|
|
Nimetullah AKAY |
Mezara en yakın olan zaman |
|
Bu fani dünya hayatında ebedî hayata yönelik doğru yolu bulmak ve bu yolda hayatı devam ettirmek şüphesiz çok önemlidir. Ancak bundan da daha önemlisi, bu doğru olan istikametin ölüme kadar devam ettirilmesi ve bazı arazların sebep olduğu yol şaşırmalarına maruz kalınmamasıdır. Çünkü hayırlı amellerde önemli olan devamlılıktır. “Amellerin en hayırlısı, az da olsa devamlı olandır” hadis-i şerifi iman ve ibadette sürekliliğin ehemmiyetini gözlerimiz önüne sermektedir.
Eğer Allah’ın rızası doğrultusunda ve Habib-i Ekrem’in (asm) Sünnet-i Seniyyesi dairesinde bir hayat geçirmeye başlamışsak, bunu kesintiye uğratmamamız ve hayatımızın sonuna kadar devam ettirmemiz gerekmektedir. Bu meselede mezara en yakın olan zaman geçerlidir. Bu en yakın zaman içinde ihlâs ve samimiyet muhafaza edilmişse imtihan da kazanılmış olunur.
Ömrü boyunca hayatını ibadetle geçiren bir insanın ömrünün sonunda rotayı şaşırıp, inanç zaafı hastalığına maruz kalması onun imtihanı kaybetmesine sebep olacak bir sonuç ortaya çıkarabilmektedir. Zaman itibarıyla ibadetle geçen ömrünün fazla olması bir şey değiştirmez. Akıbetin mahiyeti burada önemlilik arz etmektedir.
Akıbetin ebedî hayat için önemli olması, biz insanların geçmişe takılıp kalmaktan ziyade geleceğe bakmamızı gerektirmektedir. Geçmiş zaman içinde pişmanlığı netice veren bir hayat tarzımız olmuşsa, samimi bir pişmanlıkla gelecek hayatımızı düzeltmemiz hataların telafisi için önemli bir adım olacaktır. Bu durum, geçmişte yaşanan yılların fazlalığının ona bir önem atfetmediği, gelecek zamanın samimiyet ve ihlasla geçen kısa zamanlarının geçmişteki uzun yıllardan daha fazla belirleyici olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır.
Burada zamanın uzun olmasından ziyade, kısa da olsa rıza dairesinde geçmesinin ehemmiyeti gözlerimiz önüne serilmektedir. Böylece anlıyoruz ki, kazanmak için önümüzde altın değerinde fırsatlar bulunmaktadır. Ölüm gelip çatmadan bu fırsatı en iyi bir şekilde değerlendirirsek, samimiyet ve ihlâsla geçen çok kısa bir süre bizlere ebedî bir saadet kazandırabilecektir.
Bilhassa ihtiyarlık alâmetlerinin oldukça fazla bir şekilde ortaya çıktığı zamanlarda, biz insanlara, kendimize çekidüzen verme noktasında çok iş düşmektedir. Her geçen gün, bizlere dünya hayatının fani olduğu gerçeğini ve ölümle başka bir âleme geçme hakikatını gözlerimiz önüne sermektedir.
Görünen bütün gerçeklere rağmen bir kısım insanların ömürlerinin sonunda bile ölümü önemsememeleri ve ebedî olarak bu dünyada kalacaklarmış gibi hareket etmeleri aklı başında olan insanları hayrette bırakabilmektedir. Bu durum insanlığın yaşamakta olduğu imtihan sürecinde, kazanmanın pek de kolay olmadığını göstermektedir.
Aslında ilerlemiş bir yaşta başa gelen her vakıa, dünya hayatının geçici olduğu gerçeğini çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Buna rağmen yaşamış olduğu hayatıyla ebedî hayatı kazanmaya istihkak kesb etmemiş insanların adeta gözleri bağlanmaktadır ki, bu durum da işleri ihtiyarlık vaktine bırakmamamız gerektiğini, gençlik dönemlerinde de İlâhî rıza dairesinde bir hayat geçirmemiz gerektiğini bizlere anlatmaktadır.
Dünyada meydana gelen olayların dehşeti ne kadar büyük olursa olsun, hiçbir hadisenin imanı kazanmak kadar önemli olmadığı ortadadır. Allah rızası ile işlenmiş en küçük bir amelin, dünyanın sadece dünya için yapılan bütün amellerinden daha üstün gelmesinin sırrını anlayabilmek şüphesiz çok önemlidir. Bunu anladığımız takdirde, kendi aslî görevlerimize dönme konusunda önemli adımlar atma şansına sahip olacağız
Büyük bir manevî buhran içinde olan günümüz insanlığına yapabileceğimiz en büyük hizmet, gücümüz nisbetinde dünyanın faniliğini hatırlatmak ve imanın insan hayatındaki ehemmiyetini, imkân olsa lisanımızla, olmazsa lisan-ı halimizle anlatmaya çalışmaktır. Sadece kendi dünyamızda dahi muvaffak olursak, bu durumun dışarıya yansımaları büyük olabilecektir şüphesiz.
Ölümü yok etme imkânımız olmadığına göre, bizim için ölüm sonrasına çalışmak kadar ehemmiyetli bir meşguliyet olamaz şüphesiz. Eğer bunu anlamamış veya yaşantımızla ölümden sonraki gündemi yakalamamışsak, dünyanın sultanı da olsak kaç para eder?
