|
|
Davut ŞAHİN |
24 dizisine uyarı |
|
Demek ABD’de de benzeri olay olabiliyor. Amerikan askerî okulu West Point’te görevli bir general, “24” dizisinin yapımcılarını toplantıya çağırarak, dizideki şiddetin sona erdirilmesini istemiş...
Haberi yazan Yüksel Aytuğ, aynı dönemde Türkiye’deki Kurtlar Vadisi polemiğine dikkat çekiyor.
Haberin kaynağı ise New Yorker dergisi... Detaylara baktığımızda olayın şöyle geliştiğini görüyoruz:
İnsan Hakları Derneği/Human Rights First’ün Başkanı David Danzig, ABD’nin Harp Okulu niteliğindeki West Point’ten General Patrick Finnegan ve sosyoloji profesörü Dr.Garry Solis, dizinin yapımcılarını Pentagon’da ağırlıyor... “24” dizisi, günümüz Amerikan saldırganlığının vitrine çıktığı bir dizi. Ünlü aktör Kiefer Sutherland’in canlandırdığı Jack Bauer karakteri ise gerektiğinde “Amerika’yı düşmanlarına karşı savunmak ve menfaatlerini kollamak adına” teröristlere işkence yapmaktan geri durmuyor. Genç subaylar da bu diziyi izledikleri için etkileniyormuş... Aslında bunun bir yalan olduğunu söylemek safdillik.
Amerikalı subaylar genç subaylara kötü örnek oluyor diye “24”e uyarı verirken, Irak’ta yapılan katliam, işkence ve tecavüzleri nasıl örtbas edecekler?
ŞEKER ANKET
“E-Kolay net” bir anket yapmış.
Demiş ki:
“Kenan Doğulu’nun Eurovision için bestelediği ‘Shake It Up Şekerim’ adlı şarkının yarışmada başarılı olacağına inanıyor musunuz?”
Şu ana kadar ankete 36 binin üzerinde katılım sağlanmış.
Şarkıdan ümitli olanların oranı, yüzde 48.
Katılanların yarısından fazlası, yani yüzde 52’si ise umutsuz.
Rakamlara bakalım:
Hayır, inanmıyorum: %52 (20.117 kişi)
Evet, inanıyorum: %48 (18.613 kişi)
Toplam oy: 38.730
Daha önce de ifade etmiştim. Kenan Doğulu bu yarışmayı—velev—birincilikle bitirse ne olur, bitirmese ne olur?
Hiçbirşey değişmez. Eski tas, eski hamam hayat devam edecek. Sertab Erener birinciliği kazandı da ne oldu? Hamaset nutukları atanlar baktılar ki, yarışmaya kazanan Türkiye değil, sadece Sertab Erener...
Demem o ki:
Bu yarışı “milli” duygu haline getirmeyi artık bir kenara bırakalım. Bu sıradan bir yarışma ve biz hayatımıza devam edelim, olmaz mı?
STARLAR MI, SİRK SOYTARILARI MI?
atv yeni bir yarışma daha açıyor.
12 ünlü isim, sihirbazlık, palyaçoluk hatta cambazlık yapacak... Adına da, “Starlar Sirki” diyecekler.
Artık bu yarışma programları düzenleyenler belli ki, can sıkıntısını yenmek için absürd formatla ekrana geliyorlar.
Çünkü bu kadar çok mantar biter gibi program çoğalır mıydı?
Buzda Dans bunlardan biriydi.
Sansasyon bulaştırarak, programı izletir hale getirdiler!
Şimdi de “soytarılık” yaptırarak, izletme derdine düştüler.
22.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Vahim hata |
|
Evvelki cumhurbaşkanı seçimlerinden farklı olarak TSK’nın bu kez sürece doğrudan ve aktif müdahale anlamı taşıyacak tavır ve söylemlerden kaçınmasının olumlu ve memnuniyet verici bir gelişme olduğunda şüphe yok.
Ancak bu durum herşeyin sütliman olduğu şeklinde de yorumlanmamalı. Çünkü Meclisteki çoğunluğuyla cumhurbaşkanını seçecek olan partinin işbaşındaki hükümetiyle Genelkurmay arasındaki ilişkiler pek o kadar düzgün değil.
Nitekim Org. Büyükanıt’ın yaptığı bazı değerlendirmeler için “Kişiseldir, kurumsal görüşü yansıtmıyor” diyen Başbakana Genelkurmay’dan gelen “Komutanın görüşü kişisel değil, kurumsaldır” cevabı bunun en son örneği.
Öte yandan, diğer bazı devlet kurumlarının hükümetle ilişkilerini, tam da Çankaya seçimi öncesinde giderek sertleştirmeleri dikkat çekici.
Sezer’in, Dışişleri’nde tam bir şok tesiri meydana getiren “beşli veto”su hâlâ konuşuluyor. Bakanlık müsteşar yardımcılığı için hükümetin önerdiği beş büyükelçinin de, daha önce benzeri hiç görülmemiş bir tavırla Çankaya’dan geri çevrilmesi, Dışişleri bürokrasisi üzerinden hükümete vurulan çok ağır bir darbe niteliğinde.
Hükümetin ağır kriz boyutuna ulaşan bir büyük sıkıntısı da yargı cenahında patlak verdi.
Yargıtay ve Danıştay’da boşalan üyelikler için aylardır seçim yapamayan Hakimler ve Savcılar Kurulu, önceki gün de kurul üyesi Bakanlık Müsteşarının gelmemesi sebebiyle toplanamayıp seçimi yine sonuçlandıramayınca, iş ciddî bir krize dönüştü.
Kurul adına yapılan açıklamada Bakan sert ifadelerle eleştirilirken, Müsteşarı daha ağır suçlamalara hedef oldu. Ve tarihte ilk kez Kurul, üyesi bir Müsteşar hakkında tutanak düzenleyip yasal işlem başlattı. Hükümetle yüksek yargı, bir bürokrat üzerinden mahkemelik oldu.
Hem de hükümetin böyle sürtüşmelerden uzak olmaya en çok ihtiyaç duyduğu bir sırada.
Bir diğer kriz de hükümet-YÖK ilişkilerinde. Daha doğrusu, bu ilişkiler zaten başından beri kriz zemininde yürüyor. Ama hükümetin çabalarıyla kurulan 15 yeni üniversiteye YÖK’ün re’sen rektör tayin etmeye kalkışması ve hükümete bypass yaparak belirlediği isimleri Çankaya’ya bildirmesi, zincirin en son halkası oldu.
Şimdi Millî Eğitim Bakanlığı YÖK’ün yaptığının anayasaya ve kanunlara aykırı olduğunu, buna rağmen Sezer YÖK’ün rektörlerini tayin ederse meşruiyet tartışması açacaklarını duyuruyor.
Peki, Sezer Bakanlığın uyarısına kulak verir mi? Zayıf ihtimal. Rektörler atanırsa Bakanlığın başlatacağı meşruiyet tartışması bugünden yarına bir sonuç getirir mi? O da şu an için zor...
