|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Lût kavmi de, kendilerini Allah'ın azâbından sakındıran peygamberlerini yalanlamıştı.
Kamer Sûresi: 33
|
22.03.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Bize göre sizin hâinlikte en ileri gideniniz, ehli olmadığı halde bizden iş isteyeninizdir.
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 75
|
22.03.2007
|
|
Dünyanın başına takılan koca çiçek: Bahar
Fâil, muktedirdir. Evet, nasıl haşrin muktazîsi, şüphesiz mevcuddur; haşri yapacak Zât da nihayet derecede muktedirdir. Onun kudretinde noksan yoktur. En büyük ve en küçük şeyler Ona nispeten birdirler. Bir baharı halk etmek bir çiçek kadar kolaydır.
Evet, bir Kadîr ki, şu âlem, bütün güneşleri, yıldızları, avâlimi, zerrâtı, cevâhiri nihayetsiz lisânlarla Onun azametine ve kudretine şehâdet eder. Hiçbir vehim ve vesvesenin hakkı var mıdır ki, haşr-i cismânîyi o kudretten istib’âd etsin?
Evet, bilmüşâhede bir Kadîr-i Zülcelâl, şu âlem içinde, her asırda birer yeni ve muntazam dünyayı halk eden, hattâ her senede birer yeni seyyar, muntazam kâinatı icad eden, hattâ her günde birer yeni muntazam âlem yapan, dâimâ şu semâvât ve arz yüzünde ve birbiri arkasında geçici dünyaları, kâinatları kemâl-i hikmet ile halk eden, değiştiren ve asırlar ve seneler, belki günler adedince muntazam âlemleri zaman ipine asan ve onunla azamet-i kudretini gösteren ve yüz bin çeşit haşrin nakışlarıyla tezyin ettiği koca bahar çiçeğini küre-i arzın başına bir tek çiçek gibi takan ve onunla kemâl-i hikmetini, cemâl-i san’atını izhâr eden bir Zât, “Nasıl Kıyâmeti getirecek, nasıl bu dünyayı âhiretle değiştirecek?” denilir mi?
Şu Kadîr’in kemâl-i kudretini ve hiçbir şey Ona ağır gelmediğini ve en büyük şey, en küçük şey gibi Onun kudretine ağır gelmediğini ve hadsiz efrad, bir tek ferd gibi o kudrete kolay geldiğini, şu âyet-i kerîme ilân ediyor: “Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir.” (Lokman Sûresi: 28.)
Sözler, 29. Söz,
2. Maksad, 3. Esas, s. 485
Lügatçe:
fâil: Bir işi yapan.
haşr: Öldükten sonra yeniden diriliş.
muktazî: Gerekçe, gereklilik.
avâlim: Âlemler.
cevâhir: Cevherler.
haşr-i cismânî: Cisimle, bedenle dirilme.
istib’âd: Akıldan uzak görme.
bilmüşâhede: Gözle görür şekilde ap açık.
Kadîr-i Zülcelâl: Celâl ve sonsuz kudret sahibi Allah.
halk: Yaratma.
kemâl-i hikmet: Tam bir hikmet.
Küre-i arz: Dünya.
cemâl-i san’at: Sanat güzelliği.
efrad: Ferdler
|
22.03.2007
|
|
Şahsî okuma ve hizmet denklemi
Hayatın anlamını sorgulamaktır okumak, madde ve madde ötesi âlemleri keşif yolculuğudur.
Zaman ve mekân kayıtlarından sıyrılıp derûnî bilgeliktir. İnsana, kâinata, maddeye ve mânâya dair hep ne bulmuş ve düşünmüşse nev-i benî âdem, hepsinin semere-i sa’yine, asırlardır biriktirdiği efkâr hazinesine kolaylıkla sahip olabilmektir. Bu yüzdendir belki de, ilmi ve zenginliği sınırsız Yaratıcı, zenginliği istediğine, ama ilmi isteyene verir.