17.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin EREN |
Tevekkül derinliği |
|
Kendi çapında küçük bir imalathanesi vardır, kimseyi kırmak istemeyen yapısıyla hizmet vermektedir müşterilerine… Malının çok satılmasından ziyade kazancının helâl, alanın hayrını görmesini ister… Küçük hesaplarla kimseyi kaybetmek istememektedir, tevekkül ipine sağlam tutunmuştur…
Her müşterisi onun kadar sade ve safi düşüncede değildir; biri yüksek adette sipariş verir, bir bahaneyle almaz, elinde kalır onca mal… Daralır, derdini çare olmayanlara yakınmaz, sebeplere Hak adına müracaat eder…
Satın alması için başka birine gösterir malları… Ondan da olumlu sonuç almaz… Üzülmez, üzülmediği gibi hakikatli bir kıssa anlatır ona…
Vakti zamanında adamın biri padişahtan bir at ister, padişah vermez… Bir şeyler mırıldanır kendince… Adam oradan ayrılınca padişaha bir vesvese basar; acaba bu adam ne dedi? İçinde büyüyen duyguyu bastıramaz, o adamı buldurur, huzuruna çıkarır; sen ne mırıldandın o esnada?
Allah verme deyince padişah nasıl versin, dedim… Tevekkül hali padişahın çok hoşuna gider; ahırdan istediği atı seçtirir… Adam tevekkül mutluluğuyla yoluna gider…
Bu kıssayı dinleyen hakikatli adam malların tamamını alır, o da büyük bir sıkıntıdan kurtulur…
Kıssa kıssa içinde, hakikat yaprak yaprak… İbret nazarla bakana her şey bir hikmet ders…
Aynı dert içinde dermanı bulmak, darlıktan genişliğe geçmek, zorluk zırhını yırtıp kolaylığı bulmak inanmanın kuvvetine, tevekkülün derinliğine bağlı…
Sebepler örgüsünde hikmet renkleri görmek, hayatın hayrını bulmak; kârlı bir ticaret… Bereketli alış-veriş, almayı ve vermeyi Hak adına yapabilmekte, hakkında hayırlı olanı kuvvetli bir imanla isteyebilmekte, gerisini tevekkül gemisine yaslanıp bekleyebilmekte… O zaman zor zor değil, dert dert değil…
17.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Ölüm TV |
|
a kurulacak, konsept gereği sadece “hayat”tan sonrasıyla ilgilenecek.
Haberin kaynağı: İngiliz Telegraph gazetesi... Eylül ayında yayına başlayacak olan kanalın adı: “Eos TV.”
24 saat yayın yapacak olan kanalda para karşılığı herkesin defin görüntüleri yayınlanacak. 10 milyon Euro’ya mal olan projeyi eski bir TV yapımcısı olan Wolf Tilman Schneider, Alman Cenazeciler Birliği’nin desteğiyle gerçekleştirecek.
Hoşuma giden tarafı şu:
Kanalda Almanya ve diğer ülkelerdeki mezarlıkların huzur(!) dolu görüntüleri ekrana yansıtılacak. Ayrıca en uygun mezar yerleri, cenaze hizmetleri, ölüm sigortaları ve huzurevleriyle ilgili bilgi verilecek. Kanalın finansmanı da ölüm ilânları ve ölen bir kişinin hayatını anlatan belgesel tarzı programlardan sağlanacak...mış. Tabii ki, bir de Eos TV’de organ bağışı reklamları da yer alacak.
Düşünün “yerel” yahut “ulusal” bir kanalımız aynen bu şekilde yayın yapsa, acaba çoğumuzun ağzının “tadı bozulur” mu?
Hani, Zincirlikuyu Mezarlığında kocaman puntoyla yazılan “Her nefis ölümü tadacaktır” âyeti birçok kimsenin ağız “tadı”nı bozdu ya... Belki böyle bir kanalın varlığı bile birçok kimseyi rahatsız eder... “Aman neme lâzım” diyen olabilir belki.
Ama şu “gaflet” döneminde böyle bir kanala öyle ihtiyaç var ki...
Mezarlık girişinde yer alan “ölüm” yazısından rahatsız olanların gözlerine bu tv kanalını sokmak lazım.
Almanlar bile bunun bir ihtiyaç olduğunu düşünüyor, bizim gibi “ebedî hayat”a inanmış olanlar niçin ihtiyaç hissetmesin?
IRKÇI TENTEN
Tenten çizgi filmini Pazar günü izledim TRT 1’de...
Hani, bu günlerde “ırkçılık” suçlaması ile karşı karşıya ya...
Bilindiği gibi Tenten çizgi kahramanı, Fransız asıllı. Hatta Fransa’nın “millî gururu” denecek kadar öneme haiz.
İngiltere’de “Irksal Eşitlik Komisyonu”nun Tenten’in Afrika’da geçen macerası “Tenten Kongo”da hakkındaki ırkçılık suçlamalarının ardından bu albümün İngiltere’de satışı düşürmek bir yana, tam tersi iki kat “arttırması” şaşkınlıkla karşılanmış. Düşünün bir internet sitesine göre en çok satanlar listesinde bir hafta içinde 8.sırada yer almış.
Fransa’nın siyasî çizgisine baktığınızda aslında bu çizgi karakterin ne kadar “Fransız” olduğunu söylemek mümkün.
17.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
İnsanın kıymeti |
|
Bir gün Kâinatın Efendisi (asm), Ebû Zer’e, “Cuayl’i nasıl bilirsin?” diye sorar. Cevap, “Fakir bir insandır” şeklindedir. “Falan hakkındaki görüşün nedir?” sorusuna da “Efendi bir adamdır” cevabını verir Ebû Zer (ra). Resûlullah’ın (asm) buna verdiği cevap ise şudur: “Cuayl, efendi dediğin adam gibi yeryüzü dolusu insandan daha üstündür” (Hılye, 1:353)
Bu olay, bize değerlendirme ölçüsünün mal-mülk, şan-şöhret, makam-mevkî, soy-sop değil, insanlık ve fazîlet olduğunu açıkça anlatır. Kur’ân da “Sizin en hayırlınız, Allah’a en çok saygı duyanınızdır” buyurmuyor mu?
