|
|
Hakan YALMAN |
Hazret-i Muhammed (a.s.m.) anılırken |
|
Kültürümüze yerleşmiş bir arabesk tarz, her uygulamada ortaya çıkıyor. Sevgilerimizi, acılarımızı dile getirdiğimiz türkülerin önemli bir kısmında acı ifadeleri ve ayrılıktan yüreği yanmış gönüllerin nidaları var. Bu hal özellikle doğu medeniyetlerinde ve Asya’da daha belirgin gözleniyor. Hatta bu acılar ve acıların dile getirilmesi bu coğrafyada anlaşılması zor bir haz veriyor. Hatta gidip ağlayacak cenaze evi arayan bayanlardan bahsedilir.
Oysa dinimiz yetimane hüzünleri yasaklamış. Çünkü her nefesi ve kalbinin her atışı Ezeli Kudretin kontrolünde olan varlıklar ve onlar içinde özellikle şuur sahiplerinin kendilerini yetim hissetmesi haksızlık ve edepsizlik olur. Bu anlaşılmaz hal Hazret-i Muhammed (a.s.m.) anılırken dahi ortaya konuyor. ‘Sen yetimdin Ya Resulallah!, Sen öksüzdün Ya Resulallah!’ tarzında ifadelerle Hazret-i Muhammed’i de (a.s.m.) kendi âlemimizdeki yapı içinde yetimleştiriyor ve yetimane hüzünlerle anıyoruz. Oysa Rabbini o derece yakın hisseden bir zatın (a.s.m.) ve Mi’raç yaşamış bir zatın kendini sahipsiz ve yalnız hissetmesi imkânsız olmalıdır. Toplum kültürümüzün tanım alanında algılanan bir Hazret-i Muhammed (a.s.m.) tanımı da arabeskleşme riski ile yüz yüze gibidir.
Ahir zamanın özellikleri ile ilgili pek çok tanım yapılıyor ve genel anlamda içinde yaşadığımız dönemle ilgili kanaatle bu dönemin âhirzaman olmaya namzet olduğu noktasında ittifak ediyor. Olumsuzlukların nefis ve hevanın çok zorladığı şu dönemde mânevî yığınağa çok ihtiyaç var. Rabb-ı Kerim’e hadsiz şükürler olsun ki, davamızı ülkemize ve dünyaya duyurma gayreti içinde pek çok farklı dergi, gazete, kitap, her biri Risale-i Nur’un anlaşılmasına ayrı bir renk ve zenginlik katan farklı ekollerin farklı yayınları var. Artık, Cenâb-ı Hakk’ın bizlere de nasip etmesi için fiili ve kavli olarak dua ettiğimiz radyo lisanı ile de her eve, yoldaki insanlara da ulaşılabiliyor.
Karpuzun içindeki çok sayıda çekirdekle adeta esma-i İlâhiyeyi bütün zeminde duyurmaya lisan-ı hal ile niyet etmesi gibi bizler de havadaki zerreler ve bu zerreleri mânâlara dönüştüren kulaklar ve idrakler adedince aynı manayı yaşatmak istiyoruz. Bu davaya gönül vermiş insanların samimiyet ve gayretleri sonucu her alanda büyük gelişmeler kaydedildi. Küçük bir beldede bir avuç insanın el yazısı ile kopyalamak şeklinde başladığı ancak bütün dünyaya haykırmak niyeti ve duâsı ile yola çıktığı günden bu güne büyük mesafeler katedildi. Kilitli dolaplar içinde, mum ışıklarında hapisler, sürgünler, işkenceler göze alınarak yazılması ile insanlara ulaştırılması noktasındaki o samîmî niyet ve duâların sonucudur ki, bu gün İstanbul’un göbeğinde en büyük otellerden birinde dâvâmızı insanlara ulaştırabilme nimetini bizlere Rahim-i Zül’cemal ihsan etti. Üstelik, ta Amerika’dan ülkemize sırf bizim meselemizi anlatmak için yanımızda yer alan bir İngiliz ile birlikte. Özellikle bu hakikatlerin yayılmasına gönül veren gençlerimiz gelinen noktayı iyi algılamalı ve bu nimete bir şükür olarak gayretlerini çok artırmalıdır. Âlemlerindeki bu nurun kaynağı olan Hazret-i Muhammed (a.s.m.) algısını ve muhabbetini çok güçlendirmelidirler.
Batı kendi hayat standartlarını bütün dünyaya yaymaya ve kendi değer yargılarını dayatarak tek tip global bir kültür oluşturmaya yönelirken, hedef kitle olarak çoğunlukla gençleri ön plana çıkarmakta ve onların nefis mücadelesinin merkezinde yer alan hazlara yönelik ruhunu istismar edebilmektedir. Oluşturulan eğlence ortamları, şehevî arzuları galeyana getiren her türlü aracın kullanılması, düşünceden uzaklaştıran bütün oyalayıcı araçların kullanılması gençlikte var olan güçlü bir benlik, acz ve fakrını hatırlatacak hastalık, sıkıntılar ve ölümlerle nisbeten seyrek olarak yüzleşmesi ve kendinden uzak bilmesi, bunları unutturma amacına yöneliktir. Gençlik ruh hali ise buna çok yatkın ve bu yönden aldatılmaya fazlası ile müsaittir. “Cazibedar bir fitne” terimi bu mânâyı karşılıyor olmalıdır. Bediüzzaman bu probleme vurucu darbeyi Hazret-i Muhammed’den (a.s.m.) aldığı dersle ölümü ve gençliğin geçici olduğunu hatırlatmakla vurmaktadır
Varlığı anlamlandırmak için öncelikle bir sağlam bir duruş ve pozisyonu iyi belirlemiş olmak şarttır. Bu benlik tanımının ilk ve belki de en önemli basamağıdır. Kimlik oluşturmak ve bu kimliği sağlam esaslar üzerine oturtmak her alanda dalgalanmaların ve fırtınaların sahnesi olan dünyada fert için bir tutamak, ayakta tutacak bir dayanak olacaktır.
Bediüzzaman’ın “beşerin nefs-i emmaresi” olarak adlandırdığı, ben merkezli şekillenmiş modern hayat, cazibeli ancak geçici ve günü birlik bütünü kuşatmayan sadece algıların alanına sınırlı, dar bakışlı çözümler sunabilir. Bunlar birer çözüm olmaktan çok göz boyama ve aldatmacadır. Duygular köreltilerek, belirli noktalardaki hassasiyetler kırılarak bu noktaya ulaşılır. Bu aldatmaca karşısında özellikle genç nesil risk altındadır. Dâvâmıza gönül vermiş gençler aynen Üstad gibi ‘karşılarında büyük bir yangın var içinde arkadaşları kalmış’casına imanlarını ve dostlarını kurtarma gayreti içinde olmalı ve bu koşturmaca esnasında ayaklarına dolaşanlara ehemmiyet vermemelidirler.
Farklı tanımlanmış bu hayat içinde Hazret-i Muhammed (a.s.m.) doğru zemininde tanımlanmalı ve yetimliği ve bize göre çektiği acılarla değil, nur-u Muhammedi (a.s.m.) tanımı ile ve insanlığın aydınlatıcısı ve esmanın açığa çıkarıcısı olma boyutu ile anılmalıdır.
23.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Dünya Ormancılık Günü dolayısıyla İstanbul Pertevniyal Anadolu Lisesi Konferans Salonunda, Orman Mühendisleri Emrullah Keleş, Derya Tap ve Oğuz Şeker birer konuşma yaptılar. Öğrenci ve öğretmenlerin dikkatle izlediği konuşmalar ve slaytlardan bazı bilgileri aktaracağım.
Ormanların faydaları:
Ormanlar, bitkiler ve hayvanlar için tabiî bir su şebekesidir. Kar ve yağmur biçimindeki yağışı; yaprakları, dalları ve kökleriyle tutarak, sellerin ve taşkınlıkların oluşmasını önler. Ayrıca yeraltı sularının oluşmasına yardım eder.
Ormanlar erozyonu önler:
Toprağı kökleriyle tutarak yağışların toprağı taşımasını önler.
