Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 25 Haziran 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Davut ŞAHİN

Kısa bir demokrasi tarihi



Önce adı meşrûtiyet, cumhuriyet ya da demokrasi değildi. Seçim de yapılmıyordu. Ülke bir padişah tarafından yönetiliyordu. Ama kimse zaten mevcut yönetimin meşrûtiyet, cumhuriyet veya demokrasi olduğunu da iddia etmiyordu. Gül gibi geçinip gidiyorduk…

Sonra nedense isim değişikliği yapıldı. Yeni yönetim biçimimiz “cumhuriyet”ti. Yaşasın seçim vardı. Halka seçme ve seçilme hakkı verilmişti. Hatta sadece halka değil, başının açık veya kapalı olmasına bağlı olmaksızın kadınlara da bu hak verilmişti sanki. Ama seçim en az iki alternatif arasından yapılırdı. Bizde ise tek bir seçenek vardı ve onu seçmemizin cumhuriyet olduğu ileri sürülüyordu.

Dışarıdan kimi zorlamalarla başka alternatiflere izin çıktı. Ama bu kez de, herkesin, meselâ jandarmanın gözü önünde seçmemizi istediler. Seçtiklerimizi de gözden ve gönülden ırak bir yerde bizden habersiz sayacaklardı. Nitekim öyle de oldu.

Sonra bundan da vazgeçtiler. “Siz akıllı insanlarsınız. Yanlış yapmazsınız. Bakın size bir fırsat veriyoruz. Gizli oy kullanacaksınız, onu açık açık sayacağız. Bu iyiliğimizi de unutmayın” dediler.

Fakat “Biz adam olmayız”, gittik onları değil, başkalarını seçtik. Bu “kazığımızı” unutmayacaklardı. O zaman anlamışlardı, “Kimse işitmesin millet düşmanımız” gerçeğini. Bunu bir kenara yazdılar.

Ve bir gün ansızın, bizim seçmediklerimiz, biçim seçtiklerimizi kelepçeleyip götürdüler. Götürüp astılar.

Mesaj açıktı: Bakın böyle yaparsınız, böyle olur. Söz dinleyin azıcık.

Ama bizim söz dinleyeceğimizden emin olamadıkları için, seçtiklerimizi denetleyecek yeni kurullar, makamlar icat ettiler. “Canım böyle şeyler demokrasilerde olur. Yormayın siz kafanızı böyle şeylerle” dediler.

Biz yine akıllanmamıştık. Gidip olmadık kişileri seçtik. Önce bölmeye çalıştılar oylarımızı olmadı. Muhtıra verdiler. Yine olmadı. Darbe yaptılar. Yine olmadı.

Şimdi oturmuşlar, şu seçim meselesini halletmenin bir yolunu arıyorlar. Devletin dine alabildiğine müdahale ettiği rejim laiklik; kimi kurumların eylem ve işlemlerinin yargı denetimi dışında olduğu devlet “hukuk devleti” oluyor da, neden seçimlerin olmadığı bir rejim “demokrasi” olmasın.

Ah şu bizim kalın kafamız yok mu…

25.06.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Sosyal /siyasî projeksiyonlar - 8



Maziden hale, halden istikbale projeksiyon tutmaya devam edeceğiz. Esastan başlayıp, sonraki aşamalarda, projeksiyonlarımızı araziye tatbik edilebilir projeler düzeyinde sürdüreceğiz:

16- Küreselleşmenin etkileri ve pozitif dönüşümü için yeni sorumluluklarımızı içeren projeksiyonu biraz açalım.

Küreselleşme, inkâr edilemez bir gerçektir. Ekonominin omurgası bu etkidedir. İletişim araçları, siber dünya, teknolojinin bilgi ötesi yeni dönemi, etkileşimi küreselleştirmektedir.

“Küre-i arz, bir memleket, belki bir vilayet, belki bir köy gibi oldu” tesbiti Bediüzzaman’a has gerçekliğiyle yaşadığımız zamanı tanımlar.

Böyle olunca, “Bir dâvet ve bir nübüvvet umum insanlara kâfi görüldü” evrensel mesajı içinde evrensel dinin kuralları ve kaideleri, “ilcaatı zaman” dikkate alınarak, “zamanın ve zeminin merhametsizliği”nden korunarak, “ruh-u aslî”ye muvafık bir tarzdaki tecditle, tebliğin kifayeti ve bütün insanlara hitap edici vasfı açığa çıkarılabilir.

Bu kifayetin sebepleri arasında; nakil ve haberleşme, milletlerin birbirine karışması, yürüyemeyen ananelerin terki, birlik eğilimleri ve fikir alışverişinin sağladığı yakınlaşmalar sayılabilir.

Buradan hareketle, mevzii bir konu, mevsimlik bir tercih ve “biz bize” kültürünün verdiği daralmışlık, bütün toplumların handikapıdır.

Bunu aşmanın yolu, insanlıkta mevcut “meyl-i teceddüt / yenilenme eğilimi” ve “meyl-ül istikmal / tekâmül eğilimi” ile mümkündür.

Küreselleşmenin etkilediği, sardığı veya teslim aldığı alanlarda, mukavemetimizi müspet hareketle, akla değer verecek şekilde olumluya çevirmekle zararlar azaltıp, faydalar çoğaltılabilir.

Tamamen ret veya kabul, insandaki “meyl-i terakki / ilerleme / kalkınma / gelişme arzusu”na zıttır. Muhakemenin ince terazisi, hikmetin kabul aralığı ve hadiselerin öğretici dersi, çatışmayı değil maksat içinde birliği ve farklılığı gerektirir.

17- Çözümde makul olma ve kapsayıcı olmakta Risâle-i Nur’un hikmet ve şefkat projeksiyonuna tekabül etmektedir.

Çare ve çözüm, muvazeneli olmalı, dengeyi korumalı ve makulde kalmalıdır. “Bir derman, haddinden geçse dert olur” kaidesince, sosyal tedavilerde, manevî ilâcın dozajı ve doğru, “hastalığa” göre verilmesi, ehemmiyetli bir noktadır. Tefrit kadar ifrat da aşırılıktır, asabiliktir ve tahrip edici bir daralmışlıktır.

Mutedil aklın ve muvazeneli hissiyatın muhakemeli vicdanla birlikte insan sistemini kurmaları, maddî-manevî ferahlık verir. Bu şekilde “beşeriyeti” yakalamaya çalışan müspet batı, “insaniyet-i kübra” olan İslâmiyetle buluşmaya yakın bir çizgide olacaktır.

Tam bu noktada evrensel takdimin gerekleri ve tebliğin cihanşümul esasları muvacehesinde donanımlı insanlar ve kapasitesini müşterekliğin havuzunda hedefe kilitleyen takımlar/heyetler/kurumlar/kişiler devreye girecektir.

Sivil toplum organizasyonları ve “teşebbüs-ü şahsi”nin kabiliyet ve fedakârlık içindeki gaye-i hayal kendini hissettirecektir. O zaman tohumlar, fidanlıklarda kontrol edilemez derecede bereketlenerek filizlenecektir.