Medine’ye geldiğinde cilt hastalığına yakalanmış, burnundan sümük akan bir çocuk olan Üsame’den, Hz. Âişe tiksinirken Resûl-i Ekrem (asm) yüzünü yıkayıp öpmüştü. Bunu gören Hz. Âişe’nin, “Allah’a yemin ederim ki, onu bundan sonra hiç yanımdan ayırmayacağım” dediğini biliyoruz.
Hz. Âişe, bu sözleriyle hatasını düzeltirken; “Üsame’yi bekleyeceğim” diye Arafat’tan inmeyi geciktiren Allah Resûlünün (asm) tavrındaki sır ve incelikleri kavrayamayan Yemenliler, Üsame’nin (ra) burnu yassı, siyah bir çocuk olduğunu gördüklerinde, onu küçümseyip, “Bunun için mi bekledik?” diyecek, Hz. Ebû Bekir (ra) zamanında da onu bahane edip dinden döneceklerdi. Oysa İslâm, kalıba değil, kalbe bakıyordu. Şekle değil, fazilete önem veriyordu. Rengi, soyu sopu değil, ruh yüceliğini, insaniyeti ön plana alıyordu. Bir köle oğlu olduğuna, rengine, kalıbına bakan Cahiliye anlayışı, Hz. Üsame’nin ordu komutanı olacak kadar maharetli olabileceğini anlamaktan yoksundular.
Bir kimsenin günaha girmesi için iman, İslâm ve faziletle dolu bir insanı hakîr görmesi yeterken, İslâmı ruhuna sindirememiş, onun koyduğu değer ölçüsünü kavrayamamış insanlar, Allah ve Resûlü’nün değer verdiği elmas ruhlu insanları elbette anlayamazlardı.
Hz. Ebû Bekir (ra), Kureyş ileri gelenlerinden henüz İslâmla şereflenmemiş Ebu Süfyan’la giderlerken Selman, Suheyb ve Bilâl (ra), Ebû Süfyan’a lâf dokundurmuşlar, Hz. Ebû Bekir de, “Bunları Kureyş’in ileri geleni ve efendisi için mi söylüyorsunuz?” diye onlara çıkışmıştı. Durumu Efendimize (asm) anlattığında da “Yoksa onları kızdırdın mı ey Ebû Bekir? Onları kızdırdıysan Rabbini kızdırdın demektir” cevabını alınca, gidip onların gönlünü almıştı.
İşte enfes bir bakış açısı!
17.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Bediüzzaman açıkça demokratları zikrettiğine göre... |
|
(Mesajını aldığım Prof. Dr. B.D.’ye de cevâben...)
Üstad’ın düşüncelerini naklettiğimde veya ona nisbet ettiğimde mutlaka kaynağını, kitap, sayfa vs. gösteriyorum. Yorumlarımı da, mümkün olduğunca Risâle-i Nur’un ruhuna uygun yapmaya çalışıyor; ayrıca, yorumların bana ait olduğunu da yine yansıtmaya gayret ediyorum.
Benim şahsî siyasî tercihim, Üstadın “Ahrarlar/demokratlar” dediği zihniyettir. Dolayısıyla “en büyük bir müceddid ve müçtehid” olarak, Üstad’ın çizdiği siyaset stratejisini benimsemeye, anlamaya ve yansıtmaya çalışıyoruz.
Diğer taraftan elbette Üstad kendisini mihenge (Kur’ân ve Sünnet) vurdururken; biz de birbirimizi mihenge (Risâle-i Nur’a) vurmalıyız.
Dolayısıyla, Risâle-i Nur’ları başkasının anlama, yorumlama hakkı olduğu gibi, sizin de, benim de yorumlama hakkımız vardır. İşte burada, “tek güzel”i değil, “en güzel”ini bulmaya çalışıyoruz. Bu ikazlarınıza da, “yazılı meşveret, müzakere ve mütalâa” nazarıyla bakıyorum. Zaten “ikaz, yardım, eksikleri tamamlama, kusurları örtme” Üstadın hepimize yüklediği vazifedir.
Bununla birlikte, eğer sizi sıkmayacaksa, bir konuya daha temas etmek isterim: Hiç şüphesiz, Üstadın Ahrarları / hürriyetçileri / demokratları “destekleme, onlara yardımcı, ihtiyat kuvveti olma, iktidarda tutma” konusunda herhangi bir şüphe ve ihtilâf yoktur. İhtilâf, “kimin demokrat misyonu, zihniyeti” temsil edip etmediğidir.
Ayrıca Üstad, açıkça parti zihniyetlerini, akımlarını, cereyanlarını ve isimlerini zikredip, demokratları desteklediğine göre; neden bizim aynı üslûbu takip etmemiz slogan olsun? Aynı zamanda gazete halka hitap ettiği için, avam diliyle olması gerekmez mi? Bu açıdan da, sizin gibi akademik bir dil kullanmamamız, slogan olarak değerlendirilmesini gerektirmemesi gerekir, diye düşünüyorum.
Öte yandan, yine Üstad, siyaseti-siyasîleri eleştirilebilir olarak gördüğü için eleştiriyorum. Ve gelen tenkitlere şu cevabı veriyorum: “Sizin, Yeni Asya ekolünü ve beni eleştirme hakkınız olduğu gibi, benim bir siyasî partiyi eleştirme hakkım yok mu?”
Ancak, dozaj aşılabilir, üslûp hatalı olabilir. Elbette yanlış anlayabilir veya hatalı da yorumlayabiliriz. Herkesten istirhamımız, yanlışlarımızı düzeltmeniz, eksiklerimizi tamamlamanız ve Üstad’ın içtimâî ve siyasî ölçülerini neşirde yardımcı olmanızdır!