Aslında bu krizlerin hepsi, AKP’nin bu kadar büyük bir Meclis çoğunluğuyla iktidara gelir gelmez ilk iş olarak yapması gereken temel ve yapısal reformları yapamayışının bir sonucu.
Eğer anayasanın cumhurbaşkanıyla, YÖK’le, yüksek yargıyla, Genelkurmay’la ilgili maddelerini AB kriterlerine uygun hale getirerek yola çıkmış olsaydı, şimdi hem bu krizlerle karşılaşmaz, hem de anayasa korumasındaki yapının ürettiği sorunların da çoğunu çözmüş olurdu.
AKP, tam da final sürecinin son etabında devlet kurumlarıyla kavgalı duruma düşmek suretiyle, bu vahim hatasının bedelini ödüyor.
22.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Ali KAYA |
İzzet-i İslâmiye |
|
“İzzet-i İslâmiye” ve “İzzet-i Milliye” yerine göre bazan aynı anlamı ifade eden iki temel sosyal kavramdır. İnsanları bir arada yaşatarak millet haline getiren din ve dildir. Dil, anlaşmayı ifade eder. Anlaşma ise sadece dil ile olmaz. Aynı dili konuşanlardan çok, aynı duyguları paylaşanlar anlaşırlar. Duygu birliğini ise, din ve iman sağlar. Bunun için sosyal hayatın çimentosu dindir. Dindeki ihmal ve terk, inanç bozukluğu toplumlarda büyük tahribat yapar. Bu da en çok millete zarar verir. Bunun için Bediüzzaman “Hayatın yarası iltiyam bulur (iyileşir). İzzet-i İslâmiyenin ve namusun ve izzet-i milliyenin yaraları pek derindir”1 der.
Hayatta insanların başına gelen felâketler ve insanın başına gelen elim hadiseler zamanla kapanır; ama İslâmiyet’e vurulan darbeler ve milletin maneviyâtına yapılan hücumlar zamanla daha derin yaralar meydana getirir. Bunun için Bediüzzaman “En büyük musibet, dine gelen musibettir” diye bu noktaya dikkatimizi çeker.
İzzet-i İslâmiye, İ’lâ-yı Kelimetullah’ı ilân eden en büyük kuvvettir. Bu da, bu zamanda maddeten terakkîye bağlıdır. Medeniyetin de maddî-manevî her iki kanadının simetrik olarak gelişimine bağlıdır. Eski zamanda İslâmiyetin terakkîsi, düşmanın taassubunu parçalamak, inadını kırmak ve tecavüzâtını defetmek silah ve kılıçla olmuştur. Bu zamanda ise medeniyet hâkimdir. Medeniler de ancak ikna ile gerçekleri kabul edebilir. Bunun için silah ve kılıç yerine hakiki medeniyet, maddî terakkî ve hak ve hakkaniyetin manevî kılıçları düşmanları mağlup edip dağıtacaktır.2
Medeniyet denilince kastedilen, medeniyetin iyilikleri ve insanlığa faydalı ve istirahatına çalışan yönüdür. Medeniyeti insanlığa faydalı hale getirecek olan da yine İslâmiyet’in prensipleridir. Bu sebeple dünya barışını sağlayacak olan yine İslâmiyet olacaktır. İslâmiyetin izzetini korumak bundan böyle medeniyet ve maddî terakkî ile olacaktır.
Tekâmül meyli, insan fıtratına yerleştirilmiştir. Tekâmülün kemali ise dünya ve ahiret saadetinin beraber kazanılmasına yönelik yapılan çalışmalardır. Bunun da en mükemmel şekli İslâmiyet hakikatlerindedir. İnsanlık bir arayış içindedir ve aradığı saadeti mutlaka bulacaktır. Bu zamanda izzet-i İslâmiyeyi korumak bu hakikat-i İslâmiyeyi göstermekle olur. Ne demiş şair:
“Bir gün olur elbet doğar şems-i hakikat,
Hiç böyle müebbet mi kalır zulmet-i âlem?”
Bediüzzaman’ın ifadesi ile “İmanın mahiyetindeki harikulâde şehâmet, izzet-i İslâmiyenin tabiatındaki âlempesent şecaat, uhuvvet-i İslâmiyenin intibahı ile her vakit mu’cizeler gösterebilir.”3 İslâmiyetin izzeti fıtrîdir. Fıtrî meyelan ise mukavemetsûzdur. Bir avuç su, kalın bir demir gülle içine atılsa, kışta soğuğa maruz bırakılsa, meyl-i inbisat demiri parçalar. Korkak tavuk, yavruları yanında şefkat-i cinsiye sebebiyle dehşetli bir cesaretle camusa saldırır. Keçinin kurttan korkusu, ıztırar vaktinde mukavemete inkılap eder. Harika bir cesaretle boynuzuyla kurdun karnını deldiği vâkîdir.4 Kurtuluş Savaşı bunun bir delilidir.
Düşmanın içimizde yaptığı en büyük tahribat, mânen ahlâkımıza vurduğu darbedir. İçimize ahlâksızlık tohumlarını atarak bunu sümbüllendirdi. Bunun için Bediüzzaman “Hayatın yarası iltiyam bulur (iyileşir); izzet-i İslâmiyenin ve namusun ve izzet-i milliyenin yaraları pek derindir” demektedir.
İzzetli olanlar, zillete tenezzül etmezler. Aslanlar güçlü ve izzetli oldukları için ormanda yalnız başlarına yaşarlar. Keçiler ise güçsüz ve zelil oldukları için kuvvetli olmaya ihtiyaç hissederler. Bu ihtiyaçtan dolayı başkasının yardımına samimi yapışırlar. Birliği muhafaza ederler. Ehl-i dalalet zayıf ve zelil oldukları için başkalarının yardımına kuvvetle yapışırlar ve birliği koruyarak güç kazanırlar. Ehl-i hidayet ve ehl-i hakikat ise hak ve hakikate dayandıkları için güçlüdürler. İnsanların yardımı yerine Allah’ın yardımına güvenirler. Bunun için başkalarının yardımına ihtiyaç hissetmezler.5 Bu da onların “Hikmet-i İlâhiye” ve “Meşiet-i Rabbaniye”nin gereği olan ‘hakiki tevekkül’ anlayışından uzaklaştırır. Yani Allah’ın muvaffak etmesi için gerekli olan ‘mü’minler arasındaki ittifakı’ yapmak noktasında tembelcesine bir tevekkül gösterilir. Ehl-i hak, bu anlamdaki ‘yanlış düşündüğü izzetini’ terk etmezse, ihlâsı da kaçırır.6 Bunun için hakiki tevekkül olan azim ve gayret ile beraber sonuca odaklanmadan çalışmak İslâmın izzeti için şarttır.
İzzetli olan insan hileye ve ikiyüzlülüğe tenezzül etmez. Hile ve ikiyüzlülük ise nifaktan kaynaklanır. Nifakı doğuran ise, garaz, gurur ve kibirdir. Kemal ve şerefin ölçüsü, hakikati muhafaza, gururu men ve tekebbürü defeden İslâmiyet’tir. İslâmiyet’in hakikatlerine sarılmaktır.
