Siyasî ve içtimaî hayata dair yazdıklarımız hakkında, iç dünyamızda en ufak bir şüphe, bir tereddüt eseri dahi taşımıyoruz.
Zira, ilmen ve fikren dayandığımız eserler manzumesinin kudsî ve çok sağlam temellere dayandığına inanmaktayız.
İşte, o kudsî eserlere istinad ile sımsıkı bağlı kalarak ve başkaca hiçbir tesir altında kalmaksızın gelişmeleri yorumlamakta ve fikriyatımızı açıkça ortaya koymaktayız.
O halde, neden şüpheye, tereddüde düşelim ki...
Bize yaraşmaz, yakışmaz böyle şeyler.
Evet, kudsî hakikatlere dayanan, sağlam temellere istinad eden ve bilhassa bugüne kadar meydana çıkmış dünyevî bilumum cereyanlara diz çöktüren fikir sahiplerine asla yaraşmaz, yakışmaz böyle şeyler.
O halde, nemelâzım; varsın şüpheye başkası düşsün, tereddüdü başkası yaşasın.
* * *
Tereddüt dediğin, bir çeşit nezleye benzer.
Bu zamanda, başta kendini ve muhtaç biçareler kısmını kurtarmaya, ümmet–i Muhammedi (asm) selâmet sâhiline çıkarmaya ve bilhassa yeni nesillerin mâneviyatını yakan ateşleri söndürmeye çalışan, bu uğurda çalışmayı mukaddes bir vazife bilen bizler, şayet böylesi bir "tereddüt nezlesi"ne yakalanırsak, acaba arayış içindeki cemiyetin, insanların hali nice olur?
Bunu hiç düşündük mü? Düşünüyor muyuz?
Âcizane kanaatim şudur ki: Cemiyeti alâkadar eden ehemmiyetli mevzularda bir "nezle" gibi olursak, cemiyet içinde bizlerin fikriyatından yardım ve medet bekleyenler bir nevi "zatürree" olur.
Oysa, böyle bir duruma düşmeye ve böylesi bir konumda görünmeye hiçbir sûrette hakkımız yoktur.
Cemiyeti ve insanları doğruluğuna kat'î inandığımız hakikatler noktasında aydınlatmaya mecbur ve mükellefiz.
Üstadımız Bediüzzaman ve onun sâdık şâkirdleri seksen–yüz senedir hep bunu yapmış, bunu yapıyor.
Biz de onların bu yaptıklarını başımızda bir şeref tâcı gibi taşıyarak hizmetimize, neşriyatımıza devam edip gidiyoruz.
Değil mi ki, Hakk'ın hatırı âlidir ve hiçbir hatıra fedâ edilmemek gerektir.
* * *
Son zamanlarda artarak devam eden tenkitlerden söz etmiştik, geçen gün.
Bu tenkitlerin hakarete varan kısmını bir kalem geçiyoruz.
Samimiyetine inandığımız tenkitleri ise, elbette ki dikkate alıyor, fakat maalesef bunlara hak veremiyoruz. Gerekçemizin de bir kısmını yukarıda sıraladık.
Bununla beraber, dikkate değer bir noktayı nazarınıza sunmak istiyoruz: Risâle–i Nur'daki ölçülerle bağlantılı olarak bize yöneltilen tenkit ve eleştirilerin hemen tamamı, siyasî ve içtimaî cepheden geliyor.
Bu durum açıkça gösteriyor ki, ihtilâf, kargaşa ekseriyetle bu noktada çıkıyor.
O halde, bu gibi meselelerle alâkalı olarak ne yapmak, nasıl davranmak gerektiğini iyi bilmek ve doğru tesbitlerde bulunmak gerekir.
Kardeşlerimiz şuna kanaat getirsinler ki, bizler içtimaî ve siyasî tesbit ve tahlilleri istişaresiz, meşveretsiz yapmıyoruz. Ayrıca, yazılarımızda, yorumlarımızda mutlak sûrette Üstad Bediüzzaman'dan ve eserleri olan Risâle–i Nur'dan delil, ölçü getirerek sizlerin huzuruna çıkıyoruz.