Önemli olan temel meselenin, ölçünün doğru verilmesidir. Bu da, elbette sizin ikazlarınız ve yardımlarınız sayesinde olacaktır. “Yakanda akrep var!” diyene “Binler teşekkür etme!” dersini Üstad’dan aldığımıza göre, lütfen uyarılarınızı ve yardımlarınızı esirgemeyiniz…
Kastetmediğim, ancak, yanlış anlaşılabilecek ifadelerim olmuşsa, nazar-ı müsamaha ile karşılamanızı istirham eder, hürmetlerimi sunarım.
17.07.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Çok bilinmeyenli bir seçim |
|
Büyük seçime beş günlük bir zaman kaldı. Bu büyük seçimi geçmişteki benzerlerinden ayıran önemli bazı noktalar var. Bu yazıda bunlardan bir kaçına değinmeye çalışalım.
Birincisi: Türkiye ilk defa dört yılı aşan (4 yıl 9 ay) bir seçim devresini yaşadı. Bu dört yıllık süre teâmülü, totaliter baskıların had safhada olduğu 27 yıllık (1923-1950) tek parti devresinde dahi aşılmadı. Keza, beş yıllık sürenin kanunen geçerli olduğu 1980 yılından bu yana da durum hep aynı oldu. Dolayısıyla, bu noktada yeni bir durumla karşı karşıya gelmiş bulunduk.
İkincisi: Türkiye ilk defa, tek başına iktidar olan bir partinin “Erken seçim istemek, vatana ihanettir” dediğine ve sonunda aynı partinin mecbur kalarak “seçimleri erkene alma” tavrına şahit oldu.
Üçüncüsü: Türkiye’de ilk defa tek başına iktidar olan bir partinin, 4.5 yıllık iktidarı boyunca bazı konularda ileri doğru bir tek adım atamadığı, yani hemen hiçbir şey yapamadığı halde, son anda, son dakikada, yani giderayak bir tarzda sanki her şeyi yapacakmış havası verdiğine şahit olundu. (Özellikle insan temel hak ve hürriyetlerine geçit vermeyen bürokraside ve devlet mekanizmasıyla doğrudan bağlantılı konularda.)
Dördüncüsü: Hakim güçler tarafından ısrarla iki partili bir Meclis öngörüldüğü halde, yeni kurulacak Meclis’in çok parçalı ve çok partili olacağı şimdiden belli. Bilinmeyen bir husus varsa, o da Meclis’in kaç parçalı olacağıdır. Meclis’e gireceği muhtemel dört partinin varlığı bir yana, en az dört ayrı çeşit bağımsız adayların da yeni Meclis’te yerlerini alacakları anlaşılıyor. Bir de, ana muhalefetle Meclis’e sırf girmek için anlaşmış olan Ecevitler’in partisi var ki, onun da kaç milletvekili ile temsil edileceği henüz belli değil. Hasılı, 4.5 sene müddetle iki parçalı olması düşünülen ve bütün stratejiler ona göre belirlenmiş olan yeni Meclis, görünen o ki paramparçalı bir manzara teşkil edecek.
Beşincisi: Türkiye, cumhurbaşkanlığı seçiminin de önemli bir faktör olarak yer aldığı meçhullerle dolu bir genel seçimle karşı karşıya gelmiş durumda. Bir yandan, süresi zaten uzamış bulunan mevcut cumhurbaşkanının daha ne kadar o makamda kalacağı meçhul iken, bir yandan da seçilecek yeni cumhurbaşkanı hakkında zihinlerde ve hesaplarda bir netlik görünmüyor. Yani, partilerin ne adayları belli henüz, ne de seçilecek yeni ve kalıcı cumhurbaşkanının hangi usulle ve ne kadarlık bir süre için seçileceği biliniyor. Zira, ortada bir referandum meselesi var ki, bunun sayısal neticesi şimdiden belli olduğu halde, bu neticenin yeni cumhurbaşkanını ne ölçüde etkileyeceği hususu tam bir bilinmezlik içinde. Yani, “Cumhurbaşkanını halk seçsin” kararının, sosyal ve siyasî neticelerinin ne olacağını şimdiden kestirmek çok müşkül görünüyor.
Altıncısı: İktidar partisinin üst yönetimi, cumhurbaşkanlığı meselesinde halkın zaten karışık olan kafasını daha da karıştırmış oldu. Üç ay önce Abdullah Gül’ün adaylığı konusunu tam bir krize dönüştüren ve uzlaşmanın, mutabakatın semtine dahi uğramayan Başbakan Erdoğan, bu konuda bugün için daha farklı söylemlerle kamuoyuna hitap ediyor. Ancak, yine de söylediklerinin hiçbiri tam bir netlik arz etmiyor. Dolayısıyla, bu cihetten de meçhullük devam ediyor.
Yedincisi: Seçimlerin neticesi hakkında ciddî ciddî tahminler yapılmasına, hatta kesine yakın hükümler verilmesine rağmen, bize göre yine de (meçhuller sebebiyle) sürprizlerle dolu bir seçim dönemi yaşanıyor. Meselâ, iktidar partisi en az yüzde 40 oy oranıyla yeniden ve tek başına iktidar olacağını iddia ediyor. Anamuhalefet partisi, “Cumhuriyet kazanacak” deyip Cumhuriyeti de seçime âlet ederek kesin iktidar olacağını düşünüyor. Bir başka parti tek başına bir “milliyetçi iktidar”dan dem vururken, özellikle medya tarafından ademe mahkûm edilmeye çalışılan Demokrat misyon partisi ise, barajı rahatlıkla aşacağını ve teşkil olunacak yeni Meclis’in kilit partisi olacağını vurguluyor. Erbakan Hoca kesin hüküm ifade eden cümlelerle bir “Saadet iktidarı”ndan söz ederken, Cem Uzan da “Asla bizim bir baraj sorunumuz yok, bunu herkes görecek” diyor da, başka bir şey demiyor. Öte yandan, bağımsız adayların durumu da ilk defa ciddî şekilde bir merak konusu teşkil etmiş oluyor.
