alîm, Hakîm, Müdebbîr bilmek lâzımdır.”6
İnsanın hiçlik, yoksulluk, zayıflık ve ihtiyaç içinde olmak gibi noksan sıfatlarının da, bu sıfatlardaki eksikliği sürekli olarak tamamlayan Yaratıcının yüce ve en büyük sıfatlarını gösterdiğini nazara veren Saîd Nursî Hazretleri; insanın hiçliğinin Allah’ın en büyük kudret sahibi oluşuna; insanın zayıflığının Allah’ın en büyük kuvvet sahibi oluşuna; insanın yoksulluğunun Allah’ın en büyük zenginlik sahibi oluşuna; insanın ihtiyâç içinde yuvarlanışının Allah’ın en büyük rahmet sahibi oluşuna... vs. Yani insanın yetersiz sıfatlarının aynı sıfatlar açısından Allah’ın en büyük bulunuşuna en kuvvetli birer işâret olduğunu kaydeder.7
Bedîüzzaman Hazretleri, ne küçük şeylerin, ne de kulun fiillerinin hiçbir şekilde Cenâb-ı Hakkın tasarrufu dışında düşünülemeyeceğini güneş ve nur misaliyle açıklar. Güneş esasen cismanî bir varlık olduğu halde, nuru bütün dünyayı kuşatmaktadır. Tek başına sınırlı bir bölgede bulunuyor iken, ışığı ve parlak eşya vasıtasıyla kanatları tüm dünyayı yutmaktadır. Öyleyse Allah’ın en büyük oluşu ve tek Kendisinin bütün kâinatı yaratıyor, yönetiyor, düzenliyor ve her şeyin her şeyiyle çok yakından ilgileniyor oluşu akıldan uzak görülmemelidir.8
Eminiz ki, Allah’ın en büyük oluşunu ve Allah’tan daha büyük birisinin bulunmayışını kavramak için birazcık insafla ve salim bir kafayla düşünmek yeterli olacaktır.
Dipnotlar:
1- Ahzâb Sûresi, 33/72 2- Müslim, Îmân, 74; Buhârî, Salât: 227, İsrâ ve Mîraç: 1551 3- Suyûtî, Câmiü’s-Sağîr, 1/132; Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ,1/311 4- Rûm Sûresi, 30/50 5- Mesnevî-i Nûriye, S. 111 6- Sözler, S. 118 7- Şualar, S. 68 8- Sözler, S. 558; Mektûbât, S. 229
09.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Bediüzzaman Külliyesi'nde yeni gelişmeler |
|
Yaklaşık iki senedir inşaatı devam eden Nurs'taki "Bediüzzaman Külliyesi", bugün itibariyle yeni bir safhaya gelmiş bulunuyor.
Değişik vesilelerle sizleri haberdar etmeye çalıştığımız bu külliyenin betonarme işleri hemen hemen tamamlanmış durumda.
İmkânsızlıklar sebebiyle geçen sene üstü kapatılamayan cami bölümünün ana (büyük) kubbesi de geçtiğimiz günlerde kapatılarak, kaba inşaatı tamamlandı.
Şimdi, sıra geldi duvarların örülmesi, mermerlerin döşenmesi, elektrik ve kalorifer tesisatının kurulması ile büyük ve küçük kubbelerin kurşun plakalarla kaplanması işine...
Bütün bu işlerin yapılabilmesi için, yine sizlerin yardımına büyük ihtiyaç var.
Zira, daha evvel de belirttiğimiz gibi, Nurs'lu ağabeylerimizin maddî imkânları son derece kısıtlıdır. Kıt kanaat geçiniyorlar. Buna rağmen, külliyenin inşası için canla başla çalışıyorlar.
Kaldı ki, Nurs köyü sadece orada yaşayanların değil, hepimizin. Nesl–i mübarekten gelen Sofi Mirza, Nuriye Hanım ile çocuklarının, torunlarının mezarı orada. Orada doğan ve çocukluğunu o köyde yaşayan Üstad Bediüzzaman'ın yakın akrabaları halen orada. Nurs köyü, tıpkı Barla gibi geniş bir Nur menzilidir.