Hayvanların barınmasını sağlar:
Ormanlar, bitki örtüsü ve toprak içerisinde büyük miktarda karbon depoladıklarından, iklim üzerinde olumlu etkiler yapar. Aşırı sıcakları düzenleyerek bir ısı tamponu görevini yapar. Su buharını yoğunlaştırarak yağmur haline gelmesini sağlar. Yerleşim alanları çevresindeki hava kirliliğini ve gürültüyü önlemesi insan sağlığı bakımından büyük önem taşır.
Ormanlar bütün bu faydalarının yanında gürültüyü azaltması, oksijen kaynağı olması ile insan hayatını daha sağlıklı ve güzel kılar. 50 m genişliğindeki bir otobanın trafik gürültüsünü 2030 desibel azaltır. Yapraklı ağaçlardan meydana gelen bir bölgede 50 kuş türü yaşayabilir. 25 m boyunda ve 1.5 metre tepe çatısına sahip bir kayın ağacı saatte 1.5 kilogram oksijen üretir. Bir hektar ladin ormanı yılda 32 ton, kayın ormanı 68 ton, çam ormanı 30-40 ton toz emer.
Günümüzde hava kirliliğinin yaklaşık yüzde 50’si ormanlar tarafından temizlenip dezenfekte edilmektedir. 100 yaşındaki bir kayın ağacı, saatte yaklaşık 40 kişinin çıkardığı 2.35 kilogram karbondioksiti tüketir. Kayın ağacı bir yıl içinde 7 kilogram toz ve 300 kiloğram zehiri emip, dışarı süzer. Aşırı kirlenmeyi ise gövdesindeki bozulma ile alarm verir. Güneşten, yağmurdan ve rüzgârdan korunmada yardımcı olur.
Günümüzde Ormanın Fonksiyonel Değerleri diye bilinen çevresel etkileri öne çıkmıştır. Uzmanların yaptığı araştırmalara göre bir ağacın ömrü boyunca ürettiği fonksiyonel değerler odun hammaddesi olarak üretteği değerlerin 2000 katıdır. Yukardaki ifadelerden insanların adeta hizmetkârı olan ağaçların ehemmiyetine binaen Kur’ân-ı Kerim’de de 76 defa geçmektedir. (1)
Ağacın ehemmiyetini anlamak için onu odun olarak algılamaktan vazgeçmemiz gerekir. Bunun için de Kur’ânî bakışın gelişmesi gerekiyor. O da ağaçların da ibadet ettiklerinin kavranılmasıdır. “Ağaçlar Allah’a secde eder” (2) “Bitkiler ve ağaçlar Allah’a secde ederler” (3) “Güya çiçek açmış her bir ağaç gibi, o ağaç dahi, Nakkaşının medihelerini teganni eden manzum bir kasidedir” (4) Çünkü her meyvedar ağaç ve çiçekli bir otun da amelleri var. Fiilleri var vazifeleri var. Esma-i İlâhiyeyi ne şekilde göstererek tesbihat etmiş ise ubudiyetleri var.” (5)
Ağaçları bu şekilde tanıyan Said Nursî Hazretleri, onlarla arkadaş olmuş, adeta onlarla konuşmuştur. Ağaçlarla olan bu yakın dostluğundan dolayıdır ki “Ehli hükümet gelerek ‘bu ağacın dalını kes sana yüz altın vereceğim’ dese vallahi kesmem” diyebiliyordu.
Dipnotlar:
1- İbrahim Canan, İslâmda Çevre Sağlığı, s.19,
2- Kur’ân-ı Kerim, 22/18
3- Kur’ân-ı Kerim, 55/6
4- Lem’alar, 305
5- Sözler, 109
23.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Kutlu doğum bereketine |
|
(Dünden devam)
Hizmet bilmeli varlığını yüzyılım. San’at bilmeli, toplumu anlamlı. Saygı duymalı hizmet ettiklerine, yöneticisi olduğu yönetilenlere. Pozitif olmalı her hareketinde. Islâh edici, düzeltici ve yapıcı olmalı mutlu yüzyılım.
Tahrik etmemeli yüzyılım. Yatıştırıcı olmalı. Hevesleri kontrolsüz yapmamalı, dizginlemeli iradeyi aşan zaafları ve hırsları. Emeği önemsemeli. Çalışmanın, gayretin abidesi olmalı yüzyılım. Ortak medeniyet havzasında ortak ve eşitlikçi mutluluğumuzun devamı için. Taleplerimi karşılayacak bir kaynağa sahip yapmalı beni mutlu yüzyılım. Beni kendime ve beni mutlu eden yüzyılın sistemine özendirmeli.
Sistemim olmalı; sistemli yüzyılımın sistemli insanları için. Sistemin dokuları olmalı. Onu besleyen hücreleri ve varlığın özündeki çekirdekleri olmalı. Özsuyunu aldığı yaratılış gerçeğinin, mucizevî sonuçları ile başlatmalı bilimin doğrularını. Bilimin “neden” sorusuna cevap bulması için, akıl yolculuğu yapmalı benim mutlu yüzyılım.
Aklı, kalbiyle beraber seyahat eden bir yolcu olmalıyım, böylesi tasarlanmış ve gerçekleşmiş bir yüzyılda. Bir “dünya misafiri” olarak “hayat yolcusu” ben isem, mutlu yüzyılımı okumalıyım, okutmalıyım. Anlamadığımı öğrenmeliyim. Uzmanlıklara, detaylara ve iş bölümüne dönüşmüş bilimin tarih merceğinden yararlanmalıyım yüzyılımın mutluluğu için. Ya da mutlu yüzyılım için.
Çağları, asırları hayal ve akılla gezmeliyim. Vadilerinde dolaşmalıyım. Beşeriyete sundukları modelleri incelemeliyim. Varlığını bugün de devam ettiren farklılığı bulmalıyım. Yüzyılların öğreticilerine sormalıyım. Hayat kaynaklarını… Gelişme başarılarını... Sonsuzluk umutlarını... Yaşama arzularını… Fani iken bakileştiren ilginçliği öğrenmeliyim onlardan. Geçmişte varsa, bugüne yansıyacak bir mutlu yüzyıl, onu bulmalıyım ve bugüne taşımalıyım.
Onun için; hayat yolcusu olmalıyım, dünya seyahatimde. Seyyah iken seyyar olmalı düşünce zevkim. Bağlamamalı kendini. Öğrenme zemininde ve mutlu yüzyılıma tarihte örnek bulmada serbest tutmalı fikir kanallarını. Gezgin olmalı, gezegenler gibi. Yörüngesinde serbest olmalı. Tarihin akışını ve bugüne bakışını yakalamalı. Temel yaklaşımları ve bugüne yansımasını bulmalı kâinatın hafıza defterindeki kayıtlardan.
İnsanlığın cevherine ulaşmalı. O madeni bulmalı, işletmeli. Kalıcı ve kesintisiz mutluluk adresini aramalıyım mutlu yüzyılım için. Babam, ben ve çocuğumun hayat ortalamasında buluştuğu yüzyılım için. Üç kuşağın farklılıklarını birleştiren bir ortak çözüm bulmalıyım. Yüzyılları barıştıracak, kıt’aları yakınlaştıracak, ekolojik dengeyi sağlayacak bir yüzyılı olmalı mutlu bireylerin ve benim. Yaşanması ve katlanılması zor bir hayatın yükünü taşımamalı bedenim ve ruhum.
Mutlu yüzyılıma “merhaba” demem lâzım. Bunu demenin vakti geldi. Geleceğin tarlasında, çiçekler mutluluk solumalı ve beraberlik içinde barış kokularını veren bir gül gibi olmalı. Mutlu yüzyılımın, tarihten, yaşanmıştan alacağı bir “mutlu yüzyıl” ve “gülü” olmalı. Yaşanan ve yaşanacak iki hayatın huzuru için.
Bu gül, Gül-ü Muhammedî’dir (a.s.m). Asr-ı Saadet, bunun en parlak nişanesidir. Yüzyılımız buna muhtaç. Hasretle kavuşacağımız, mutlu asra muallim olan Efendimizdir. Bugün; Peygamber Efendimize, onun İslâm güneşi ile ışık saçan, Kur’ân ile tefekkür eden ve sahabeleri ile yıldız olan Asr-ı Saadetine muhtacız. Hayalimizdeki mutlu yüzyılın bütün münacatına, ancak orası menba olur, makes bulur.