Cihana manen hakim bir dâvânın tahayyül ve tasavvuru, akılla taçlanıp, imanla tasdik gördüğü andan itibaren imtisalin yekdiğerini örnek alma uyumu, faziletin dâvetkâr şefkati ve ilmin tevazu kapısı ile insanlara yeni ufuklar açacaktır.

Bu sayede insanlığın huzur dünyası şenlenecek ve gül gülistana dönüşecektir. Bunu tesis etmemiz halinde meseleleri rahatça tartışabilir, müzakere edebilir, farklılığa saygılı olur ve amaçta ittifak ettiğimiz insanlara karşı daha kabullenici oluruz.

Umumî maksada götüren bu istikametli yol, ehl-i sünnet vasatı içinde kalarak, kucaklayıcı bir sevgi halesi ve şefkat sağanağı altında ifrat ve tefrit banketlerine düşmeden, çatışmalardan medet ummadan yola revan olan atlılar gibi şaha kalkılabilir.

Bu yolculukta gözlerimizin ufuk ötesi zirvelerde, zihninde tablolaşan hülyaları ve onu görürcesine inancı ve oraya doğru yürüyüşü; projeksiyonla ve buna dayalı projelerle ve projeleri detaylandıran perspektiflerle mümkündür.

Dersine çalışan kazanacak. Hedefine kilitlenirken, pozitif bir merakın ve rahmanî bir niyetin şahsi tasavvurdan bigâne, istiğna ve feragat içinde kalben fanileşen, kesben gayretini kamçılayan kazanacak. Bu kazanç, rıza dairesinin matlubu olan ihlâstır.

Bu yönüyle esas projeksiyonlara projeksiyon tutan ana çıkış, aydınlatıcı ışığın enerji santralı ihlâstır.

25.06.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

En insanî davranış tarzımız



İnsanlığımıza en çok yakışan davranıştır bahsetmek istediğim. “En ahlâkî ve nizâmî hareket tarzı insanlar için hangisidir?” diye bir suâl sorulursa, insanlığın gerçek mahiyetine vakıf olan herkesin aklına o yüce davranış tarzı gelecektir.

Ona hazırlanmak için yapılan en küçük hareketten, onu sonuçlandıran en küçük harekete kadar sergilenmesi gereken bütün davranışların faydalılık durumu tartışmasızdır. Bu davranışın en azılı muhalifleri bile şimdiye kadar hiçbir yönünü tenkit edebilme imkânını bulamamışlardır.

İnsanı yaratan, onu yeryüzünün halifesi yapan Rabb-i Rahîm, insan için bu ibadet tarzını tayin etmiştir. Çünkü insanı en iyi bilen onun yaratıcısı olacaktır. Yaratan, yarattığı mahlûka nelerin lâzım olacağını, hangi davranışların hayatı için gerekli olduğunu çok iyi bilmektedir. Bunu düşünen hiçbir insan, insanların inandıktan sonra yapması gereken bu en önemli ibadetin ehemmiyetini, gerekliliğini inkâr edemez.

Bütün Müslümanların mükellef kılındığı, günlerimizin belirli saatlerinde ifa ettiğimiz ibadetlerin insan hayatına olumsuzluk veren en küçük bir yönünün olmaması ve her geçen gün yüce hikmetlerinin ortaya çıkması, bizlerin bu ibadete dört elle sarılmamız için yeterli sebepler değiller mi?

Kâinatın yaratılış gayesi Allah’ın büyüklüğünü tanımak, Ona ibadet etmektir şüphesiz. O Rabb-i Rahîm’e en yüksek ibadet tarzı olan ve bütün mahlûkatın Yaratıcılarına ettikleri ibadetin özeti sayılan Namaz ibadetinden daha ehemmiyetli bir davranış tarzı, bir hareket şekli olabilir mi insanoğlu için?

Büyük bir ruh sükûnetiyle Kâ’be-i Muazzamaya yönelmekten daha fazla insanı dünyanın karmakarışık haletlerinden uzaklaştıran bir durum olabilir mi? Hâlık-ı Kerimin huzurunda olmanın tarif edilemez huzuru içinde olmaktan daha fazla insana mutluluk veren başka bir duruş sergilenebilir mi?

Dünyanın var olan geçici değerlerini bir tarafa bırakmaktan daha ziyade insana dünyanın gerçek değerini hatırlatan başka bir düşünce tarzı olabilir mi? Kendini unutup Rabbini hatırlamaktan, Ona teslim olmaktan, Ona kulluk etmenin yüksek ruh hâletine kendini bırakmaktan daha fazla insanı yücelten başka bir hâlete girebilme imkânı bulunabilir mi insanoğlu için?

Allah’ın yüce Habibinin (asm) bu dünyada doyamadığını buyurduğu o yüce ibadet tarzından daha fazla insana yakışabilecek başka bir ibadet tarzı bulunabilir mi? Mübarek ayakları şişinceye kadar namaz ibadetiyle İlâhî huzurdan ayrılmayan O yüce Resûl (asm), bu yüce ibadet için “Dinin Direği” tarifini ifade buyurmakla büyük bir gerçeğe parmak bastığı açık değil mi?

İnanıyorum ki biz inananların değeri, kıldığı namaz nisbetindedir. Namazlarımız ne kadar huzur ve huşû içinde kılınırsa o nisbette Rabbimize yaklaşır, onun sevgili bir kulu oluruz. Namazlarımızın kalitesi nisbetinde insanlık cevherimiz parlamaktadır.

Namaz kılmayan bir insanın, gönül rahatlığıyla “insanım” diyebileceğinden emin olabilir miyiz dersiniz? İman insanı insan ettiği gibi, namaz da imanı gerçek iman yapar. Namazsız bir iman tarzının maksadına ulaşması çok zor olacaktır. Namaz insanlığı tamamlayan önemli bir unsurdur. Namaz insanlığın gerçek değerini ortaya çıkaran bir cilâ, insanı dünyanın olumsuzluklarından koruyan büyük bir zırhtır.

İman-Küfür mücadelesi çerçevesinde elbette namaz kılmayan, namazı gereksiz gören, başkalarının namaz kılmasından rahatsız olanlar var olacaktır. Bu büyük kayıp içinde olan insanların kuru gürültülerinden kurtulmanın en önemli çaresi namaz ibadeti ile huzur-u İlâhî’de huzur bulmaktır.

Günde beş vakit namaza çağrı olan ezanların semalarımızda yankılanan seslerinin bizleri gafletten kurtarmaya çalışması, minarelerin narin bir görüntü ile manzaralara renk katması, her an hatırımızda tutmamız ve ifasında ihmalkârlık göstermememiz gereken namaz ibadetini bize hatırlatmaktadır. Hiçbir beşerî güç bu manzarayı, bu manevî havayı ortadan kaldırma gücüne şimdiye kadar sahip olamamış ve bundan sonra da sahip olamayacaktır.

25.06.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Ölüm gelip çatmadan



Ölüm gelip çatmadan önce insan yapacağını yapmalı.

