|
|
Murat ÇETİN |
Evsahiplerine misafir kabul/red rehberi |
|
Bence herkesin böyle listeleri olmalı. Genelkurmay’ınki gibi canım. Bizi kim seviyor, kim sevmiyor; kim bizden yana, kim bize karşı bilmeliyiz.
Taraftarımızı, karşıtlarımızı, dostumuzu, düşmanımızı; yanımızdakileri, hainleri tanımalıyız.
Biri aleyhimizde bir şey mi söyledi. Gözümüzün üstünde kaşımız olduğunu mu iddia etti. Yemek yerken ağzını şapırdatma mı dedi. Çok kilo almışsın ya da saç tıraşın hiç iyi olmamış, bir daha o berbere gitme mi dedi. Hemen üstünü çizmeliyiz. Yanına bir eksi işareti koymalıyız. Akşam yemek yerken, daha çorbamızdan bir yudum almamışken arayıp, “Bir maniniz yoksa, size gelmek istiyoruz” derse, “Olmaz” diye kestirip atmalıyız. “Sen benim karşıtımsın. Hainsin, düşmansın” demeliyiz.
Böyleleriyle yolda karşılaşsak selâm vermemeliyiz, gerekirse yolumuzu değiştirmeliyiz.
Hakları yok böyle insanların, yeni aldığımız mobilyaları görmeye, televizyonumuzun özelliklerini öğrenmeye, bilgisayarımız hakkında soru sormaya.
Zaten böyle insanların iyi niyetinden şüphe etmek gerekir. Geldiğinde kesin bize bir zarar verecek ya da evdeki eşyalarımız hakkında komşulara bilgi sızdıracaktır.
Artı puan verdiklerimize, dostlarımıza, yandaşlarımıza gelince…
Onları evimizde misafir etmeye, bir manimiz yoksa evimize çağırmaya, çay ikram edip, 16:9 formatlı televizyonumuzda birbirinin kopyası dizileri seyretmeye devam etmeliyiz.
Yolda görünce gülümsemeli, futboldan, siyasetten, ekonomiden söz etmeli, hallerini ve hatırlarını sormalıyız.
Zaman zaman ailecek ziyaretlerine gitmeli, kahvelerini içmeli, varsa Digiturk’leri maç seyretmeliyiz.
Ama asla gaflete düşmemeliyiz. Hakkımızda olumlu sözler söylemiş, gözümüzün üstündeki kaştan bahis açmamış, hep sırtımızı sıvazlayıp pohpoplamış olanları da sık sık gözden geçirmeliyiz. Yarın bir gün, yemeğimizi beğenmez, çayımızı eleştirir, çürük meyve ikram ettiğimizi iddia ederse, kapımıza gelip “Bir maniniz yoksa annemgil size gelecek” diyen küçük çocuklarına, kara listemize girdiklerini münasip bir dille söylemeliyiz.
İnsan dostunu, düşmanını iyi bilmeli canım…
12.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdurrahman ŞEN |
Millî mutabakat metnimiz 86 yaşında! |
|
Kuru kuruya her yerde söylemek değil… Kıta kıta, mısra mısra, kelime kelime hatta harf harf ruhunu anlamamız gereken İstiklâl Marşımızın TBMM’de kabul edilişinin 86’ncı yıldönümünü idrak edeceğiz bugün. Yasak savan birkaç resmî mesaj, ekranlardan fışkıran küçük hançerelerin güzel okuma yarışmaları ya da gösterileri ve el fatiha!
Yine tekrar ediyorum ki… Bu milleti “millet” yapan unsurların özeti de içinde bulunduğumuz toplumsal dağınıklıktan kurtuluşumuzun ortak reçetesi de İstiklâl Marşımızın mısralarında, özünde, bütününde gizlidir…
Sahadaki 22 futbolcudan en az 10 tanesinin “yabancı” olduğu futbol müsabakaları öncesinde ille de marşımızı okutmayı dayatanlar, acaba milletin önünde bir defalık da olsa bu marşın şiirinin bütününe saygılı olduklarını beyan edip, uygulamalarıyla da İstiklâl Marşımızın metnine bağlı olduklarını gösterebilirler mi?