Bu vesileyle, kutlu doğum bereketine rahmet tecellileri ile huzur ve sükun bulmuş bir dünya diliyoruz.
23.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
Meclisin seçimi, milletin seçimi |
|
Türkiye bir cumhurbaşkanlığı sınavından daha geçiyor. Tek parti dönemini saymazsak, demokratik parlamenter hayata geçildikten sonraki yıllarda, her cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmaları beraberinde getirmiştir. Asıl olarak Meclisin yetkisinde olması gereken seçime, zaman zaman birtakım güç odakları da müdahil olmak istemiş, bu mihraklar bazan ihtilâl ve dayatmayla da olsa isteklerini gerçekleştirmiş, çoğu zaman da milletin hür iradesi karşısında hüsrana uğramışlardır.
Yeni Asya, taşıdığı misyon ve ayırd edici vasfı olan demokratlığı ile her zaman ve zeminde milletin hür iradesinin tecellisinin yanında olmuş, antidemokratik oluşum ve baskıların karşısında yer almıştır. Bununla birlikte, müsbet hareket anlayışını da elden bırakmamıştır.
Bu seçimde de—şahıslarla ilgili itiraz ve eleştiri haklarımız saklı kalmak kaydıyla—Meclisin seçiminin milletin seçimi olacağı inancını taşıyoruz. Yürürlükteki kanunlar ve cârî seçim sistemine göre teşkil edilen bir Meclisin, seçilme şartlarını haiz bir ismi, cumhurbaşkanı olarak seçme iradesine sahip olduğu kanaatindeyiz. Alnında “Hakimiyet kayıtsız, şartsız milletindir” yazan Meclisin ve “millî hakimiyet”in bayram olarak kutlandığı bu günün ruhuna uygun olan da budur. Muhalif görüş, düşünce ve şiddete kaçmayan gösterileri ise—haddini tecavüz etmediği sürece—bir demokratik hak kullanımı olarak görmek istiyoruz. Bu görüşlerimizi de manşet, haber ve yorumlarımızda dile getirmekteyiz.
Seçilecek ismin; halkın inanç ve değerleriyle barışık, sivil, demokrat, dine hürmetkâr, milleti kucaklayıcı, temsil kabiliyeti olan, ufku geniş, makul ve mutedil bir yapıda olması tercihimizdir. Seçim sürecinin hür iradenin tecellisiyle sonuçlanmasını ve yeni cumhurbaşkanının milletimiz adına hayırlı olmasını diliyoruz.
***
Yeni çocuk kitapları
Çocuk kitaplarında “Can Kardeş” ismini marka yapmak için yola çıkan Yeni Asya Neşriyat, çocuk yayınlarına Risâle-i Nur eksenli bir bakış açısı katmayı hedefliyor.
Can Kardeş Yayınları arasında neşredilen on kitaplık bir seri daha, geçtiğimiz günlerde satışa sunuldu. Candan’ın Anıları adlı bu seride çocuklar iyilikler ve güzellikler dünyasına çağrılıyor.
Hayrünnisa Şen tarafından kaleme alınan seri, Demirhan Kadıoğlu’nun sevimli çizgileriyle süslenmiş. Oruç Tutmayı Seviyorum, Babaannem, Dişim Ağrıyor, Canım Yemek İstemiyor, Bayram, Kaktüs Çiçeği, Okula Gidiyorum, Küçük Ayım, Yapan Bilir, Hızlı Mı, Yavaş Mı? adlı kitapların oluşturduğu seride bol çizgi, az yazı yer alıyor. Her sayfasının renkli çizgilerle bezendiği kitaplar ilkokul çağı çocuklarına okuma zevkini kazandırmayı da amaçlıyor.
Oruç Tutmayı Seviyorum’da Candan’ın Ramazan ayı sevincine yer verilmiş. İlk orucu için sahura kalkan Candan, gün içindeki açlığın, susuzluğun yaşattığı tatlı telâşı iftar sevinciyle elde ettiği şükürle birleştiriyor. Orucun insana kazandırdıklarını çocukça bir dille anlatıyor.
Bayram adlı kitapta Candan’ın ailesinin Kurban Bayramı hazırlıkları konu edilerek, bayram telâşı, evdeki temizlikler, misafire yapılacak ikram hazırlıkları, arefe günü, bayram alış verişleri, bayram namazı ve nihayet kurban kesimi ile bayramın mânâsını yakından yaşama anlatılıyor.
Yapan Bilir’de, bir makinayı yapan ustanın onun dilinden en iyi anlayan kişi olacağından hareketle, bizleri yaratan Allah’ın da kitapları ve peygamberleri vasıtasıyla emir ve yasaklarını insana bildireceği çocuksu bir anlatımla hatırlatılıyor. Dişim Ağrıyor’da bize verilen organlara iyi bakmamız, onları yerli yerinde kullanmamız ve verilen nimetlere şükretmemiz gereği üzerinde duruluyor. Diğer kitaplarda verilen mesajlardaki ana tema da, çocukları, günlük olaylardan hareketle iyi, doğru ve güzel olana yönlendirmek.
Haydi çocuklar okumaya!
***
Yeni Asya Neşriyat İzmir Fuarında
21 Nisan’da, Uluslararası Fuar Alanında açılan İzmir TÜYAP Kitap Fuarına, Yeni Asya Neşriyat da bütün ürünleriyle katılıyor. 250 seçkin yayınevinin iştirak ettiği fuardaki standımızda, yeni tanzimle yayınlanan Risâle-i Nur Külliyatı başta olmak üzere bütün yayınlarımız indirimli fiyatlarla okuyuculara sunulacak. 29 Nisan Pazar akşamına kadar devam edecek fuar boyunca yazarlarımız kitaplarını imzalayacak, okuyucuları ile sohbet imkânı bulacaklar.
Hepinize hayırlı haftalar diliyoruz.
23.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
İslâma ayna olmak |
|
Sağır bir adamın komşusu hastalanmış. Komşuluk hakkı ya, ziyarete gidecek. Ancak kulakları duymadığı için neler soracağını ve verdiği cevaba karşılık nasıl bir cevap vermesi gerektiğini kafasında tasarlamaya çalışır.
İlk sorusu “Nasılsın?” olur. “Herhalde ne kadar da hasta olsa nezaketen şükür iyiyim” der diye düşündüğünden, “Oh, oh maşaallah” diye karşılık verir.
İkinci sorusu yeyip içtikleri ve kullandığı ilâçlarla ilgilidir. “Neler yeyip içiyorsun? Hangi ilâçları kullanıyorsun?” diye sorar.
Önceki cevabına bozulan komşu öfkelenmiştir: “Zehir yeyip içiyorum” diye cevap verir. Buna da herhalde, şu şu yemekleri yediğini, falan filan ilâçları kullandığını söylemiştir diye, “Afiyet olsun. İnşaallah iyi gelir” der.
Nihayet sağır üçüncü sorusunu sorar: “Hangi doktor geliyor?” diye. Tepesi atmıştır komşunun. Kızgınlıkla, “Ne doktorundan bahsediyorsun kardeşim!” der. “Ben ölüyorum. Azrail’i bekliyorum, Azrail’i.” Buna da herhalde herhangi bir doktor ismi söylemiştir diye, “O iyi biridir. Ayağı uğurludur onun. İnşaallah gelir de seni bir an önce bu sıkıntılardan kurtarır” deyip gönül rahatlığı içerisinde evinin yolunu tutar.
Mesnevî’sinde bu hikâyeye yer veren Hz. Mevlânâ der ki: “Nice insan sağırın hasta ziyareti gibi doğru yoldan saptığı halde doğru yolda ve Allah’ın iyi bir kulu olduğunu, görevlerini hakkıyla yaptığını sanır. Oysa ne kitabı, ne peygamberi dinlemektedirler. Günaha dalmaktadırlar da farkında değillerdir.”
İbadetler, iyilikler gösteriş için, menfaat için yapılmaz. Allah (cc) emrettiği için yapılır ve mükâfat da sadece Ondan beklenir.
Gaflet içindeki insanlar bunun farkında değillerdir. Gözlerini, kulaklarını açacak hakikatlerle onları yüzyüze getirmek gerekiyor. Bu noktada hizmet fedâîlerine büyük görevler düşüyor.