Dipnotlar:
1- Hutbe-i Şamiye, 125 (Hakikat Çekirdekleri, 47)
2- Hutbe-i Şamiye, 41
3- Sünuhat, 106
4- Hutuvât-ı Sitte, 23–24
5- Lem’alar, 2005-İstanbul, s. 379
6- A.g.e.
22.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
‘Örtbas etme girişimi’ |
|
Bir tevafuk eseri Nevruz günü yani dün Moral FM’de Sırrı Er’i dinliyordum. Tam da benim üzerinde olduğum bir konuyu sabah kuşağına taşımıştı. Önce Prof. Dr. Niyazi Öktem konuştu. Ardından da Cizre eski Belediye Başkanı Haşim Haşimi, Mehdi Zana’nın sözlerine cevap verdi. Kürtlerin İslâmdan uzak oldukları sözlerinin gerçeklere ters düştüğünü ve Şarkın ulema yatağı olduğunu ve âlimlerin İslâm ve Hazreti Peygamberle ilgili yüzlerce divan yazdıklarını hatırlattı. Memu Zen’in yazarı Ahmed Hani, Halid Bağdadî ve nice diğerleri gibi.
Bu değerlendirmelerin odağında olan PKK, doğrudan ve dolaylı olarak kullanılıyor. Zira hareketin yöntemi ve eylemleri buna müsait. En son olarak Abdullah Öcalan Başbakan Erdoğan için “Bana sayın diye hitap etti” diyerek ortalığı bulandırdı ve karıştırdı. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül de bu ifadeyi yalanlamış ve bunun muhtemelen cumhurbaşkanlığı seçimleriyle bağlantılı bir yönlendirme/manipülasyon olduğunu ifade etmiştir. Bir an Başbakan’ın üslûbundan dolayı gayr-i maksut bir şekilde Abdullah Öcalan için ‘sayın’ dediğini farzedelim. Tam da cumhurbaşkanlığı seçimleri arefesinde yani kritik bir ‘timing’ (zamanlama) ile bunu söylemesi kendini kurtarma mı yoksa harcama mı amacı taşır?
Öcalan’ın isnadı bu konjonktürde belden aşağı vurma anlamına gelir. Bilindiği gibi 28 Şubat sürecinde Şemdin Sakık gibi isimler farkında olmayarak ve kendileri dışında bir takım andıçlara malzeme yapılmışlardır. Zira dediğimiz gibi PKK’nın kendisi baştan beri manipülatif bir figür ve unsurdur. Kullanıcılar değişse de kullanılma vasfı hiç değişmemiştir. PKK ve yandaşlarının en problemli alanı da dindir. Dinin yapıştırıcılığını önlerindeki en büyük engel olarak görürler. Oysa ki tam aksine kamuoyu karşısında kendilerini dinle barışık gösteriyorlar. Ama kendi kendilerine kaldıklarında ve içlerinde, en azından dine ve özellikle de İslâmiyete karşı mesafeli durdukları görülüyor.
Mehdi Zana Tempo’ya konuşarak bu özelliklerini dışa vurmuş ve faş etmiştir. Dine karşı açıktan ender çıkışlardan birisini yapmıştır. İyi ki yapmıştır; en azından ehl-i gafleti ikaz eder. Tempo dergisine konuşmasında şu ifadeyi kullanmıştı, “Kürtler, İslâmiyeti kabul ettiklerinde kaybettiler...” Ardından Vakit gazetesi de ‘Namaz kılmam, oruç tutmam’ dediğini aktardı. Vakit gazetesi bu ifadeleri Tempo’dan önce aktarsaydı belki birçokları Vakit yazdığı için inanmayabilirdi.
***
Yine de Zana ‘sümme tedarik’ nevinden bilahare Vakit gazetesinden bu sözlerini yayınlamamasını istirham etmiştir. Bu duygu ve düşüncelerinin halktan saklı kalmasını istemiştir. Yani sözlerini örtbasa yeltenmiştir. İşte asıl korkunç olan da bu. Maalesef PKK benzeri bütün ideolojiler popülizm yapıyor yani inandıklarını veya inanmadıklarını halktan gizliyorlar. Böylece karşımıza tanımsız bir ideoloji çıkıyor. Bu Bediüzzaman’ın tabiriyle nifak cereyanı ve deccalizmdir.
Vakit’e konuşmasında Zana önce, “Oruç tutmam, namaz kılmam. Ben sosyalistim, laik bir insanım” demiş ardından da ‘ağzımı tutamadım ve bunlar ağzımdan kaçtı. Bunları kamuoyuyla paylaşmam doğru olmaz, saygınlığım elden gider ve zemin kaybederiz. Lütfen yayınlamayın’ demek istemiştir.
Bana Zana bir zamanların Fatsa’lı Terzi Fikri’sini hatırlatıyor. Kutlu doğum münasabetiyle yüzbinlerin yürüdüğü Diyarbakır’da elbette bu tür sözler sarfetmek Müslüman mahallesinde salyangoz satmakla eşanlamlı olur. Asıl suç bu sözleri sarf etmek değil bu fikirde ve inançta olmak ve bunları halktan gizlemektir. Mehdi Zana yine Vakit’in, “Abdullah Öcalan’ın dine bakışı da böyle mi?” sorusu üzerine, “Ben bu konuyu onunla hiç tartışmadım. Bu konu hiç gündemimize gelmemiştir. Ama şu var, Abdullah solcu olduğuna göre.. Sayın Öcalan da böyle düşünüyor. Bu tür şeylere izin vermez” demiş. Yani ‘o da benim gibi düşünür’ demek istemiş.
Aksi olsa şaşırtıcı olurdu. Vakit’in bu yöndeki haberi şöyle devam ediyor: “Mehdi Zana, görüşmemizin ardından telefonla yeniden arayarak ilginç bir istekte bulundu. Görüşmemizde sürekli ‘din istismarından’ dem vuran Zana, ‘Namaz kılmadığım, oruç tutmadığım konusundaki sözlerimi lütfen yazmayın’ dedi. Zana ‘nedenini’ sorduğumuzda ise; ‘Konu açıldı, sordunuz, bunu söyledim. Namaz kılmıyor, oruç tutmuyor olmam toplum içinde hoş karşılanmayabilir’ ifadelerini kullandı...” İşte bu ifadeler tam popülizmdir ve halkı kandırmaktır. Maalesef Şark halkı bir takım konularda paranoya derecesinde hassas olmasına rağmen böğründen çıktığı için PKK’nın tehlikesini göremiyor veya kurbiyet itibarıyla tedbir alamıyor. Halbuki gaflet perdesini yırtmanın vakti geldi. PKK ve Mehdi Zana gibilerinden Kürtlere yar olmaz.