Ayrıca, Türkiye'nin hemen her yerinden ve dünyanın muhtelif merkezlerinden buraya ziyaretçi akını var. Bazı günler 200–300 kişiyi bulan ziyaretçilerin ağırlanabilmesi için ise, köyün merkezî mahallinde birkaç misafirhaneye ihtiyaç hasıl olmuş durumda.
Daha evvel yine hatırlatmıştık ki, inşa halindeki üç katlı bu mübarek külliyenin (Haşiye) önemli bir bölümü misafirhane olarak tanzim ediliyor. Külliyenin diğer bölümleri ise, cami, dershane, sohbet odası, Kur'ân kursu, abdesthane, gasilhane, vs... şeklinde planlanmış.
Nurslu ağabeylerimizin niyet ve arzusu, bu yıl kış bastırmadan evvel, hiç olmazsa külliyenin ibadet (cami) ve misafirhane kısmını kullanılabilir hale getirmektir.
Ancak, bu işi yapmaya madden güçleri yetmemektedir. Sizlerin desteğine ihyaçları var. Onlar namına bu hususu sizlere arz etmeyi burada bir vazife, bir vecibe telakki ediyoruz.
Ehl–i dünyanın sponsorları, külliyeye kendi isimlerini vermek karşılığında her türlü yardımı yapma teklifinde bulundukları halde, "Bediüzzaman" ismini gölgelemeyi asla düşünmeyen ve buna rıza getirmeyerek maddî teklifleri ellerinin tersiyle iten sâdık, hâlis, çilekeş, vefakâr ve fedakâr Nurslu ağabeylerimizi bizler de aynı duygularla bağrımıza basıyor ve her zaman için onların yanında, yardımında olduğumuzu burada bir kez daha beyan etmek istiyoruz.
İrtibat
Nurs'ta inşa edilen bu mübarek cami ve külliyeye yardım için, köylüler tarafından kurulmuş bulunan ayrıca bir dernek var.
Bu dernek adına açılan banka hesabı ise, aşağıdaki gibidir:
Ziraat Bankası Hizan Şubesi
Hesap no: 4450 6210
Daha teferruatlı malûmat için, ayrıca inşa hizmetleriyle birinci derecede alâkadar olan muhterem Hikmet Okur'u aşağıdaki telefon numalarından da arayabilirsiniz:
(0532) 593 07 97
(0505) 950 00 62
........................................
(Haşiye) Rüyâ–yı sâdıka
Nurs köyünde inşa edilmekte olan Bediüzzaman Külliyesi hakkında, bir ağabeyimizin (ismi mahfuz) yakın zamanda görmüş olduğu pek güzel ve mübarek bir rüyâ var.
Esasında, bu sıradan bir rüyâ olsaydı, ondan bahsetmeyi hiç düşünmezdik. Ancak söz konusu "rüyâ–yı sâdıka" olunca, durum elbette ki farklı olur.
Ayrıntılarını Nurs'tan Hikmet ve Hayrullah Okur'dan öğrenebileceğiniz bu mübarek rüyânın hülâsası şudur:
Rüyâsında İstanbul'dan Nurs'a giden bir ağabeyimiz, yapımı devam eden "Bediüzzaman Külliyesi"nin durumunu merak ile görmeye gider. Bir de bakar ki, Resûl–i Ekrem (asm) ile Bediüzzaman Hazretleri bizzat oradalar. Üstelik, onları külliyenin inşaatında bilfiil çalıştıkları bir vaziyette görür.
Heyecan içinde uyanan bu ağabeyimiz, rüyâsını Nurslu ağabeylere anlatır; onların şevk ve gayretlerinin ziyadeleşmesine vesile olur.
09.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İnsanız... Hep göklere bakarız. Yerdekilerin umudu göklerdedir.