İslâmı bilmediği halde, ondan bundan duydukları, ehil olmayan kimselerden öğrendikleriyle İslâm hakkında yalan yanlış bilgi ve kanaatlere sahip olan insanlara İslâmın sandıkları gibi olmadığını, aksine güzellikler, mükemmellikler dini olduğunu anlatmak icap ediyor.
Bu ise her şeyden önce İslâmı çok iyi bilme, onu lisan-ı halle göstermekle mümkün. İslâma gölge ve perde olacak nitelikteki söz ve davranışlar İslâma zarar getirir.
Hutbe-i Şamiye’de denildiği gibi eğer biz iman hakikatlerini ve İslâmın güzelliklerini hal ve hareketlerimizle göstermiş olsak, dünyanın kıt’aları dahi grup grup İslâma gireceklerdir.
Bütün mesele İslâma ayna olabilmektir.
23.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Bugün yeni bir gün |
|
Bugün bana da, sizlere de hediye edilmiş güzel bir gün. Bugün hepimiz için taze ve revnaktar bir gün. Güneş dünyamıza lamba yapılmış, yeryüzü bizim için baharın güzelliklerini sergilemiş, gökyüzünde bulutlar bizler için küme küme dizilmiş, rüzgâr nazlı bir şekilde gezintisine başlamıştır...
Geliniz bugünü bayram yapalım. Geliniz bugünün önümüze serilmiş hazinelerinden istifade edelim. Geliniz bize gösterilmiş huzurlu dünyaların anahtarlarını elimize alalım. Geliniz bugün boş işlerle uğraşmayalım.
Bugünün de geçmişte yaşadığımız günler gibi bir gün olduğunu söyleyerek gaflet perdesinin arkasına yine saklanmayalım lütfen. Bugün o kara perdeyi aralayalım. Bugünümüz de kayıp günlerden olmasın. Bugünü kazanalım ki aydınlıklar dünyamıza hâkim olsun, karanlıklar afakımızı terk etsin...
Bugün, bir gün daha içindekileriyle birlikte bizlere emanet verilmiştir. Bugün bize verilen emanetler yerli yerinde durmakta ve emanet sahibinin isteği doğrultusunda görev yapma hazırlığı içinde beklemektedirler. Bakınız, bugün vücut fabrikamız en güzel bir şekilde görev yapmak istemektedir.
Bugün dünyayı aydınlatan güneş görevini yapmakta, bugün etrafı yeşil denizi haline getiren nebatat görev başında durmakta, bugün kuşlar izin dairesinde uçuşlar gerçekleştirmektedir.
Bugün bizim ne yapmamız gerektiğini, sizlerin ne yapmanız gerektiğini, bütün insanların ne yapmaları gerektiğini söylememe gerek var mı? Bugün malûmu ilân edeyim mi yine?
Bugün gözlerimizin neler görmesi gerektiğini, kulaklarımızın hangi nağmelerle şenlenmesi gerektiğini, ayaklarımızın bizleri hangi mekânlara taşıması gerektiğini söylememe gerek var mı?
Bugün bütün insanların hangi arayış içinde olmaları gerektiğini, hangi sırların çözümü için gayret etmelerinin lâzım olduğunu, kime kul, kimlerden istiğna etmeleri elzem olduğunu yazmama gerek var mı dersiniz?
Bugünün ben ve bizler için yeni bir fırsat olduğunu, bizler için bir ticaret zamanı olduğunu, bir şeyler ekmemiz gerektiğini, gitmekte olduğumuz uzun yolculuk için azık hazırlamamız gerektiğini söylemezsem de anlamaz mısınız?
Çağrılıyoruz kulluk dairesine bugün. Yaratıcımızı zikredenlerin Serzakiri (asm) bizleri halkaya dâvet etmektedir her zaman olduğu gibi bugün de. Ruhanî âlemin sakinleri büyük bir dikkatle bugün günümüzü nasıl geçireceğimizi takip etmektedirler. Geliniz bugün onları sevindirelim. Geliniz bugün yaptıklarımız için yüzlerini buruşturmasınlar, yaptıklarımızdan dolayı sevinip bizleri alkışlasınlar...
Üstünde yürüdüğümüz taşlar bugün onları ezmemizden zevk alsınlar, sırat-ı müstakîm yolunun yolcularına hizmet etmekten dolayı Rablerine şükretsinler. Bugün mahlukatı üzmeyelim isterseniz. Bütün mahlûkat bizi sevmeye başlasın. Bütün düşmanlıklar unutulsun ve akrabalıklar tesis edilsin bu güzel günde.
Sakın bugünümüz de diğer bazı günlerimiz gibi bizlerden şikâyetçi olmasın. Eğer bugünü memnun edebilirsek, eğer gelecek günleri de memnun etmek için kararlılığımızı ortaya koyarsak, belki geçmişteki günlerle de barışır onların da gönlünü alırız. Belki yaşantımızla, yaşadığımız günlerle tesis ettiğimiz düşmanlıklar son bulur.
Ümitler bizi bekliyor bugün. Ümit deryasına dalalım ki rahmet hazinelerinin kapıları bizlere açılsın. Bugün şaşkınlığımız son bulsun. Bugün kalbimiz nurlansın, aklımız aydınlansın, yolumuz aydınlık olsun.
Günlerimizi bize zehir eden düşman duygulardan kurtulalım bu güzel bahar gününde. Artık alçalmayalım alçakların önünde. Artık acizlikten kurtulup güçlenelim, fakirliğe son verip zenginliği sonsuz olan Sahibimizin gınasıyla zenginleşelim.
Öyle bir gün yaşayalım ki bize ebedî dünyalar kazandırsın. Emaneti Sahibine eksiksiz teslim edelim ki emanete ihanet edenlerin düştüğü çukurlara düşmeyelim. Artık günlerimiz kaybolmasın, bizlere ebedî hayatlar, sonsuz mutluluklar kazandırsın... Günümüz mübarek olsun dostlar...
23.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Cumhuriyet tarihinin Cumhurbaşkanlığı seçimleri |
|
Türkiye, 11. Cumhurbaşkanını seçme/belirleme arefesinde bulunuyor.
Cumhurbaşkanlığı gibi, başbakanlık makamındaki muhtemel değişiklik de haliyle merak konusu.
Ancak, merak ve bekleme süresi bitiyor; genel durum, bugün yarın netlik kazanacak gibi...
Adına "Cumhurbaşkanlığı seçimleri" denilen bu işlemi "Çankaya seçimleri" şeklinde isimlendirmek, aslında daha münasip ve daha gerçekçi olur. Zira, halk denilen cumhur, bugüne kadar doğrudan cumhurbaşkanını hiç seçmedi.
Geçmiş seksen beş yıllık süreç içinde, cumhurbaşkanlarının tamamı genellikle ya tek parti üyeleri, ya askerî dikta yönetimi, yahut da Meclis'teki mebuslar tarafından seçildiler.
Şimdi, sırasıyla 17 kez yapılan seçimler ile toplam 10 cumhurbaşkanının hangi şartlarda ve nasıl bir tarz üzere seçildiklerini tek tek görmeye, anlamaya çalışalım.
(Not: Cumhurbaşkanlığı seçimleri, 1923'ten 1960'a kadarki 37 yıllık zaman diliminde, dört yılda bir yapılırdı. Üstelik, aynı kişi defalarca seçilebiliyordu. 1960'tan sonra ise, seçim müddeti yedi yıl ile ve bir tek defa seçilmek şartıyla sınırlandırılmış oldu.)
1) Mustafa Kemal:
Tam 4 kez seçildi ve toplam 15 yıl müddetle cumhurbaşkanlığı makamında kaldı. Bu uzun zaman zarfında, ikinci bir adayın değil kendisi, ismi dahi söz konusu olmadı.
* İlk seçim, 29 Ekim 1923'te yapıldı. 287 üyeli Meclis'te, seçime toplam 158 vekil iştirak etti. İştirak edenlerin tamamı M. Kemal'e oy verdi.
* İkinci seçim, 1 Kasım 1927'de yapıldı. Meclis'te bulunan 316 üyenin 288'i oylamaya katıldı. Katılanların tamamı M. Kemal'e oy verdi.