Çünkü o anki pişmanlığın hiçbir faydası olmaz. Firavun da Kızıldeniz'de boğulurken, "Ben de Musa ve Harun'un Rabbine iman ettim" demişti, ama son anda dile getirdiği bu imanı onu kurtarmaya yetmemişti. Dünyanın binbir türlü imkânlarına sahip olduğu halde, daha önceden yapmamışsa, ölüm gelip çattığında kulluk, hayır ve hasenat yapmayı ne kadar başarabilir insan? Ölümün her an gelecekmişcesine gizi tutulmasındaki sır her an ölecekmişcesine hazırlıklı bulunmak için değil midir?

Rebi' bin Haysum evinde kazdığı bir mezarda zaman zaman yaptığı nefsî muhasebede bunu gerçekleştirmeye çalışırmış. Kalbinde bir katılık hissettiğinde hemen içerisine girip bir süre yattığı bu mezarla nefsini terbiye edermiş.

Gerçekten ölmüş, kabre girmiş gibi sorgularmış nefsini Rebi' bin Haysum. "Ya Rabbi, beni bir daha dünyaya geri gönder. Umulur ki terk ve ihmal ettiğim hususlarda salih amel işlerim" meâlindeki âyet-i kerîmeyi okur, sonra da nefsine, "Ey Rebi'! İşte döndün. Haydi artık amel et" diye seslenirmiş.1

Rebi' bin Haysum'un nefsiyle yaptığı bu söyleşi, görevinde tembellik ve gevşeklik gösteren nefsi susturan önemli bir hakikat değil midir?

İnsanın aslî görevi kulluk. Yani Allah'ın emirleri çerçevesinde kulluk sergilemekle mükellef kul. Her şey bu hedefe yardımcı olacak. Hiçbir şey Allah'a kulluktan uzaklaştırmayacak insanı. Kur'ân inanan kimsenin bu önemli özelliğini şu âyetiyle dile getirir: "Onlar öyle kimselerdir ki, ne bir ticaret, ne bir alış veriş, Allah'ı anmaktan, namazlarını dos doğru kılmaktan ve zekâtlarını vermekten onları alıkoymaz. Onlar, kalblerin ve gözlerin dehşetten dönüvereceği bir günden korkarlar."2

Demek mü'mini hiçbir şey aslî görevinden koparamayacak. Kur'ân bu noktada da bizleri uyararak, "Ey îmân edenler! Mallarınız ve evlâtlarınız sizi Allah'ın zikrinden alıkoymasın. Kim bunu yaparsa, işte onlar hüsrâna düşenlerin tâ kendisidir" buyurur ve Rebi bin Haysum'un nefis muhasebesinde dile getirdiği şu dersi verir: "Sizden birine ölüm gelip de "Ey Rabbim, ne olurdu bana biraz daha mühlet verseydin de malımın sadakasını verip sâlihlerden olsaydım" demeden önce, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden bağışta bulunun. Eceli geldiğinde hiç kimsenin ölümünü Allah geri bırakacak değildir. Bütün yaptıklarınızdan Allah hakkıyla haberdardır."3

Dipnotlar: 1. İhyau Ulûmi'd-Din Tercemesi, 10: 398- 405.

2. Nur Sûresi: 37.

3. Münafikûn Sûresi: 9-11.

25.06.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Siyaset: Sonuç alma san'atı



Profesörün birisi, emekli olur. “Artık dinleneyim” diyerek köyden bir arsa satın alır, bahçeli bir ev yaptırır ve kalan ömrünü huzûr ile geçirmeye niyetlenir.

Ertesi gün, köyün çobanı, koyunlarının çan sesleri, “dehhh, düüüh, düüüürt” sesleriyle birlikte evinin yanından geçer, onu rahatsız eder. “Buradan geçme!” dese olmaz. Çobanı çağırarak şöyle bir siyaset uygular: “Bak Çoban Efendi, senin geçtiğin bu saatlerde, hattâ mümkünse daha erken uyanmam lâzım. Sen koyunlarınla geçerken daha da büyük gürültü yap. Hergün şu mağaraya hizmetinin karşılığı 2.5 lira koyacağım, oradan geçerken alırsın...”

Çoban mutlu, her gün geçer, gürültüsünü yapar ve parasını alır; gider. Bir hafta sonra “tık” parayı keser profesör! Birinci, ikinci günler “Belki unuttu!” diyerek tekrar geçer ve üçüncü gün de bulamayınca “Ben bu kadar zahmet ve sıkıntı çekeyim, seni uyandırayım, sen parayı yerine koyma, bir daha buradan geçersem Çobanoğlu demesinler bana!” der.

***

Siyaset, “ülke idare etme san’atı”, “devlet idaresini düzenleme”, “devleti yönetme bilimi” ve “yönetim bilimi ve san’atı” şeklinde tanımlanır. Toplum ve devletin sağlıklı yönetilebilmesi, ince bir diplomasi, tecrübe ve siyaset san'atı gerektirir. Dolayısıyla siyaset, meşrû yoldan sonuç alma san'atıdır. Bunun için ‘İktidar olmak ayrı bir şeydir, muktedir olmak ayrıdır’ denmiştir.

Benim elime müzik enstrümanını verseniz kulakları tırmalayan bir gürültü çıkarırım; aynı âletle müzisyen harika bir san'at icra eder! Aynı malzemeleri, aynı gücü kullanıyorlar, ama sonuçlar farklı! İşte demokrat ve liyakatli siyasetçilerle, sonradan demokrat, acemi ve liyakatsiz bir siyasetçinin arasındaki fark da böyledir!

Meselâ, siyasî rakiplerine, “Sen câhilin tekisin” demek yerine, “Size eksik bilgi ulaşmış” veya “Yanlış aktarılmış!” şeklinde bir ifâde, daha diplomatik ve etkili olmaz mı? Faraza rakibiniz, muhatabınız “yalan” konuşuyor! Veya, bazı konuları bilmiyor. Ona direkt olarak, “Yalan söylüyorsun? Yanlış biliyorsun!” tarzında bir üslûp kullanılabilir. Ama “Söyledikleriniz gerçeklere uymuyor!” veya, “Bu ifâdeler gerçek dışıdır!” demek de, aynı şeydir! Nezâket, muhatapları yatıştırıp saldırganlıklarını önleyip daha çok iknâ etmez mi?

Siyaset de sonuç alma san'atıdır. Eğer tecrübesizliğiniz, liyakatsizliğinizden dolayı sonuç alamıyorsanız, ona buna çatarak; “O engellemeseydi ben başaracaktım!” demek; sabiy-yi siyasetçi gibi mızmızlanmak, aczini itiraf etmekten başka ne mânâ ifade eder?

“Kardeşim, siyasette mahir, liyakatli ve tecrübeli olsaydın, bütün bunları hesap ederek ona göre strateji belirler ve sonuç alırdın? Değil idiysen, boyundan büyük işlere niye karıştın?” demezler mi?

25.06.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Anlaşılmazsa yanarım (1)



Hayatî derecede ehemmiyetli bazı ülke meseleleri vardır ki, bunlar hakkıyla anlaşılmazsa, cidden yanarım, üzülürüm.

Bugünden itibaren bu önemli konuların üç tanesine kısaca değinmek istiyoruz.