***
Hem Selâhaddin Eyyübi, hem de Bediüzzaman’ın istismar edildiğini ileri süren Zana, Kürt meselesinin ittihad-ı İslâm zemininde veya din kardeşliği zemininde çözülemeyeceği iddiasında bulunuyor ve bunu iddia etmenin din istismarı olduğunu söylüyor. Aslında böylece hem bir taraftan Bediüzzaman ve Selâhaddin Eyyübi’nin istismar edildiğini savunurken diğer taraftan da onları istismarcılıkla suçlamış oluyor.
Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu! Dini eğitimin dinle alâkası olmadığını da ileri sürüyor. Demek ki dinsizliğin dinle bir alâkası var ve oluyor. Bu istismar olmuyor da nazarında dindarların dini telkin etmeleri istismar oluyor! Bu işte tanımsız bir ideoloji ve nifak cereyanıdır.
Zana başörtülülerin hak aramasını da istismar sayıyor. Sanki ikinci bir Muazzez İlmiye Çığ. Bununla da kalmıyor ve Diyarbakır’daki Hintli Baba türbesiyle Hindi Baba diye alay ediyor ve halkın duygularını hafife alıyor. PKK kamplarında mescid olduğunu sanmadığını ve aksine kamplarda ateizm propogandası yapılmasının eşyanın tabiatına uygun olduğunu da sözlerine ekliyor...
Gerçek şu ki; Kürt halkının gerçek nevruzu (yeni günü) bu tiplerle ilişkisini kestiği ve bunlardan teberri ettiği gün başlayacaktır.
22.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Mart ayında dört kabul |
|
Mart ayı, Türkiye’nin refleks haritasının çok farklı gündemlerini ve tarihî geçmişinin kilometre taşlarını bir arada tutuyor. Yaşanan tarihî süreçte, önemli olaylara atıf yaptığımız bu ayda, bakış farklılıklarını kabullenme yerine çatışma kültürünü kendine özgü bir şekilde elinde tutma psikolojisi, ortak günlerin politikleşmesi ve devletleştirmesini netice vermektedir. Hatırası yaşanılası günler, polemikleri meydana taşıyan bir üsluba ve ayrışmaya kayıyor.
Tarihî günler ve topluma ait muvaffakiyetler, ortak değerlerimizdir. Bir zümre veya grubun kendinden menkul kerametleriyle veya ideolojik ulusalcı propagandalarla kitlesel değeri korunamaz. Özellikle resmî ideoloji bağlamında, herşeye ve milattan önceki tarihe bile neredeyse laiklik yorumuyla bakmak, tam bir ucube ve gülünçlüktür.
En yakın örneği 18 Mart Çanakkale zaferinde yaşadık. 1915’te Osmanlı Devleti vardı. Osmanlı Devleti kültüründe vatan müdafaasını herkes beraberce yapmıştı ve maneviyattan beslenen bir kuvvetle imanın sarsılmaz gücü de sonucu etkilemişti.
Bütün bu kesitlerden habersiz, devlet ricalinin o klasik, defalarca aynı cümlelerin yerini değiştirerek, laiklik bağlantılı bir söylemle demeç patlatmak ve Çanakkale ruhunu Kemalist bir süzgeçten geçirmek, herhalde akla sığması en zor bir yorum ve bakış olsa gerek.
Mart ayından girmişken, 12 Mart tarihi ile ilgili iki önemli konuyu da hatırlayalım. 12 Mart’ın iki yönü var. Biri, İstiklâl Marşının yazıldığı, destansı şahlanışın şiirle ruhumuza iman ve coşku kattığı yönü…
Diğeri ise, bilinen askerî muhtıra. 1971 yılında işbaşındaki demokratik hükümeti devirmeye yarayan bir muhtıra ile askerin millî iradeye müdahale etmesidir. İstiklâliyetimizi şiirleştirdiğimiz ve Birinci Dünya Savaşından imparatorluğu kaybederek çıktığımız, her şeye rağmen işgal kuvvetlerini Anadolu topraklarından çıkardığımız dönemin anısına aziz hatırasını, Mecliste tebşir ettiğimiz ruha ters ve aykırı bir eylemdir 12 Mart muhtırası.
İki ayrı dünyanın iki ayrı tecellisi aynı güne düşmüş. Herkes kendini haklı gösterecek mazeretlere sığınarak ve karşı görüşlerle çatışarak yeni kaoslara yönelebilir. Ya da uzlaşma kültürüne kapı açacak bir ibret ve ders alma sürecini, yeni bir dönemin başlangıcı olarak da görebilir.
Benzer şekilde 18 Mart Çanakkale ruhunu, özellikle son yıllarda tamamen belli kesimin resmî propagandalarına emanet edecek bir gayretkeşliğin sırıtan yüzüne mukabil, milletin mukadderatını belirleyen bir dönem olarak da düşünebiliriz.
21 Mart’ı nevruz gününü, ırkların ayrışma ve birbirini bastırma günü olarak değil de, ortak kültürümüzün bir nişanesi ve sevinci olarak görürsek, birlik ve beraberlik ruhuna daha fazla hizmet etmiş oluruz.
Nevruzun tarihsel kavgası ve indirgemeci mantıklarından kurtulup hepimizin içini açacak bir bahar kutlaması ve “Nevruz-u sultani” görme heyecanı daha ferahlık ve sevinç aşılar.
Devletlerin aidiyetleri zorlayan ve resmileştiren kutlama sığlığı ne kadar kontrollü ve daraltıcı ise benzer şekilde güneydoğuda bunu yeni çatışma ve gösterilerin alanına çevirmek de o kadar yanlıştır.
Aslında topluma mal olması gereken bir günümüz daha var: 23 Mart 1960. Bediüzzaman’ın vefat yıldönümü. Bediüzzaman, çoğunluğun üzerinde uzlaşabileceği, akıl ve kalp dengesinde, din ve bilim çerçevesinin birey ve toplum merkezli analizlerini ortaya koymuş bir mütefekkirdir. Fikirleriyle ortak payda tanımını herkese şamil tutan ve ülkenin birliğine ciddi mânâda katkı yapan bir şahsiyettir.
Muhtırayı saymazsak, 12 Mart, 18 Mart, 21 Mart ve 23 Mart günleri tarihî köklerimizde birleştirici ruhun emarelerini taşıyan abidevî mesajlarla dolu kesitlerdir. Geçen yüzyılın sağlam kültür ve inanç miraslarıdır.
Gelin Mart ayını “dert ayı” olmaktan çıkarıp, kucaklayıcı birbirine yakınlaştırıcı birlik ruhunu sembolleştiren bir ay yapalım. Bu ayın adı “birlik ayı” olsun. Dirlik ve güzellik koksun. Beraberce düşünmenin, kabullenmenin ve sevinci paylaşmanın, tarihten ders almanın adı olsun.
Lütfen ayrıştırıcı mesajlardan ve ırkçı söylemlerden biraz daha uzaklaşalım ki, birbirimize yakınlaşalım.
Mart kronolojisindeki sırayla; Çanakkale, İstiklal Marşı, Nevruz ve Bediüzzaman...
Dördü de kabulüm. Çünkü mütemmim cüzler. Millî şuurun kodlarını taşıyorlar: Zafer, duygu, sevinç ve tefekkür.