Eğer yapabilirlerse, bilin ki işte o gün kurtuluş günümüz de başlıyor demektir.
Dünya durdukça, Türk milleti vâr oldukça söyleneceğine inandığım marşımızın 86’ncı yaşı da lâyık olduğu biçimde kutlan/a/mıyor…
İyisi mi bugünden alın elinize İstiklâl Marşımızın tam metnini ve sindire indire okuyun ister haykıra haykıra, isterseniz içinizden… Birkaç defa… Aldırmayın gözyaşlarınıza… Okuyun, okuyun, okuyun…
Sonra da o marşı milletine bağışlayan o yüce insana, Mehmet Âkif Ersoy’a duâlar edin…
İstiklâl Marşının nasıl bir ortamda yazıldığını anlatan şu sözler bile hem marşımızın önemini bize biraz daha açıyor hem de Âkif’in marşımızı yazan ruhunu anlamamıza anahtarlık ediyor… Âkif diyor ki; “İstiklâl Marşı... O günler ne samîmî, ne heyecanlı günlerdi! O şiir, milletin o günkü heyecanının bir ifadesidir. Bin bir fecâyi karşısında bunalan ruhların, ıztıraplar içinde halâs dakikalarını beklediği bir zamanda yazılan o marş, o günlerin kıymetli bir hâtırasıdır. O şiir bir daha yazılamaz. Onu kimse yazamaz. Onu ben de yazamam. Onu yazmak için o günleri görmek, o günleri yaşamak lâzım. O şiir artık benim değildir. O, milletin malıdır. Benim millete karşı en kıymetli hediyem budur.”
Bu sözleri anlamayanlardan kimileri kalkıp da; “Acaba yeniden yazılsa daha iyi olmaz mı?” dediklerinde Âkif’in; “Allah, bir daha bu millete İstiklâl Marşı yazdırmasın!” duâsına “âmiiin” diyelim bizler de bir kere daha!
Âkif’in kişiliğini en iyi anlatan metinlerden biriyle, Eşref Edip’in “Âkif’in seciyesi” başlıklı yazısıyla baş başa bırakıyorum sizleri.
“ÂKİF’İN SECİYESİ
Âkif, müthiş bir seciye ve kanaat sahibi idi. Gelişigüzel hadiselerin arkasından sürüklenmezdi. Muayyen ve başlı başına kanaatleri, ölçüleri vardı. Kanaatlerini şu muadele-i içtimaiye üzerine kurmuştu: Fazilet, vatanperverlik, ilim mecmuaları dine müsavidir.
Âkif sadece bir köşeye çekilip düşündüklerini ve duyduklarını yazmakla kalan bir şair değildi. Aynı zamanda doğru bildiği şeyleri yapmaya çalışan, hareketlerini samîmî duygularına uygun düşürmeye uğraşan bir cemiyet adamı idi: Memuriyet mesleğinde, teveccüh eden vazifeleri yapmak için didinmiş durmuştu.
Çok azim sahibi idi. Bir kere bir şeye azmetti mi, artık onu yapmak mesele değildi.
Vefakârlığı müstesna derecede idi. Dostluğuna bihakkın güvenilirdi. Vefasızlık, nazarında en büyük namertlik idi. O, yalnız insanlara karşı değil, Allah’ına, Peygamberine, milletine, vatanına da vefakârdı. Çok mütevazi idi, gösterişi hiç sevmezdi. Sırası gelmeyince ilmini bile izhar etmezdi. Çok büyük izzet-i nefis sahibi idi. Bütün hayatı boyunca hiçbir defa hiçbir kimseye karşı en ufak bir zillet göstermemişti. İzzet-i nefsini rencide edecek ufak bir söze, ufak bir muameleye, hatta ufak bir bakışa bile tahammül edemezdi. Şeref ve haysiyetine bütün ömrü süresinde hiçbir toz kondurmamıştı.