Bu konular, sırasıyla şöyledir: Terör tezgâhı, iktisadî blokaj ve zihnî kargaşanın arka planı.

Birincisi: Terör tezgâhı

Amerika'daki bir enstitüden sızan "şok bilgiler" açıkça gösteriyor ki, Türkiye'de cereyan eden özellikle son yüz yıllık karanlık olayların çoğu, bu tür tezgâhlarda düşünülüp planlanıyor.

Kanlı ve karanlık senaryolar üretmekle meşgul olan bu tezgâhlar, sadece Amerika'da bulunmuyor. Bunlardan hem eski, hem de yenilerinin bazı Avrupa ülkelerinde bulunduğu da muhakkaktır.

Hariçteki karanlık odakların, dahildeki derin odaklarla işbirliği yapmaları neticesi, ortaya maliyeti yüksek çok vahim, çok üzücü tablolar çıkıyor.

İşte size bunlardan birincisi ve belki de en mühimlerinden biri olan 1909'daki 31 Mart Vak'ası ve onu takip eden Hareket Ordusunun kanlı mezâlimi...

Yüz yıldır karanlıkta kalan ve hatta görünen bir kısım delilleri dahi karartılan bu fecî kanlı boğuşmanın, yukarıda kısa tarifini verdiğimiz hariçteki odaklarda tezgâhlandığı ve hemen sonra dahildeki derin mihraklar (Selânik'teki kurmay heyeti) tarafından tatbik sahasına konulduğu yönündeki kanaat, bugün eskisinden çok daha kuvvetlenmiş durumda.

O tarihte, Üstad Bediüzzaman'ın bakışıyla "Zaten planlar serilmişti... Sağını solundan fark edemeyen muhakemesizler, papağanlar gibi 'Şeriat isteriz!' diye bağırmalarıyla, hem onlar tuzağa düştüler, hem de o mukaddes isme tecâvüz edilmiş oldu. İşte, câ–yı ibret bir nokta–i siyah." (Münâzarât, s. 83)

Demek ki, bu hadisenin dayandığı bir siyah nokta ve karanlıkta kalan bir gizli tezgâh vardı.

Hiç şüphe edilmesin ki, aynı durum, o günden bugüne kadar yaşanan benzeri hemen bütün hadiseler için de geçerlidir. Meselâ, 1915'teki Tehcir Hadisesi, 1925'te yaşanan Şeyh Said Hadisesi, 1930'da meydana gelen Menemen Vak'ası, 1955'te Rum ve Ermenileri hedef alan 6/7 Eylül Olayları, 1970'li yıllarda yaşanan anarşik hadiseler, 1980'den sonra süre gelen terör dehşeti, 1990'larda yaşanan fâili meçhûl cinayetler ile tâ günümüze kadar gelip dayanan kanlı saldırılar, cinayetler ve bombalama hadiseleri, hep aynı tezgâhın ürünleridir.

Gelinen noktada, özellikle terör ve asayiş meselesinin (Bu vahim zincire Terör Koordinatörlüğü ile sınır ötesi harekât halkalarını da ekleyin) ne yazık ki, Türkiye'den ziyade hariçteki merkezlerin kontrolü ve inisiyatifi altına girmiş bulunuyor.

Yani, iş başındaki hükümet, bu konularda inisiyatifi elden kaçırmış ve kontrol gücünü büyük ölçüde kaybetmiş durumda. Lokal girişimleri ve palyatif tedbirlerle uğraşmanın ötesine bir türlü gidemiyor.

Böyle giderse, durumun çok daha vahim noktalara tırmanacağını söylemek ise, herhalde kehânet olmasa gerek.

Zira, evvelâ hükümet nezdinde bu işlerden hakkıyla anlayan yok.

İkincisi, bu işlerden anlayan, bilgisi ve tecrübesiyle konuşanları dinleyen yok.

İşte, ben buna yanarım.

Burada, her türlü siyasî kaygı, düşünce ve mülâhazaların dışında durarak, bütün samimiyetimizle ifade edelim ki, yukarıdan beri bahsini ettiğimiz Türkiye'nin genel asayiş ve terör meselesini, sınır ötesi harekât meselesini, Güneydoğu ve K. Irak meselesini en iyi bilen, bunların mahiyetini en iyi kavrayan ve çözüm metodlarını en doğru şekilde idrak eden kişi, DP lideri Mehmet Ağar'dır.

Evet, gerek bürokratlığı zamanındaki tecrübesi ve gerekse halihazır siyasetteki sorumluluk şuuru itibariyle uzun zamandan beri söyleyip duruyor ki: "Bu meseleleri öyle askere havale etmekle halledemezsiniz. Birinci derecede sorumluluk siyasetçilerdedir. Türkler, Kürtlerle ve Araplarla hiçbir zaman savaşmamış. Yine de savaşmaz, savaşamaz. Ama, ne yazık ki, şimdi inisiyatif başkasının eline geçmiş durumda. Ecnebilerin, bu sıkıntıları Türkiye'nin lehinde olacak şekilde halletmelerinin imkân ve ihtimali yok. Onun için, inisiyatifi tümüyle elimize alıp, bu işi de mutlaka bizim halletmemiz gerekiyor..."

Kim ne derse desin, M. Ağar hakikaten bu işin ehlidir. Dikkatle takip edildiğinde görülüyor ki, perdeyi büsbütün yırtmadan öylesine oturaklı ve isabetli mesajlar veriyor ki, takdir etmemek elde değil.

Ancak, maalesef siyaset tarafgirliği bu gerçeğin rengini öylesine değiştiriyor ve üzerindeki siyah perdeyi öylesine kalınlaştırıyor ki, meseleyi büsbütün anlaşılmaz bir hale getiriyor.

İşte biz de bu anlaşılamama, hatta yanlış anlaşılma vak'ası karşısında için için yanıp duruyoruz.

Şayet, doğru anlaşılmaya şahit olursak, işte o zaman üzüntümüz azalacak, yüreğimiz ferahlayacak

(Devamı var)

27+27 yıllık Kemalizm

Kemalizm adı altında sürdürülen 27 yıllık tek parti iktidarı, Demokrat Partinin iktidara gelmesiyle birlikte yıkıldı, gitti.

1923'ten 1950'ye kadar devam eden bu 27 yıllık icraat, daha ziyade solcu devrimcilerin eliyle ve dine muhalif sosyalistlerin desteğiyle sağlandı.

Şimdi, yeni bir 27 yıllık istibdat devrinin daha sonuna gelmiş bulunuyoruz: 1980'den 2007'ye uzanan mânevî istibdad devresini kast ediyoruz.

Bilindiği gibi, 1980 İhtilâliyle başlayan yeni Kemalizm dalgası, evvelkinin aksine bu kez dindarların eliyle ve muhafazakârların desteğiyle sürdürülmeye çalışıldı.

12 Eylülcülerin en büyük marifetlerinden biri de budur: "Dindar Atatürkçülük."

İşte, 27 senesini dolduran bu süreç de, inşaallah bitip gitmek üzeredir.

İzin günleri

Senelik izin dönemi başladı. Bu sebeple, yazılarımızda da bir seyreklik olacak gibi görünüyor.

