|
|
Cevat ÇAKIR |
En makbul ikram |
|
En makbul ikram şüphesiz ki sudur. Bu makbuliyetine binaen uğrunda savaşlar dahi çıkmaktadır. Yine bu makbuliyetine binaendir ki Kur’ân-ı Kerim’de ‘su’dan 63 defa bahsedilmiştir. Ayrıca israf edilmemesi emri verilmiştir.
Yine Kur’ân’a göre her şey ondan yaratılmıştır.1 Ve özellikle insanın da sudan yaratıldığı bildirilmiştir.2 Ayrıca yeryüzünün dirilişi de su iledir.3 Günümüzde küresel ısınma dolayısıyla başlayan iklim değişiklikleri ve kuraklıklar suyun önemini biz insanlara tekrar hatırlattı. Bugüne kadar BM tarafından hazırlanan raporlarda dünya nüfusunun yüzde 40’ını barındıran yaklaşık 80 kadar ülkede ciddî su sıkıntısı çekildiği ve bunun sayı olarak 1.2 milyar kişi olduğu pek dikkatimizi çekmiyordu.
Allah korusun, susuzluk korkusu artık bizi de sarmış durumda. Nimetler içinde iken pek farkında değildik. Evet su nimeti olmazsa yeryüzü de dirilmiyecek ve baharda bir sofra tarzında bize sunulan nimetler de yok olabilecek. Ve hiçbir şeyin bir anlamının olmadığı bir manzara. Saraybosna, savaş yıllarında susuzluğun ne demek olduğunu bildikleri için Amina Kupusoviç “Savaş günlerinde bir bardak su çok şey ifade ediyordu. Suya güçlükle uzaktaki kaynak veya çeşmelere kilometrelerce yürüyerek ulaşıyorduk. Bu yolda pek çoğumuz hayatını kaybetti. Ve şunu ilâve ediyor: “Allah’ın bize olan bu bağışını korumalıyız.”
Evet gökten indirilen ve musluğumuzu çevirdiğimizde hizmetimizde olan bu bağışı korumak elimizde. Bu da küfrani nimette bulunmamakdır. O da Cenâb-ı Allah’ın emrettiği gibi iktisatla kullanmaktır. Gerçi bugün artık başka çaremiz de kalmamıştır. Çünkü özellikle büyük şehirlerde yaşayanlar ciddî bir su sıkıntısıyla zaten karşı karşıyadırlar. Bu emri, nimetin bol olduğu zaman yapmalıydık. Şimdi artık mecburuz. Meselâ bazı haberlerde Ankara’nın durumu için “Ankara’da ohal” ifadeleri kullanılmaya başladı. Bunun neticesi olarak da ASKİ’nin bazı tedbirler alacağından bahsediliyor. İstanbul ve İzmir’i de aynı tehlikeler bekliyor. Öyleyse tek çare iktisatlı kullanmak.
Kuraklığın ve susuzluğun önlenmesinde ikinci bir çare de nimetlere şükürle mukabele etmektir. Geçmişte yapmadığımız şükrü de peşine ekleyerek havasına, suyuna velhasıl bize ulaşan bütün nimetlere karşı şükür yapmak gerekir. “Cin ve insin isyanlarını, en şedit tuğyanlarını, en azim küfranlarını tevlid eden şöyle bir vaziyettir ki, nimet içinde in’amı görmüyorlar. İn’amı (nimet vereni) görmediklerinden Mün’im-i Hakikiden (sebeplerin arkasındaki gerçek sahib olan Allah) gaflet ederler. Mün’imden gafletleri saikasıyla, o nimetleri esbaba veya tesadüfe isnad ederek, Allah’dan o nimetlerin geldiğini tekzib ediyorlar.4 Umumî nimetlerden olan suyun şahsî nimetlerden daha çok şükre lâyık olduğunu da unutmamak gerekir.5
Bir hadis-i şerife göre insanların zulüm ve günahları yüzünden yağmur kesilir, balıkların nafakaları dahi azalır.6 Demek ki bu kuraklıkta ve dünyanın dengesinin bozulmasında “beşerin bulaşık eli”nin7 izleri vardır.
Dipnotlar:
1- Enbiya, 30; 2- Secde, 8; 3- A’raf, 57; 4- Mesnevî-i Nuriye, 82; 5- Mesnevî-i Nuriye, 202; 6- Et-Terğib ve’t- Terhib,1:281; 7- Lem’alar, 304
30.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Ali KAYA |
Siyasî hayatta ehven-i şer kuralı (1) |
|
Sosyal hayatta iyi ve kötü kesin sınırlarla birbirinden ayrılmış değildir. Ortada karmaşık bir durum vardır. Kötü bildiğimiz hadiselerin ve olayların altından iyi sonuçlar çıktığı gibi, iyi olarak gördüğümüz ve bize iyi gözüken pek çok hadiselerin sonuçları kötü olabilmektedir. Sonucu önceden kestirmek güçtür. Bunun için, sosyal hadiseleri değerlendirirken, peşin yargılar insanları çoğu zaman yanıltmaktadır. İki tam sayı arasında sonsuz sayı olduğu gibi, iki renk arasında bile sonsuza yakın farklı tonlar vardır. Gerçekler detaylarda gizlidir. Sosyal hayatta ehven-i şer prensibini uygulamak sosyal hayatı ve bu hayatın girift yönlerini ve detayları iyi bilmeye bağlıdır.
Ehven-i şer, bu imtihan dünyasında hayrın ve şerrin karışık olduğu bir âlemde ifrat ve tefrit ortasında maksada götüren vasat bir mertebe ve bir yoldur. Bilhassa hayırlı ve şerli insanların bulunduğu toplumu idare edenlerce, mutlak adalete yol açacak olan ve adaleti sağlayacak olan prensip “ehven-i şer” prensibidir. Adalet-i mahzanın mümkün olmadığı bir vasatta, idarecileri mutlak zulümden koruyacak olan prensip yine “ehven-i şer” prensibidir. İyi bir idareci, işinde ve idaresinde ehven-i şer prensibi ile hareket eder. Bundan dolayıdır ki, Hz. Ali (ra) “Akıllı hayrı ve şerri bilen değil, ehven-i şerri bilendir” demiştir.
Şer ikiye ayrılır: Birincisi mutlak şerdir. Buna, sonuçta şer ile biten, hayırlı gibi görünen iyi işler de dâhildir. İşler sonuçları ile değerlendirilir. Yani şerre götüren ve sonu şer ile biten hayırlı iş de mutlak şerdir. Kötülüklerin çoğu iyi niyetten ve iyi gibi görünen kötü fiillerden çıkar. Şeytanın hayırlı gibi görünerek ibadet etmesi, onu hayırlı yapmadı, bilakis şerrinin çoğalmasına ve başkalarına sirayet etmesine yardımcı oldu. Kendisinin de enaniyetini ve kendine güvenini arttırarak şer işlemeye cesaret verdi. Akıllı insan işin sonunu gören ve hayır gibi görünen işlerin sonucunu anlayarak ondan vazgeçendir. Bediüzzaman “Nice iyiler var ki, iyilik zannı ile kötülük yaparlar” dediği husus bu olsa gerektir.
İkincisi ise, “ehven-i şerdir.” Bu, görünüşte şer gibi de olsa, sonunda hayırla neticelenen ve baştaki zararı kat kat telafi edecek olan iyi sonuçlar doğuran şerdir. Rahatın zahmette ve meşakkatte olması, buna en güzel örnektir. Cihada asker sevk etmek ve kangren olmuş parmağı kesmek de sonu hayırla biten bir şerdir.
Kâinatta genellikle “ehven-i şer” kuralı hâkimdir. Her şeyde hayra ve şerre sebep olabilecek unsurlar vardır. Bu unsurlar, genellikle izafî hakikatlerdir. Bunun için bir şey hakkında hayırdır veya şerdir diye kesin hüküm vermek yanlıştır. Neye göre ve kime göre şerdir veya hayırdır deme durumu söz konusudur. Bundan dolayı Bediüzzaman “Ehven-i şer bir adalet-i izafiyedir” demiştir.
Kur’ân-ı Kerimin nüzûlü tedricîlik kanunu ile olmuştur. Bunun hikmetlerinden birisi de insanların seciyelerine işlemiş olan kötü alışkanlıklardan “ehven-i şer” metodu ile yavaş yavaş vazgeçirmektir. Peygamberimizin (asm) aşamalı olarak içkiyi ve faizi yasakladığı, köleliği aşamalı olarak kaldırdığı bir gerçektir. Burada tamamen hayra giden yolda bir müddet “ehven-i şer” metodunu uyguladığını görmekteyiz.
Ehven-i şer sosyal hayatta bir esneklik ve rahatlık sağlar. Az müsaadekâr olmak, nisbî bir hakikattir. Ancak bu, iyi niyetle, hayra yol açmak için uygulanan bir prensiptir. Eğitimde öğretmen öğrenme ortamında öğrencilerin hatalarına göz yumar ve öğrenmeyi sağlamak için yapılan yanlışlara karşı müsamahakâr davranır. İbadet hayatında da mükemmele gitmek, elbette ilk aşamada yapılan yanlışları müsamaha ile karşılamaktan geçer. İnsan yanlış yapa yapa nihayet doğru yapmayı öğrenir. Yanlış yapma korkusu ile hareket edildiği takdirde hiçbir zaman iyiye ulaşamayız. Öğrenme ortamında müsamahanın yeri çok mühimdir. İşte bu aşamada “ehven-i şer prensibi” ister istemez uygulanmaktadır.