Çok metanet sahibi idi. Yeis, korku nedir bilmezdi. Hissiyatına karşı soğukkanlılığını muhafaza ederdi. Çok mert adamdı. Çocukluğundan beri mertliğe meftundu. Acze düşmüş adamdan intikam almayı mertliğe münafi görürdü. Bütün insanlara karşı hayırhahtı. Bilhassa arkadaşlarını iyi bir halde görmekten büyük zevk alırdı.
Söze büyük kıymet verir, verdiği sözü kat’iyyen yerine getirirdi. Meğer ki ölüm yahut ona yakın bir mani’ zuhur eder. Sözünü tutmayanlara insan nazarıyla bakmazdı. Yalan nedir bilmezdi. Her sözü doğru idi. Hiç kimse müddeti ömründe onun bir kere olsun yalan söylediğini görmemiştir. Yalan söyleyenlere çok kızardı. Utangaçtı. Ona faziletinden, kudretinden bahsederseniz kızarır, başka tarafa bakardı. Hayatın verdiği ıztıraplara gülerdi. Ona göre hayatta tahammülü kabil olmayan en büyük yük hamule-i minnetdi. Fenalığa karşı iyilikle mukabeleye çalışır ve bundan zevk alırdı.
Ömründe bir kerecik olsun kuvvete boyun eğmemişti. Kaviler, nüfuzlular onu karşılarında daima haşin görmüşlerdi. Haksızlığa karşı hiç tahammülü yoktu; derhal kırar dökerdi. İstibdadın şiddetle aleyhinde idi. Kızınca yüzü korkunç bir heybet alırdı, korkunç şiirlerindeki heybet gibi.
Halkın ıztıraplarına alâka gösterirdi. Halk sıkıntıda iken zevk ve sefahat içinde yüzenlere müthiş hasım kesilirdi. Dostluğu, çok pahalı bir mal gibi mahrumiyetlere katlanılarak elde ederdi. Sonra da kaybetmemek için bu çok pahalı şeyin üstüne titreyecektiniz. Çetin huylu idi. Onunla dost olmak kolay değildi. Onu anlayabilirseniz canını da sizin için feda ederdi.
Her şeyi tam idi; alâkası da, alâkasızlığı da. Sevdiğini tam severdi. Ruhunun ısınmadığı adamlara da hiç alâka göstermezdi; fakat bir kin de bağlamazdı.
Sohbetine doyamazdınız. Susması bile zevkli idi. Ba’zan yalnız gözleri konuşurdu. Sevdiği, inandığı şeylere ağzınızı açamazdınız; buna tahammülü yoktu. Başkasının inandıklarına hürmet ederdi. Kendisinin de inandıklarına başkası hürmete mecburdu. Kendi işlerinde lâkayd idi. Fakat sevdiklerinin her işine alâka gösterirdi. Sevdikleriyle çok lâtife ederdi.
En sevdiği şey, yalnız kalıp düşünmekti. Şehrin dağdağasından sıkılır, daima uzak ve ıssız yerlerde dergâh gibi bir yeri olmasını tahayyül ederdi. Orada insanlardan uzak, tabiatla baş başa kalmak isterdi.
Çok hazır cevap idi. Ba’zan cevap makamında ‘fıkra gelsin mi?’ der, hemen bir fıkra naklederdi. Hoşuna giden fıkra, şiir, her ne olursa olsun tekrarından zevk alırdı. Bir meclisten hoşlandı mı söze seve seve karışır, açılırdı. Meclise yabancı karıştığı zaman neş’esi kaçardı. Fikrini bir i’lamın hüküm fıkrası gibi kısa söylerdi. Kalabalıkta yok denilecek kadar sessizdi. Ne olduğu belirsiz, renksiz, meşrepsiz insanları hiç sevmezdi.
Okutmak ve yazmak en büyük zevki idi. Okuttuğu derse ehemmiyet verirdi. Bildiğini iyi bilirdi. Bilmediği şeye de hiç karışmazdı. Hafızası çok kuvvetli idi. Ezberlediği şeyler on bin beyitten aşağı değildi. İrfan ve liyakate meftundu. Erbab-ı kudret ve fazileti candan sever, kudret ve kabiliyet gördüğü herkesi millete karşı hizmet yolunda çalışmaya devam ederdi. Cahilane taassubun müthiş düşmanı idi. Eskiye bila kaydüşart bağlı değildi. Yeniye de körükörüne taraftar değildi. Düsturu şu idi: ‘Eski, eski olduğu için atılmaz, fena olursa atılır. Yeni, yeni olduğu için alınmaz, iyi olursa alınır.’