Sekizincisi: İktidar partisi ile muhalefet partileri, hayatî öneme haiz bazı konularda birbirinin tamamen zıddı ve aksi yönünde açıklamalarda bulunuyor. Meselâ, gerek diplomasi, gerek ekonomi ve gerekse ülke güvenliği gibi konularda, yabancı ülkelerin tesir ve müdahale gücünün baştan aştığını iddia eden muhalefet sözcülerinin, gerçekleri ne oranda kamuoyuna yansıttıkları bilinmez iken, iktidar sözcülerinin ise, sanki her şey kendi bilgi ve kontrolleri altındaymış tarzındaki açıklamaları da maalesef güven vermiyor. Zira, değişik kanallardan yapılan araştırmalar ve görünen bazı rasyonel neticeler, ülke ve millet iradesi üzerindeki ecnebî tesirlerin hiç de yabana atılmayacak boyutta olduğunu gösteriyor.
Final: Kendi zaviyemizden bakarak gördüğümüz bütün bu hususların, vatandaşın dünyasına ne ölçüde yansıdığı ve nasıl bir tesir icra ettiği, çok değil sadece beş gün sonra birçok yönüyle netlik kazanmış olacak. Bir başka ifadeyle, meçhullüklerle dolu bir seçimin ardından, hiç olmazsa bazı hususlar tam anlamıyla aydınlığa kavuşacak ve siyasî gelişmeler yeni bir mecraya doğru akmaya başlayacak. Gelişmelerin hayırlı neticeler doğurmasını ümit ve temennî ediyoruz.
Sesleri fazla çıkanlar
Bu seçimde sesleri (gürültüleri) fazla çıkanlara dikkatle bakınca gördük ki, bunlar üç kısma ayrılıyor:
Bir: Elinde parası ve maddî imkânı olanlar. Bunlar, gerek hükümet ve gerekse belediye imkânlarından da istifade eden kesimdir.
İki: İdeolojik temelde siyaset yapanlar. Bunlar, partisinin kazanıp kazanmayacağına bakmaksızın canhıraş bir şekilde çalışıyor.
Üç: Siyasette var olma mücadelesi verenler. Bunlar, bir kader seçimiyle karşı karşıya bulunduklarının gayet iyi farkındalar. Bu sebeple, feryad ü figân edercesine çalışıyorlar.
17.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Üç aylara girdik |
|
Bu gün 2 Recep 1428.
Yeni bir Üç Ayların başlangıcı. Dünden itibaren Üç Aylara “Bismillah” dedik. Âlemi İslâma hayırlara vesile olmasını niyaz ederiz.
Recep, Şaban ve Ramazan aylarından müteşekkil Üç Aylar, maddî-manevî feyiz ve bereket aylarıdır. Bilhassa maneviyatta Üç Ayların açtığı feyiz ve bereket çeşmesinden uzak kalınmamalıdır.
Resûlullah Efendimiz (asm) bu mübarek aylar hakkında: “Recep ay’ı Allah’ın, Şaban ay’ı benim, Ramazan ay’ı ümmetimin ayıdır” buyurmuştur. Recep ay’ında Allah’ın gazabından ve Cehennem azabından Allah’ın rahmet ve mağfiretine sığınmalı ve her vesileyi Allah’ın rızasını kazanmak için bir fırsat bilmeli; Şaban ayında nafile ibadetler artırılmalı, feyiz ve sevap hanemiz rahmet bulutlarının bereket sağanağına tutulmalı; Ramazan ay’ında Cennet’e liyakat kazanabilecek derecede tezkiye-i nefs etmeli, nefsi kötülüklerden ve kalbi günah kirlerinden arındırmalı, farz oruç ve namazla Allah’ın her emrine, “Lebbeyk!” diyerek, kalbe rikkat, incelik ve duyarlılık kazandırmalıdır. Ve artık bu duyarlılığı, ömrün diğer günlerine teşmil etmelidir. Yani Üç Aylar bittikten sonra da arınmış ve tenevvür etmiş bir ruh ile koca bir hayat acı-tatlı göğüslenebilmelidir.
Bediüzzaman Hazretlerinin (ra), hapishanede bir üç aylar mevsimini (şuhûr-u selâseyi) mukabele ederken, yine aynı hapishanedeki talebelerine yazdığı bir mektubu, dilerseniz beraber takip edelim:
“Aziz, sıddîk kardeşlerim,
“Bu gün manevî bir ihtar ile sizin hesabınıza bir telâş, bir hüzün bana geldi. Çabuk çıkmak isteyen ve derd-i maişet için endişe eden kardeşlerimizin hakikaten beni müteellim ve mahzun ettiği aynı dakikada bir mübarek hatıra ile bir hakikat ve bir müjde kalbe geldi ki: Beş günden sonra çok mübarek ve çok sevaplı ibadet ayları olan şuhur-u selâse gelecekler. Her hasenenin sevâbı başka vakitte on ise, Receb-i Şerifte yüzden geçer, Şâban-ı Muazzamda üç yüzden ziyâde ve Ramazan-ı Mübârekte bine çıkar. Ve Cuma gecelerinde binlere ve Leyle-i Kadîrde otuz bine çıkar. Bu pek çok uhrevî faideleri kazandıran ticaret-i uhreviyenin bir kudsî pazarı ve ehl-i hakikat ve ibâdet için mümtaz bir meşheri ve üç ayda seksen sene bir ömrü ehl-i îmâna temin eden şuhûr-u selâseyi böyle bire on kâr veren Medrese-i Yûsufiye’de geçirmek, elbette büyük bir kârdır. Ne kadar zahmet çekilse, ayn-ı rahmettir. İbadet cihetinde böyle olduğu gibi; Nur hizmeti dahi nisbeten, kemiyet değilse de, keyfiyet itibarîyle, bire beştir. Çünkü bu misafirhanede mütemadiyen giren ve çıkanlar, Nurun derslerinin intişârına bir vâsıtadır. Bazen bir adamın ihlâsı, yirmi adam kadar fâide verir. Hem Nurun, sırr-ı ihlâsı siyâsetkârâne kahramanlık damarını taşıyan, Nurun tesellilerine pek muhtaç bulunan mahpus biçareler içinde intişârı için bir parça zahmet ve sıkıntı olsa da, ehemmiyeti yok. Derd-i maişet ciheti ise, zâten bu üç ay âhiret pazarı olmasından, her biriniz çok şâkirtlerin bedeline, hattâ bazınız bin adamın yerinde buraya girdiğinden, elbette sizin hâricî işlerinize yardımları olur diye tamamıyla ferahlandım. Ve Bayrama kadar burada bulunmak büyük bir nimettir, bildim.”1
Şuhûr-u Selâseyi (üç ayları), kabre doğru hızla akıp giden ömrümüz için bir mânevî ve vicdânî muhasebenin de medârı ve vesîlesi yapmamız büyük ehemmiyet taşımaktadır. Çünkü asl olan üç ay değil; bütün ömrümüzdür. Mahkeme-i Kübrâ üç aya değil; bütün ömrümüze şâmildir. Büyük hesap üç aydan değil; bütün ömrümüzden sorulacaktır. Hayat-ı ebediyenin çekirdeği üç ay değil; bütün ömrümüzdür.