Siyasî hayat, toplumu iyiye veya kötüye yönlendirme, tüm toplumu ilgilendiren hususlarda kararlar alma ve kanunlar çıkarma mekanizmasıdır. Bundan dolayı gerçekte çok önemlidir. Alınan yanlış bir karar ve çıkarılan bir kanun, iyi olsun, kötü olsun bireysel sonuçlardan çok, ülkenin tüm insanlarını etkilemektedir. İnsanların arasında hukuk prensiplerinin adil uygulanması ve adil kanunların yapılması çok mühimdir. Toplumda nisbî hakikatler, mutlak hakikatlerden çok fazla olduğu için, “adalet-i mahza” dediğimiz mutlak adaleti sağlamak çok müşküldür. Bundan dolayı, çoğu zaman bir nevî ehven-i şer olan “adalet-i izafiye” düsturları uygulanmış ve “toplumun selâmeti için fert feda edilir, umumun maslahatı namına ferdin hukuku nazara alınmaz” denilmiştir. Bu prensibin su-i istimalinden pek büyük zulüm ve haksızlıkların kapısı açılmıştır. Ehven-i şer namına “cemaatin selâmeti için fert feda edilir” denilerek pek çok cinayetler işlenmiştir.
Saltanat ve monarşinin kendini muhafazaya çalışması, zamanla istibdadı netice vermiştir. İstibdat ise, toplumda ahlâkı bozmuş ve pek çok fesat şebekelerinin oluşmasına, insanların istidat ve kabiliyetlerinin sönmesine sebep olmuş, insanlık cevherinin işleme ve kabiliyetlerini inkişaf ettirme ortamı olan hürriyet ortamını bulamamış olması da terakki yerine tedennîyi netice vermiştir.
İnsanlık zamanla monarşinin istibdadından kurtulma çaresini bulmuş ve buna “demokrasi” adını vermiştir. Demokrasi, insanlık cevherinin işlemesine en müsait ortam olan hürriyet ortamını sağlayan bir idarî sistemdir. İnsanlık için esas olan hürriyettir. İnsanlığı maddî ve manevî olarak mahveden ise, her nevi istibdattır. İstibadı netice veren istibdadın devamını sağlayan dayanaklar ise, “birisinin hatası ile başkasını mesul etmek” ve “toplumun selâmeti için ferdi feda eden” zalimâne prensiplerdir. Hâlbuki Peygamberimizin Allah’tan getirdiği ve insanın hürriyetine yol açan temel ölçü ise, “hürriyet-i hakiki” ile “adalet-i mahza” olan “birisinin hatası ile başkası mesul olmaz”, “bir ferdin hukuku bütün insanlık için bile olsa feda edilemez” prensipleridir.
Kur’ân’ın insanlığa gösterdiği ve Peygamberimizin (asm) insanlığa açtığı ve uyguladığı “adalet-i mahza”nın uygulanması ile insanlığa örnek olarak sunduğu “Asr-ı Saadet” ortamının çok uzağındayız. Peygamberimizin (asm) mübarek sözleri ile “Hilafet otuz sene” olmuş, insanlığa bir saadet dönemi yaşatmış, sonrasında ise, bir nevî adalet-i izafiye ve ehven-i şer olan saltanat dönemine geçilmiş ve surî bir hilafet ile 1300 sene bilfiil padişahlık yönetimi ile toplumlarda kısmî bir adalet sağlanmıştır. 19. asırda saltanat tamamen istibdada ve zulme yönelince, insanlık ona karşı adalet-i izafiye olan ve hürriyet ortamını sağlayarak insanlık hak ve hürriyetlerini temin eden “demokrasi” prensiplerini geliştirmiştir. Böylece demokrasi “adalet-i mahza”ya zemin hazırlayan “ehven-i şer” bir sistem özelliği göstermiştir. İstibdadın karşısında demokrasi, “ehven-i şer” durumuna dönüşmüştür. Bediüzzaman bunun için, “Demokratları” ehven-i şer olarak desteklemiştir. Burada Bediüzzaman’ın şahıs odaklı değil, fikir odaklı bir siyasî çizgi takip ettiğini görmekteyiz.
Bediüzzaman siyasîlere yazdığı mektuplarında hep “Birinin hatası ile bir başkası mesul olmaz”, “Bir ferdin hukuku tüm insanlık için de olsa feda edilemez” prensiplerinin tatbikini ister. Demokrasinin temel felsefesi olan “halka hizmet” düsturunu memuriyete kadar genişleterek, Peygamberimizin (asm) “Kavmin efendisi ona hizmet edendir” hadisi çerçevesinde değerlendirmiş ve “Memuriyet ağalık değil, halka hizmettir” şeklinde değerlendirerek, bu şekilde uygulanmasını ve demokratlığın bu prensibe dayanması gerektiğini ders vermiştir.
Zamanımızda “hürriyet-i hakikî”ye giden yolun demokrasiden geçtiğini vurgulayan Bediüzzaman, bu zamanda saltanatın zalimâne düsturu olan “Cemaatin selâmeti için ferdin hukuku nazara alınmaz” prensibinin geçerliliğinin kalmadığını açıklar. Demokrasi döneminde, saltanat döneminin “ehven-i şer” kabul ettiği bu prensibin, geçerliliğini yitirdiğini, zulüm ve haksızlılara sebep olduğunu vurgulayarak, artık ehven-i şerrin bu prensip değil, demokratik prensipler olduğunu vurgulamıştır.
30.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Kuzey Irak ve ötesi |
|
Son haftalarda şehit cenazelerinin tekrar artışa geçmesi ve Anafartalar Çarşısını vuran terör saldırısı, hayli zamandır ısıtılan Kuzey Irak’a operasyon taleplerini tekrar gündeme getirdi.
Öyle ki, Başbakan ve Meclis Başkanı da “Eğer talep olursa derhal gereğini yapar ve istenen yetkiyi veririz” açıklamaları yapmak durumunda kaldılar.
Peki, Genelkurmay Başkanının 12 Nisan’daki basın toplantısında bu talebi açıkça dile getirdiği hatırlarda iken, “talep olursa”nın anlamı neydi?
Sonraki günlerde anlaşıldı ki, hükümet Genelkurmay’ın Kuzey Irak operasyonuna izin veren bir tezkere için resmen müracaatta bulunmasını bekliyor.
Ve Anafartalar olayının üzerinden de günler geçmesine rağmen şu âna kadar böyle bir başvuru yapılmış değil. Dolayısıyla hadise askıda.
İşte tam da bu noktada bir anda manşetlere çıkan sürpriz bir gelişme, olayı çok farklı boyutlara taşıdı. Kuzey Irak’tan kalkan iki Amerikan F-16’sının Türk hava sahasına izinsiz giriş yaptığına dair haber, değişik yorumlara konu oldu ve olmaya da devam ediyor.
Yorumlarda öne çıkan ortak nokta, bu sınır ihlâlinin tesadüf olmadığı ve Kuzey Irak’a operasyonun sıcak tartışmalara yol açtığı bir ortamda Türkiye’ye bir gözdağı olduğu yönünde.
Amerikan tarafından yapılan “Yanlışlıkla girilmiş, fazla büyütülmesin, kapatalım” açıklaması inandırıcı bulunmuyor. Bu açıklamanın, uçakların Türk sınırından 80 kilometre kadar içeriye girmesini ve sınır ihlâlinin dört dakika sürmesini izah etmediği vurgulanıyor.
Hoş, İncirlik başta olmak üzere birçok üssümüzün Irak’taki ABD işgal gücünün aktif hizmetinde kullanıldığı bir ortamda bu“sınır ihlâli”ni yadırgamamak gerektiğini savunanlar var. Ki, olaydan, vukuundan tam dört gün sonra ve ancak manşetlere çıkınca haberdar olduğu anlaşılan Dışişleri Bakanı Gül'ün “Bunlar rutin şeyler, her zaman olabilir” sözü bunu teyid eder nitelikte.
Olayın arkaplanına dair dikkat çekici iddialardan biri, ABD tarafının Türk Genelkurmay’ına “Niye basına sızdırdın?” tepkisi vermesi. Bu iddia doğruysa iş daha da çetrefilli hale geliyor.
Acaba Genelkurmay Dışişleri’nden ve “bağlı olduğu” hükümetten esirgediği bir bilgiyi medyaya sızdırarak ne yapmaya çalışıyor? Bu şekilde, Türk kamuoyunda giderek “olgunlaştırılan” Kuzey Irak’a operasyonu Amerika'ya rağmen gerçekleştirme kararlılığı gibi bir mesaj mı verilmek isteniyor?
Peki, ABD’nin buna nasıl bir cevabı olur?
Bunun işaretlerinden biri, Bağdat’ı PKK için “son kez uyarmak” üzere gönderilen Türk heyetinin Irak yönetiminden beklediği karşılığı yine alamaması.
Irak hükümetinin hiçbir konuda ABD’den bağımsız karar veremediği göz önünde bulundurulursa, demek ki, orada hâlâ değişen birşey yok.
Ancak bu arada, uzunca bir süredir satır aralarında seslendirilen ve Bush yönetiminin Kongre seçimlerinde uğradığı büyük güç kaybının ardından daha da kuvvetlenen bir seçenek var.