Aciziz... Rahmetin bütün tecellîleri gökten yere ulaşır. Elimiz ancak duâ ile bu rahmetin kapısını çalmaya muktedirdir.
Yaşadığımız hayat ile başımıza gelenlerin doğrudan ilgisi vardır. İnsanların, karnını doyurması ile herşey halledilmiş mi oluyor?
Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde her zaman rejim bunalımları yaşıyoruz.
Demokrasinin güzelliğine inanan insanların bazıları, demokrasiyi yalnız kendi anlayışları ile özdeşleştirmek istiyor.
CHP’nin müzmin muhalefeti, ülkeyi yersiz gerginliklere sürüklüyor. Bir de bazı güçler buna destek veriyor veya CHP’yi körüklüyor.
Sayın Deniz Baykal “Çatışma çıkar” diyor. Ne demek bu? Bu korkunç bir ifadedir. Ne demek? Ne çatışması? Anlamak mümkün değildir. Sayın Baykal; siz “çatışma” ve “sürtüşme” ile kaybettiniz.
İktidar ise bu süreci iyi yönetemedi. Millet bunu çok yakından izliyor. İktidar, elini sıcak sudan soğuk suya sokmak istemiyor.
Dinî ve millî beklentilerimize cevap vermeyen bir irade ile bu musibetlerin üstesinden gelmek mümkün değildir. Olaylar ile rahmetin çok yakın ilgisi vardır.
Rahmetin tecellîsine vesile olmak için AKP ve MHP’den şu başörtüsü yasağını kaldırmasını, YÖK konusunu halletmesini, meslek liselerindeki katsayı adaletsizliğini gidermesini, Diyanet’e gerekli olan on beş bin din görevlisi bekletisini yerine getirmesini bekliyoruz.
Yer ve gök, birbiri ile artık kaynaşmalıdır.
Rahmetin tecellîsine uygun icraatları bekliyor ve yalvarıyoruz.
“Ya Rabbi; içimizdeki masumlar hürmetine bizi bağışla, senin arzun istikametinde hayat sürmemizi bize nasip et.”
Niyazım şu:
Daha kötüsünden koru.
09.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Murat ÇETİN |
Yağmur damlasından mektup var |
|
Ben gökyüzünde, bulutlar arasında, ilâhî emri bekleyen bir yağmur damlasıyım.
Denizlerde bir damlaydım bir zamanlar, küçümsediniz beni. “Koca denizde bir damla” dediniz, bir şeyin değerini az göstermek için.
Musluklarda bir damlayken, görmezden geldiniz. “Aman canım, bir damladan ne çıkar” diye söylendiniz.
Bir gün buharlaşıp buraya geldim. Sayısız başka damlalarla beraberim. Her birimiz o ilâhî emri bekliyoruz. “Yağ” emriyle beraber her birimiz birer melek eşliğinde ineceğiz. Evet, bir melek eşlik edecek ki, hiçbir insan bizden zarar görmesin, hiçbir çiçek ezilmesin, hiçbir dal kırılmasın. Usul usul inelim, saçlarınıza, çiçeklere, yapraklara, bir kedinin tüylerine, bir aslanın yelesine, çatlamış toprağa…
Ben nereye düşeceğim kim bilir… Bakmayın “kimbilir” dediğime, aslında yazılı, benim nereye düşeceğim. Milimi milimine belli hem de. Ben bilmiyorum diye, siz bilmiyorsunuz diye, kimse bilmiyor değil.
Belki bir gencin yeni taranmış saç tellerine, belki göğe açılmış bir avuca, belki bulutları izleyen bir göze düşeceğim.
Tek başıma dağılmayacak o saç, tek başına sırılsıklam etmeyeceğim o eli, tek başına suyla doldurmayacağım o gözü. Ama dağıtmış gibi, sırılsıklam etmiş gibi, suyla doldurmuş gibi hissettireceğim.