* Üçüncü seçim, 4 Mayıs 1931'de yapıldı. 317 üyenin 289'u oy kullandı. Hepsi de M. Kemal'e oy verdi.
* Dördüncü seçim, 1 Mart 1935'te oldu. 399 üyenin 386'sı seçime katıldı ve tamamı M. Kemal'e oy verdi
2) İsmet İnönü:
O da dört kez seçilmek üzere toplam 12 yıl cumhurbaşkanlığı yaptı.
* Birinci seçim, M. Kemal'in öldüğü (1938) 10 Kasım'ın hemen ertesi günü yapıldı. Bu seçimde en etkili rolü Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa oynadı. Meclis'i askerî kordon altına alarak, bütün mebusların İsmet Paşaya oy vermesini istedi. 399 üyeli Meclis'ten oylamaya katılan 348 milletvikilin tamamı İsmet Paşaya oy verdi.
* İkinci seçim, 3 Nisan 1939'da yapıldı. 429 üyenin 413'ü İsmet Paşaya oy verdi.
* Üçüncü seçim, 8 Mart 1943'te yapıldı. 455 üyenin 435'i İsmet Paşaya oy verdi.
* Dördüncü seçim, 5 Ocak 1946'da yapıldı. İlk kez olmak üzere ikinci bir aday seçime katılabildi. CHP'den ayrılan bir grup (DP'liler) Fevzi Paşaya oy verdi. 465 üyeli parlamentodan 451 kişi oylamaya katıldı. Bunların 388'i İsmet Paşayı tercih etti.
3) Celal Bayar:
İlk kez 22 Mayıs 1950'de Cumhurbaşkanı seçilen Celal Bayar, ayrıca 14 Mayıs 1954 ve 1 Kasım 1957'de ikinci ve üçüncü defa olmak üzere toplam üç kez DP'nin adayı olarak cumhurbaşkanı seçildi. Seçimlerde, CHP de aday gösterdiği halde, her defasında Meclis'in 3/2 çoğunluğunun desteğini alan Bayar seçildi.
4) Cemal Gürsel:
27 Mayıs 1960 darbesinden sonra cunta lideri olarak Devlet Başkanlığı görevini üstlenen Gürsel, 26 Ekim 1961'de Meclis'in oylarıyla da Cumhurbaşkanı seçildi. Bu tarihte rakip aday olarak ortaya çıkan Prof. Ali Fuat Başgil, cuntacı generallerin silâhlı dayatmaları sonucu adaylıktan çekildi. Yeni sisteme göre, Cumhurbaşkanları yedi yıl süreyle Çankaya'da oturabilecekti. Gürsel, normal süresi dolmadan önce komaya girdi, aylar süren koma halinden sonra ise öldü.
5) Cevdet Sunay
Genelkurmay Başkanıydı. 28 Mart 1966'da Meclis ekseriyetinin oylarıyla cumhurbaşkanı seçildi.
6) Fahri Korutürk:
1960'ta Deniz Kuvvetleri Komutanlığı görevinden emekli oldu. Cumhuriyet Senatosu üyesi iken, 6 Nisan 1973'te cumhurbaşkanı seçildi. Meclis'te yapılan 15. tur oylama sonucunda seçilebildi.
7) Kenan Evren:
O da tıpkı Cemal Gürsel gibi önce cunta lideri olarak Devlet Başkanı 9 Kasım 1982'de yapılan Anayasa referandumuyla birlikte ve aynı oylamaya endeksli olarak cumhurbaşkanı seçilmiş oldu.
8) Turgut Özal:
Başbakan ve ANAP Genel Başkanıydı. Meclis'teki 450 milletvekilinden oylamaya katılan 285 üyenin 263'ünden destek alarak 3. turda cumhurbaşkanı seçildi.
9) Süleyman Demirel:
Başbakan iken, Özal'ın anî ölümü üzerine, parti grubu tarafından Çankaya'ya aday gösterildi. 450 üyeli parlamentodan 431 üye oylamaya katıldı. 3. turda 244 üyenin desteğini alarak cumhurbaşkanı oldu.
10) Ahmet Necdet Sezer:
Anayasa Mahkemesi Başkanıydı. 5 Mayıs 2000'de 550 üyeli Meclis'ten toplam 330 üyenin oyunu alarak, yine 3. turda cumhurbaşkanı seçilmiş oldu.
GÜNÜN TARİHİ 23 Nisan 1923
Yakın tarihin 23 Nisanları...
23 Nisan, yakın tarihimiz açısından mühim ve dikkate değer günlerinden biridir.
Bu günlerde yaşanan hadiseleri, kronolojik tarihleri itibariyle kısaca hatırlamaya çalışalım.
23 Nisan 1909:
İttihatçıların askerî kanadını teşkil eden ve 10 gün evvel Selanik'te toplanarak yola çıkan Hareket Ordusu, nihayet İstanbul'a vardı.
İstanbul'da 13 Nisan günü vukû bulan "31 Mart Vak'ası" bahanesiyle, İttihatçılar tarafından Rumeli'den derlenip toplanan Hareket Ordusunun başında Mahmut Şevket Paşa vardı. Onun en önemli kurmaylarından biri ise, yüzbaşı rütbesiyle M. Kemal idi.
23 Nisan günü İstanbul'a giren bu derleme/toplama ordu, ilk iş olarak yönetime el koydu ve iktidarı İttihatçılara teslim etti. Birkaç gün sonra da Padişah II. Abdülhamid'i tahttan indirerek onu Selanik'e gönderdi.
Böylelikle, Osmanlı hanedanı ile Selanik hanedanı ülke yönetiminde bir bakıma yer değiştirmiş oldu. Yani, kudretli padişah Selanik'e gönderilirken, Selanikliler de İstanbul'da padişah yetkisini kullanmaya başladı.
Nitekim, yıllar sonra (1922) Osmanlı Saltanatına resmen de son verecek olanlar, yine Selanikliler oldu.
23 Nisan 1920:
Ankara'da Büyük Millet Meclisi (BMM), Cuma namazından sonra okunan hatimler ve duâlar eşliğinde açıldı.
BMM, mahallinden seçilmek suretiyle tesbit edilen 232 meb'ustan, işgal altındaki İstanbul'dan kaçarak Ankara'ya gelebilen 115 milletvekilinin katılımıyla, aynı gün ilk toplantısını yaptı. Meclis başkanlığına ise, M. Kemal seçildi.
23 Nisan, daha sonraki yıllarda "Millî Hakimiyet Bayramı" olarak ilân edildi.
23 Nisan 1923:
Lozan'da 4 Şubat'ta ara verilen konferansa yeniden başlandı.
Yakın tarihte yaşanmış olmasına rağmen, "Lozan'ın iç yüzü" hâlen de tam olarak bilinemiyor.
Meselâ, kafalarda yer alan şu tarz sorular bir türlü cevabını bulamadı:
* Lozan Konferansı neden kesintiye uğradı?
* Görüşmelerin kesintiye uğramasına sebep olacak kadar ağır ve önemli ne gibi maddeler, hususlar vardı?
* Görüşmelerin yeniden başlaması için neler yapıldı ve bilhassa Avrupa temsilcilerini memnun edecek ne gibi tavizler verildi?
* Verilen en büyük tavizlerin "gizli oturumlar"da gerçekleştiği yönünde ciddî iddialar var. (Bkz: Büyük Doğu mecmuasının 29. sayısı.) Burada yer alan "Türkiye'de dinin öldürülmesine karar verildi" şeklindeki iddialar neden cevaplandırılmıyor?
* Antlaşmanın hemen ardından Türkiye'de başlatılan Batılılaşma ve bilhassa İslâmdan uzaklaşma hareketinin perde gerisinde, acaba Lozan'da verilen sözler ve tavizler mi yer alıyor?
23.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Tövbe edildiğinde büyük günah ‘büyük’ değildir |
|
Bursa’dan C. Nurdağ:
*“Bir tv kanalından izlediğime göre, 76 kebair, yani büyük günah varmış. Biz yedi biliyorduk. Kebair konusunu açıklar mısınız? Hangi günahlar kebaire giriyor ve kaç tanedir?”
Günah, Allah’ın yapmamızı yasakladığı davranıştır. Büyük günah ise, yasaklanan davranışın büyüğü, daha çok isyan içereni, daha çok tahribat yapanı, daha çok zarar verici olanıdır.