O da, bilhassa petrol işini garantiye alarak asıl amacını gerçekleştiren ABD’nin, artan iç baskıların da neticesi olarak Irak’tan çekilmeyi gündeme alması ve bunu yaparken işgal güçlerini bir “İslâm gücü” ile ikame etme hesabı.
ABD Türkiye’yi “Madem Kuzey Irak’a girmeye bu kadar heveslisin, buyur, Irak’ın tamamına gir, bizim bıraktığımız enkazı temizle” gibi bir sürpriz ve emrivaki ile karşı karşıya bırakabilir.
30.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Cips ve kola tehlikesi |
|
Britanya’da yapılan bir araştırmanın sonucu:
Colalı içeceklerdeki bir madde DNA’ya zarar veriyor.
Daha kolalı içeceklerin zararını yazan haberlerin mürekkebi kurumadan, uzmanların yeni bir iddiası, tüketicileri şoke etti.
Günde 2 paket cips yiyen bir çocuğun obezite riskini yüzde 80 arttırdığı ve kalp hastalıkları riskinin yüzde 60 olduğu söylendi.
Yani, damar tıkanıklıklarını iki kat arttırıyor cipsli yiyecekler.
Dahası; bu doymuş yağ miktarının günde 20 gram bile aşılması çocukta kanser ve felce yol açıyor...
Ne zaman “kolalı” içeceklerin zararı gazete sayfalarında yer aldı... Kola firmaları daha çok ekranlarda reklâma yöneldi.
Cips reklâmları zaten ekranlarda hayli fazla. Büyük bir ihtimal, hediye ve promos-yonlarla reklâm atağına girişecekler...
Bu işin bir yönü.
Diğer yönüne bakacak olursak, acaba gazetelere yansıyan bu haberler kola veya cips firmalarının reklâm ve-rilmemesinden kaynaklanan bir atrakisyon mu?
Acaba reklâm verirlerse yine bu haberler çıkacak mı?
Umalım öyle olmasın.
UYUŞTURUCU “ŞAKA”SI
Malûm, geçen hafta İstanbul İl Jandarma Komutanlığı “uyuşturucu sattığı veya kullandığı” iddia edilen evlere ayrı ayrı baskın düzenlemiş ve 21 kişiyi gözaltına almıştı.
Bunlar arasında ekranlardan tanınan şovmen Okan Karacan da vardı. Karacan sorgulanmasının hemen ardından serbest bırakıldı.
Adliyede sağlık kontrolünden geçirilen Okan Karacan’a meslektaşlarımız soruyor:
“Uyuşturucu temin ettiğiniz doğru mu?”
Karacan: “Şakaları ben yaparım. Yok bir şey arkadaşlar, şaka” diyor.
Olayı küçümsediği belli.
Uyuşturucu “zan”lısı olarak gazete manşetlerine geçmek nasıl bir duygu bilemem.
Ancak ekranlara dalga geçer gibi konuşmaması daha şık olmaz mıydı?
En azından bu “illet”in zararlı ve olayın bir “komplo” olduğunu söylemesi bile yeterli olabilirdi.
Uyuşturucu “şaka”ya gelmez.
Eğer Karacan, krizi “fırsat”a çevirirse şaşmam. Bir bakmışsınız yaptığı programların ücretini katlamış.
Şaka gibi.
GERÇEK SAN’ATÇI
Bir dönemin Türk Halk Müziği san’atçısı Yıldıray Çınar sessiz sedasız öldü...
Çınar, gerçek bir san’atçıydı.
Çünkü, gazeteler büyük sütunlarda onun ölüm haberini vermedi.
Çünkü, ekranda haber bültenleri ondan bahsetmedi.
Attığı her adımı sansasyon olan ve piyasada “sanatçı” etiketiyle dolaşana inat, sessiz ve sedasız yaşadı.
Halbuki uzun yıllar TRT’de san’atçı olarak görev yaptı. “Çarşambayı sel aldı” türküsünü onun sesinden sevdik. “Şen ola düğün,” “Sarmaşık bülbülleri,” “Aman dünya ne dar imiş” gibi türküleri onun sesiyle uzun yıllar dillerde dolaştı.
50 filmde başrol oynadı. “Arzu ile Kamber,” “Eşref,” “Zaloğlu Rüstem” onun başlıca filmlerindendi ve gişeleri epey doyurmuştu. Dahası, 12 altın plak ödülüne sahipti.
Allah rahmet eylesin!
CİNNET
Galatasaray-Fenerbahçe derbisi olayları henüz taze... Spor yazarlarının “şiddet” duygulu yazıları taraftarı körüklüyor.
Dahası, ekrana gelen bir açıklama futbolda cinnetin bir göstergesi... Küme düşen bir teknik adamın intiharla ilgili sözleri dehşetti.
Antalyaspor Teknik Direktörü Yılmaz Vural, bitkin ses tonuyla: “Elim kolum bağlandı, kafama dayadım silâhı” diyordu. (atv, Santra)
Türk futbolunu cinnetin eşiğine getirenler utansın.
30.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Büyük Şeytan ile Şer Ekseni buluştu |
|
Türkiye’de, Deniz Büyük Bölükbaşı’nın Habertürk’teki açıklamalarının ardından 1 Mart tezkeresi tartışması yeniden alevlendi ve ‘İşgalci Amerikalılarla birlikte hareket etmeyerek altın bir fırsatı kaçırdık’ diyenlerin hayıflanmaları, figanı yeniden depreşti.
The Times gazetesinin deyimiyle ‘Büyük Şeytan ile Şer Mihveri’nin Bağdat’ta Maliki’nin sofrasında buluşması Arapları çatlatmayı mı, gayrete getirmeyi mi amaçladı? Türkiye’de dinmeyen 1 Mart tezkeresi tartışmalarına mümasil Arap diyarında da ‘Irak meselesinde müstenkif kalarak ve işbirliği yapmayarak insiyatifi ve fırsatı İran’a kaptırdık’ diyenlerin varlığından geçilmiyor. Bunlardan birisi de Şarku’l Avsat gazetesinin eski yayın yönetmeni Muhammed Raşid. Şarku’l Avsat gazetesindeki yazısının başlığı manidar: Amerikalılar Irak’ı İran’a mı satıyor? Aslında bunun cevabını daha birkaç yıl önce Dışişleri Bakanları Suud El Faysal vermişti: “ABD Irak’ı işgal ederek altın bir tepsi içinde İran’a sundu’ demişti. Neoconların baştan beri tercihi Şiilerdi. Objektif şartlar bunu gerektiriyordu. Bağdat buluşmasının mesajını Muhammed Raşid şöyle okuyor: “ABD ile İran bu görüşmeyi gözlerden ve bölgeden uzak başka bir yerde de yapabilirdi. Niye bizzat Bağdat’ı seçtiler? Bunun cevabı şudur: Arapları kıskandırmak ve kışkırtmak için. Zira Araplar işbirliğine yanaşmadı. Şimdi İran’la onları yedeklemek istiyor..”
Buna mukabil, Türkiye’de dahi gûya ‘İslami’ mevkutelerde sürekli Sünni-ABD ittifakından bahsediliyor. İslâm dünyasındaki bazı kalemler gerek popülizmin gerekse kripto bazı çevrelerin esareti ve etkisi altında Tahran’ın bakış açısını yansıtıyorlar. İran’da bile bu kadar yanlı bir bakış açısı yok. Türkiye’de şöhreti kazibeyi ve dahi yarın kaygısını aşabilmiş namuslu aydın tipi kibrit-i ahmerden de ender. Bu namus meselesine bölgede olan biteni gerçek boyutlarıyla ve derinlemesine analiz edebilme becerisini eklemek lâzım. Velhasıl Muhammed Raşid bu gidişle Irak’ın gelecek 20 yıl içinde bir İran sömürgecisi ve kukla devleti olabileceğini öngörüyor. Tabii ki ABD sayesinde.
***
Bağdat’taki İran-ABD pazarlığının gösterdiği gerçek şudur: Tahran Irak’ın tapusunu istiyor. Böyle bir kanaate nasıl varıyoruz? Bunun işaretlerinden birisi Tahran’ın üçlü bir mekanizma önermesi. The Guardian gazetesi bunu şöyle yorumluyor: “ABD, İran’ın üçlü güvenlik mekanizması önerisine şüpheyle bakıyor. Zira bu, Irak’ın diğer komşuları arasında İran’ın farklı bir konuma gelmesi hatta Irak’ta Amerika kadar söz sahibi olması anlamına gelebilir. Böyle bir mekanizmanın ihdası, İran’ın Irak’ı bir kukla devlete dönüştürmek istediğini düşünen Sünnilerin kaygılarını daha da arttıracak. Yine de bu tür görüşmeler reddedilmemeli.