Belki biraz ürperteceğim, biraz serinleteceğim, biraz şaşırtacağım. Ama her halde sevindireceğim. “Yağmur yağıyor” dedirteceğim. “Yağmur yağıyor” diye tekrarlatacağım. “Çok şükür” diyecek mi, üzerine düştüğüm insan, bilmiyorum. Ama emir bekleyen o damlalardan pek çoğunun bunu duyacağından eminim. İnsanların içini inanmanın güzelliğine dair bir huzurla dolduracağımızdan da eminim. “Bu kadar yağmur yeterli değil” diyen resmî ağızlara aldırmadan sevinileceğinden de eminim.
Yağmur duası ile alay eden, burun kıvıran, aşağılayan insanlara da yağacağız. Onların da yüzünü, gözünü ıslatacağız, elbiselerine bulaşacağız.
İnanan, inanmayan ayırt etmeyeceğiz.
Bütün insanlığın üzerine bir rahmet olarak ineceğiz.
Yağmayacağız, yağdırılacağız.
Ben ve arkadaşlarım, o ilahî emri bekleyen yağmur damlalarıyız.
Yakında inşaallah görüşeceğiz…
09.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Teokrasi ve esleme |
|
Türkiye ve İslam dünyasında laiklik tartışmaları dinmek bilmiyor. Bunun temel nedeni laiklik meselesindeki bulanıklıktır. Nedeni de, İslam dünyasında laiklik kavramının tam karşılığının olmamasıdır. Tarihi, sosyolojik ve aktüel zemini bulunmuyor. Ama sekülerizmin bir karşılığı var. Zaten laikliğin gerçek karşılığı bulunmadığından laiklik sekülarizasyon mecrası kazanıyor ve İslam toplumunu bu kavram altında cebri bir şekilde dünyevileştiriyor. Bizde laiklik dini değerlerin yasaklanması ve sekülarizasyon manası kazanmıştır. Zira Batı’daki sosyolojik temelinden mahrumdur. İhtiyaçtan hasıl olmadığı için tarihi bir vetire kazanmamış ve yukarıdan inme bir şekilde topluma dayatılmıştır. Batı’daki gibi sosyolojik bir temeli olması için bir Kilise’nin veya en azından Kilise kurumuna benzer dini bir yapılanmanın olması gerekirdi. Yani laikliğin olması için Kilise ile dünyevi veya zamani iktidar tezadının ve çekişmesinin olması iktiza ederdi. Bir de diğer dini topluluklara (varsa) hakkı hayat tanınmaması gerekirdi. Belki bir anlamda ilmi inkişafa mani olması da gerekçe olarak ileri sürülebilir. Laikliği zorunlu kılan saikler bunlardı. Bu bağlamda, meşhur Faslı Düşünür Muhammed Abid Cabiri, el Mecelle dergisinde yazmış olduğu bir makalede İslâm dünyasında zemini olmayan laikliğin İslâm toplumlarına geçirilmiş bir deli gömleği olduğunu söylüyor. Bu kavram kullanılarak İslâm toplumları devşirilmiş ve dönüştürülmüştür. Laiklik için uygun bir zemin olmayınca bu defa laiklik kavramı toplumun sekülerleştirilmesi ve dünyevileştirilmesi ile dini değerlerin dışlanması ve dini kurumlara baskı aracı haline gelmiştir. Aşağı yukarı İslâm dünyasında yüz yıla yakın uygulanan laiklik modelleri de bu yorumu haklı çıkarmaktadır. Zihin kaymaları ve akıl tutulmalarından birisi de AB Komisyonu Başkan Yardımcısı Franco Frattini’nin seçimler sonrasında Türkiye’ye dönük olarak sarf ettiği ‘laik azınlık’ vurgusudur. Güya İslamcı hükümetten laik azınlığa karşı adilane muamele beklemektedir. Frattini bu ifadesiyle ‘laik azınlığı’ korunması gereken dini bir azınlık olarak görmektedir. Halbuki laik azınlık için ideolojik azınlık tabirini daha önce duymuş olmakla birlikte dini azınlık tabirini ilk defa hazrete borçlu durumdayız. Bu durumda masonlar veya buna benzer teşekküller veya topluluklar laik dini azınlıklar kategorisine veya tasnifine girmiş oluyor. Hele bakın şu işe!