Ancak, bu sene öyle uzun müddet ara vermek yok. Kısmet olursa, bu süre zarfında gün aşırı veya bir–iki gün arayla bu köşede yine sizlerle görüşmek arzusundayız.

Bir yandan siyasî hava, bir yandan iklim sıcaklıkları, bu sene bizi epey terletecek gibi...

Duâlarınızı esirgemeyin. Ara ara görüşmek ümidiyle... M.L.S.

25.06.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Çocuklarımızın isimleri üzerine



Mustafa ÇAPOĞLU:

*“Çocuğa isim koymakla ilgili bilmemiz gerekenler nelerdir? İsim koyarken ne yapmak lâzım?”

Çocuğun ismini güzel vermek ve onu güzel terbiye etmek çocuğun anne baba üzerindeki haklarındandır. Çocuğun doğumunun yedinci gününde isim vermek ve güzel isim vermek sünnettir.

Çocuğa anne baba isim verebileceği gibi, bir aile büyüğünün, meselâ varsa dedenin veya ninenin isim vermesi, ya da dinî bilgisi sebebiyle saygı duyulan bir büyüğün isim vermesi daha güzel ve saygın bir davranış olur. Çocuk kucağa alınır ve sağ kulağına ezan, sol kulağına ikamet okunarak yüksekçe bir sesle kulağına adı üçer defa seslenilir.

Ardından şöyle dua yapılabilir: “Allah’ım! Bu yavruyu salihlerden kıl! Ömrünü uzun ve hayırlı eyle, dünya ve âhiret kazancını bol ve bereketli eyle! Kendini razı olduğun kullarından eyle! Âmin!”

Çocuklarına isim verilen anne baba da bu veya buna benzer duâ yapabilecekleri gibi, Hazret-i İbrahim Aleyhisselâmın oğulları hakkında yaptığı şu duayı da yapabilirler:

“Elhamdülillâhillezî vehebe lî ale’l-kiberi ismaile ve ishak. İnne Rabbi lesemîü’d-duâ.”1

(Yaşlılığıma rağmen bana İsmail’i ve İshak’ı lütfeden Allah’a hamdolsun! Şüphesiz Rabbim duâyı işitendir.)

Çocukları, Allah’ın (cc) ve Allah Resulünün (asm) telâffuz buyurdukları isimlerle isimlendirmek en iyisi olmakla beraber; Müslümanlarca kullanılagelen isimleri koymak da uygundur. Ancak Müslümanlarca bilinmeyen, kullanılmamış, anlamsız ya da kötü bir işe alem olmuş veya bilhassa yabancı kültürlerden alınmış isimleri koymamak gerekir.

Adı “Ebû İsa” olan bir adamın ismini Allah Resulü (asm) hoş karşılamamış ve:

“İsa’nın babası yoktur!” buyurmuştur.

Allah Resulü (asm) çocuğa güzel isim koyma hususunda da: “Kıyamet günü sizler isimleriniz ve babalarınızın isimleri ile çağırılacaksınız! Öyleyse çocuklarınıza güzel isimler veriniz!” buyurmaktadır.2

Âlimlerin ekserisine göre düşük veya ölü doğan çocuğa da isim verilir.

Unutmamak gerekir ki: Çocuk, bütün heyetiyle ve heybetiyle Hâlık-ı Rahîm’in yarattığı bir abd, bir masnu’, bir sanat eseri olarak Allah’a aittir ve ebeveynine geçici bir arkadaş, bir ilâhî emanet olarak verilmiştir.3 Bu açıdan yeni doğan çocuğun kulağına giren ilk sesin, Tevhid sesi olması önemlidir. Bu, çocuğun kulaklarına namaz ezanı ve namaz ikameti gibi ezan ve ikamet okumakla sağlanır ve bu sünnettir. Resulullah (asm), torunu Hz. Hasan doğduğunda kulağına namaz ezanı gibi ezan okumuştu.

Çocuğa isim olarak Allah, İlah, Rab gibi Allah’ın has isimleri konmaz. Fakat Kadir, Cemil, Celil, Aziz, Cevad gibi Allah’ın sıfatlarını bildiren isimleri konabilir. Bu isimler de “Abd” ilâvesiyle konursa daha güzel olur. Abdulkadir, Abdülaziz gibi.

Bundan başka; güzel isimlerin neler olabileceği konusunda baba ve anne muhayyer bırakılmakla beraber; Allah’a en sevimli olan isimlerin, Abdullah, Abdurrahman gibi “Allah’ın kulu” olduğunu ifade eden isimler olduğu rivayet edilmiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) “Allah’ın sizde en çok sevdiği isimler, Abdurrahman ve Abdullah gibi (Allah’a kulluğu tanımlayan) isimlerdir.”4 buyurmuştur. Bir diğer hadislerinde, “Çocuklarınıza peygamber isimlerini veriniz”5 buyuran Resulullah (asm), “İsmimi koyun!” diye de tavsiyede bulunmuştur.6 Ayrıca Kur’ân’da geçen Kebir, Reşit, Bedi, Furkan, Taha, Yasin gibi isimlerin de “güzel isimler” sınıfında yer aldığı söylenebilir. Bununla beraber İslâm ve imanla bütünleşmiş kendi öz kültürümüzde kullanıla gelen ve güzel şeylere ad olan isimleri de “güzel isimler” sınıfında zikretmekte yarar var.

İsimleri ağır veya hafif olmakla değil; güzel olup olmamakla değerlendirmek lâzım. Sünnet olan da budur. Çocuğa verilecek ad hususunda anne ve babanın müşterek karar vermeleri, aile nezaketi açısından daha uygundur.

Duâ

Ey yavruları meyve letafetinde ihsan eden! Ey çocukları ummadıkları biçimde rızklandıran! Ey kullarına bol ve geniş rızklar yazan ve ihsan eden! Ey lütfu, ihsanı, ikramı, rahmeti, merhameti, affı bol ve geniş olan! Ey darlıktan sonra bolluk, sıkıntıdan sonra ferahlık, dertten sonra derman, beladan sonra sekinet ve huzur indiren! Ey Basıt-ı Mualla! Çocuklarımıza bol ve geniş rızklar yaz! Yavrularımızı şükredenlerden, salihlerden, şakirlerden, abidlerden ve iman hizmetkârlarından eyle! Onları dünyada ve âhirette lütfunu geniş tuttuğun kullarından eyle! Onlara darlık, yokluk, sıkıntı, gam ve keder gösterme! Onları ahir zaman fitnesinden koru! Onları rızana al! Onları Cennetine al! Âmin!

Dipnotlar: 1- İbrahim Suresi: 39, 2- Ebû Dâvûd,4948; Beyhakî, 3- Bedîüzzaman, Mektûbât, S.80, 4- Taç, 5/814, 5- Câmiü’s-Sağîr, 2/2358, 6-Buhârî ve Müslim.

25.06.2007

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

MHP cevap vermeli



MHP, genel başkanları Devlet Bahçeli’nin liderliğinde seçime giriyor. Bazı iddialı sözlere göre barajı aşacaklarmış. Hayırlısı olsun lâkin benim cevabını öğrenmek istediğim bir sorum var. Belki bu soruyu binlerce kişi de soruyordur. Seçime girmeden bunun cevabı verilmesi gerekir.