O, hem şair, hem âlim idi. Ahlâkî meziyetleri, insanî vasıfları şiirinden de, malûmatından da yüksekti. Cehle karşı düşmandı. Bir cemiyet için ilimsiz yaşamak kabil olmadığı kanaatinde idi. Asrın icabatına, gençliğe, istikbale ehemmiyet verirdi. Milletleri sapık yollara götüren şuara, üdeba ve muharrirlere müthiş düşman idi. Bunları millet için bir musibet addederdi. Tenkit ve muahaze etmeli idi.
Siyasetten Allah’a sığınırdı. Meşrûtiyet ilânından sonra nasılsa İttihat ve Terakki’ye girmişti, fakat siyasetle meşgul olmazdı. İttihat ve Terakki’ye girişi de mühim bir hadisedir. Kendisine yemin teklif edilince bilâ kaydüşart cemiyetin emirlerine itaat edemeyeceğini söylemişti. Onun bu salâbeti, yemin tarzının değiştirilmesine sebep olmuştur.
Çok hür fikirli ve müsamahakâr idi. Geniş düşünürdü. Onun müsamaha etmediği yalnız bir şey vardı: Dini. Fikret’e karşı husûmeti sırf bu yüzdendi. Yoksa evvelce ona hürmet eder, kıymet verirdi.
Musikiyi çok severdi. Nısfiye üflerdi. Birçok ağır şarkılar, besteler ve ilahiler mahfuzu idi. Mevlidi çok severdi. Güzel sesle okunan Kur’ân’ı dinlemekten büyük haz duyardı.
Erken kalkardı. Yatakta uyanık yatmak âdeti değildi. Kimsenin hususiyetine karışmazdı. Yalnız heyet-i içtimaiyeyi çekiştirirdi. Kendi olmayana kızardı, ikiyüzlülere garezdi.
Hâsılı yüksek bir şair olduğu kadar tam mâ’nâsiyle bir insan-ı kâmildi.”
12.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Hayatın hayatı |
|
Hayat sahibi olmak büyük bir nimet. Cansız nesnelere bakınca bunu daha iyi anlıyoruz. Bitki ve hayvanlara göre insanlık gibi büyük bir mertebeye yükseltilmek çok daha büyük bir nimet.
İnsanlık nimetinin değerini tam anlayabilmek için de onun imanla hayatlanması lâzım.
İmansız hayat hayat değildir. Cansızdır, ruhsuzdur, anlamsızdır, karanlıktır.
Evet, “Hayatın hayatı”dır1 iman. Günü, geçmişi, geleceği, dünyayı, kâinatı aydınlatan, dünya ve ahiret saadetine sevk eden harika bir nimettir.
Hutbe-i Şamiye’de belirtildiği gibi2 yoldan çıkan, inkâr ve sapıklık bataklığına dalan insan dünyada dahi manevî bir Cehennem azabı çekerken imanın şuuruna varan mü’min de dünyada dahi bir nev'î Cennet hayatı yaşayabilir, imanının kuvvetine göre onun lezzetini hissedebilir.
Ne var ki şu fırtınalı zamanda hisler iptal olmuş, beşerin nazarı afâka, lüzumsuz şeylere dağılmış ve boğulmuş, dolayısıyla sersemleşmiş, gaflet basmış, ne ehl-i dalâlet ve ehl-i küfür inançsızlığın ıztırabını ve ne de ehl-i iman imanının lezzetini tam hissedebilir hâle gelmiştir.
Oysa elinizde milyarlar, trilyonlar olsa ondan azamî derecede istifade edersiniz. Baha biçilmez hazinelere sahip olsanız, ondan gerektiği gibi yararlanma yollarını ararsınız.