***
Fransız İhtilal-i Kebiri’nden beri İslam tarihi bir sekülerleşme tarihidir. Bu tarih içinde bazı parantez dönemler olmuştur. Bu bağlamda kapitalizmin anahtar kavramı olan ‘infitah/açılma’ ile birlikte 1980’li yıllara damgasını vuran ve tedavülde olan bir başka kavram vardı. Esleme/İslamileştirme. Aslında bu büyük bir proje idi. Bu projeyi nazari olarak ilmi mahfillere taşıyan İsmail Raci Faruki oldu. Merhum Filistin’li profesör sosyal ilimlerin İslâmileştirilmesi kampanyası başlattı. Bunun için mevsimlik bir dergi de kurdu. Aslında pozitif veya müspet ilimler Bediüzzaman’ın da ifadesiyle duruşlarıyla yaratıcılarını yani Allah’ı anlatırlar. Bunların analiz ve yorumlanması ise sosyal ilimlere girer ve yine bu ilimler Fransız Devriminden itibaren hakim bir cereyan olan pozitivizm merceğinden yorumlanmıştır. Laiklik süreci bize nasıl anakronik bir zeminden gelmişse ilim ve din çatışması da öyle bir zeminden gelmiştir. Tevrat kaynaklı ve modern ilmin verileriyle kesinkes ters düşen ve çatışan önkabuller nedeniyle niza-ı ilmu din (din-ilim çatışması) İslâm alemine de aynı zemin kaymasıyla intikal etmiştir. Merhum Faruki ve arkadaşları bu süreci tashih etmek istemişlerdir. Bunun ötesinde, 1980’li yıllarda Malezya ve Pakistan gibi ülkelerde devlet ve hükümet düzeylerinde de ‘Esleme/İslamileştirme’ kampanyaları açılmıştır. Ama hemen hemen hepsi akamete uğramıştır. Ziya ul Hak 1988 yılında muhtemelen Amerikalılarca şehit edildi. Malezya’daki İslamileştirme programının başında olan Enver İbrahim Milli Görüş’ten ayrılan Yenilikçi kanat gibi dönüştü ve sekülerleşti ve Mahatır Muhammed onun Amerikan çerçeveli küreselleşme yandaşlığı yanında daha yerel ve daha muhafazakâr kaldı. Yine teorik zeminde İslâmileştirme projesinin başında olan İsmail Raci Faruki eşiyle birlikte 1986 yılında evinde hunharca şehit edildi. Ve muakkipleri, halefleri olan Taha Cabir Alvani gibiler 11 Eylül rejiminden sonra tamamen dağıtıldılar. Bir şekilde sürüldüler. Birer ikişer baskılar nedeniyle ABD’den ayrılmak zorunda kaldılar. Zira, İslâm’a karşı yeni bir tür Mcchartizm hortlamıştı. Böylece proje hızını ve istikametini kaybetti ve süreç tamamen kontrolden çıktı. Elbette süreç içinde kimi aktörlerinin yanlışlarından da bahsedilebilir. Zira deneme aşamasındaydı.