22.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Sevgi olunca |
|
“Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücududur, hem şu kâinatın rabıtasıdır, hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan kâinatın en câmi meyvesi olduğu için kâinatı istilâ edecek bir muhabbet o meyvenin çekirdeği olan kalbine derc edilmiştir”1 diyor Bediüzzaman Hazretleri ve bu muhabbetin imanın bir nuru olduğuna dikkat çekerek Cenâb-ı Hakkın bu ihsanla önümüze sonsuz bir nimet, saadet ve lezzet sofrası açtığını belirtiyor.2
Bu seneki Bediüzzaman Haftası faaliyetlerini işte bu kâinatın bir varlık sebebi, rabıtası, nuru ve hayatı olan sevgi teşkil ediyor.
Geçtiğimiz Pazar günü, Risâle-i Nur Enstitüsünün İstanbul Lütfi Kırdar Spor Salonunuda düzenlediği panelde ilim adamları sevginin toplumsal barışı sağlamada yeri ve önemi üzerinde durdular.
Ülkemizin değişik köşelerinde devam eden etkinlikler çerçevesinde değerli dostlarımız Halil Yeşilkaya ve Abdullah Koyuncu’nun Nevşehir-Niğde-Aksaray Risâle-i Nur Enstitüsü temsilcilikleri adına düzenledikleri Bediüzzaman ve Sevgi konferansına biz de 18 Mart Pazar günü Nevşehir Belediyesinin Kapodakya Kültür Merkezi Salonunda Bediüzzaman’a göre ailede sevgi üzerinde durduk.
1200 kadar kişinin tıklım tıklım doldurduğu salonda bilhassa aile husursuzluklarının boy göstermeye başladığı günümüzde küçük bir dünya ve Cennetimiz olan aile hayatında sevginin önemini anlatmaya çalıştık. O küçük dünyamızı Cennete çeviren İslâmın ihya edici hakikatlerinden bir kısmına dikkat çektik. Bütün mesele değerlerimize sımsıkı sarılmaktı. Yoksa aile hayatımız da, toplum hayatı da mahvolurdu.
Akşam da Nevşehir Yeni Asya temsilciliğinde dostlarla Risale-i Nur’un ülfet ve ünsiyet perdelerini yırtan, şok tesiri yapan hakikatlerini mütalaa imkânı bulduk. Pazartesi günü Nevşehir Ticaret Borsası Konferans salonunda hizmet ehli hanımlarla sohbetimiz oldu. Sonra da Üstadın talebelerinden değerli Hasan Okur Ağabeyimizi ziyaret ettik, tecrübe ve hatıralarından faydalandık. Aynı günün akşamı Ürgüp’te Nur’a müştak gençlerle beraberdik.
Misafirperverliğiyle bizi mütehassis eden muhterem arkadaşımız Abdullah Koyuncu Salı günü bize Kapadokya Bölgesini gezdirdi. Kaymaklı’da, Göreme’de, Zelve’de zamanın zulümlerinden kaçan 11. asır Hıristiyanlarının nasıl dağları oyup sığınak edindiklerini ibretle seyrettik. Aynı gün Kayseri’ye geçtik, Ali Göllü kardeşimizin öncülüğünde Kayserili hizmet ehli bayanlarla bir sohbetimiz oldu.
Böylece üç günlük dostlar ziyaretini tatlı bir hatıra olarak mazi sayfalarımıza kaydettik.
Dipnotlar: 1- Sözler, s. 322. 2- A.g.e., s. 324.
22.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Sevgi sebepleri ve çeşitleri |
|
Bir şeyi, “lezzetinden, menfaatinden, güzelliğinden veya mükemmelliğinden” dolayı severiz. Herhangi bir sanat eserinden lezzet ve menfaat alınamayabilir; ancak mükemmelliği, kusursuzluğu onu sevdirir.
Diğer taraftan “iman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet” gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve manevî kaleler de sevgi sebebidir.1 Yani, insan, iman kardeşini sevebilir, karşı cinsi sevebilir ve hemcinsini, yani, insanı insan olduğu için sevebilir. Burada din, vatan, meslek veya başka bir ortak payda şart değildir. İnsan sırf insan olduğu için sevilebilir.
Sevgi çeşitlerine gelince: İslâm literatüründe hakiki ve mecazi olmak üzere iki kısma ayrılır. Meşrû-gayrimeşrû, müspet-menfî sevgi şeklinde de incelenebilir.
Hakiki sevgi: Soyut olarak sevgiyi, sevgi mahalli kalpleri, sevenleri, sevgi sebeplerini Habib-i Mutlak olan yüce Allah yaratmıştır. Habib ismini zerrelerden kâinat simasına kadar her şeye yansıtmıştır.2
İşte hakikî sevgi, sevgi sebeplerini aşarak her şeyi O’nun adına sevmek, O’nu hatırlamaktır. Anne-babamızı, çoluk çocuğumuzu, eşimizi, dostumuzu; peygamberler ile sahabelerini, evliyaları, ilim ehlini ve meşrû olan her şeyi doyasıya severiz.
Zaten psikolojik yapımız gereği, evvelâ kendimizi, akrabalarımızı, milletimizi, hayat sahibi diğer yaratıkları, dünyayı ve kâinatı sever; doyuma ve mutluluğa ulaşırız.
Her şeyi, yüce Rabbimizin Habib, Rahim, Vedûd gibi sonsuz isim ve sıfatları hesabına seversek; sevgimizin gücü de sonsuzlaşır. O takdirde, Allah’ı tanımaktan gelen sevgi, en büyük maya ve iksir olur.3 Zira pek çok âyette olduğu gibi, Allah, sırat-ı müstakim denen doğru yolda olanları sever, temiz olanları sever,4 iyilik yapanları sever, merhamet edenleri sever, sevenleri sever. Dolayısıyla kendi cüz’î, basit sevgisiyle O’nun sonsuz sevgisini birleştirenler, sonsuz bir sevgiye kavuşmaz mı? Allah dostlarının güçlü olmasının sırrı budur. Gerçek sevgi; “sevgi parçalanmasını” da önler.
Mecazî sevgi: Bizzat nefis ve madde hesabına, onların fani, geçici, solan, yok olan yönlerine olan sevgidir. Meselâ, bir elmayı, O’nu anmadan, O’nun Habib isminin yansımalarını düşünmeden şuursuzca yemek...
Mecnun’un ilk zamanlar Leyla’yı, Leyla’nın Mecnun’u sevmesi, mecazî sevgiydi. Sevgi ve sevgililerin yaratıcısı yüce Allah, Leyla’yı da yaratmış. Dolayısıyla hakiki sevgiye, yani, Mevlâ’ya ulaşmak için Leyla’yı terk etmek gerekmez. Zira Leyla’yı da Mevlâ vermiş; içine kalbi, kalbinin içine de sevgiyi O koymuş. Mevlâ yerini Leyla sevgisi almamalı, perde ve gölge olmamalı. Yalnızca, Mevlâ, kalbe karşılık en nazik ve nazenin bir kalp, ahsen-i takvîm (mükemmel, güzel kıvamı) olarak yarattığı için sevmeli.