Tanınmak bilinmek isteyen bir Rabbin, tanımak ve bilmekle görevlendirdiği kulları için, “okumayı sevmemek” ne dehşetli bir hastalık olsa gerek. Oysa “İkra’!” demişti Yüce Yaratıcı, “İkra’ bismi Rabbike’llezî halak” kelâmıyla okumanın hedefini de göstererek.
Hedefini bulan okumalar, çorak gönüllerde hikmet filizleri yeşertir. Zihinde dolaşan serseri sorular karşılık bulur. Akıl tatmin olur. Ruh huzur bulur. Zira fıtrat, aradığını bulmuştur. Kalpler, Allah’ı zikretmekle tatmin olmuştur. Ne var ki marifetullah, bitmez, tükenmez bir hazine iken insan tükenen, yıpranan, unutan, değişen, yanılan, dolayısıyla her an yenilenmeye muhtaçtır. İşte bu yüzden devamlı okuma!
Okumak ama ne kadar? Günde beş sayfa mı, on sayfa mı, yoksa elli sayfa mı? Kanaatimce, dünyevî ve güncel düşüncelerden perde perde sıyrılıp, Kur’ân denizinin engin dalgalarına kendimizi bırakıp, asrın hastalıklarına şifa veren sularından kana kana içene dek okumalı. Öyle ki, kitabımızın kapağını kapattığımızda, dimağımızda derûnî bir haz kalmalı. (Peki ya kitabın kapağını sadece açıp kapamak yeter mi? Elbette yanlış adreslerde dolaşmaktansa, selâmet sahiline götürecek geminin bulunduğu rıhtımda dolaşmak da güzeldir. Fakat ömür kısa, yapılacak lüzumlu işler ise pek çoktur. Hem emaneti sahibine teslim edeceğimiz an belli midir ki oyalanalım!)
Okuduklarımız o kadar muhteşemdir ki, önümüze manevî sofraların biri gelir, biri gider. Daha önce tattığımız lezzetlerle asla kıyaslanamayacak kadar farklıdır aldığımız haz. Yaşadığınız güzellikleri başkaları ile de paylaşmak, bulduğunuz hazineyi herkese göstermek istersiniz. Artık siz bir “muhabbet fedaisi oluverirsiniz”, fîsebîlillah gece gündüz çalışan hizmet kervanının bir yolcusu…
İşte tam bu noktada bir ikilem yaşarsınız. Hizmete koşmak mı, yoksa lezzetli ve feyizli Nur okumaları mı? Herhangi birinden vazgeçmek olmaz elbet ama yaşanılan da odur ki hizmet yoğunluğumuz artıkça şahsî okumalarımız kemiyeten ve keyfiyeten azalabiliyor. Risâle-i Nur hizmetlerinde dâvâ adamı olmak noktasında Bediüzzaman’dan sonra önek alınabilecek model şahsiyet Zübeyir Gündüzalp, bu konu da Risâle-i Nur okuyanları ‘uyarır’: “Hizmet hizmet derken, şahsî dersini unutanın hizmeti muvakkat olur.”
Hizmet etme talebinde bulunanın sorumluluğu iki kat artar. Selâmet sahiline götüren geminin hademesinin küçük bir ihmali veya hatası, koca bir gemi mürettebâtının emeğini zayi edebilir. Bu yüzden prensipler ve düsturlar iyi kavranmalı; okunanlar dem ve damarlara karışarak, alınacak kararların nazarî ve şahsî olma ihtimali ortadan kaldırılmalı.
Hâsıl-ı kelâm bir nur talebesi peygamberî bir yaklaşımla yirmi dört saatini birbirinin hududunu aşmayan üç bölüme taksim etmeli: Ruhî tekâmülü, aile hayatı ve hizmet hayatı. Aksi halde bu üç temele oturmayan ömür binası, kaçak yapılanma sonucu oluşan gece kondular gibi ufacık sarsıntılarda veya az şiddetli fırtınalarda bir yerlerden çökebilir. İstikamet üzere olmak, bir denge çizgisinde yürümek, fıtrat dini olan İslâmiyetin de gereği değil midir?
|
Nuriye ÇEVİK
22.03.2007
|
|
İlâhî kameramanlar çekimde!