Tahran’la ABD ilişkilerini düzeltmeye başlasa bile İran, Irak’taki istikrarsızlığa yol açan faktörlerden yalnızca biri. İran’ı denklemden çıkarsanız bile Irak’ta direniş devam edecek..” Her ne kadar İran Kaide de dahil Şii milisleri desteklese de onun ABD ile anlaşması direnişi azaltmak bir tarafa daha da şiddetlendirme potansiyeli taşıyor. O zaman gizli durum açığa çıkacak ve tablo daha da netleşecek. İran’ın Irak üzerindeki emellerini ve ihtiraslarını göstermesi açısından Irak polis ve ordusunu eğitmesi talebi de önem taşıyor. Zaten Sünnilerin hazırlıksız yakalandığı seçimlerin ardından Şiiler hükümete gelerek devletin aygıtlarını oluşturma imkânına kavuşmuşlardı. Bundan dolayı ordu ve polis Irak’ı temsil etmekten ziyade muayyen taifeleri ya da daha yalın ifadesiyle Şiileri temsil eder duruma gelmişti. Bununla yetinmeyen Şii çevreler bir de Bedir Tugayları ve Mehdi Ordusunu tepeden tırnağa silâhlandırmışlardı. Bunlar işgalcilere karşı değil Sünnilere karşı mevzilenmişlerdi. Şimdi İran bunları eğitme ve silâhlandırma hakkını da istiyor. Belki Amerikalılar bunu vermeyecekler ama bu taleple isteklerini deklare etmiş (tescili nokta) ve meşrulaştırmış oluyorlar. Önemli olan cihet burasıdır.
***
Bu taleplerın açılımı şudur: Irak benden sorulur. Üçlü mekanizma teklifi aslında Irak’ı ABD ile paylaşma teklifidir. Bu anlamda kimi İran gazetelerine göre ilişkiler dönüm noktasındadır. Kısaca Büyük Şeytan ile Şer Ekseni’nin buluşması bu ülkeler açısından nüfuz ve iktidardan başka hiçbir kutsalın olmadığını ortaya koyuyor. ABD İran’dan milislerden ve Kaide gibi örgütlerden desteğini çekmesini isterken The Guardian buna mukabil İran’ın ABD’den Irak’taki Şii iktidar için daha fazla güvence ve destek istediğini duyurdu. Ötedenberi İran ile ABD gizli ilişkiler konusunda ustadır. İşte işin bu boyutunu da meşhur bir İranlı stratejist ve analizci tahlil ediyor. Reform yanlısı İtimad Gazetesi, “Güvensizlik duvarında delik” başlığıyla verdiği haberinde, değişik kesimden kişilerin görüşlerini aktardı. Ünlü siyasi yorumcu Sadıki Zibakelem’ın görüşüne yer veren gazete, Zibakelem’ın ağzından olayı, iki ülke ilişkilerinde bir dönüm noktası olarak değerlendiriyor. İran’da Ahmedinecad hükümeti ve diğer güç merkezleri arasında çok yakın bir ilişki olduğuna dikkat çeken Zibakelem, hükümetin bu sebeple müzakereye “evet” diyebildiğini belirtti. İran ve ABD arasında bütün çelişkilere rağmen iki ülkenin ortak çıkarları üzerinde konuşabilmelerinin önemine değinen Zibakelem, bu çıkarların azımsanmayacak kadar çok olduğunu da ifade ediyor. Örnek olarak Bosna, Afganistan krizlerini veren Zibakelem, Irak’ta da iki ülke çıkarlarının örtüştüğünü söyledi. Ne İranlılar’ın ne de ABD’lilerin Irak’ta istikrarsızlık istemediklerini ifade eden Zibakelem, bu ortak çıkarın İran-ABD ilişkileri üzerinde etkili olacağını ve müzakerelerin devam edeceğini savunuyor. Meğerse İranlılar Amerikalılarla görüşmek ve nüfuz paylaşmak için ne kadar da hevesliymişler. Aşk nefret ilişkisi böyle olur.
30.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Cumhurbaşkanı seçelim mi? |
|
Bir yılı aşkındır, cumhurbaşkanı seçimiyle yatıp kalkıyoruz. Merak gidermekten, siyasî kaygı taşımaktan ve kurumlar arası güç dengesinin peşine düşmekten başka kayda değer tatmini olmayan süreç devam etmektedir.
“Cumhurbaşkanı nasıl seçilecek?”
Her gün aynı soru, aylarca didişme ve itişme sözler, gerginlikler ve “ülke elden gidiyor”dan “anayasa kurallarınca seçilecek” beyanlarına kadar tonlarca lâf ü güzaf...
Sonra, yine aynı yerdeyiz. AKP’nin resmen aday açıklamasının ardında yaşanan “anayasa krizi” ve sonrasında devam eden belirsizlikler hâlâ geçerliliğini koruyor.
“Kim cumhurbaşkanı olacak?” sorusu, gündemin ikinci sırasına düşerken, “Cumhurbaşkanı nasıl seçilecek?” karmaşası öne çıktı. Pusulasız bir gemide yol alırcasına belirsizlik devam ediyor.
Yani, Cumhurbaşkanlığından önce kimin olacağı/olmayacağı gizli maddesi daha önemli. Tam bir şark toplumu. Köy mantığı. Hangi aşiretten, hangi soydan, nereden ve kim olacak?
Ayrıca, gelirse “Ne yapar?” telâşı ve ümitsizlik aşısı veren hayalî kurgular ve vehmi tahrik eden senaryolar…
İsterseniz senaryoları biraz açalım:
Eğer cumhurbaşkanı AKP’den olursa cumhuriyetin niteliği tehlikeye girer mi? Daha doğrusu AKP’den kim olursa, ülke tehlikeye girmez, kim olursa tehlike çanları artar?
“Özde mi, sözde mi?” kritiği...
Çankaya’ya çıkacak kişinin az/çok kilolu, saçı beyaz/siyah, kundurası boyalı/boyasız demedikleri kaldı.
Herkes arzularına gerekçe, fikirlerine kılıf ve saplantılarına destek arıyor.
Vahim olan bu. Şaşırtıcı olan bu. Garipliklerle dolu bir cumhurbaşkanı seçimi yaşıyoruz.
Seçim takvimi resmen 16 Nisan’da başladı. İki hafta içerisinde sistem nakavt oldu. Anayasa Mahkemesi, “Gereği düşünüldü/düşünülmedi” babından bilinen kararını verdi.
Peki bu kadar gürültü, patırdı, hiddet, şiddet, merak, senaryo, görüşme, anket, manşetler, kamuoyunda yükselen sesler, miting meydanları, bir türlü açıklanmayan aday, milletin çenesini fazlasıyla yoran cumhurbaşkanlığı muhabbetleri neyin nesiydi?
Seçimle beraber devam eden ve hâlâ süren tartışmalar... “Ben demiştim, dediydim” kehanetleri ve bitmeyen senfoni.
Kuralları, içeriği ve çerçevesi belli bir seçimin, diğer bir ifadeyle bugüne kadarki cumhurbaşkanlığı seçimlerinin bilinen usullerinin, bu defa alâ-yı valâ ile büyütülmesinin, gerdirilmesinin sebebi hikmeti nedir?
Kişiye ve “kim” sorusuna bu kadar takılmak demokratik bir teamül mü? Kurumsal bir ciddiyet mi? Devlet adabına ve millet geleneğine uygun mu? Neyi çözüyor? Ne değişiyor?
Sürekli çatışmak zorunda mıyız? Demokrasinin ahlâklı kurallarına uymak zorunda değil miyiz?
Rekabetin de, beğenmemenin de, tartışmanın da, muhalefetin de, endişe duymanın da, baskın ve belirgin olmanın da bir normu, standardı, usûlü ve ahlâkı olması gerekmez mi?
Evet, bulmaca çözer gibi, toto oynar gibi ve gelecekten haber verir gibi birbirimize soruyoruz?
“Cumhurbaşkanlığı seçimi nasıl olacak?”
Ortada nesneleştirilmiş/kalıplaştırılmış bir figür/özne tarifi var derin devletlülerin.
“Kurtarıcı”ya sığınma temayülleri yine nüksetti.
Ekstra zaman kullanan cumhurbaşkanı, bütün bu sıkıntıların içinde yeni anayasa paketini veto etti. Halkın cumhurbaşkanını seçmesinin rejim açısından kaygılı olacağını belirtti.
Halkın olduğu yerde rejim endişesi yaşamak ve rejimin olduğu yerde halkı yok saymak… Esas çözmemiz gereken bu kafanın jakobenliğidir.
Meclise seçtirmediler. Yeni kural ihdas ettiler. 367 şartını anayasa güvencesine aldılar. Sistemi tıkadılar. Halkın seçmesini de istemiyorlar.
İyisi mi Deniz Baykal’ı ya da mevcudu bir daha seçelim. Herhalde istenen tek seçenek bu. Daha doğrusu seçimsiz, kendi aralarında anlaşsınlar. Tek rüyaları bu olsa gerek.
Halkından korkan, mümeyyizliğine güvenmeyen ve korku tünelinden çıkamayan bir anlayış, demokrasinin bileği karşısında inşallah bükülecektir.
Sahi, cumhurbaşkanı kim olsun?
En gerilimsizi, gerilim üretenlerin kendilerini tarifinde saklı.
Hükümetin cumhurbaşkanlığı sürecini yönetememesi başlı başına bir beceriksizlik.
Siyasî iletişim ve konsensüs başarısızlığı da ayrı bir sıkıntı.
İyisi mi, ölene kadar bir “Nazarbayev” bulalım. Hiç de seçim-meçim yapmayalım. “İlkelere” bağlı olsun yeter. Sonrası geçinir giderler devletin kasasından, masasından…
Zaten mitinglere biraz ödenek lâzım. Faydalı dernekler de hazır…
30.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Büyük insan |
|
Büyük insan idealist, idealinde fani olan insandır.