Cenâb-ı Hakk’ın, “Kullarımın arasına gir! Cennetime gir!”2 hitab-ı ezelîsine mazhar olmak ümidi ve niyazıyla, Üç Aylarınızı tebrik ederim.
Dipnotlar:
1- Şuâlar, 424
2- Fecr Sûresi, 89/29,30
17.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Beş gün kala |
|
Sandığa gitmemize beş gün kala, iktidar partisiyle anamuhalefet arasındaki polemiğin geldiği nokta, tam bir düzeysizlik şahikası.
CHP lideri diyesiymiş ki, Erdoğan koluna 60 bin dolarlık saat takıyormuş. AKP lideri de, iktidar medyasının yere göğe sığdıramadığı Kazlıçeşme mitinginde buna cevap yetiştiriyor:
“Sayın Baykal, 15 bin dolara sana vereyim. O fazla gelirse 10 bin dolara da fit olurum...”
Erdoğan, kolundaki saate en düşük fiyat olarak 10 bin dolar biçerken, bu rakamın, partisine bağlı belediyelerce kömür, erzak, giyecek yardımı yapılan fukara hanelerinin sakinlerince nasıl algılanacağını da hesap etti mi acaba?
Yoksa “Ben ne söylersem söyleyeyim, onların bize karşı besledikleri derin ve engin minnet duyguları sarsılmaz” diye mi düşünüyor?
Ama bu işler hiç belli olmaz. Hele 10 bin doların, bir fukara ailesini en azından iki yıl geçindirebilecek bir rakam olduğu bir Türkiye’de.
Erdoğan Baykal’a lâf yetiştiriyor, ancak “Ben senden memnunum. Senin gibi bir anamuhalefet lideri benim işimi kolaylaştırıyor ve partimi güçlendiriyor” demekten de geri durmuyor.
Ve böylece, yaklaşık beş senedir siyaseti kilitleyen AKP-CHP kıskacının nasıl bir mizansen ve kurgu olduğunu da açığa vurmuş oluyor.
Bu arada, Gaziantep’ten yazan bir okuyucumuzun bildirdiği, “Burada geçen Cuma namazından sonra şehrin bütün camilerinde AKP’nin el ilânları dağıtıldı” haberi, onca “Değiştik” söylemlerine rağmen siyaseti camiye sokma ve dini siyasete alet etme anlayışının hâlâ devam ettiğini ele veriyor.
İstanbul’da, sandık kurulunda görev alacak bir okurumuzun ilettiği bilgi ise, seçim günü sandık kurullarında başörtüsü odaklı provokasyon hazırlıklarının yapıldığını haber veriyor.
Buna göre, mâlûm zihniyetin militanları sandık kurullarını da, AKP iktidarıyla birlikte gündemimize sokulan “kamusal alan” kapsamına dahil edip, başörtülülerin başkan, üye veya müşahit olarak kurulda görev alamayacağı iddiasıyla gerginlik çıkarmaya hazırlanıyorlarmış.
Umarız, önceden gerekli tedbirler alınıp uyarılar yapılarak, seçime bir de bu tartışmanın gerginliğini taşıma girişimlerine geçit verilmez.
Seçim haftasına girilirken ortaya atılan bir başka iddia da, Hudson senaryolarına paralel şekilde, seçime birkaç gün kala sarsıcı ve sansasyonel terör saldırılarının yapılacağı yönünde.
Mâlûm, o senaryolardan biri Kuzey Irak’a operasyon iddiasıydı. Ama göründüğü kadarıyla, bu konu gündemden düştü. Hükümetin, sırf seçim öncesinde MHP’yi zora sokmak için tezkereyi Meclisten geçireceği iddiaları da fos çıktı.
Şimdilerde ise bazı istihbarat ve güvenlik “uzman”larının terör saldırısı kehanetleri gündemde. Bunun çok ciddî bir ihtimal olarak vârit olduğunu söylüyorlar. Böyle bir saldırıyı önlemenin yolunu, “önceden deşifre etmek” olarak ifade eden yorumcular da var. Peki, böyle bir “deşifre” halkı panik ve tedirginliğe sevk etmez mi?
Nitekim Ankara’daki Anafartalar saldırısının ardından Genelkurmay Başkanının “Büyükşehirlerde bu tür saldırıların devamını bekliyoruz” beyanı bu yönde eleştirilere konu olmadı mı?