Efendim, önceki seçimde MHP kimsenin beklemediği bir oy patlaması yapmış DSP’nin ardından ikinci büyük parti olarak sandıktan çıkmıştı. O dönem için Devlet Bahçeli’nin Başbakanlığı söz konusu olmuştu. Zira DYP, ANAP ve RP kendileri ile koalisyon yapabileceklerini söylüyorlardı.

İnanılmaz bir olay oldu. Hiçbir siyasetçinin yapmayacağı bir yanlışı Bahçeli yaptı. Bahçeli, DYP ve RP ile koalisyona girmeyeceğini daha pazarlıklar yapılmaya başlamadan ilân etti. Güya bu partilerin dinlenmesi gerekiyordu.

Bu akıl almaz hata sonucunda Ecevit’in ekmeğine yağ sürülmüş oldu. Ecevit kendisi ile koalisyon yapmağa mahkûm olan Bahçeli ile pazarlığa başladı. MHP, Rahşan Ecevit’in hakaretlerini bile içine sindirdi. Kendi sözüne mahkûm olan Bahçeli de Başbakanlık fırsatını teperek yardımcılığa razı oldu.

Maalesef ülkemiz Ecevit hükümetinin tahribatına maruz kaldı. Hastalığı sebebi ile bırakın devleti, kendisini bile idare edemeyen Ecevit’in başbakanlığı zamanında ülkemiz krizden krize girdi. Öyle ki kriz olsa bile çıkıp “yok efendim kriz falan yok” demesi gereken Başbakan, basının önünde “Bu bir krizdir” gibi acıklı bir konuşma yaptı. Zaten ondan sonra olan oldu. Döviz fırladı ekonomi allak bullak oldu. Binlerce insan işsiz kaldı.

Yardımcısı iken Ecevit’le bir türlü iyi bir koalisyon kuramayan Bahçeli, bakanlarının DSP bakanları ile kabinede kavga etmesine göz yumdu. Krizler almış başını giderken yurt dışından Derviş çağrıldı.

Bu partilerde krizleri çözecek adam yok mu idi de devlet adamı ithal edildi. Bu ne biçim siyaset veya politikacılıktır ki krizleri çözmekten aciz kalıp dışarıdan adam getirmek zorunda kalınıyor.

Hepsi bir yana da hiç istifa etme yöntemi niçin denenmemiştir? En önemli soru: Bahçeli bu krizlerin oluşmasında sorumlu değil midir?

Elbette başka sorular da var. Başbakan olmak varken niçin gidip Ecevit’in yardımcısı oluyorsun.

Bir parti ne için seçime gider. Ben iktidar olursam şu politikaları uygulayıp ülkeme hizmet edeceğim diye. İktidar olmanın en önemli yolu ise başbakanlıktır. Sen önüne altın tepsi içinde gelmiş olan bu fırsatı tepeceksin sonra da kalkıp beni tekrar seçin diyeceksin.

Eğer halkımız bu derece sağduyudan uzak ve geçmişini unutabiliyor ise Bahçeli barajı aşar ve yeniden seçilir.

Ben merakla bekliyorum acaba ‘MHP barajı aşacak mı?’ diye. Eğer aşarsa benim için büyük bir sürpriz olacaktır. Yok eğer MHP baraj altında kalırsa büyük bir oy kitlesi ziyan olacaktır. Milyonlarca oyun ziyan olması akıl alacak bir iş değildir.

Sevgili okuyucular eski bir asker şimdi ise gurbet illerde denizci olarak çalışan benim bu sorularımı MHP’li kardeşlerimize sorarsanız çok memnun olurum. Yurtdışında bulunacağım için belki seçime bile katılamayacağım. Ama sandık ortaya çıkınca verilmesi gereken cevaplar da ortaya çıkıyor.

Sahi bu sorulara sayın Bahçeli ne cevap veriyor?

25.06.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Bu çekingenlik niye?



22 Temmuz’da yapılacak seçimler için meydanlar ısınırken, siyasî partiler birbiri ardına ‘vaad’lerini de sıralıyor. Ancak ‘vaat’lere bakılınca dikkat çeken bir konu var: Hemen bütün partiler, sadece ekonomi ağırlıklı konularda vatandaşa vaatlerini sıralıyor. Öyle ki, ‘vaad’ler, ‘mazotu ucuzlatma’ tartışmasından ileri gidemiyor. Peki, neden aynı partiler; ‘hak, hukuk, adalet, insan hakları, özgürlükler’ konusunda vaatlerde bulunmuyor ya da bulunamıyorlar?

Her hangi bir siyasî parti, Türkiye’nin problemleri listesinde; hak, hukuk, adalet, insan hakları gibi kavramlara yer vermiyor ve bunları mükemmelleştirme konusunda ‘vaad’lerde bulunmuyorsa yanlış yolda demektir. Tabiî ki bu konularda sadece ‘vaad’lerde bulunmak meseleleri çözmüyor. Önemli olan bu vaadlerin yerine getirilmesi. Ama bunun ilk basamağı da makul vaadlerde bulunmak değil mi? Hiç vaadde bulunmayan siyasetçiler, ‘Kalbimizi okuyun, niyetimiz sizin dertlerinize çare olmak’ diyerek mi oy isteyecekler?

Meydanlardaki bu sessizliği yorumlayan arkadaşımız Kemal Benek, haklı olarak; “Meydanlarda başörtülüleri duyan var mı?” diye sormuştu. (Yeni Asya, 23 Haziran 2007) Hepimizin bildiği ve gördüğü gibi, kanunsuz başörtüsü yasağı devam ediyor ve başta siyasetçiler olmak üzere Türkiye’yi ‘idare eden’ler bu çığlığı duymuyor. Başörtüsü yasağına karşı çıkan ve her fırsatta bunu ilân eden sivil toplum kuruluşları, geçmişte düzenledikleri kampanyalarında şöyle bir ‘afiş’ taşımışlardı: “Yasak sürüyor (d)uyuyor musun!”

Bugünkü manzaraya baktığımızda başta siyasetçiler olmak üzere büyük çoğunluk, devam eden kanunsuz yasak karşısında susuyor. Oluşturulan atmosfer sebebiyle, millete bu konuda ‘vaad’lerde bile bulunamıyorlar. Sanki başörtüsü yasağına karşı çıkmak suçmuş gibi bir hava var. Niçin bu çekingenlik? Niçin bu suskunluk?