Ufku geniş, gayreti fazla bu yüksek ruhlu insanlar ender yetişirler, ama tâ çocuk yaşlardayken kendilerini o ideale kaptırır, onunla yanıp kavrulur, onunla ölüp onunla dirilirler.
İstanbul fatihi bir Sultan Fatih yetişmişse tâ çocukluğundan itibaren o duyguyla oturup o duyguyla kalkmasındandı. İlk defa İstanbul’un fethiyle ilgili hadis-i şerifi hocasından duyduğu zaman, “İnşaallah o güzel komutan ben olurum. O güzel askerler de benim askerlerim olurlar” duâsını iştiyakla söylemiş ve onun heyecanıyla dolup taşmıştı.
“Cihangirân bir devlet çıkardık bir aşiretten” diyen Namık Kemal, bu cihangirân devleti kuran kahramanların tarihini Orhan Beyden başlayarak yazmak ister, fakat “Bu iş pek kolay olacağa benzemiyor” der ve sebebini de şöyle açıklar: “O kadar şaheser sahnelerle karşılaşıyorum ki gözlerim kamaştığı gibi, ecdadın ruhlarındaki celâdetin huzurunda aczimden yerlere geçiyorum. ‘Ben hakikaten o ecdadın torunu muyum?’ suâlini naçiz şahsıma tevcih ederken elimden kalem düşüyor… Hayretim hayranlığa inkılâb ediyor” diyor ve “Geçenlerde, Fatih’in gençliğinde geçirdiği gecelerden birisini yazarken gözyaşlarını tutamadım. ‘Büyük insanlar nasıl yetişiyor?’ tablosunun karşısında bu âlemden başka âlemlere geçtim. Bu Cennet vatanı bize emanet bırakıp gidenlerin nasıl yetiştiklerini görmekle, şanlı tarihimizin ihtişamlı sayfalarından en büyük ibret ve hikmet dersini almış oldum” der ve şöyle bir sahneden söz eder:
Bir gece henüz şehzade olan Fatih’e dersini verdikten sonra odasına çekilen hocası Molla Güranî gece namazına kalktığında Fatih’in odasında ışığının yanmakta olduğunu görür. “Acaba rahatsız mı?” diye gidip kapıyı çalar. Şehzade kapıyı açar, hocası, “Hayırdır inşaallah! Neden uyumadın?” diye sorar. “Müzakere ediyordum efendim” der Fatih. “Hangi dersi müzakare ediyordun?” diye sorduğunda susar şehzade. Masasının üzerindeki kâğıtlarda bir kısım notlar ve haritaya benzer plân ve projeler gören Molla Güranî, “Bunlar nedir?” diye sorar. Bir sır olarak kalması ricasıyla, “Gönlümü ateşler içinde bırakan sır şudur: ‘Tâ Sahabe-i Kiram zamanından beri defalarca muhasara edildiği halde Kostantıniyye şehri neden fethedilemiyor? İşte bu gece beni bu saatlere kadar uykusuz bırakan mesele bu idi’ der.”1
İşte Fatih Sultan Mehmed daha genç yaştayken böyle bir idealle büyümüş, İstanbul fethinin sevdasına kapılmış, uykusuz kaldığı nice geceler fetihle ilgili plân ve projeler yapmıştı.
Demek büyük adam daha çocukluk dönemi ve genç yaşlardayken belli oluyor.
Dipnotlar:
1- Gecelerin Gündüzü, s. 267-269.
30.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Kaderin siyasetini düşünmek! |
|
Mü’min, siyasetin kaderinden çok, kaderin siyaseti ile ilgilenir. Yani, kul zulmeder, kader adalet eder. Siyasette de böyledir. Siyasî görüş ve düşüncelerimizle olumsuz bir siyasî durum meydana gelmesine sebep olabiliriz. Veya kasten/taammüden yaptığımız suçlamalar isabetli değilse, gelir bizi bulur. Dolayısıyla olumsuz durumlarda mutlaka hatalarımızın, davranışlarımızın ve kaderin payını hesap etmek durumundayız.
AKP iktidarına ve başörtülülere gelirsek: Hangi fiiller, Anayasa’yı değiştirecek bir iktidar, hükümet olduğu halde, bugünkü siyasî olumsuzlukları ve kaosu netice verdi, eşi başörtülü bir cumhurbaşkanı seçilemedi? Ve neden 5 + 5 formülü döndü?
Şimdi, hiç istenmeyen, görev süresi tamamlanan, ama kararları ülkeyi fevkalade ilgilendiren—üstelik olumsuz etkileyen—cumhurbaşkanının görevde kalmasına acaba hangi hareketlerimizle fetva verdik?
* Acaba bu cumhurbaşkanının seçilmesinde AKP’nin (FP’nin) payı ne?
* “Başörtüsü önceliğimiz değildir!” sözünün ve AİHM’den dâvâyı geriye çekmenin tesiri ne olabilir?
* Başörtülülere, “Sabredin, biz sizdeniz, halledeceğiz!” dendiğine göre; kader, sabretmelerini biraz daha mı uzattı acaba?
* Başörtülüler, bundan 4,5 sene önce, toplantı, yürüyüş ve benzeri müthiş etkinlikler yapıyorlardı. “Bu iktidar bizden, sabredelim, ses çıkarmayalım!” dediklerine göre; acaba kader “Sabretmeye devam edin bakalım!” mı demek istemiştir?
* Hak ve hürriyetlere karşı gelen bazı çevrelere şirin görümek için; başörtüsü meselesini halletmemenin, Kur’ân kursu yaşını düşürememenin, imam-hatiplilerin mağduriyetlerini gidermemenin, YÖK problemini çözmemenin (veya çözememenin), adalet reformunu gerçekleştirememeninin payı yok mu?
* Orta kesimin, esnafın, çiftçinin ekonomik durumlarının iyi olmadığı bizzat bu kesimlerce ifade ediliyor. (Ki, AKP’nin ekonomik politikası yoktur, IMF ne derse onu yapıyorlar…) 4,5 sene, “Önce ekonomiyi halledelim, başörtüsü ve benzeri konuları ileri sürüp gerginlik çıkarmayalım; sonra hallederiz!” politikası işe yaradı mı? Değer miydi insan hak ve hürriyetlerine karşı gelenlerin ekonomilerini düzeltmek! Buyurun, gerginlik çıkmasın diye vatandaşın hakkını aramamak, mağduriyetini gidermemek, “Bedel ödemeye hazır değiliz!” demek yetmedi, kaos çıkardılar…
İşte iki hayâtî kaide: * Aç canavara karşı tahabbüp, onun sevgisini değil, iştahını açar. * Zaaf, düşmanı durdurmaz, teşvik eder.
30.05.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
İttihad-ı İslâm (Partisi) -2- |
|
Emirdağ Lâhikasında yer alan ve "Bu vatanda şimdilik dört parti var" diye başlayan bir mektubunda "İttihad–ı İslâm Partisi" tâbirini kullanan Bediüzzaman Said Nursî, esasen bu ismi taşıyan bir partinin olmadığını da gayet iyi biliyordu.
Demek ki, bu ismi zikretmekteki asıl maksadı, siyaseten de pek kuvvetli bir potansiyele sahip olan bir eğilimi, bir temayülü nazara vermekti.
Zira, aynı mektupta peşpeşe sıraladığı diğer üç parti, üstelik aynı isimle siyaset sahnesinde mevcut idi: Halk Partisi, Demokrat Parti ve Millet Partisi. (Emirdağ Lâhikası, s. 387)
Teşkilâtlı olarak o gün için ortada bulunmayan İttihad–ı İslâm Partisi ise, daha başka mektuplarda ifade edildiği gibi, İttihad–ı Muhammedî Cemiyeti ve cereyanı ile irtibatlandırılarak, mümkün olduğunca siyasetin dışında tutulmaya çalışılıyor ve "başa geçmemesi" gerektiği hususu nazara veriliyor.
Şayet, bu cereyan bir siyasî parti hüviyetine bürünür ve başa geçmeye çalışırsa, ortaya şu mahzurların çıkması kaçınılmaz olur: "Çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı, dini siyasete âlet etmeye mecbur." (Age, s. 387)
Bununla beraber, İttihad–ı İslâmı esas alan İslâmiyet milliyetinin "Demokratın mânâsında" olduğunu ifade eden Üstad Bediüzzaman, Millet Partisi içindeki samimî din ve İslâmiyet taraftarı olanların da Demokratlara muhalif ve muarız olmamaları, hatta iltihak etmeleri, hele hele iktidara gelmeye çalışmamaları tavsiyesinde bulunur. (Age, s. 422)
Yine aynı eserin muhtelif mektuplarında Meşrûtiyet zamanındaki İttihad–ı Muhammedî ile 1950'den sonrası için tâbir ettiği İttihad–ı İslâmı özdeşleştiren Üstad Bediüzzaman, kendisi ve talebelerinin bu silsileye mensup olduklarını, bu yüzden siyasetin başına geçmeyi düşünmeyerek, sadece Ahrar (1908'den sonra) ve Demokrata (1950'den sonra) "nokta–i istinad" olmaya çalıştıklarını mükerreren beyan eder: "...Şimdi de aynen İttihad-ı İslâmdan olan Nurcular, büyük bir yekün teşkil eder. Demokratlara bir nokta-i istinaddır." (Age, s. 271)
Dahası, aynı beyanın geçtiği mektup ve bahislerde, Demokratların da ittihad–ı İslâm cereyanını kendilerine "nokta–i istinad" yapmaya mecbur oldukları gerçeğini hatırlatır: "Demokratlar, hem mevkilerini muhafaza, hem vatan ve milletini memnun etmek çâre-i yegânesi, ittihad-ı İslâm cereyanını kendine nokta-i istinad yapmaktır." (Age, s. 271)
Aynı hakikate parmak basan bir başka izah ve ifade: "...İttihad-ı Muhammedî ile müttefik olan Ahrar Fırkası, yine otuz beş sene sonra dirildi, yine uyandı. ...Eskide 'İttihad-ı Muhammedi' şimdi 'Nurcular' namını alan ve İttihad-ı İslâm içinde bulunan kardeşlerimiz..." (Beyanat ve Tenvirler, s. 202)
* * *
Bütün bu bilgi ve iktibaslardan da açıkça anlaşılıyor ki, Üstad Bediüzzaman, eski İttihad–ı Muhammedî cereyanı içinde mânen gördüğü Nur Talebelerini, daha sonra aynen İttihad–ı İslâm cereyanı içinde görüyor ve öyle de mütalâa ediyor.