Dileriz, kehanetlerin aslı çıkmaz ve seçimi sükûnetle yapıp doğru tercihlerle sonuçlandırırız.
17.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Dünyevîleşme ve dünyevîleştirme |
|
1980 yılından itibaren dinî kökenden iktidara gelen partiler tükenen sisteme kan verdiler, ama bu kan dayandıkları sosyolojik zemini çürüttü. Sistemin ömrünü uzatırken kitleleri deforme etti. Ahlâk ve maneviyatlarından kopardı. Bu süreç ANAP ile başladı ve kısmen Refahyol ile yola devam etti, AKP ile de tavan yaptı.. 1994 yılında sistemin partileri tükenmişlerdi ve kenarda duran taze kanla sistem takviye edildi. Sisteme verilen taze kana mukabil kitleler sisteme entegre edilmiş ve özlerini kaybetmiş oldular. Daha önce su ile zeytinyağı gibi duran sistem ve dindar kitleler bu süreçle birlikte suyla su veya zeytinyağıyla zeytinyağı gibi bir karışıma dönüştüler. Veya karşı cephe izin verse neredeyse dönüşmek üzereler. Bu arada son insan unsuru da kirletilmiş oldu. Ülkenin son insan rezervi de tüketildi. Bunun nedeni siyaset yoluyla kitlelerin dünyevîleştirilmesiydi.
İktidara gelerek dünyevîleşen dinî kökenli muhafazakâr kitleler kendileri dönüştükleri gibi kitleleri de dönüştürdüler. Halbuki merkezden gelen partiler eskiden bunu başaramıyorlardı. Zira insanlar onları sıradan bir siyasetçi olarak görüyor ve dinî önder olarak örnek almıyordu. Dönüşüm veya istikamet sapmasına rağmen kitleler dinî kökenden gelen parti liderlerini ve kadrolarını örnek almaya devam ettiler ve bu da iktidara bulaşan dünyevîleşme virüsünü halka bulaştırdı ve yansıttı. Sari bir kan hastalığı böylece iktidar üzerinden kitlelere bulaşmış oldu.
Yöntem sorunu ve tıkanma, çıkış arayışıyla birlikte başka bir noktada uç verdi. Bu da esasatı terk etme ve referansları reddetme noktasıydı. Kitleleri sevk ve idare edenler bu inceliğin veya tehlikenin farkında olmadılar. Hep “bizden ve onlardan” hesabı üzerine gittiler ve böylece kendi dönüşümlerini sorgulayamadan kimliklerini kaybettiler. Şimdi hocaları, gelinen süreçte eski talebelerini Bizans çocuklarına benzetebilmektedir. Halbuki bu sürecin kalkış noktası orasıdır. Yöntem yanlışı, esasta kırılmayı beraberinde getirmiştir. Kitleler ise hiçbir şey olmamış gibi davranıyor. Halbuki bu dönüşüm sosyolojik zeminimizi çürütüyor. Bir nesil sonra geleceğimiz yok. Siyaset veya üst yapı uğruna altyapımızı çürütmüş olacağız. Siyasî kazanımlar elde etme yolunda sosyal kazanımlarımızı kaybettik. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olduk. Bu kaybedilen rezerv aslında ülkenin geleceğiydi.
***
Ne yazık ki İslâmî kesimler olan biteni sağlıklı değerlendirmekten aciz ve mahrum. El Müctema dergisi son sayısında AKP’yi kapak yapmış ve siyasî çizgisinden sitayişle bahsediyor. Onlar AKP’yi hâlâ hocanın bir devamı olarak nitelendiriyorlar. Arap dünyasındaki siyasî tıkanmışlık nedeniyle İslâmî kesimlerin AKP’ye gıpta ile bakmalarına şaşmamak lâzım. Bu destekte haklı oldukları noktalar da var. Sözgelimi, Fatih Ali Haseneyn bir iki hafta önce Adapazarı’ndayken cepten aradı ve seçim kampanyalarını sordu. Tekrar AKP’nin iktidara gelip gelemeyeceğini soruyor ve Saadet ile AKP’nin münasebetlerini merak ediyordu. Onun bakış açısı şuydu: Dindar kesimler birbirleriyle çekişerek güç ve kan kaybetmesinler. Özellikle de AKP’nin iktidarı Sudan için önemliydi. Darfur meselesi gibi meselelerde yalnızlıklarını AKP ile paylaşıyorlar veya gideriyorlardı. AKP’den sonra bu ilişkiler ihmale gelsin istemiyorlardı. Bu açıdan Fatih Ali Haseneyn haklı. Bununla birlikte, Fatih Ali Haseneyn’in görmediği bir nokta var. AKP’nin sosyolojik ifrazatına derinlikle bakamıyor. Bu da elbette mazereti. Erbakan Hoca’nın salvolarına rağmen; yine de AKP’nin Ortadoğu politikaları kendisini kuşatan şartlara rağmen kötü değildi. Bu da başka bir mesele. Hartum’dan mesele böyle görünüyor.
***
Türkiye’de de Hayrettin Karaman, Mehmet Niyazi Özdemir veya Abdulkadir Badıllı gibi isimler benzeri mülahazalardan dolayı AKP’yi tercih ediyorlar. Elbette, AKP denkleminde bu faktörler de var. Bununla birlikte Türkiye’nin önündeki en büyük tehlike ahlakî yozlaşma ve beraberinde getirdiği sosyolojik çözülme ve içtimai kırılmadır. 12 Eylül’den beri de bunda muhafazakâr partilerin tuzu biberi olmuştur. Tabii ki bunun da ötesinde küresel faktörler de var. Bu föktörlerin en büyüğü SSCB’nin ateist sistemine mukabil İkinci Dünya Harbi’nden onra ABD’nin sefahati küreselleştirmesidir.