Tek başına, iş başına gelmekle övünen ve 4 yılı geride bırakan hükûmet de bu konuda suskun. 2 yıl önce yaptığı bir konuşmada, başörtüsü yasağı ve imam hatip liseleri konusundaki ‘eleştiri’leri cevaplandıran Başbakan Erdoğan şöyle demişti: “(...) Bunun bedeli var. Biz hükümet olarak bu bedeli ödemeye hazır değiliz. Niye? Çünkü daha önce ödenen bedeller var. Biz şimdi bu meslek liselerinde okuyanlara da aynı bedeli ödetemeyiz. Bunun için de bu adımı atamayız. Toplum buna hazır olduğu zaman bu adım atılır.’’ (AA, 03.07.2004)

Sonraki konuşmalarında da “Başörtüsü yasağını kaldırmak konusunda söz vermedik” anlamında beyanlarda bulunan Başbakan, miting meydanlarında yaptığı yeni konuşmalarda da “başörtüsü”nün “b”sini dahi ağzına almaktan uzak duruyor. Erzincan’da düzenlenen mitingde konuşan Başbakan, “İnşallah YÖK denilen olayda; bu seçimlerdeki sandıktan çıkacak neticeyle o da yerini bulacak’’ demiş. (AA, 22 Haziran 2007)

Ne demek “YÖK denilen olay?” Başörtüsü yasağının kanunsuz olduğunu ve bunu sona erdireceklerini söylemek, vaadde bulunmamak, iktidarını sürdürmek isteyen bir partiye ve diğer bütün partilere yakışır mı? “Vaad etmiyor, ama yasağı kaldıracak. Biz bu sözlerden bunu anlıyoruz” diyenler olabilir. Keşke onlar haklı çıksa ve kanunsuz yasak sona erse...

Miting meydanlarında milletten oy isteyen bütün siyasetçileri sesleniyoruz: En az ekonomik konular kadar, hak, hukuk, adalet, insan hakları ve özgürlükler konusuna da vurgu yapın! Türkiye’nin çıkış yolu buradadır! “Babalarımızdan daha zengin” olduğumuz halde; sosyal ve ekonomik sıkıntılardan kurtulamamış olmamız da bunu göstermiyor mu?

25.06.2007

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Bir şaheser daha



Yeni Asya’da hizmet kervanı yürüyor. Altı senedir kesintisiz süren ve birbirinden değerli eserlerin hediye edildiği promosyon kampanyamız İstiklâl şairimiz Mehmet Âkif Ersoy’un Safahat adlı muhteşem eseriyle taçlanıyor.

“Kur’ândan alıp ilhamı/ Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı” diyen millî şairimiz Mehmet Âkif, hayatını dâvâsına adamış, son asır düşünce dünyasının sembol şahsiyetlerinden biridir. Şair bu yönüyle, Kur’ân’ın asra bakan tefsiri olan Risâle-i Nurların takip ettiği “tavr-ı esâsîyi bozmadan ve rûh-u aslîyi rencide etmeden” Kur’ân’ı asrın insanlarının fehmine sunma ölçüsünü esas almıştır.

Şairin edebiyatımızda yeni bir çığır açan şiirleri, fikir ve san’at hayatımızda derin tesirler uyandırmış, Millî Mücadele yıllarındaki hizmetleri ona İstiklâl şairi ünvanını kazandırmıştır. Âkif, millete emanet ettiği ve “Allah bir daha yazdırmasın” dediği İstiklâl Marşımızın da yazarıdır. İnancı için yaptığı san’atı, doğruluğu, dürüstlüğü, ahlâkı ve örnek dâvâ adamlığıyla milletimizin hafızasında yer tutmuştur.

Milletin dertleriyle dertlendiği, ona yeni bir ruh ve ufuk kazandırmaya çalıştığı şiirlerini topladığı Safahat adlı kitabı ise bir anıt eser olarak gerçek bir başucu kitabı olma hüviyetini korumaktadır.

Bu şaheser, yakın tarih çalışmalarıyla tanınan, araştırmacı Ertuğrul Düzdağ'ın editörlüğünde neşre hazırlandı. Safahat’ı teşkil eden yedi kitabın tam metni ile, Safahat dışında kalmış bir kısım şiirlerinin de derlendiği eserin giriş kısmında, İstiklâl şairinin Ertuğrul Düzdağ tarafından kaleme alınmış geniş bir hayat hikâyesi yer alıyor.

Kitabı neşre hazırlayan Düzdağ’ın takdimiyle Safahat “bugünkü ve yarınki nesillere din, tarih, vatan sevgisi, birlik duygusu, millî şuur” gibi gerekli bilgileri kazandırabilecek bir eser.

Onu okumayan ve anlamayanın ‘okumuş’ ve ‘aydın’ olma iddiasında bulunamayacağı eserin hediye edileceği kampanya, öğrenciler için de önemli bir imkân sunuyor. Kupon neşrine 16 Temmuz’da başlanacak bu şaheser okulların açılmasından önce elinizde olacak.

Çağrımız 7’den 70’e herkese: Bu fırsatı kaçırmayın.

***

Yeni Asya ve İslâm dünyası

Yeni Asya’nın yayın hayatı boyunca iddialı olduğu alanlardan biri de, başka yayın organlarının görmezlikten geldiği İslâm dünyasıdır. Risâle-i Nur müellifinin “Cemahir-i müttefika-i İslâmiye” olarak zikrettiği İslâm birliği mânâsının uzağında kalındığı için kan ve gözyaşının eksik olmadığı bu talihsiz coğrafyaya, imkânlarımız ölçüsünde projektör tutmaya çalışıyoruz.

Uzun yıllardır bu alanın tartışılmaz ismi Mustafa Özcan sorumluluğunda yayınlanan dış politika sayfamız, takdir görüyor. Yeni Asya’yı yakından izleyenlerden biri olan akademisyen-yazar Kürşat Bumin Yeni Şafak’ta yayınlanan birkaç yazısında Ortadoğu, Arap âlemi ve İslâm dünyası hakkında geniş bir vukufiyete sahip olduğunu belirttiği Özcan’ı övdü. Bumin, Özcan’ın bu son derece geniş bir bölgeye ilişkin gelişmeleri yakından izleyip yorumladığını belirterek “Mustafa Özcan’a sahip olmasından dolayı Yeni Asya’yı kıskanmamak imkânsız” diye yazdı.

Bumin’e teşekkür, Özcan’ı da tebrik ediyoruz.

***

Can Kardeş tiyatro kursu başlıyor

Çocukların 26 yıllık arkadaşı Can Kardeş dergisi yeni bir projeye imza atıyor: Can Kardeş Çocuk Tiyatrosu. Can Kardeş’in çocuklara kazandırdığı değerleri san’atla desteklemeyi amaçlayan kurs, 8 Temmuz tarihinde Edirnekapı şubesinde başlıyor.

Eğitimi, Bizbize Tiyatro Grubu tarafından verilecek kursta çocuklar diksiyon dersleri de alabilecek. Kurs, 1 Eylül’de çocukların edindiği bilgileri ve hünerlerini sergileyecekleri bir gala ile son bulacak. Önümüzdeki sezon talebe göre, diğer illerimizde de kurslar yaygınlaştırılacak.

Hepinize hayırlı haftalar diliyoruz.