Buna göre, bu kudsî cereyana tâbi olanlar, bizzat kendileri herhangi bir siyasî parti kurmazlar ve siyasetin başına geçmeye çalışmazlar. Aksi halde, dinî siyasete âlet etmeye mecbur kalarak, büyük bir vebâlin altına girmiş olurlar.
Bu kitlenin siyasete bakması ve vatandaşlık hakkı itibariyle bir partiye oy vermesi halinde ise, onu bekleyen vazifenin Demokratlara "nokta–i istinad olmak"tan ibaret olduğunu hatırlatan Üstad Bediüzzaman, bu vazifenin de "Kur'ân, vatan ve millet hesabına" yapılmasının gerekli olduğunu talebelerine ders veriyor. (Bkz: Emirdağ Lâhikası, s. 422)
Son söz: Siyasetle doğrudan değil, dolaylı şekilde meşgul olması halinde bile, insanlara tarafgirâne bir nazarla bakılmaması gerektiğini hatırlatan Bediüzzaman Said Nursî, "şeytanı melek, meleği şeytan gösteren" bir siyasetten daima Allah'a sığındığını eserlerinde defaatle tekrarladığını da, hiçbir zaman hatırdan çıkarmamalı.
Bediüzzaman diyor ki...
Biz, Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur’ân menfaatine kendimizi mecbur biliyoruz. Onlardan hayır beklemek değil, belki dehşetli, baştaki iki cereyana siyasetlerince muarız oldukları için, onların az bir kısmı dine verdikleri zararı, vücudun parçalanmasına bedel, yalnız bir parmağı kesmek gibi pek cüz’î bir zararla pek küllî bir zarardan kurtulmamıza sebep oluyorlar bildiğimizden, o iktidar partisinin lehinde ehl-i dini yardıma davet ediyoruz. Ve dinde lâübali kısmını dahi cidden îkaz edip "Aman, çabuk hakikat-i İslâmiyeye yapışınız!" ihtar ediyoruz ki, vatan ve millet ve onların hayatı ve saadeti, hakaik-i Kur’âniyeye dayanmak ve bütün âlem-i İslâmı arkasında ihtiyat kuvveti yapmak ve uhuvvet-i İslâmiye ile 400 milyon kardeşi bulmak ve Amerika gibi din lehinde ciddî çalışan muazzam bir devleti kendine hakikî dost yapmak, iman ve İslâmiyetle olabilir. Biz bütün Nurcular ve Kur’ân hizmetkârları onlara hem haber veriyoruz, hem İslâmiyete hizmete muvaffakiyetlerine duâ ediyoruz. Hem de rica ediyoruz ki, bu memleketin bir ehemmiyetli mahsulü ve vatanda ve şimdi âlem-i İslâmda pek büyük faydası ve hizmeti bulunan Risale-i Nur’u müsaderelerden kurtarıp neşrine hizmet etsinler. Bu vatandaki dindarları kendine taraftar etsinler. Ve selâmeti bulsunlar.
Emirdağ Lâhikası, s. 424
30.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Saadet Bayri FİDAN |
Çingene pazarında bir resim... |
|
Öylesine atılmış eşyalarınız vardır. Hani sizin hiçbir işinize yaramayan, “Ne işe yarar ki?” düşüncesini hiç yakıştırmadığınız, bu sebeple çöpe attığınız eşyalarınız. Eskimiş bir kazak, diz kapağı pörsümüş bir pantolon… Ya da dişleri kırılmış bir tarak. Veya bir kenarı sizin çarpmanızla veya çocuklarınızdan birinin koşturmasıyla kırılmış vazo…
Alırken çok mutlu olduğunuz, ancak dinlemekten eskiyen şarkıları yüzünden sokağa attığınız kasetleriniz. Ya da CD çalarınız var diye artık işinize yaramayan, radyosu dışında çalmayan bir walkman.
Belki de mektuplarınız vardır. Kimbilir hangi duygularla yazılmış, içinde ne kadar kıymete değer satırlar ve günlerce uğraşsanız yazamayacağınız sözler olan ve bir zamanlar yollarını gözlediğiniz, belki yüzlerce kez okuyup ezberlediğiniz mektuplarınız vardır. Ve nasıl olmuşsa olmuş onlar da artık çöpün yolunu tutmuştur. Belki son kullanma tarihi geçmiş, duygular eskimiş, ya da bir yanlışlık olduğunu fark edip bütün satırlar hafızanızdan silindiği için, gözleriniz görmesin diye attığınız mektuplardır bunlar.
Ya da bir hatıra defteri. Alınırken ne kadar mutlu olmuştunuz kimbilir. Arkadaşlarınız sizin için neler yazacaktı acaba? Siz onları okuyunca ne hissedecektiniz? Birçok güzel düşünce içinde alınan bir defterdi. Yazılan her satırla mutlu olduğunuz ve defteri paylaşmak için verdiğinizde “Lütfen önceki yazılanları okuma” dediğiniz, yıllar sonra bu sözlerinize güldüğünüz hatıra defteriniz. Sonra bir gün bu defter de işlevini, anısını ve anlamını bitirdiği için çöp tenekesinin yolunu tutmuştu.
Ve böyle ne kadar çok şey gözümüzde hiçbir kıymeti kalmadan atılıp gitmiştir. Ne olduğu, bir zamanlar ne ifade ettiği hiç düşünülmeden…
Nereden çıktı bu satırlar demeyin? Perşembe günü çingene pazarı diye isimlendirilen Perşembe pazarına gittim. İsmini çok duymuş, ancak bir türlü gitme fırsatım olmamıştı. Şehrin merkezinde olan Pazaryerinde Perşembe günleri kuruluyormuş. Merak ediyordum. Zira birçok kişiden duyup gitmediğim yerlerden biri olunca, sonunda kalkıp gittim. Gözlerime inanamadım; evet çingene diye tanıdığımız kişilerin satış yaptığı bir yer. Ancak yerlerde ne yoktu ki… Üst satırlarda anlattığım eşyalardan tutun da, çöp diye atacağınız her şey bu pazarda alıcı bekliyordu. Önce komik geldi “Nasıl olur canım, boş deterjan kutusu da satılmaz herhalde” diye bakıp durdum. Kırık tabak, lamba, bardak, kıyafet, süs eşyası, gece lambası vs. Mektuplar, yazılmış hatıra defterleri… Bin bir çeşit bence lüzumsuz eşya.
Derken bir çingenenin sattığı eşyalar arasında birkaç resim ilgimi çekti. Muhtemelen onlar da çöpten alınmıştı. Ne işe yarayacak diye bakıp durdum. Zira başkasına ait bir resim, kimin için önemli olurdu ki… Siyah beyaz resmin çok eski olduğu belli. Resimde güzel ve alımlı genç bir kadın, yanında yaş olarak epey büyük bir adam. Babası olmalı. Diğer resimde güzel kadının yanında çocuklar, birkaç bayan ve erkek: Bir aile resmi olmalı. Ve neden, niçin çekildiği belli olmayan benim için bir kâğıt parçası olan görüntüler.
Siyah beyaz çekilmiş olan bu resimler şimdi bir çöpten alınmış ve satan kişi için ve bakan kişiler için de hiçbir anlam ifade etmeden öylece duruyorlardı. Kimbilir çekilirken ne kadar mutlu olunmuş, ne kadar farklı duygular yaşanmış. Albüme konulduktan sonra bile her bakıldığında, o günler yeniden yâd edilmişti. Zira resimlerdeki kişiler çok mutlu görünüyorlar. Ve sonra hangi acı, hangi hayal kırıklığı ve hangi gidiş, ya da bitiş bu güzel anların hatırasını hiçe indirmişti. Belki resim oradaki kişiler için bir tarih ifade ediyordu. Ancak bizim için hiçbir şey ifade etmiyordu. Uzun uzun baktım gözlerine, tanımadığım bu insanların. Belki içlerinden bir kaçı şu anda hayatta değildi. Hayatta olmayınca bir gelin, ya da bir torun artık işe yaramaz deyip atmıştı, neden olmasın? Kendimce birçok senaryo yazdım oynadım. Belki de hiçbiri tutmadı.