Hakiki sevgi ile mecazi sevgi arasındaki inceliği fark etmez, dengeyi sağlayamazsak, kalp fani sevgililer adedince parçalanır; ruhumuzun dengesi bozulur.
Düşmanlık ve sevgi, ışık ve karanlık gibi zıt unsurlardır; ikisi gerçek anlamda kalpte birleşmez. Eğer sevgi sebepleri üstün gelerek kalpte bulunsa, düşmanlık mecazi olur, acımaya dönüşür. Şayet düşmanlık sebepleri kalpte daha üstün gelip hakiki olarak bir kalpte bulunsa, o zaman da sevgi mecazi olur; yapmacıklığa, dalkavukluğa dönüşür.5
Düşmanlık karanlık ve kirlilik olduğuna göre, onu ancak sevgi ışığı ile yok eder, muhabbet suyu ile arındırabiliriz. Yakıtı iman nuru olan sevginin ışığı içimize girse, diğer duygularımız da aydınlanır, enerji alır. Dışımıza aksederek muhataplarımıza ulaşır. Gittiği yerden de aldığı güçle, katlanarak bize döner.
Dipnotlar: 1- Hutbe-i Şâmiye, s. 58.; 2- Sözler, s. 321-322.; 3- Mektubat, s. 434.; 4- Bakara Sûresi: 222.; 5- Mektubat, s. 107.
22.03.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Üç yüz milyar Müslüman ve Risâle-i Nur |
|
İzmit’ten Okuyucumuz: “Şuâlarda Hazret-i Üstad ‘üç yüz milyar Müslüman’dan bahsediyor. Bu rakamın hikmeti nedir?”
Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, üç yüz milyar Müslüman’dan, Denizli hapishanesinde tecrid-i mutlakta ve haps-i münferitte iken Mahkeme heyetine verdiği müdafaasının son parçasında bahsediyor. İkinci gün “berat” getiren müdafaanameden bir kısmını buraya alalım:
“Efendiler! Reis Bey! Dikkat ediniz! Risâle-i Nur’u ve şakirtlerini mahkûm etmek, doğrudan doğruya küfr-ü mutlak hesabına, hakikat-ı Kur’âniye ve hakâik-i imaniyeyi mahkûm etmek hükmüne geçmekle; bin üç yüz seneden beri her senede üç yüz milyon onda yürümüş ve üç yüz milyar Müslüman’ların hakikate ve saadet-i dâreyne giden cadde-i kübrâlarını kapatmaya çalışmaktır ve onların nefretlerini ve itirazlarını kendinize celp etmektir. Çünkü o caddede gelip gidenler, gelmiş geçmişlere dualar ve hasenatlarıyla yardım ediyorlar. Hem bu mübarek vatanın başına bir kıyamet kopmaya vesile olmaktır.
“Acaba Mahkeme-i Kübrâda, bu üç yüz milyar davacıların karşısında sizden sorulsa ki: ‘Doktor Duzi’nin, baştan nihayete kadar serapa İslâmiyet’iniz ve vatanınız ve dininiz aleyhinde ve frenkçe Tarih-i İslâm namındaki eseri ki, zındıkların kütüphanelerinizdeki eserlerine, kitaplarına ve serbest okumalarına ve o kitapların şakirtleri, kanununuzca cemiyet şeklini almalarıyla beraber, dinsizlik veya komünistlik veya anarşistlik veya pek eski ifsad komitecilik veya menfı Turancılık gibi siyasetinize muhalif cemiyetlerine ilişmiyordunuz? Neden hiçbir siyasetle alâkaları olmayan ve yalnız iman ve Kur’ân cadde-i kübrâsında giden ve kendilerini ve vatandaşlarını idam-ı ebedîden ve haps-i münferitten kurtarmak için Kur’ân’ın hakikî tefsiri olan Risâle-i Nur gibi gayet hak ve hakikat bir eseri okuyanlara ve hiçbir siyasî cemiyetle münasebeti olmayan o hâlis dindarların birbiriyle uhrevî dostluk ve uhuvvetlerine cemiyet nâmı verip ilişmişsiniz? Onları pek acip bir kanunla mahkûm ettiniz ve etmek istediniz?’ dedikleri zaman ne cevap vereceksiniz? Biz de sizlerden soruyoruz.”1
Risale-i Nur’un temsil ve tebliğ ettiği, açıkladığı ve şerh ettiği, yenilediği ve delillendirdiği, hayat verdiği ve müdafaa ettiği hakikatler ve inançlar; İslâmiyet’in bin dört yüz seneden beri neşrettiği iman esaslarından başka bir şey değildir. İslâmiyet’in iman esasları, yaklaşık bir hesapla; geçen bin yılda, her yıl üç yüz milyon olmak üzere, yaklaşık üç yüz milyar Müslüman’ın sahip olduğu, inandığı, iman ettiği, yaşadığı, hayat bulduğu ve uğrunda öldüğü inançlardır. Bu inançların başında da Tevhid hakikatleri gelmektedir ki, Risâle-i Nur baştan sona Tevhid hakikatlerine âdeta kilitlenmiş vaziyettedir.
Zira imanın selâmeti Tevhid hakikatlerini kavramakla mümkündür. Hayatın huzuru ve emniyeti Tevhid hakikatlerini idrakle mümkündür. Âhiretin saadeti Tevhid hakikatlerini kalplerde ihya etmekle mümkündür. Baki Cennete ulaşmak; Tevhid hakikatlerini aklın tasdiki, kalbin şehâdeti ve ruhun teslimiyeti ile mümkündür.
Tevhid hakikatleri ise, asayiş açısından suç ve cürüm teşkil etmek bir yana; kalplerde Allah sevgisini ve Allah korkusunu en sıhhatli biçimde yerleştirdiği için, sırf devlet idaresinin hikmetleri noktasından değerlendirilse bile asayişin teminine yardımcı olacağı şüphe götürmez. Çünkü Allah sevgisini ruhunda gerçekten yaşayan kimse vatanını, milletini, insanlığı ve tüm canlıları özünden sever ve insanlığa hizmette özgünlüğü, öz güveni, özveriyi, fedakârlığı ve verimliliği yakalar. Allah korkusunu özünde duyan insan da haksızlık yapmaz, hırsızlık yapmaz, yolsuzluk yapmaz, arsızlık yapmaz, tembellik yapmaz, hıyanet etmez, vatanını satmaz, milletini arkadan vurmaz, cana kıymaz; gönül bile kırmaz.
Asrımızda bu noktada tahşidâta ve yoğunlaşmaya çok ciddî ihtiyaç vardır. İşte Risâle-i Nur böyle bir ihtiyaçtan doğmuş, böyle bir ihtiyacın ürünü olmuştur. Bu yoğunlaşma Risale-i Nur’da; yüksek bir vazife halinde tecelli etmiştir.