***
Salahaddin Kocakaptan’la Hilal TV’de yaptığımız programda da ifade ettiğim gibi, aslında Faruki, Gazali gibi yeni bir tahlil ve ayıklama sürecine girmek ve kapsamlı bir gözden geçirme ameliyesi yapmak istiyordu. Külli bir ihyacı bakış açısına sahipti. Ömrü vefa etmedi. Eski İslamcılardan olan Enver İbrahim de AKP’nin zaferini değerlendirirken: “Laik Türkiye’yi İslam’ın yükselmesinden dolayı değil de demokrasinin gelişmesinden dolayı gıptayla izliyorum’ demiş. Aslında laik kesimler boşuna kaygılanıyorlar. ABD’nin sözlüğünde Ilımlı İslam her ne kadar laik İslam olmasa bile seküler İslam’dır. Bunda hiç hilaf yok. Fark şu kadar ki, birisi aynı amaçlara devrim yoluyla ve üst düzenlemeler yoluyla diğeri de evrim yoluyla ve içselleştirerek ulaşmak istiyor. Bütün bu kavganın nedeni bu. Aslında gerçekte sosyolojik ve tarihi zeminden yoksun olan Müslüman laikler de toplumda karşılığı olmayan bu kavramı tatbik etmek yerine Müslüman toplumları zorla sekülerleştiriyorlar. Ve bununla da laiklik yaptıklarını zannediyorlar. İslam dünyasındaki laikleştirme süreci Batı’dan menkul anakronik bir süreçtir.
09.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Ana ve ara dönemler |
|
Osmanlıdan günümüze uzanan fikrî inkıbaz ve istibdadın iki merkezi iki kaynaktan beslenir; Ana ve ara dönemler. Birinin varlığı ötekini iyileştirirken, ötekinin direnci ise köstekleyip savurmaktadır.
Süreçlerin kimyası seçimlerle, tercihlerle ya da yeni kararlarla yeni sonuçları doğurdukça, bu iki yol, iki karakter ve iki ana yapı birbirinin farkıdırlar. Bazen iç içe, bazen ayrı bazen de çelişkiler yumağında tozu dumana katan serüvenlere dönüşebilirler.
Ana dönemleri ve onu mecrasından çıkaran ara dönemleri genel bir kıyasla, tarihi seyir içinde siyasi bir fotoğrafla analiz edersek, sırasıyla belli başlı ana dönemler ve sonrası şunlardır:
1- Birinci Meşrutiyetle Kanuni Esasinin ve parlamentonun teşkilini isteyen, sağlayan ve gerçekleştirmek için zorlu başlangıç yapan bir irade oluşmuştur. Bu irade, Osmanlı’nın süregelen yapısını dinamize eden ve demokratikleştiren bir ana dönem nirengisidir. 1876’da başlayan bu yolculuk günümüze dek gelişerek, zaman zaman topallayarak, bazen de koşarak devam etmektedir.
Ne var ki, bu ilk denemede Meclisin yürütülememesi, meşruti alt yapının katılımcılık ve sorumluluk şuuruna yeterince uygun olmaması, zayıf devlet konumu ve fırkalaşma hevesleri yüzünden sekteye uğramıştır.
Akabinde, hemencecik ara dönem boy göstermiştir. Zayıflatan, kargaşayı arttıran, zümreleşme otoritesini kuvvetlendiren yapılanmalar öne çıkmıştır. Osmanlı-Rus harbindeki yenilgiden ve daralan padişah etkisinden, biçareleşen halife rolüne kadar yaşanan dirayetsizliğin doğurduğu belirsizlikler, çatışmalar ve merkezi yapıyı sorgulama süreçleri hızlanmıştır.
2- 20. yüzyılla birlikte çöküşü hızlanan bir Osmanlı var. İkinci Meşrutiyetle parlamenter sistemi, meclise yetki devretmeyi, padişahı sınırlamayı doğru bir tercih olarak ortaya koyan bir ana dönem var. Ne var ki, gecikmenin ve aşınmanın bedeli ağırdır. Kendini toparlayamaz.
Arkasından ara dönem gelir. Balkan savaşına girmemiz, Almanlarla birlikte kendimizi içinde bulduğumuz birinci cihan harbi, Enver Paşa macerası ve tek başına sürüklediği kitlesel facialar, Osmanlının savaşın ortasında, kan barutunda göz gözü görmeyen yıkım süreçleri hızlanır.