HABER-YORUM
İstanbul Büyükşehir Belediyesinin, İETT
otobüslerine muhtemel saldırıları önlemek için gizli kamera projesi ile sivil polis uygulaması başlattığı bildirildi. Belediye Başkanı Topbaş, “Koyduğumuz gizli kameralar hem otobüsün dışarısını, hem de içeriyi gösterecek bir çalışma olacak, emniyet de belirli zamanlarda otobüslerde sivil polis olmasını
sağlayacak” diye konuştu.
(ntvmsnbc, 21.3.2007)
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin, otobüslere yapılan muhtemel saldırılara yönelik olarak almış olduğu bu tedbir, belki caydırıcı olmak noktasında, muvakkat bazı çözümler sunabilir. Ancak bu tür menfî davranışları sergilemeye her zaman meyyal olan ve âkibeti bildiği halde kör hisleriyle hareket etmekten kendini alıkoyamayan günümüz insanını ne derece önleyebilir, ne ölçüde kökten bir çözüm olabilir?
Aslında, İ.B.B’nin almış olduğu bu tedbir, vahye sırtını dönen sefih medeniyetin, menfî değer yargılarıyla şekillendirdiği sosyal hayatın mecburî uzantılarından başka birşey değil.
Görülüyor ki, mimsiz medeniyet, kendi kazdığı kuyuya düştü. Telkin ettiği anlayış sayesinde fert ve toplum hayatında türeyen bir dizi olumsuzlukların, şimdi önünü almaya çalışmakla meşgul. Bir bakıma rüzgâr ekti, fırtına biçiyor.
Sözgelimi medeniyet-i hâzıranın mâneviyattan uzak bir anlayışla yetiştirdiği nesillerin, bugün kendi anne babalarını ihtiyarlık çağlarında hor görüp sokağa atması, huzurevlerini netice verdi. Şimdi ebeveynler, evlatlarının yanında bulamadıkları huzuru, kaderî fetva ile kendilerine biçtikleri huzurevlerinde arıyorlar.
Yine, mâneviyattan uzak bir eğitim anlayışının sonucudur ki, toplumdaki suç oranı aldı başını gidiyor. Daha geçen gün, bir gazetenin manşetinde, 2007 itibariyle geçmiş senelere oranla Türkiye hapishanelerinde bulunan tutuklu ve mahkûm sayılarındaki artışa dikkat çekilmiş ve hapishanelerin, tarihin en kalabalık dönemini yaşadığına vurgu yapılmıştı.
Bütün bu olumsuz örnekler, ortaya konan idarî veya polisiye tedbirlerin, sözkonusu sosyal yaraya merhem olamadığını gösteriyor.
Bediüzzaman da, medeniyetin, insanlığın hayrına olan bütün kuruluşları, şiddetli polisiye tedbirleri ve ahlâkî eğitimlerine rağmen, Kur’ân’ın insan hayatına sunduğu güzellikler karşısında mağlup olduğuna dikkat çekmişti. (Sözler, s. 372)
O halde çare, Kur’ân’ın sunduğu reçetedir. Bu anlamda, insanı, her halinde gören ve gözetleyen Birinin varlığının şuurunda olmak ve O’na hakkıyla iman etmektir kesin çözüm. Adeta ‘İlâhî kameramanlar’ gibi, işlenen her fiili kayda geçen Kirâmen Kâtibin meleklerinin varlığına inanmaktır... Otobüslere takılacak gizli kameralar veyahut orada hazır bulunacak sivil polisler, öncelikle insanın içine bir ‘iman şuuru’ olarak yerleşmelidir hâsılı. Her an, Cenâb-ı Hak ve onun görevlendirdiği meleklerce, ‘gizli kameraya’ çekildiğinin şuurunda olan bir insanın, elbette asayişi ihlâl edici hareketlerde bulunması oldukça zordur.
|
İsmail TEZER
22.03.2007
|
|
|
|