Bu hizmeti ifade ederken de, "Acaba, biz bu işin ehli miyiz, değil miyiz?" gibi, herhangi bir şüphe, tereddüt vartasına da–şükürler olsun ki–düşmüyoruz.
Zira, her defasında ifade ettiğimiz gibi, attığımız her adımı, işin usûl ve esaslarına dikkat ederek atıyoruz: Meşveretse meşveret, düstûr ise düstûr; bunlardan en ufak bir sapma, bir inhiraf söz konusu dahi değil.
O halde, yaptığımız neşriyatın, tam bir kanaat, sâlim bir fikir, müstakim bir görüş istikametinde cereyan ettiğine itimad edebilirsiniz.
* * *
Bizim kimseyi kırmak gibi bir gayemiz, maksadımız yoktur ve olamaz. Bundan dolayı da, kimseye ne küfür ettiğimiz var, ne de hakaret.
Keza, siyasî gelişmelere tarafgir bir nazarla değil, hak nâmına ve Hakk'ın hatırını âli tutmak hesabına bakmak durumundayız.
Bu tavrımız yüzünden bazılarının hatırı kırılıyorsa, bunda bizim bir suçumuz olmaz.
Hâsılı, şükürler olsun ki, kendimizden gayet derecede emin ve vicdanen de huzur içinde olarak, ne yaptığımızı iyi biliyoruz. Bu meyanda, sizlerin de fikrî iştirak ile duâlarınızı bekliyoruz.
GÜNÜN TARİHİ 2 Haziran 1711
Şair Nâbî ve iki nükte
Divan Edebiyatının kabiliyetli ustalarından şâir Nâbi'nin vefâtı.
Asıl adı Yusuf olan Nâbi 1642'de Urfa'da doğdu. Ulemâ bir âiledendi. İyi bir de eğitim gördü. Arapça ve Farsça şiir yazacak kadar bu dillerin inceliklerini öğrendi. Şiirde çok kuvvetli bir usta olduğundan, bazı mısraları atasözü, ya da vecize olarak hafızalara kazındı. Devrin edebiyatçıları tarafından kendisine "Şeyhü'ş–Şuarâ/Şairlerin Şeyhi" ünvanı verildi.
* * *
Burada Şair Nâbî'nin uzun ve mâceralı hayat hikâyesini anlatmak yerine, onunla ilgili rivâyet edilen iki nükteyi aktarmak istiyoruz.
Değerli arkadaşım, meslektaşım M. Nuri Yardım'ın "Edebiyatımızın Güleryüzü" isimli kitabında yer alan bu nükteler şunlar:
Ağlayan köylü
Şair Nâbî'yi bir sebepten dolayı hapse atarlar. Hücre arkadaşı ise ümmi bir köylü.
Nâbî, hapishane hayatının hüzünlü duyguları içinde yazmış olduğu birkaç tesirli şiiri kader arkadaşına okumak ister.
Şair bakar ki, arkadaşı hem dinliyor, hem de gözyaşı dökerek ağlıyor.
Nâbî, daha da hüzünlenerek sorar:
"Ne o arkadaş, şiirlerim sana pek dokundu galiba?"
Köylü, şairin küçük ve ucu sivri sakalına bakarak cevap verir:
"Hayır beyim. Köyde bir keçim vardı. Sakalı tıpkı seninkine benzerdi. Birden onu hatırladım da, ondan ağlıyorum."
Üç dilden imtihan
Şair Nâbî'nin padişaha yakınlığını çekemeyen bazı meslektaşları, tutup onu imtihan etmek isterler.
Arapça, Farsça ve (eski) Türkçe ile "Nereye?" mânâsına gelen "Eyne? Küca? Kanceru?" diye sorarlar.
Nâbî', bu soruya "Fevki. Bâlâ. Yukaru" diyerek, üç dilde de "yukarı" anlamına gelen bir cevap verir.
02.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|