Trilyonlardan, baha biçilmez hazinelerle kıyas edilmeyecek derecede değerli, gerçek mutluluğa ulaştıracak eşsiz bir hazine olan imanın kıymetinin, fayda ve nurlarının ne kadar farkındayız dersiniz? Ondan gerektiği gibi istifade edebiliyor muyuz? O büyük nimetin tam farkında mıyız?
Şuâlar’da imanın “sonsuz fayda ve nurları”ndan söz ediliyor ve örnek olması kabilinden sadece dokuz tanesine dikkat çekiliyor.3 Konu anlayarak okunduğunda gerçekten ne kadar büyük, engin ve zengin manevî bir hazineye sahip olunduğunun farkına varılıyor ve sevinçten uçacak hâle geliniyor, inançsız hayatın zindana, azap içinde azaba, sıkıntı içinde sıkıntıya döndüğü, “Dünya bir lezzet verse bin elem çektirir. Bir üzüm tanesi yedirse yüz tokat vurur” gerçeği çok daha iyi anlışılıyor.
Altın ve elmas değerindeki imanın kıymetini hissettiren konular çokça okundukça ihsan edilen nimetin kıymeti daha iyi hissediliyor ve Rabbimize sonsuz hamd ve şükrediyoruz.
Dipnotlar:
1- Şuâlar, s. 68.
2- Hutbe-i Şâmiye, s. 22.
3- Şuâlar, s. 649.
12.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Karalamaları malzeme yapmak |
|
İnsanlık yolunda önemli bir mesafe kat etmemiş olanların beslendikleri mecralardan biri de, insanları karalamakla meşhur olmaya çalışmaktır. Karalama edebiyatının temelinde şüphesiz iftira gibi, insanî hasletlerini geliştirmiş insanların şiddetle kaçındığı bir davranış biçimi vardır. Bu nitelemelere giren davranış biçimlerine aklı başında olan insanlar iltifat etmezler.
İftira, yüce dinimizin naslarıyla da şiddetli bir şekilde men edilmiştir. Zira iftira denilen çirkin silahla, insanların maddî ve manevî dünyalarında önemli yaralanmalar meydana gelmektedir. İftira ve ona bağlı olarak karalamalar insanî olmaktan çok şeytanîdirler. Bu sebeple de kul hakkının yenmesine ve dolayısıyla ukbada azabın hak edilmesine sebep olmaktadır bu tür davranışlar.
Sadece dünyayı düşünen insanlar, başkalarının zarara uğramasında, birilerinin başkaları tarafından yanlış anlaşılmasında kendilerine bir fayda umuyorlar. Bu sebeple bir kısım insanlar başkalarını kötülemekle kendi iyiliklerini ortaya koyacaklarını sanmaktadırlar. Çoğu zaman da meşhur olmak için sağa sola saldırmaktadırlar.
Başkalarının da düşüncelerinde veya tercihlerinde bir hakikat payının olabileceğini kabul etmek istemeyenler, düşünce gibi bir nimetin insanlar tarafından iyi bir şekilde değerlendirilmesine engel olmaktadırlar. Çünkü onlara göre herkes onlar gibi davranmalı, onlar gibi düşünmelidir. İstedikleri gibi olmayınca da yaygaralarla, karalamalarla kinlerini orta yere savurmaktan çekinmemektedirler.
Şüphesiz zamanımızda insanları başkalarına karşı tahammülsüz bir duruma getiren en önemli alan siyaset alanıdır. Akılları geveze, kalbleri ifsad eden zamanımızın siyaseti ne yazık ki menfaat üzerinde dönmektedir. Siyaset denilen anaforun içine girenlerin etrafına makul bir şekilde yaklaşmaları mümkün olmamaktadır neredeyse. Çünkü böyle durumlarda tarafgirlik duyguları kendine esir etmekte, şeytanı melek, meleği de şeytan suretinde gösterebilmektedir.
Siyasî yaklaşımlar “Hak yalnız benim mesleğimdir, başkaları batıldır” şeklindeki fasit dairede insanları bir çok memduh hasletlerden mahrum bırakmaktadır. Halbuki asıl olan “En güzel meslek veya meşrep benimkidir. Ama diğerleri de haktır” şeklindeki bir yaklaşımla insanları değerlendirmektir. Bu şekildeki bir bakış tarzı insanları hemcinslerine karşı müsamahakâr kılar, kardeşlik duygularının geniş kitlelere yayılmasını sağlar.