Dolayısıyla Risâle-i Nur, bin dört yüz yıldan beri yaşamış ve yaşamakta bulunan üç yüz milyar Müslüman’ın tutan eli, konuşan dili ve inanan yüreği olmuştur. Çünkü saf ve salt imanı müdafaa etmiştir. Suça mesnet teşkil edecek tek bir satırı yoktur. Bütün mahkemelerin Risale-i Nur davalarına beraat vermesi bunun delilidir.
Dipnotlar: 1- Şuâlar, s. 256
22.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Raşit YÜCEL |
Muhabbet fedâileri |
|
Tâ asrın başında Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri bir tesbitte bulunmuştu: “Biz muhabbet fedâileriyiz. Husûmete vaktimiz yoktur.”
Bu sıfat, asrı kucaklayan bir mefkûre halinde devam etti. “Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur” diyordu.
İşte 17-27 Mart “Bediüzzaman Haftası” olarak ilân edildi.
O, manevî yangını söndürmek için hayatını bu milletin saadetine fedâ etti. İdamına hükmedenlere bile salâh ve iman temennî ediyordu. Bir şefkat abidesi idi. Çok dehşetli zulüm ve zindanlara rağmen bu milletin güzel geleceği ve elli yıl, yüz yıl sonrasının manevî tehlikelerini bertaraf etmek için nadide eserler telif etti. Yüz otuz parça, altı bin küsur sayfalık Risâle-i Nur Külliyatı dünyanın birçok diline tercüme edildi.
O, hizmetini kendi şahşı ile sınırlamadı. “Mevtim, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek” diyordu. Gelecekten emindi.
Etkin ve yetkin kimseler onu bir cüzzamlı gibi gösterdiler. Ama onun husûmete vakti yoktu. Hatta husûmete husumeti tavsiye etti.
Muhabbeti, sevgiyi İslâmiyetin bir mizacı, rabıtası olarak kabullendi.
“Âlem-i İslâma indirilen darbelerin en evvel kalbime indiğini hissediyorum” diyordu.
“Risâle-i Nurlar yasak olmaz” derken geleceğe ümit ile bakan bir şevk ve heyecan insanı idi.
Yapılan onca zulüm ve işkencelere rağmen talebelerine intikam almamalarını tavsiye etti. Bu memleketin mânevî bir mahsülü olan Risâle-i Nur’daki Kur’ân’ın hakikatlerinin en yüksek ses ile duyulmasına, hem kendisi, hem de talebeleri bütün gayretleri ile çalıştılar.
“Sadece biz” demediler. Ehl-i iman ile kardeşcesine birlikteliklerini muhafaza ettiler.
Bu ne bir imtiyaz, ne bir benlik ve ne de bir enaniyet belirtisi idi. Onlar kendilerini bir hizmetkâr olarak gördüler. Kusuru kendilerine alıp, muhabbet ve kardeşliklerini umuma teşmil ettiler.
Parti kurmadılar. Haklı tarafa yardımcı ve dost oldular. Mütevazi idiler ve onlar kendilerini cemiyete kabul ettirdiler. Hâli ile yaşadılar. Simalarından tebessüm hiç eksik olmadı. Serbest bir üniversitenin talebeleri olarak kendilerini gördüler. Bulundukları her mekân bir okul ve ders yeri oldu.
İşte muhabbet fedâileri! Onlar bizim bir parçamız idi. Unuttuklarımızı bize tekrar hatırlattılar.
22.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Yasaklardan medet ummak |
|
Ankara’da Füsun E. isimli bir anne özürlü olan çocuğu Umut Mert’in büyümesinin durdurulması için hastaneye başvuruda bulundu.
İlk olarak ABD’de 9 yaşındaki özürlü kız çocuğu Ashley için gündeme gelen bu talep, beklendiği gibi tartışmaya sebep oldu.
Siyasetçisinden, hukukçusuna, özürlü ailelerinden, din adamlarına, sağlıkçılara kadar herkes görüşlerini açıkladı.
İlginç olanı hekimlerin Türkiye’nin bu konuda henüz yeterli donanıma sahip olmadığına dair sözleriydi.
Benim itirazım işte buna. Dünyada bu işi yapabilecek bir ülke varsa, ilk başta biz geliriz. Derin bir tıp bilgisine sahip biri değilim. Hatta ilâç isimlerini say deseler, asprin ve gripinden başkasını bilmem. Biz koskoca bir ülkenin gelişimini engellemişiz ki, sadece bir çocuğun büyümesini mi engelleyemeyeceğiz.
İçimi sızlatan şu satırları yazmama neden olan olay, bizzat cumhurbaşkanlığı tartışmaları…
Ama aşağı yukarı her konuda aynı değil miyiz? 80 yıldır dönüp dönüp aynı şeyleri tartışıyoruz. Arapların deyimiyle, “Kellim kellim la yenfa…”
Sanki zaman duruyor. Sanki bu ülkede canlılar yaşamıyor. Sanki belli yıllarda, belli olaylarda köşelerinden çıkarıyoruz mumyaları ve başlıyoruz aynı şeyleri dönüp dönüp konuşmaya.
Cumhurbaşkanlığı seçimleri de demiyoruz, “Çankaya Savaşı,” “Devlet Krizi” gibi isimlerle anıyoruz.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerini bir “Çankaya savaşı” olarak gördüğümüz için demokrasi ürünü olan siyasetçiler iki de bir askeri göreve çağırıyor. Baykal hattı müdafaayı bırakmış, sathı müdafaaya girişmiş.
Sağdan topçu birlikleri, soldan piyadeler saldıracak. Mekanize birliklerinin taarruzu hava kuvvetlerince desteklenecek.
Ne sakil bir durum. Sanki Afrikalı kabilelerin yaşadığı bir ülke burası. Onlar bile bıraktı artık bu işleri.
Ama biz de kendi kendine Ashley uygulayıp, büyümelerini durduranlar hâlâ 60’lı,70’li yıllardaki cuntaların Çankaya savaşını çağrıştırıyorlar.
Ama burası AB’yle müzakereler başlama hakkını kazanmış bir ülke değil mi? Hani çok böbürlenerek sunduğumuz medeniyetler İttifakının öncüsü, laiklik ile demokrasiyi, İslâmiyet ile özgürlükleri bir araya getirip, dünyaya model olarak sunulan bir Türkiye değil mi?
Model ülke Türkiye başka bir ülke, şimdi yaşadığımız ülke başka bir Türkiye’mi?
AKP’ye cumhurbaşkanı seçtirmemek için önce 367 konusu ortaya atıldı. Anayasada da geçmişte ki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de böyle bir kural yok ve işletilmedi.
Cumhurbaşkanlığı seçimini anayasa ve yasalara uygun olarak yapmak demokratik bir hukuk devletinin gereğidir. Asıl sorun anayasaya uymamakta yaşanır.
Biz de ise tam tersi.
367 işi tutmadı.
Erdoğan Hikmetyar ile çekilmiş resimleri servise konuldu.
Hikmetyar o zaman Rus işgaline karşı savaşan ve Türkiye başta olmak üzere BM’nin meşru Başbakan olarak kabul ettiği kimseydi. Ülkesini işgalden korumak için mücadele veren bir kahramandı.