Ancak kısa bir gezintinin ardından ayrılırken öğrendiğim iki şey oldu. Çöp diye attığım eşyalarıma dikkat etmeliyim. Bu resmi atanlar, resimlerinin bir çingene pazarında satışa sunul(duklarını)acaklarını hiç ama hiç düşünmemişlerdi.
İkincisi ise: Bizim için çok kıymetli olan birçok yaşanmışlık başkaları için hiçbir anlam taşımıyor. Ve herkesin sadece kendi tarihinin ve kendi masalının kahramanı olduğunu bir kez daha fark ettim. Öyleyse hayatta kalabalık görünsek de, tek başına oynayıp gidiyoruz. Tipik benim çingene pazarındaki o resme hiçbir şey hissetmeden baktığım gibi; birçok kişi de bize ve acılarımıza, yaşanmışlıklarımıza öyle bakıp gidiyor. Öyleyse hiç kimsenin hayatımızın rotasını belirlemesine izin vermeyelim. Ve en önemlisi mutluluğumuz ve hüznümüz bir kişinin elinde olmamalı.
30.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kısa... Kısa... |
|
Avrupa’dan bir okurumuz:
* “Benim yakın bir dostumun beyi esrarı alışkanlık haline getirmiş, şimdi de kurtulamıyor. Kendisi inançlı olduğu halde bu illeti devamlı alıyor. Ona yardımcı olmaya çalıştık fakat iradesi yerinde olmadığından verdiği sözleri yerine getiremiyor. Psikoloğa gitti, orada da yardımcı olamadılar. Bilmek istediğimiz: Esrarın dinimizde hükmü nedir? Sigara gibi mekruh mu, yoksa alkol gibi haram mı? Çünkü kendisi esrarın kesin haram olmadığına inandığı için, zihninde bunu bırakmak zorundayım gibi bir dürtüsü de mevcut değil. Belki bunu öğrenirse onu ikna edebiliriz, en azından bırakması gerektiğini kabullenir.”
Esrar, afyon, eroin, kokain, morfin gibi uyuşturucu maddeler “müskir” yani sarhoş ediciler sınıfına girdikleri için alkollü içki hükmündedirler, yani haramdırlar.
Unutmayacağımız en önemli husus: Esrar ve uyuşturucu kullananlar, bunu bırakır ve tövbe ederlerse, Allah affeder. Kullanıcı yakınlarımıza bırakmaları ve tövbe etmeleri halinde Allah’ın affedici olduğunun mutlaka telkin edilmesinde yarar var.
Tövbe ettikten sonra bu alışkanlıktan kurtulabilmesi için ona yardımcı olmak lâzım. Bu konuda ailesinin ve yakın çevresinin onu kınamayıp, güven vermesi, cesaretlendirmesi, bırakmak yolunda günlük küçük başarılarını büyük adımlar sayarak onure etmesi yerinde olur. Diğer yandan, orada güvenilir bir uzmana başvurmakla da inşallah bu illetten kurtulabilir. Allah kolaylık versin.
***
Diyarbakır’dan okuyucumuz:
*“Erkek ölünce karısının kırk gün dışarı çıkmaması gerekir diye bir hüküm var mıdır?”
Erkek ölünce karısının dışarı çıkmaması şeklinde dinimizde mutlak bir hüküm yoktur. Duruma ve gerekçeye bağlı olarak hareket eder. Meselâ dışarıda kendisiyle ilgili güvensiz bir ortam varsa çıkmaz ya da mahremiyle çıkar. Fakat dışarıda güvensiz bir ortam yoksa çıkar.
***
Manisa’dan okuyucumuz:
*“Düşüğe isim verilir mi? Verilmeden defnedilmişse ne yapmalıdır?”
Düşük çocuğu Allah’ın kulu saymamak gibi bir lüksümüz olabilir mi? Hayır! Düşük çocuk Allah’ın kulu olmakla beraber, yarın Cennete girmek için anne ve babanın şefaatçisi de olacağı müjdelenmiştir. Peygamber Efendimiz (asm) buyuruyor ki: “Şüphesiz ben, Cennet kapısında durup girmemekte ayak direten bir düşük çocuğa varıncaya kadar, diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim. Bu çocuğa ‘Cennete gir!’ denilecek. O da: ‘Ya Rabbi! Annem babam da girsin’ diyecek. Bunun üzerine, ‘Anne ve babanı da alarak Cennete gir!’ denilecektir.”2
Düşük çocuğa isim vermek konusunda Peygamber Efendimizin (asm) gerekçeli emri de vardır. Buyuruyor ki:
* “Düşük çocuklarınıza isim veriniz. Çünkü onlar ahirette sizin için yüksek dereceler hazırlamak üzere öncülerinizdir.”3
* “Düşük doğan çocuklarınıza isim veriniz. Tâ ki Allah bununla terazinizin sevap kefesini ağırlaştırır. Aksi halde, o Kıyamet Günü gelerek şöyle der: ‘Ya Rabbi! Bunlar bana isim vermeyerek benden elde edecekleri mükâfatı kaçırdılar.’”4
Anlaşılıyor ki, düşük çocuğa isim vermek sünnettir. Eğer verilmeden defnolunmuşsa, gıyabında verilebilir. Onun bir isimle anılması ona isim vermek için yeterlidir.
Duâ
Değerli okuyucumuz Aydın Zaloğlu’nun bir baba olarak oğlu için yaptığı ve bize gönderdiği duâyı buraya alıyorum. Allah duâlarını kabul buyursun.
Allah’ım!
El-Alîm ism-i şerifin hürmetine yavruma ilminden ver! El-Fettah ism-i şerifin hürmetine yavruma ilmini fethetmeyi nasip eyle! El-Kadir ve El-Muktedir ism-i şeriflerin hürmetine yavruma ilim kazanmak için güç kuvvet nasip eyle! Es-Sabur ism-i şerifin hürmetine yavruma ilim kazanırken sabır sebat ihsan eyle! El-Mukaddim ism-i şerifin hürmetine yavrumu ilimde öne çıkar. El-Cami ism-i şerifin hürmetine yavruma ilim, iman, akıl, sağlık, mutluluk, huzur, hayırlı ömür, hayırlı amel, hayırlı rızk, hayırlı eş, hayırlı iş, hayırlı evlât ihsan eyle! Âmin!
Dipnotlar:
1- Bakara Sûresi: 195
2- Camiü’s-Sağir, 3/1077
3- Camiü’s-Sağir, 3/1075
4- Camiü’s-Sağir, 3/1075
30.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
“Şekil”ci eğitime son verilsin |
|
Bir eğitim yılının daha sonuna yaklaşmış bulunuyoruz. Gerek üniversite imtihanlarına hazırlanan lise son sınıf öğrencileri, gerekse OKS imtihanlarına hazırlanan 8. sınıf öğrencileri için eğitim yılı fiilen sona ermiş sayılır. Çünkü lise son sınıf öğrencileri, üniversite imtihanlarına daha iyi hazırlanmak niyetiyle; 8. sınıf öğrencileri de OKS hazırlığı gerekçesiyle ‘tatil’i başlatmış sayılıyor.
Ülkemizin içerisinde bulunduğu coğrafî şartlar da eğitim sistemini zorlamaktadır. Bazen ‘kar’ yağar okullar tatil edilir, bazen de ‘sıcak hava’lar okulların erken tatil edilmesini mecburî kılar. Bir de ‘tarla’ sebebiyle sınıfların boşalması var ki, bu probleme kısa sürede çare bulunacağını düşünmek zor.
Zaman zaman gazete manşetlerine de taşındığı üzere, Anadolu’nun pek çok köyünde, okullar ‘tarla takvimi’ne göre başlar ve yine ‘tarla takvimi’ne göre sona erer. Maddî imkânsızlıklar sebebiyle aileler, ‘erken’ başlayan okullara çocuklarını gönderemez. Aynı şekilde havaların ısınmasıyla birlikte tarlada çalışacak ‘çocuk’lara ve ‘yayla’ya çıkacak ‘çoban’lara da ihtiyaç duyulur. Bu sebeplerle bilhassa köy ve küçük kasaba okulları nisbeten erken boşalır.
Köylerin ve kasabaların böyle bir problemi olmasının yanında, büyük şehirlerin de başka problemleri vardır. Büyük şehirlerde eğitimi engelleyen konuların başında ‘sıcak hava’lar geliyor. Öğrencilerin dikkatinin dağılması, istense de eğitim yılının belirlenen tarihe kadar sürmesini engelliyor.
Bu yıl müsbet bir adım atıldı ve öğrencilere; arzu etmeleri halinde ‘tişört’ giyme ve ceketsiz okula gitme ve ‘kravat takmama’ kolaylığı sağlandı. Ancak; alkışlanması gereken bu karar bazı okullarca ‘istismar’ edildi ve ediliyor.
Bakanlığın attığı bu küçük adım bile öğrenci, öğretmen ve velileri sevindirdi. Çünkü yaz sıcağında kravatlı, ceketli ve ‘nizamî’ giyinen bir öğrencinin bunaltıcı sınıf şartlarında rahat etmesi mümkün değil. Ne var ki, bu adımın atılmasından memnun olmayan yöneticiler bile var. Çünkü onlara göre, bu uygulama otoritelerini sarsmış oluyor! Otoriteyi ve saygıyı sadece şekilde arayan bir anlayışla eğitim sistemimizin iyi noktalara ulaşması mümkün mü?