17.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Demokratik tercih hakkı |
|
Muhabbet elçileri olan, müktesebâtı ve risâleyi anlama şuuru bilinen bir kitle, sathî akıllardan ve akıl vermeye kalkışan, muhalif siyasî zevâttan daha sakin düşünecek vaziyettedir. Kitle, tezgâhlanışı farklı, nesepleri konjonktürel ve yapılanması toplama olan siyasî oluşumların veya entegre oldukları siyasî akımların yaklaşımına sıcak bakmama olgunluğuna sahiptir.
Münferit, mevziî veya kurumsal bazı siyasî hataların cereyan ettiği hadiselerden menfî veya müsbet, muhalif veya muvafık diye medet umulmadığı gibi, günlük heyecanların ve planlanmış kurguların beslediği ve baskıladığı imajların gölgesine girmekten de uzaktır.
Yanlışı sorgulamak, gidişatla ilgili endişeleri söylemek, genel ahvalin yükselen cilâlı tercihleri dışında fikir serdetmek ve buna göre demokratik tercihi ortaya koymak, elbette fikir çizgisine sahip olmanın gereğidir.
Birilerine göre düşünmemek, cârî yapı ve etkin siyasetin manevrasına takılmamak, aslî duruşu dozajında ve kıymetinde ortaya koymak, siyasetin bu sıcak günlerinde zamanında ve olması gereken doğru bir yaklaşımdır.
Tercihimize destek olurken başkasının bizi itham etmesini ise çok şık kaçmayan bir antidemokratik tutum olarak algılamak gerekir.
Böylesi zevahirden suçlayacak ve böyle gösterecek his ve tepki kuşatmasına maruz kalmadan, akl-ı selimle demokrat tercihimizi göstermek, inandırıcılığımızın ve tanımlı misyonumuzun gereğidir.
Yeni türevlerle ve değişmeyen temel mantığın yeni kurguları ile tekrar avdet eden ve dünü nüksettiren gergin, çatışmacı bir sürecin mesulleri ortadayken, aynı zamanda sitem etmeleri, haklı bir yaklaşım değildir.
Herkesin bir başkasının siyasî tarzını onaylamama hakkı var. Ancak hür düşüncenin 61 yıllık çok partili demokrasi tarihini, yakın mesafeli bakışla ve mercekle ölçmeye kalkışmak ve anlamaya çalışmak yanıltıcı olur. Esen rüzgâra kapılmadan kendimizi rüzgâra rağmen korumak, herhalde daha metin ve sağlıklı bir yoldur.
Mevkî kazandıkça taviz veren ve gittikçe sisteme entegre hale getirilen siyasî baskıyı desteklememek, mesafeli durmak ve zamanın nezaketi içinde bunu ifade etmek, doğru ve siyasî tahlil tarzına uygun bir durumdur.
Tasvip edilmeyen siyasî grupların psikolojik etki alanlarına girmeden ve sarsma girişimlerine dirençli davranarak düşünmenin ilkeli doğrularıyla cevap vermek ve kararlı olmak birlikteliğin sorumluluğudur.
Dengeli duruş, demokratik tercih, siyasî görüş beyanı, demokrat dostlarla dostluğun şartlarında beraber olmak ve bunu rahat ifade etmek, düşünce kimliğimizin ve kişilik kimyamızın inşâ karakterinde rahat olmak, yarınlarımızı şevkli tutar.
Her şeyin bir mevsimi var. Bugün siyasetin mevsimi. Belirsizlik hayata muhalefettir. Kararsızlık hayata küsmektir. İkilem ise hayata husûmettir. Huzursuz eder, gayr-i memnun kılar.
Her şey zerrelerine varırcasına masum veya suçlu kategorilerinde değildir. Hele siyasette, mutlaka herkesin bir hakikat danesi vardır. Tutunacağı ve toplumu etkileyeceği doğruları vardır mutlaka.
Bize düşen daha genel, daha umumî ve zamanın rafine ettiği prensipler ve çerçeveler ışığında dünü bugüne bağlayan ve bugünü yarına taşıyacak çizgide tutarlı ve seviyeli tarzımızı devam ettirmek ve demokrat kalmaktır.
“Tenkıs-ı gayr ile fazileti izhar” sadedinde olmadan, “mesleğimizin muhabbeti” esaslı bir perspektifle, ortak iradenin hakkını da ketm etmeden sorumluluklarımızın paydasında demokratik yarıştaki varlığımızı ortaya koymak önemlidir.
Beklentisiz, ivazsız ve gerilmeden, gerdirmeden, zorlamadan, zorlamaya maruz kalmadan hür vicdanın ve hür düşünmenin hakkı olan seçim hakkımızı kullanacağız.
Evvelâ ve tek başına sadece siyasî düşünmüyoruz. Fikrimizin gereği siyasî tercih ortaya koyuyoruz. Aktif siyaset yapanlar ve bizzat siyaset aktörlüğüne soyunanlar arasında bir tercih yapıyoruz. Geçmişimize, prensiplerimize ve sağduyunun sesi kabul ettiğimiz ortak değerlendirmeye uygun oy kullanırken bunu izah edecek basın dili ve yayın üslûbu da gereklidir. Yeter ki kendimizi doğru ifade edelim. Görmezlikten gelinen ve medyanın dışladığı dostları dışlamak veya çekimser kalmak, ya da ıskalamak hakkına sahip olmadığımızı düşünüyorum.
Halkın iradesine saygılı kalacağız. Sonuna kadar millî iradeden yana olacağız. Milletin son kararı başımız üstüne. Biz de bu milletin parçası olarak kendi irademiz ve sağduyumuzla elimizdeki mühür emanetini sandığa yansıtacağız. Demokrasi içinde demokratlarla devam edeceğiz.
17.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|