Haram dairesi, helâl dairesine nazaran dardır; fakat haramların sayısı hiç şüphesiz yedi ile sınırlı değildir.
Bizim nazarımız haramların sayısı üzerinde yoğunlaşmaya değil, haramların özünü kavramaya ve onlardan sakınmaya dönük olmalıdır. Haramların ve günahların sayısı bir hayli fazla olsa da, şunları unutmamalıyız:
1- Helâl dairesi daha geniştir.
2- Her haramın, helâl dairesinde bir muadili muhakkak vardır. Harama girmeye lüzum yoktur.
3- Günahlardan dönüş mümkündür.
4- Dönüşü mümkün olan günahları ilelebet boynumuzda bir leke gibi görmektense, pişmanlıkla, Allah’a sığınmakla, tövbe ve istiğfar ile arınmamız bize inşallah Allah’ın rızâsı kapılarını açacaktır.
5- Attığımız adımın günah olduğunu fark ettiğimiz an, adımımızı geri çekmek, günahta sınırı aşmaktan uzak durmak ve tövbe etmek suretiyle sevaptaki derecelerimizi yükseltmemiz mümkündür.
Nitekim Üstad Bedîüzzaman Hazretlerine göre, esas olan imandır, takvadır, ibadettir. Böyle fesat ve günahlar asrında kalpteki Allah korkusu günahlara karşı en büyük bir silâh ve siper hükmündedir. Bu zamanda farzları işleyen, büyük günahları işlemeyen kurtulur. Böyle büyük günahlar içinde, salih amelin ihlâsla muvaffakiyeti pek zordur. Diğer yandan, az bir salih amel, böyle ağır şartlar altında, çok hükmündedir. Hem zaten Allah korkusu ile günahlardan uzak durmakta bir nevî salih amel vardır. Çünkü bir günahı terk etmek vaciptir. Bir vacibi işlemek, çok sünnetlere bedel sevap kazandırır. Özellikle böyle günahların sel gibi üzerimize hücum ettiği bir asırda, yalnızca günahlardan korunmak suretiyle, yani az bir irade gösterip yüzlerce günahı terk etmek suretiyle, yüzlerce vacip işlenmiş olmaktadır. Madem, şimdiki sosyal hayatta her dakikada yüzlerce günahla karşı karşıya kalıyoruz. Elbette Allah korkusunu ve günahlardan sakınmak duygusunu kalbimizde taşıdığımız her an, yüzlerce sâlih amelin de kapısını çalmış olmaktayız.1
Günahlara karşı en büyük siper tövbe ve istiğfar etmek ve günahlardan vazgeçmektir. Allah’a şirk koşmak hariç olmak üzere, büyük günahları işlemek imansızlıktan gelmediğinden; günah olduğunu inkâr etmedikçe büyük günah işleyen, iman dairesinden çıkmaz.2 Fakat Üstad Saîd Nursî Hazretlerine göre, her günah içinde küfre gidecek bir yol vardır. Eğer işlenen bir günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil, küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırır. Çünkü günah kalbe işlemeye başladığı ve tövbe ile imha edilmediği zaman kalbi karartır ve günahları korkusuzca işlemeye devam etmek kalbin katılaşmasına ve iman nurunun çıkmasına neden olur.3
Oysa tövbe ile günahlardan kurtulmaya bizi çağıran Allah’ın kitabıdır: “Doğrusu Allah kendine şirk koşulmasını affetmez. Bundan başka dilediğini affeder”4 buyuran Kur’ân, bir diğer ayette, Allah’a sığınıldığı, itiraf edildiği ve pişman olunduğu sürece Allah’ın bütün günahları affedeceği şöyle müjdelenir: “De ki: Ey günahta aşırı giderek nefislerine zulmetmiş olan kullarım. Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz O çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.”5
Kur’ân’ın emri büyük olduğu gibi, yasakladığı günahlar da büyüktür. Allah’a şirk koşmak6, adam öldürmek7, zina8, içki, kumar9, anne ve baba hakkını çiğnemek10, yalancı şahitlik yapmak ve yalan söylemek11, hırsızlık yapmak12, gıybet etmek ve sû-i zanda bulunmak13, iftirâ atmak14, livâta15, fâiz16, yetimi azarlamak ve doyurmamak17, domuz eti yemek, ölü hayvan eti yemek18 Kur’ân’da geçen günahların başlıcalarıdır.
Bu günahlardan, kul hakkı ile Allah hakkını bünyesinde barındırma özelliğine sahip yedi tanesini zikreden Allah Resulü (asm) bir hadislerinde günahın böylesinden muhakkak sakınılmasını emir buyurur. Dinleyelim: “Büyük günahlar yedidir: Allah’a ortak koşmak, Allah’ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmek, namuslu kimseye zina isnadında bulunmak, savaştan kaçmak, faiz yemek, yetim malı yemek, hicret ettikten sonra eski cahilliğine geri dönmek.”19
Allah Resulü (asm) bir diğer hadislerinde: “Büyük günahların en büyüklerinden bir kısmı şunlardır: Allah’a ortak koşmak, anne ve babaya sıkıntı vermek, yalan yere yemin etmek”20 buyurur.
Günah hususunda muhakkak bilmemiz ve kulağımızda her zaman küpe olması gereken husus, Allah’ın yasakladığı şeylere yaklaşmamak, küçük veya büyük günahlara karşı Allah’a sığınmak, Kur’ân’da bildirilen günahı günah olarak kabullenmek ve günahta ısrar etmemektir.
Nitekim Peygamber Efendimiz (asm): “Tövbe ve istiğfar edildiğinde büyük günah ‘büyük’ değil, ısrarla işlenmeye devam edildiğinde ise, küçük günah ‘küçük’ değildir”21 buyurmuştur.
Allah bu günahlar asrında cümlemizi günahlardan ve fitnelerden korusun. Âmin.
DİPNOTLAR:
1. Kastamonu Lâhikası, s. 110. 2. Lem’alar, s. 80. 3. Lem’alar, s. 15. 4. Nisâ Sûresi, 4/116. 5. Zümer Sûresi, 39/53. 6. Şuarâ Sûresi, 26/213; Kasas Sûresi, 28/88. 7. Nisâ Sûresi, 4/92, 93; Mâide Sûresi, 5/32; İsrâ Sûresi, 17/33;. 8. Furkan Sûresi, 25/68-70. 9. Mâide Sûresi, 5/5; Nûr Sûresi, 24/2,4. 10. Mâide Sûresi, 5/90, 91. 11. İsrâ Sûresi, 17/23. 12. Bakara Sûresi, 2/283; Nisâ S3uresi, 4/135. 13. Mâide Sûresi, 5(38. 14. Hucurât Sûresi, 49/12. 15. Nisâ Sûresi, 4/112. 16. A’râf Sûresi, 7/80, 81; Neml Sûresi, 27/54; Ankebût Sûresi, 29/28, 29. 17. Bakara Sûresi 2/188, 275. 18. Fecir Sûresi, 89/17; Mâûn Sûresi, 107/2. 19. Mâide Sûresi, 5/3. 20. Câmiü’s-Sağîr, 3/3065. 21. a.g.e., 2/1382 , a.g.e., 3/3416
23.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Emr-i bi’l maruf ile ulu’l emr arasında |
|
The Green Park Otelinde yapılan ‘Fikirde uzlaşı, eylemde birlik’ sempozyumunda Yemenli bir Zeydi alimiyle tanıştım. Vezir ailesinden olan İbrahim Ahmed Vezir ile tanışmamdan büyük keyf aldım. Kendisi Yemen’de yayınlanan El Belağ adlı haftalık gazetenin sahibi ve yazarı. Çok iyi niyetli, halis ve içten birisi. Cin fikirli değil. Özü sözü bir. Yapıcı ve doğru bildiğini kıvırmadan açık yürüklilikle dile getiren bir yapısı var. O haliyle çok sevimliydi ve misafirler arasında kılık kıyafeti ve tavırlarıyla zaten hemen dikkat çekiyordu.