Mütarekeler elini kolunu bağlar, Osmanlı dağılır. Anadolu işgal altındadır. İngilizler “Boğazımıza basmış”tır.
3- Milli Mücadele ile, üçüncü bir ana dönem, gayri nizami bir organizasyona girer. Kuvayı Milliye ruhu, Osmanlı paşaları ve Anadolu cengaverleri işgali kırar. Düşman kuvvetler Anadolu’dan çekilir. Yeni hükümet Ankara’dadır. Milleti yeni meclisi Cuma günü dualarla açar. 1921 Anayasası ile tescillenmiş bir dönem vardır.
Zafer sarhoşluğu, dini unutturacak yeni bir plan ve Lozan’la temelleri atılan bir ara dönemin uzun sürecek kökleşmesine gidilir. 1924’te anayasa değiştirilir. Halkın temsil kabiliyeti kısırlaştırılır. Tek parti, tek yumruk ve “dediğim dedik” bir ara dönem başlar. Aralıksız bir ara dönem. Tünelin ucunu görmekte zorlanılan bir CHP diktası başlar. 1924’te başlayan bu ara dönem tam 26 yıl sürecektir.
4-1946 ile yalancı şafağın umut veren aydınlığı geri giderken, 1950 ile başlayan yeni Cumhuriyetin ikinci ana dönemi halkın omuzlarından DP’ye geçer. Ara dönem 1960’la nöbeti zorla devralır. Demokrasiyi askıya alır. Siyasi cinayetler hukuk kılıfı ile mazeret bulur. Demokrasi ölümcül darbelere maruz bırakılır ve komaya girer. Daha dirilmesin ve ölsün diye.
5-Cumhuriyetin üçüncü ana dönemi, 1965-1971 AP’li iktidar yıllarıdır. Millet hakimiyeti yeniden tecelli etmiştir. Planlı kalkınma, KİT’lerin toplumun temel ihtiyaçlarını karşılayacakları üretim tesisleri, enerji yatırımları ve sanayileşmenin ilk tohumları bu döneme rastlar.
Bütün bunlara rağmen, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin şartların hassasiyetinden dolayı ve korkunun siyasete saldığı endişe yüzünden ve demokrasiyi hepten yaralamama kaygısıyla askere emanet edilen cumhurbaşkanları serisi devam etmektedir.
Bu ana dönemde demokrasi düşmanlarının sıtmasına, malum aracılara takılır. Kalp krizi geçiren demokrasimiz 12 Mart askeri muhtırasını yemiştir. İstikrarlı hükümet de vurgun yemiştir. TRT’nin 13 haber ajansı muhtırayı duyururken, hükümet vurgun yemiştir ve çekilmek zorunda kalmıştır. Parlamentoyu açık tutma telaşıyla...
Ara dönemin ilk işi, CHP’li birini yeni bir bakalar kurulu kabinesinin başına geçirmek olmuştur. Üstelik mevcut hükümeti dışlayarak, parlamentoyu yok sayarak…
Üstüne üstlük darbeci kuvvet komutanlarından birini 1973 cumhurbaşkanlığına hazırlamaya başlayarak. Bu son zorbalıkları, siyasetin ortak duvarına toslamış ve başarılı olamamıştır. Yine de bir asker, 6. cumhurbaşkanlığına oturmuştur.
1973 seçimleri CHP eklentili MSP ile ana yapıyı bölmüş ve ara dönemin tahripkar CHP’sini biraz daha azdırmış ve şımartmıştır. Karaoğlan Ecevit’ine seçim önceleri bir “fatih” yakıştırması ne hikmetse her dönem bulunur. O zamanki argüman “Kıbrıs fatihi”ydi. 1977 seçimlerinde iktidara ramak kala ara dönem bitmişti.
Bu kronolojik özete bilahare devam etmek temennisiyle.