İnsanlar, bilhassa da Müslümanlar arasındaki kardeşlik duygularını dumura uğratanların elbette ki veballeri büyük olacaktır. Böyleleri insanlar arasında fitne rüzgârlarının esmesine sebep olmaktadır. Bunlar kaş yapayım derken göz çıkarmaktadırlar.
Kimse tahripkâr davranışlarıyla, kardeşliği, birlik-beraberliği, dayanışmayı, yardımlaşmayı emreden İslâma ve insanlığa hizmet edemez. Kimsenin din adına, kin ve haset duygularını orta yere çıkarma hakkı bulunmamaktadır.
Bir insanı veya insan topluluğunu, davranışlarının arkasındaki hikmetini bilmeden, tenkit etmek ve bu konuda itham edici yaklaşımlar sergilemek insanî değildir. Makam, mevki ve mansıp peşinde oldukları halde, din ve dindarlık kisvesine bürünen insanların davranışı münafıklığı simgelemektedir. Küfürden daha da şiddetli olan iki yüzlülüğün, yani münafıklığın sergilenmemesi için insanların olduğu gibi görünmesi ve göründüğü gibi olması gerekmektedir. Toplum bazında da, fert bazında da riyakârâne davranışlardan çok çektik ve çekmeye devam etmekteyiz.
Başkalarını tenkit etmeden önce aynanın karşısına geçip kendimizi iyi bir şekilde gözden geçirmemiz gerekmektedir. Başkalarının geçmişini değerlendirmeye tabi tutmadan önce bizlerin geçmişte hangi iplerde cambazlık yaptığımızı hatırlamaya çalışalım.
Utanma duygusunun ne olduğunu bilmeyen insanlar ne yaparsa yeridir. Utanmasını bilen insanlar ise başkalarını utandırmak için iftira gibi çirkin silâhlara başvurmazlar. Utanmak da insanlığını kaybetmeyenler için bir nimettir.
12.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
1908'den 2008'e |
|
Türkiye'de ilk genel seçimler, 1908 yılı sonlarında yapıldı. Bu tarihten yaklaşık yüz yıl sonra yapılacak parlamento seçimlerinin de, mevsim itibariyle yine aynı dönemde olacağı kuvvetle muhtemel.
Bir asır önceki seçimlere birbirine rakip iki önemli parti iştirak etmişti: Birincisi İttihat û Terakki Fırkası, diğeri ise Ahrâr–ı Osmaniye Fırkası.
İttihatçıların komitacılık karakteri, baskıcı ve muhalif olana tahammülsüzlükleri sebebiyle, Ahrarlar (hürriyetçiler), bu seçimi kaybetti. Bir tek mebûs olsun, parlamentoya üye sokamadı. (Bazı mebuslar, sonradan Ahrar safına geçti.)
1908 yılı Aralık ayında Meclis açıldı. Ancak, mutlak çoğunluğunu İttihatçıların teşkil etmiş olduğu parlamentoda, hükümet kuracak kadar olsun "devlet adamı" seviyesinde adam bulunmuyordu. Zira, mebusların çoğu kendini bilek zoruyla seçtirmiş olup, diplomasinin dilinden pek anlamayan kimselerdi.
Bu durumda, başka kesimden (özellikle Ahrar'dan), bürokraside yetişmiş, bilgili, kapasiteli devlet erkânına ihtiyaç hasıl oldu.
İşte, duyulan bu ihtiyaç sebebiyle, kabineye tarafsız görünen veya Ahrar'a yakınlıklarıyla bilinen kimseler de dahil edildi.
Ne var ki, alt kademelerde bulunan ve daha ziyade komitacılıkla iş gören İttihatçı artıkları, bu durumdan bir türlü memnun olamıyorlardı. Daha doğrusu, meydanda istedikleri gibi at koşturamadıklarından, hükümetin icraatını beğenmiyorlardı... Bu memnuniyetsizlik, üç ay kadar sonra, yani 1909 Mart'ında had safhaya çıktı.