Bugün Iraklıların ABD’ye karşı yaptığını Hikmetyar o gün Ruslara karşı yapıyordu.
Cumhuriyet gazetesi Rusların Afganistan’ı işgalini haber yapmaya yüreği yetmediği ve bir türlü işgal diyemediğini için o günkü kuyruk acısıyla bugün Hikmetyar olayına saldırıyor.
Şimdi ise Erdoğan’ın 28 Şubat sürecinde okuduğu şiirden dolayı aldığı ceza gündeme getiriliyor.
Orada durun.
Hele hele bunu geçmişte demokrasi kavgasının içinden gelen Cindoruk yapmasın.
Yassıada’da avukatlıklarını yaptığı Demokratlar için Salim Başol, “Sizi buraya tıkan kudret bunu istiyor” demişti. 28 Şubat’ta öyle bir ara dönemdi. O zaman ki kudret de Erdoğan’ın cezalandırılmasını istiyordu.
Demokrat bir lider ne zaman yasaklara sığınır oldu.
Cindoruk’a ara dönemin yasaklarını savunmak değil, 12 Eylül’ün yasaklarına kafa tuttuğu gibi yiğitçe bir karşı çıkış beklerdim.
Cindoruk zaten 28 Şubat sürecinde DTP lideri olarak ANAP ve DSP ile birlikte kurduğu “ara rejim hükümeti” ile demokrat kimliğine bir gölge düşürdü, ama bu tavrı beni iyice şaşırttı.
Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasına karşı çıkabilir. Hatta bu konuda haklı gerekçeleri de olabilir.
Cindoruk gibi bir siyaset ve hukuk bilgesi bunu çok da iyi bir şekilde ifade eder. Ama demokrat Cindoruk’un yasakların arkasına sığınmasını bir türlü kabullenemiyorum.
28 Şubat sürecindeki ara rejimin koalisyon hükümetinde DTP olarak yer almalarını hafızamdan silmek istiyordum, ama Cindoruk buna izin vermedi.
Bu ülkenin Cumhurbaşkanlığı koltuğunda 27 Mayıs’ın Cemal Gürsel’ini, 12 Eylül’ün Kenan Evren’ini, Cevdat Sunay’ı ve Fahri Korütürk’ü görmek yerine düşünce suçlusu ve millî iradenin temsilcisi Recep Tayip Erdoğan’ı görmeyi tercih ederim.
Waclav Havel ve Nelson Mandela düşünce suçlularıydı. Sonra ülkelerinin en saygın Cumhurbaşkanları oldu.
Düşünce suçlusu olandan değil, demokrasi karşıtı yöntemleri kullanarak tankla, topla, silâhla millî iradeyi gasbetmek suretiyle Çankaya’ya çıkanlardan rahatsız olmalıyız.
22.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Bağdat harap olduktan sonra... |
|
Amerika’nın öncülüğünde ‘müttefik ülkeler’in Irak’ı işgal etmesinin üzerinden 4 koca yıl geçti. Bugün geriye bakıldığında, “İyi ki Irak işgal edildi” diyenlerin ve işgali haklı bulanların sayısı iyice azalmış durumda. Başlangıçta George W. Bush’u alkışlayan Amerikalılar da artık işgalin sona ermesini istiyor...
Irak’ı işgalin faturasıyla ilgili çelişkili bilgiler açıklanmış olsa da, ortada bir gerçek var: Asıl kaybeden Iraklılar ve komşu ülkeler oldu.
ABD’nin 21 Mart 2003 günü sabaha karşı saat 03’te Bağdat’ı vurmasıyla başlayan savaş Irak’ı tam bir kaosa sürükledi. ABD Savunma Bakanlığı, savaşın başlamasından bu yana Irak’ta 30 bin sivilin öldüğünü söylüyor. Birleşmiş Milletler ise sadece geçen yıl ölenlerin 34 bini bulduğunu açıkladı. Johns Hopkins Üniversitesi Bloomberg Kamu Sağlığı Okulu uzmanlarının, Irak’ta yaptıkları araştırma sonucu ölenlerin sayısı 655 bin olarak açıklanmıştı. The Lancet dergisinde 6 ay önce yayınlanan bu araştırma dünya gündemine oturmuştu.
Cornell Üniversitesi uzmanı Dr. Gideon Bolya’nın UNICEF verilerine dayanarak hazırladığı rapor ise felâketin tahmin edilenden çok daha büyük olduğunu gösterdi. İngiliz Sky televizyonuna konuşan Dr. Bolya’ya göre, Mart 2003’ten bu yana Irak’ta tam 1 milyon kişi can verdi. Bunların 3 bin 218’ini Amerikalı askerler oluşturuyor. 40 bini, eski Irak ordusu askerleri ve ‘direnişçi’ler... Geri kalan ise şiddetin ortasında kalan Iraklı siviller. “Savaşa Son Koalisyonu” adlı sivil toplum örgütü ise “Veriler her 24 Iraklı’dan 1’inin öldüğünü gösteriyor. Artık bu felâkete bir dur demeli” duyurusunu yapmış. (Vatan, 20 Mart 2007)
En büyük faturayı ‘sivil/masum’ların ödediği bu ‘kirli savaş’ta, Amerikalı yetkililerin iddia ettiği gibi sadece “30 bin kişi” ölmüş olsa bile bu sayı ‘az’ mıdır? Ki, 3 bin Amerikalı askerin öldüğü bir savaşta, sadece 30 bin sivil Iraklının öldüğüne kimse inanmaz.
İşgalin faturasını ödeyen Iraklıların ‘yağmur’dan kaçarken ‘dolu’ya tutulmasını özetleyen bir itiraf da gazeteleri süsledi. ‘Diktatör Saddam’ı deviren ve bunun için ‘bayram’ yapan Iraklılar, Amerika’nın ‘zulmü’ sonrası Saddam dönemini arar hale gelmişler. Öyle ki, Saddam’ın heykelini devirmek için ‘ilk balyoz’u vuran Iraklı halterci Kadim el Cuburi, ‘Yaptığıma pişmanım, Amerikalılar diktatörlükten çok daha beterler. Her geçen gün bir öncekinden daha kötü’ demiş. (Milliyet, 20 Mart 2007)
Saddam döneminde diktatörlüğün her türlü baskısını yaşadığını, ancak şimdi ABD işgali altında yaşamaktansa Saddam rejimini tercih edeceğini söyleyen Cuburi, “Bildiğin, tanıdığın şeytan bilmediğin şeytandan daha iyidir. Şimdi kim dost, kim düşman bilmiyoruz. Durumumuz her geçen gün daha tehlikeli hale geliyor. Hiçbir şey iyiye gitmiyor. Halk fakir, fiyatlar durmadan artıyor. Saddam, Stalin gibiydi. Fakat işgal daha beter” ifadesini kullanmış.
Ne yazık ki, Bağdat harap olduktan sonra uyanışın pratikte bir faydası olmuyor. Iraklı masumları, ‘ölümlerden ölüm beğen’meye mecbur bırakanlar utansın...
22.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|