25.06.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Yöntem meselesi



Müslümanların öteden beri en önemli meselesi dini ve siyaseti anlamadaki yöntem meselesidir. Bu ilk kuşaktan beri devam edegelmektedir. Sözgelimi, Ömer bin Abdülaziz harici ileri gelenleriyle diyalog meclislerinde buluştuğunda onlara şunu söylemiştir: “Sizin maksadınız da, Allah rızası ve cennete ulaşmaktır. Bu hususta sizi samimî görüyorum ama gittiğiniz ve tuttuğunuz yol yol değildir, yanlıştır...” Ömer bin Abdulaziz haricilerin yöntemlerinin yanlış olduğunu çeşitli misallerle onlara göstermeye çalışmıştır. Karşı geldikleri noktalarda haklı oldukları yönler de var. Hukukun aşıldığı noktalar var. Bununla birlikte onlar yanlışın kapsamını genişletmişler ve yanlışı daha büyük bir yanlışla mualece etmeye kalkışmışlardır. Hatayı tedavi etme yöntemleri yanlıştır. Lokal tedavi yerine küllî tedaviye yönelmeleridir. Bazen de günümüzde olduğu gibi küllî tedavi gerektiğinde siyaset üzerinden lokal tedavi uygulanabilmektedir. Onlar, yöntem yanlışına saptıklarından dolayı da hep muhalif olarak kalmışlardır. Osmanlı içinde veya dışında hep muhalif olarak varlıklarını devam ettirenler ve siyasi itizal dairesini temsil edenler aslında anılagelen yöntem yanlışlarının kurbanıdırlar. Bazen fart-ı idealizm anarşizmin başka şubesidir. Zaten anarşizmin çıkışında böyle bir idealizm algısı vardır. Realizmin aşırısı Makyavelizm’i doğururken, idealizmin aşırısı da anarşizmi tevlit etmiştir. Bu anlamdaki idealizm başkalarına hakkı hayat tanımaz. Ve tarihteki birçok fitnenin de yakıtıdır. Bu itibarla, kalkış noktamız bir olduğu halde farklı yöntemler kullanıyor olmamız veya bazılarımızın yanlış yöntemi bizi başka başka vadilere götürüyor. Bundan dolayı dün, bugün ve yarının en temel meselesi doğru yöntemin tesbiti meselesidir. Özellikle de siyasî noktada bunu tesbit edemediğimizde yolculuğumuz hiç bitmeyecektir. Eski bir tabir vardır: “Vusulsüzlüğümüzün nedeni usülsüzlüktür’ diye. Arapça ibaresiyle ‘men cehile’l usule hürime’l vusul’

***

Bu itibarla özellikle dini anlamada ve siyasette doğru usulün ve yöntemin tesbiti hayatidir. Kâtip Çelebi’nin Mizanü’l hak fi ihtiyari’l ehak gibi kitapları ve Şarani’nin Mizan gibi kitapları hep bir uzlaşma kültürünü hem de bir kavrama kültürünü yansıtırlar. Günümüzde en büyük yöntem yanlışlarından birisi doğrudan siyasete yönelen ve siyaseti merkeze alan anlayıştır. Günümüzde bu anlayışı temsil eden iki hareket Müslüman Kardeşler ile Mevdudi’nin Cemaat-ı İslâmî anlayışıdır. Mevdudi ve Seyyid Kutup birçok yönden eleştirilmiştir.

Bu eleştirilerin çoğunluğunda ben Mevdudi’yi haklı buluyorum. Sözgelimi müteşabih bir hadis olan Deccal’ın bir adada salınacağı güne kadar bağlı kalması ve beklemesi Mevdudi tarafından reddedilmiştir. İslâmî kesimler bu yüzden yani hadisi zahirinden dolayı reddettiğinden dolayı Mevdudi’yi paylarlar. Halbuki bu hadisi zahiriyle ele almak bizi Şiilerin gaybubet-i kübra halinde bin küsur yıldır gizlice yaşadığına inandıkları Mehdi anlayışını tasdike götürür. Bu ise sünnetullaha aykırıdır. Dünyada buna benzer bir fizikî hadise yaşanmamıştır ve bu, Retenü’l hindi’nin yüzyıllar sonra kendisini sahabi olarak tanıtmasına benzer. Halbuki Deccal hadisi doğrudur, ama müteşabih ve hem de semboliktir. Cenâb-ı Hak, Şeytan başta olmak üzere bir nev'î sabık ümmetlerin deccalı olan Samiri’ye sınırlı bir güç ve sınırlı bir mühlet vermiştir. Ve özellikle Deccal’ın etkili olacağı bir devre vardır. Aslında adada mahsur Deccal hadisi bütünüyle bir dünyayı sembolize etmektedir. Vakti geldiğinde bu akım ortaya çıkacak ve neredeyse bütün dünyayı istilâ edecektir. Kâinatta tohum halinde bulunmaktadır (günümüzün mecazıyla veya tabiriyle uyuyan hücreler gibidir) ve vakt-i merhunu gelince ortaya çıkar. Mevdudi bunu böyle izah etseydi belki isabet ederdi, ama hadisi zahiriyle anlamamakta da yerden göğe kadar haklıdır. Reddetmesi değil.

***

Yine medar-ı tenkid olan Mevdudi’nin Gazali hakkındaki bazı mülâhazaları doğru bazıları da yanlıştır. Hadis konusundaki zayıflığı kendisinin de teslim ettiği bir husustur. Ama onu felsefeye mal etmek ve akliyata çok önem verdiğini öne sürmek tersinden pozitif ilimleri çökertti diyenler kadar yanlış ve yanlıdır. Bununla birlikte, Mevdudi’nin temel yaklaşımı dini bütün bütün siyaset üzerine bina etmesi ve doğrudan siyasete yönelmesi ve siyaseti merkeze ve öncelemesidir. Buradaki yanlış siyasetle ilgilenmesi değil daha geniş dairede ele alınması gereken siyaseti merkeze yerleştirmesi ve dinin genelini onunla değerlendirmesidir. Bu hususta kendisini Vahidüddin Han ve Ebu’l Hasan en Nedevi gibi Hindistan’ın allameleri tarafından haklı olarak eleştirmişlerdir. Haklıdırlar da. Ve tarih anlayışını da bu yanlış siyasî anlayışı üzerine bina etmiştir. Ve bunun sonucu yanlış çıkarımlarda bulunmuş ve bu da metod hatası olarak ortaya çıkmıştır. Bunun dışında Muhammed Yusuf el Binori (el Bennuri) ulema da kendisini eleştirmiştir. Onun siyasî anlayışı indirgemeci ve öncelikleri maklup hale getiren tersine çeviren bir çizgidir, çığırdır. Bu cereyan Cemaleddin Efgani ile başlamıştır. Üst yapıcı bu anlayış Cemaleddin Efgani ile başlamıştır. Siyasal İslâm denilen olguyu intaç etmiştir. Bir başka bir anlamda yatayı ihmal eden dikeyi esas alan bir anlayıştır ve bu anlayış Cemaleddin Kaplan gibi zamanla karikatürist bir takım çıkışları da beraberinde getirmiştir. Ancak Kaplan gibilerin elbette Mevdudi veya Seyyid Kutup’la bir alâkası yoktur o tamamen gelenekçi olmasına rağmen sadece siyaset dairesinde benzerlikleri vardır. Ama Mevdudi ve Seyyid Kutup’un geliştirdiği bu baskın ve genel hava diğer hareketler üzerine de baskı oluşturmuş ve pratik yaklaşımlarını etkilemiştir.

25.06.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004