09.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Söz vermek yeter mi? |
|
İyi yönde kullanılması mümkün olan, ancak büyük ölçüde ‘kötü’lükleri yaymaya alet edilen televizyon, hem aileleri hem de yayıncıları rahatsiz eder hale geldi. Televizyon yayıncılığı yapanlar da gidişattan memnun değil. Çünkü gün geliyor, bu aletin zararı onlara da dokunuyor.
Devam eden yanlışa bir nebze de olsa ‘dur’ demek için Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) ile Televizyon Yayıncıları Derneğinin (TVYD) işbirliği yapmış ve yürütülen çalışmalar neticesinde hazırlanan “Yayıncılık Etik İlkeleri” ‘tören’le imzalanmış. (Hürriyet, 4 Temmuz 2007)
Kabul edilen ve imza altına alınan ‘ilkeler’ şöyle sıralanıyor:
*İnsan onuruna, temel hak ve özgürlüklere saygılı olmak.
*İfade özgürlüğü ve haber alma hakkı çerçevesinde olay ve olguları doğru tarafsız ve eksiksiz yayınlamak.
*Yayıncılığı haksız amaç ve çıkarlar doğrultusunda kullanmamak.
*Çok sesliliğin ve kültürel çeşitliliğin korunmasına önem vermek.
*Yayınlarıda ırk, renk, dil, din ve cinsiyet ayrımcılığına, aşağılama ve önyargılara yer vermemek.
*Kişi ve kurumların cevap ve düzeltme hakkına saygılı olmak.
*Toplumda korku ve infial sebebi olabilecek olaylar karşısında ve kriz zamanlarında sağduyulu davranmak.
*Şiddeti teşvik etmemeye ve meşrulaştırmamaya özen göstermek.
*Özel hayata ve mahremiyete saygılı olmak.
*Kadınların sorunlarına duyarlı olmak ve kadınları nesneleştirmekten kaçınmak.
*Çocuk ve gençleri uygun olmayan içerikten korumaya özen göstermek.
*İzleyicilerin ve dinleyicilerin gereksinim, beğeni ve hassasiyetlerine önem vermek.
Tabiî ki kabul edilen ‘ilke’ler kulağa hoş geliyor. Televizyon yayıncılarının bu ilkeleri imza altına alması elbette takdire şayan. Ancak, imza atmanın tek başına çare olmadığını bilmek ve ona göre davaranmak durumunyadız. Yani, “Ne de olsa yayıncılar, ‘güzel maddeler’in altına imza attılar. O halde, ailece TV izleyebiliriz” diye düşünüyorsanız hemen ifade edelim: Yanılıyorsunuz!
Çünkü, bu ve benzeri ‘yayın ilkeleri’ daha önce de bu ölçüde olmasa bile yayın kuruluşlarınca taahhüt altına alınmıştı. Geçmişte, bazı gazete ve yayın gurupları da ilan ettikleri bazı ‘ilke’lerin kendileri için bağlayıcı olduğunu söylemişti. Fiili durum, bu kurallara ve ‘ilke’lere uyulmadığını gösterdi. Bu bakımdan, ihtiyatlı olmak ve tedbiri elden bırakmamak lâzım.
Bütün bu ‘ilke’ler bir yere kadar çare olabilir. Kabul edilen maddelerden kimin ne anlayacağı da çok tartışmalı. Yani, ‘çocuk ve gençleri uygun olmayan içerikten korumak’tan hangi TV kanalı ne anlayacak? Ya da, ‘kadınların sorunlarına duyarlı olmak’ ilkesini kim nasıl hayata geçirecek? Bu ilkeleri imza altına alan TV kanallarına göre, başörtüsü yasağı ‘kadın sorunları’ arasında yer alıyor mu?
En iyisi, ‘sihirli kutu’ halini alan TV’den uzak durmak. Bunu yapabilmek kolay değil, ama başka çere de görünmüyor. O halde duaya sarılalım: Ya Rabbimiz! Bizi ve çocuklarımızı çirkin televizyon yayınlarından koru. Amin.
09.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|