Kendisiyle Yemen üzerine biraz sohbet ettik. Zeydilerdeki emr-i bil’l maruf ve nehyi ani’l münker ilkesinden ve bunun silahlı olmasından bahsettik. Bu hususta kendi mezhebi ve anlayışıyla iftihar ettiği belli oluyordu. Emr-i bil’l maruf konusunda Zeydiler maslahatı bir tarafa bırakmışlar. İbrahim Ahmed Vezir amca ile biraz Sa’de olayları üzerinde konuştuk. Daha sonra gazetesinin internet sitesinde de gördüğüm gibi bu hususlarda tekfirci veya cihadcı selefiliği suçluyorlar. İsyandan ziyade nedeni üzerinde duruyor ve burada neden olarak selefileri gösteriyor. Aslında Irak gibi Yemen de ithal fikirlerin ateşi altında yanıyor. Tarafların siyasi dilinden anlaşıldığına göre, İran ve selefilerin etkisi burada iki kutup olarak beliriyor. İbrahim amcanın da yakındığı gibi bu fikirlerden bir kısmı ithal selefilik anlayışı. İbrahim amca ile selefliğin değil de tekfirci selefiliğin zararları üzerinde anlaştık. Burada önemli olan fiziken ve fikren başkalarına hayat hakkı tanımayan tekelci anlayışların ifa ettikleri kutuplaştırıcı ve olumsuz rol. Böyle baskın ve tekelci gruplar ve anlayışlar var.
Selefilik işin bir yönü ve görünen o ki Zeydiler Selefilik cereyanından rahatsızlar ve olayların bir nedeni olarak da onu görüyorlar. Ama öbür tarafta da tam tersini savunanlar ve Zeydileri veya en azından bir kısmını İran’la bağlantılı gösteren görüşler var. Teşeyyü kampanyası çerçevesinde İran merkezli, Zeydileri imamiye haline getirmek isteyen bir karşı cereyandan ve kutuptan bahsediyorlar. Veya en azından onları ortak Şiilik asabiyeti altında toplamak istediklerinden dem vuruyorlar.
***
İbrahim amca bu hususta İranlıların toplantılar ve gidip gelmeler için bilet ve konaklama gibi yardımların dışında pek yardım yapmadıklarını ve en azından kendisinin böyle bir durumla karşılaşmadığını söylüyor. Aksine daha önce El Kaide kartını oynayan Ali Abdullah Salih’in şimdi de Şiileştirme kartını oynadığını ileri sürüyor.
İbrahim amcanın deyimine göre durum şöyle: Ali Abdullah Salih Amerikalılardan maddi ve siyasi yardım alabilmek için Yemen’de İran projesine karşı durduğu intibaını veriyor ve propogandasını yapıyor. Sa’deli Zeydi isyancılar meselesi de bundan ibarettir. Ali Abdullah Salih ise Ürdün Kralı Abdullah, Suud Kralı Abdullah ve Mısır Lideri Mübarek gibi konuşuyor. İran eksenli Yemen’den Tacikistan’a kadar bir Şiileştirme projesi olduğunu söylüyor. Bu yöndeki bir mektubunu İran Dışişleri eski Bakanı Velayeti eliyle İranlı muhataplarına ulaştırmıştı. Ali Abdullah Salih, Sa’de bölgesinde Havsilerin kalkışmasını şöyle değerlendiriyor: “Bunlar bölgesel politikalar üzerinde başkalarıyla kozlarını paylaşmak ve hesaplaşmak isteyen harici bir takım güç, mihrak ve odakların uzantılarından başka bir şey değildir (20/2/2007, Şarku’l Avsat)”
Burada Yemen Irak ve Lübnan’ın rolünü oynamış oluyor. Toprakları üzerinde bilvekale başka güçler hesaplaşıyor. Zira hem Kürt hem de Şii liderlere göre İran ile ABD Irak üzerinden kozlarını paylaşıyorlar. Ali Abdullah Salih aynısını Yemen için düşünüyor ve söylüyor.
***
Krizin nedenlerinden birisi başkanlık seçimleri ve Ali Abdullah Salih’in yeniden adaylığını koyması ve Araplar arasında siyasi bir moda ve gelenek haline gelen cummelekiyye çerçevesinde (cumhuriyetçi hanedanlık) oğlunu yerine istihlaf etmesiydi. Ali Abdullah Salih bu geleneği bozma pahasına önce adaylığını koymayacağını açıkladı. Büyük taktir topladı ama daha sonra üzerine gelen baskılar üzerine çark etti. Çark etmekle kalmadı oğlu Ahmed’i de yerine geçirmenin hazırlıklarına başladı. Bu da Yemen’i gerdi.
Aslında Ali Abdullah Salih’in önce başkanlık için aday olmayacağını ilan etmesi diğer cumhuriyetçi hanedanlıkları germişti. Böyle bir durum meşruiyetlerini sarsabilirdi. Onlara göre Salih bu adımla yerleşmeye başlayan teamüllerin dışına çıkmaya başlamıştı. Salih çarkederek bu kesimi mutlu etti ama Yemen bunun ateşiyle kavrulmaya başladı. Bu hususta, Yemen’in güçlü İslâmî hareketlerinden olan İhvan pragmatik ve esnek davranıyor. İbrahim amcaya göre onlar 2016 yılına kilitlenmişler ve o zaman tek başlarına iktidara gelmeyi bekliyorlar.
Salih’in yeniden aday olması ve oğlunu veliaht ilan etmesi karşısında Yemenliler üç parçaya bölündüler. Ahmer ve oğulları ayrı cenahlarda yeralırken Sa’deliler veya Havsiler bu işe kazan kaldırdılar. İbrahim amca bunu emr-i bil’l maruf anlayışları çerçevesinde değerlendiriyor. Halkın bir kısmı Ali Abdullah Salih’le birlikte başka adayların da çıkmasını desteklerken Yemen’in Zekeriya Beyaz’ı sayılabilecek ‘ulu’l emirci’ bir takım ulema da Salih varken başka birisinin adaylık koymasını sözkonusu anlayış çerçevesinde gayri meşru görüyor.
Birisi emr-i bi’lmaruf gereği silahlı isyanı savunurken diğeri de ulu’l emr emri gereği Salih’in karşısına bir rakip çıkmasını haram addediyor (El Kuds el Arabi: 06/09/2006). Şaşırtıcı olanı Yemen’in Zekeriya Beyaz’ı sayılabilecek olan ve ‘ulu’l emr’ muktezasınca Salih’e karşı rekabeti yasaklayan Ebu’l Hasan el Maribi’nin ABD’nin terör veya arananlar listesinde yer almasıdır. Bu da Yemen’e has garabetlerden birisi olsa gerek! Yemen’de Amerikalıların da kafası karışmış olmalı. Havsileri mi desteklesinler yoksa Maribileri mi?
23.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Noktalı demokrasi |
|
Haftalık haber dergisi ‘Nokta’nın başına gelenler, Türkiye’deki demokrasi ‘kavga’sını özetler mahiyette. Gazetecileri ‘iyi’ ve ‘kötü’ olarak ikiye ayıran ‘andıç’ ile ‘darbe günlüğü’ ve benzeri önemli gazetecilik konularına imza atan dergi, yayın hayatına son vermek durumunda kaldı.
Tabiî ki her hangi bir derginin kapanması, yayın hayatına başlaması kadar ‘normal’dir. Ama bu, ‘normal şartlar altında’ böyledir. Ekonomik ya da başka ‘normal’ sebeplerle kapanmakla; ‘baskı, yıldırma’ şeklindeki yöntemlerle kapanma birbirinden çok daha farklıdır.
‘Kapatma kararı’nı kamuoyuna duyuran derginin Genel Yayın Yönetmeni Alper Görmüş, haklı olarak; “Bu ülkenin ‘demokrasi’ sözcüğünü ağızlarından düşürmeyen siyasetçilerinin tek bir tanesi bile Nokta’nın uğradığı baskına ilişkin tek bir cümle etmemişken, onun kendisini sanki ‘normal’ bir ülkede yaşıyor, ‘normal’ bir ülkede dergi yayımlıyor gibi hissetmesi mümkün mü?” diye sormuş. (Yeni Asya, 22 Nisan 2007)
Hatırlanacağı üzere Nokta dergisi, son haftalardaki yayınları sebebiyle 72 saat süren bir ‘baskın’a muruz kalmıştı. Bir yandan polis baskını devam ederken, öte yandan da derginin yeni sayısı yayına hazırlanmış ve dergi; “Sözde değil özde demokrasiye kadar aynen devam” başlığıyla çıkmıştı. İşte bu sayı, derginin yayınlanan son sayısı oldu. “Aynen devam” diyen bir derginin, son sayı olmak durumunda kalması ‘normal’ midir?