Müsbet yönde atılan bu adımın devamı gelmeli. Bu yıl bazı nokta uygulamalar yapıldığı üzere öğrenciler için ‘forma’ mecburiyeti mutlaka sona ermeli ve kıyafet serbestliği sağlanmalı. Yani, isteyen öğrenci kazağı ile, isteyen öğrenci tişörtü ile, isteyen öğrenci kravatlı ve ceketiyle okula gidebilmelidir. Giyimdeki ana kural ve kaideler zaten bellidir. ‘Kıyafet serbest olsun’ teklifinden, her isteyen sınırsız ölçüde istediği gibi giyinsin ya da ‘müstehcen giyinilsin’ değil. Öğrenciler, yürürlükteki kanunlar çerçevesinde, genel ahlâka uygun giyinebilmelidirler. Hemen ifade etmeye çalışalım: Bu ‘kural’lar içinde başörtüsü yasağı yer almamalıdır. Çünkü, bugün itibarıyla başörtüsü yasağı kanunsuz bir yasaktır (kanunî olsa da yanlış olurdu) ve Anayasaya da aykırıdır. Kıyafet serbestisine karşı çıkanların bir bahanesi, gerekçesi de böyle bir uygulama sonrası başörtülü öğrencilerin okullara gitme ihtimali olabilir. Ama Türkiye ve dünya gerçekleri, başörtülü öğrencilere okul yollarının kapatılmasını haklı bulmuyor ve bulmayacak.
Son dönemde alınan ‘tişört’ kararını kâra çevirmek isteyen okullar var ve çok yanlış yapıyorlar. Hemen her okul, kendi ismini bastırdığı tişörtlerin giyilmesini istiyor ki bu ‘serbest’lik anlayışına sığmaz. Millî Eğitim Bakanlığının aldığı doğru bir kararı, ticarî menfaat sebebi saymak ve öğrencileri okul ismi yazılan tişörtleri giymeye mecbur etmek; eğitimin ‘e’sine sığmaz. Okullara ‘para’ lâzımsa bunu temin etmenin başka bir yolu olmalı.
Bu uygulamalar, önümüzdeki yıllarda kıyafet serbestisini getirirse ne mutlu...
30.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Sami CEBECİ |
Okuyucu ve yazar buluşması |
|
Geçtiğimiz Cumartesi akşamı Konya’daydık. Dört arkadaş gitmiştik. Eski milletvekillerinden Mehmet Özkan da vardı.
Beş yüz kişilik belediye konferans salonu oldukça kalabalıktı. Konyalı gönül dostlarımızla okuyucu yazar buluşması çerçevesinde bir aradaydık. Hanım kardeşlerimiz de katılmışlardı. Gelişen son içtimâî ve siyâsî olaylar noktasında geniş bir istişâre gibi oldu.
Önce; Bediüzzaman’ın mânen vazifeli olduğunun delilleri, Risâle-i Nur’un muhtevası ve bize öğrettiği temel konular, Yeni Asya gazetesinin ideali ve temsil ettiği misyon ve siyasî konularda Üstadın ortaya koyduğu önemli ölçü ve tespitlerle alâkalı bir saate yakın bir seminer çalışması sunduk. Sonra, okuyucularımızdan gelen kaliteli ve anlamaya dönük seviyeli sorulara muhatap olduk. Gerçekten okuyucularımızın seviyesi tartışılmaz derecede yüksekti. Zihinler karışık olmaktan ziyade, tereddütlü noktaların izale edilmesi isteniyordu. Genelde, siyasî çizgileri net ve demokrat duruşları sağlamdı. Üstada ve Nurlara olan sadâkat ve bağlılık en üst düzeyde idi. Bize yakışan da elbette bu tarzda olmalıydı. Elliden fazla soru geldi. Büyük çoğunluğuna cevap verdik. Fakat, tamamına zaman yetmedi. Çünkü, program iki buçuk saati bulmuştu.
Yeni Asya camiası her meselesini istişâre ile halleden bir cemaatti. İstişâre kararları Risâle-i Nurlara aykırı olamazdı. Hâkim irâde istişâre heyetinde olmalı ve hizmet birimleri olan komisyonlar ona bağlı olarak çalışmalıydı. Yoksa, iki başlılığa sebep olunur ve istişâre heyetlerinin durumu bir noter gibi sadece tasdik etmekten ibâret kalırdı. Hanımlar heyeti de bağlı bir komisyon gibi çalışmalıydı. Tâ ki, intizam ve âhenk bozulmasın.
Siyasî görüşümüz netti. Din orijinli ve karakterli bir siyasî tercihimiz söz konusu olamazdı. Çünkü, din umumun ortak malıydı. Dînî mukaddeslerin siyasî mücadeleye âlet edilmesi, büyük bir ekseriyette din aleyhtarlığı meylini uyandırırdı. Bu bakımdan, siyaseti dinsizliğe âlet eden zihniyetlere karşı Bediüzzaman, lâikliği vicdan ve din hürriyetinin bir teminatı olarak gören ve temel hak ve hürriyetleri sonuna kadar savunan, dinin icaplarını hakkıyla yaşayamasa bile, dindarlara kol kanat geren demokratları; İslâmiyet, Kur’ân ve bu vatan hesabına bütün kuvvetiyle desteklemişti. Onlardan genelde iki şey bekliyordu: Birisi, istibdâd-ı mutlakı kaldırmak. Diğeri, tam bir hürriyet-i şer’iye vesile olmak. Onların iktidarlarında dindar insanlar gerçekten rahat etmiş, ne zaman dindar kimlikli siyasetçiler başa geçmişlerse, kazanılmış haklar da elimizden gitmişti. Son kırk senelik siyasî olaylar ve şu andaki iktidarın içine düştüğü hazin durum buna şahitti. Siyaset literatüründe ya muhafazakâr, ya da demokrat partiler vardı. Muhafazakâr-demokrat diye melez bir tanımlama yoktu. Sadece söylemekle demokrat olunamazdı. Geçmişinden kurtulmak ve devlet gücüne kendini inandırmak kolay bir şey değildi. Eğer dindar kimlikle mutlaka siyaset yapılacaksa ve İslâm’a hizmet etmek samimi olarak isteniyorsa, Bediüzzaman onlara: “Demokratlara yardım edin, muhalif muârız olmayın ve başa geçmeye çalışmayın” diyordu. Şimdiki muktedir olamayışın altında bu ikazları dinlememek yatıyordu. Israr ederlerse, istemedikleri halde daha fazla bedel ödemek zorunda kalacaklardı. Onlarla iman noktasında kardeştik, fakat siyaset cihetinde değil.
Demokrat Misyon bir felsefeydi. Hürriyetçi, medeniyetçi, liberal, muhafazakâr ve demokratlık gibi fikrî temellere oturuyordu. Milleti bölen, ayrıştıran değil, birleştiren ve kaynaştıran bir milliyetçilik anlayışına sahipti. Lâikliği CHP gibi anlamıyor, bilâkis vicdan ve din hürriyetinin teminatı olarak görüyordu. Bu felsefeyi DYP temsil ediyor ve Adalet Partisinin tabanını bölüşüm mücadelesini verdiği ANAP’la birleşip Demokrat Parti ismini almakla isabetli bir tercih yapmış oluyordu. Cumhurbaşkanlığı sürecini iyi yönetemeyen, 184 toplantı yeter sayısına güvenerek DYP ve ANAP’ın desteğine tenezzül etmeyip yardım istemeyen, 367 dayatmasını da öngöremeyen ve şapkadan tavşan çıkarır gibi son saatte adayını söyleyip gelişen olayların altında ezilen, bununla birlikte başarısızlığının suçunu DYP’ye yıkma açık gözlülüğüne tevessül eden iktidarın hatâları Demokrat Misyona yüklenemezdi. Zâten meclise girse bile mevcut sayı yine yetmiyordu. 2004’te iki darbe girişimi ortaya çıkmıştı. Eğer meclis cumhurbaşkanını seçseydi, neler olacağı bizce meçhuldü. Olanda hayır vardı. Halkın seçmesi daha doğruydu. İnşallah bir engelleme olmadan bu gerçekleşirdi. Bediüzzaman’ın ehven-i şer ölçüsünü beğenmeyip, daha iyisini isterken ülkenin düştüğü siyasî durum gerçekten düşündürücüydü.
Siyasette bir hafta uzun bir zaman sayılırdı. Daha seçime yaklaşık iki ay vardı. Merkez sağdaki ittifak bir cazibe merkezi olmuştu. Oynayan taşlar yerine oturuyordu. Üstadın, muvaffakiyetleri için duâ ettiğini söylediği Demokratlar, barajı aşmak değil, belki onu ikiye katlayacaklardı. Yeter ki, biz rahmet-i İlâhiyi celb edecek manevî hizmetlerimizi yapalım, geniş dairelerdeki gelişmeleri Allah lehimize çevirebilirdi. Herkes kendi işine bakmalıydı. Diğer gruplarımızın bu husustaki farklı yaklaşımları ve tercihleri bizi etkilememeliydi. Risâle-i Nur mesleğinin içtimâi ve siyasî hayata bakan ölçülerine sadâkat, bizim için çok önemliydi. Bu da bir imtihan vesilesiydi.
Geniş katılımlı program bu temennilerle sona erdi. Konyalı dostlarımızı gönülden kutluyorum.
30.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|