Görünüşte dergiyi yayınlayanlara bir ‘baskı’ sözkonusu değil. Ancak, böyle bir baskı olmasa herkesin duyduğu, bildiği, çıkış yapan ‘marka’ bir derginin yayınına son verilir miydi? Son haftalardaki yayınları sebebiyle dergi, haklı bir destek görmüş ve neredeyse herkes ondan bahseder hale gelmişti. Bu ‘tanınma’dan sonra, derginin bir anda yayınına son vermek mecburiyetinde bırakılması kim ne derse desin ‘normal’ değildir.
Nokta dergisinin maruz kaldığı açıklan(a)mayan baskıya, siyasilerin tepkisiz kalması da düşündürücüdür. Dergide yayınlanan iddialarda adı geçen kişiler ve ‘eylem’leri hakkında hiçbir işlem yapılmaması, ‘darbe yapmak isteyenler vardı’ haberini yayınlayanların soruşturma konusu olması ‘normal’ midir?
Kanaatimizce “Galip sayılır bu yolda mağlup” diyen Nokta’nın Genel Yayın Yönetmeni Görmüş haklı çıkacak. Çünkü ‘suları tersine akıtma’ çabalarının başarıya ulaşması mümkün değildir. Doğruyu arama meyli ve demokrasi talepleri bir başka zeminde ve bir başka isimle yeniden ortaya çıkabilir, çıkmalıdır. Dergi kapatmakla, gizli açık ‘sansür’ uygulamakla Türkiye ‘geri’ye götürülemez.
Medyanın da bu hadise karşısında gerekli duyarlılığı gösterdiğini söylemek kolay değildir. Elbette geçmiş yıllardaki benzer hadiselerle kıyaslandığında daha gür çıkan bir ‘hayır’ sesi duyuldu, ama yetmez. Arzu etmeyiz, fakat haksızlık karşısında susanlara da sıranın geleceğini unutmayalım.
İhtilâlli, noktalı ve ‘sözde’ demokrasi değil, ‘özde ve gerçek’ demokrasiyle ancak ‘muasır medeniyet seviyesi’ne ulaşabiliriz. ‘Uzatma’ları oynayan sansürcüler kaybetmeye mahkûm...
23.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Soroscu densizler |
|
Kendilerine, “Benim Hâlâ Umudum Var Platformu” adını vermişler. Platformu Hrant Dink’in öldürülmesinden hemen sonra oluşturmuşlar. “Hepimiz Ermeniyiz” pankartı onlara ait.
Malatya’daki olayın üzerinden henüz birkaç saat geçmişti ki tekrar ortaya çıktılar.
Bu kez, “Hepimiz Hıristiyan’ız” olmuşlardı. Hepimiz adına karar verme yetkileri var ya!
Kılıktan kılığa, dinden dine sokuyorlar bizi. Tek tip pankartlar hazırlamışlar.
Ukrayna’da turuncu devrim sırasında kullanılmış. Köşeli değil, yuvarlak olması özellikle tercih edilmiş. Grubun eşit ve katımcı felsefesini yansıtıyormuş.
Hatırlayın canım, Gürcistan’dan sonra Ukrayna’da Soros destekli darbe yaşandı ya! Hani şu gelenlerin gidenlerden beter yolsuz ve hırsız olduğunun ortaya çıktığı Amerikalı ünlü spekülatör George Soros destekli olanını diyorum.
Bu arkadaşlara fena halde kafam bozulmuş durumda. Çünkü yaptıkları bu tür densiz çıkışlarla terörle mücadele konusunda oluşan toplumsal uzlaşmayı dinamitliyorlar. Türk, Kürt, Ermeni demeden Müslüman, Hıristiyan seçmeden teröre karşı oluşan ve oluşması için çaba sarfedilen millî refleksi zedeliyorlar. Şu bir gerçek ki, toplumsal bir karşı duruş olmadan terörle mücadele etmek kolay değil.
İngiltere İra, İspanya Eta, Almanya Baader-Meinhof çetelerini böyle dize getirdi. Daha kısa bir süre önce Madrid ve Londra’da patlayan bombalara on binler, yüz binler sokaklara dökülerek cevap verdi. Bugün terörle mücadelede en etkili silah ne kurşun ne de istihbarat. Öncelikle ama çok öncelikle milletin teröre karşı yekvücut olması. Burada silâhlı mücadeleyi, istihbarat başta olmak üzere terörü önleyici tedbirleri küçümsüyor değilim. Bakın PKK ile mücadelemizde önümüzdeki en ciddî sorun bu. Etnik kökeni itibariyle terörün bir toplumsal tabanı var.
Yani Diyarbakır’daki, Mardin’deki, Şırnak’taki insanlar dağa çıkmadığı zaman terör diye bir sorun kalmaz. Geç oldu ama Türkiye’de bu konuda bir toplumsal refleks oluşuyor. On binlerce insan Hrant Dink’in cenazesinin arkasından o Ermeni olduğu için yürümedi. İnsanların dinî inançlarından ya da etnik aidiyetlerinden dolayı öldürülmesini kabullenmediği için yürüdü.
Bir takım profesyonel terör yuvalarının ülkenin geleceğini karartmasına izin vermemek için sokaklara döküldü. Ve o anlamlı tepkiler ortaya çıktı. Ancak “Hrant Dink’e sıkılan kurşunlar bizi bölmedi, tam tersine birleştirdi” derken bunlar çıktı ortaya. “Hepimiz Ermeniyiz”
Böylece, Hrant Dink’in vurulması talimatını verenlerin toplumsal bilinç karşısında aldıkları en büyük darbeye hayat öpücüğü ile mukabele ettiler. Sanki, “Aman siz ölmeyin. Varlığımızı sizin varlığınıza borçluyuz” diyerek.
Hadi, böylesine büyük bir birlik ve beraberlik gösterisi karşısında bu tür küçük şeylere takılmayalım dedik. Ama orada kalmadı. Baktık ki Malatya’da iğrenç bir cinayet işlenmiş.
Dindarın türbanına, Kur’ân kursuna giden çocuğun elindeki Elifba’sına karşı olan bir zihniyet var. Bunlar aynen Müslüman’ın dindarından rahatsız olduğu gibi Hıristiyanlık faaliyeti yapana da karşılar. Ama bir Müslüman’ın karşı olması gibi değil. Onlar din namına ne varsa karşılar. Bunu yaparken de dinimiz elden gidiyor havasına bürünüyorlar. Bu tür olaylarda bunların gerçek yüzü ortaya çıkıyor.
Tam da onu kuyruğundan yakalayıp, bu ideolojinin arkasındaki örgütlü yapıya ve silâhlı güce ulaşmak için en büyük fırsat yakalanmış, bu kez yuvarlak pankartını kapan bu şahıslar ortaya dökülmüş. Bu sefer hepsi Hıristiyan olmuş. Be adamlar bırakın toplumsal morali çökertip, faillerin üzerine gidilecek enerjiyi milletin diniyle, kökeniyle dalga geçerek yok etmeyi, bilinçli, aydın bir tavır ortaya koyunda, millet arkanızdan yürüsün. Yani “cinayetlerle bölmek isteyenlere karşı çıkıyorum” derken, asıl bölücülüğü siz yapmayın.
Hem size kim verdi o yetkiyi, kimini Ermeni, kimini Hıristiyan ilân ediyorsunuz. Demokratikleşmemizi Soros efendiye borçlu değiliz. Hatta Soros gölgesi olmasa daha hızlı mesafe alırız. Bu yüzden bu arkadaşlara her cinayetten sonra yuvarlak pankartlarını kapıp ortaya çıkmalarını değil, susmalarını öneriyorum.
Sizin yaptığınız bu densizlikler sayesinde milletin aklı karışıyor, morali bozuluyor ve yeterince kenetlenip teröre karşı yekvücut olamıyor.
23.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|