Kısa sürede mason ve dönmelerin kontrolüne girmiş olan İttihatçılar, bu memnuniyetsiz durumdan derhal bir vazife çıkarmaya koyuldular; meş'ûm "31 Mart Vak'ası"nı tertip ettiler... Hemen ardından,orduyu harekete geçirdiler ve ülke idaresine el koydular.
Böylelikle, idareye el koyma geleneği de başlatılmış oldu.
1909 Nisan'ında hükümeti deviren Hareket Ordusu, Mayıs ayında da İttihatçıların muhalifi konumundaki Ahrar ve İttihad–ı Muhammedî Cemiyetinin ileri gelenlerini tutuklayıp asmaya başladılar.
Yani, darbeden sonra, halka dehşet verecek kanlı icraatlar.
Benzer icraatlar, 1913'te "Bâbıâli Baskını"yla, 1925'te "Şeyh Said Hadisesi" bahanesiyle, 1960'daki kanlı cunta darbesiyle, 1971'de bir başka cuntanın ültimatomuyla ve 1980'deki 12 Eylül ihtilâliyle tekrarlayarak devam etti.
Derken, geldik 2007 senesine. İlk seçimlerin ve ilk darbenin üzerinde hemen hemen yüz yıllık bir zaman geçti. Yani, hürriyet ve demokrasi mücadelesine yaklaşık bir asrı geride bıraktık.
Bu yılın ortalarında Cumhurbaşkanı değişecek; yıl sonuna doğru da parlamento yenilenmiş olacak.
Bakalım, siyasî misyon itibariyle yüz sene öncesinin Ahrar'ına ve elli sene öncesinin Demokratlarına bağlanan "hürriyetçi demokratlar" nasıl bir varlık gösterecek ve seçimlerden nasıl bir sonuç alacak...
Göstergeler, işaretler, beşaretler, bize yeni bir dönemin, yahut yeni bir Türkiye'nin fotoğrafını, manzarasını tarif ediyor gibi...
Üstad Bediüzzaman, 1910 telif tarihli Münâzarât isimli eserinin başlarında, hürriyet ve meşrûtiyetin tam cemalini yüz sene sonra görmenin mümkün olduğunu ifade ediyor.
İç ve dış gelişmeler ve konjonktürel şartlar da, aslında böyle bir neticeyi müjdeliyor.
Yeni seçilecek olan cumhurbaşkanının ve yeni teşkil edilecek olan Millet Meclisinin, hürriyet ve meşrûtiyetin (özgürlük ve demokrasinin) hakikî cemalini göstermede ciddî ve samimî şekilde çalışacaklarını hem ümit, hem de temenni ediyoruz.
GÜNÜN TARİHİ 12 Mart 1971
Siyasî istikrarı 12'den vuran muhtıra
12Mart Muhtırası. Ordunun üst komuta kademesi, işbaşındaki hükümeti hedef alan bir ültimatom verdi.
TSK'nın, Cumhurbaşkanı ile Millet Meclisi ve Senato başkanlarına gönderdiği muhtırada "Türk Silâhlı Kuvvetleri, Türkiye Cumhuriyetini korumak ve kollamak görevini yerine getirerek, idareyi doğrudan üzerine almaya kararlıdır" ifadesi kullanıldı.
Bu, şu demekti: Hükümet istifa edip çekilmezse, ordu idareye doğrudan el koyacak.
AP lideri Başbakan Süleyman Demirel, bu gelişme üzerine, Çankaya'ya giderek Cumhurbaşkanı Sunay'a istifasını sundu.
Muhtıranın üç maddesi
12 Mart Muhtırası, Cumhuriyet tarihinde yaşanan ve mevcut iktidarı hedef alan ikinci askerî müdahaledir.
Aşağıda okuyacağınız bu muhtıranın metni, 1971 yılı 12 Mart günü saat 13.00'da TRT radyolarından okunarak ilân edildi. Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Faruk Gürler, Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Muhsin Batur ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Celal Eyiceoğlu'nun imzasını taşıyan muhtıranın metni şu maddelerden oluştu:
1) Parlamento ve hükümet, süregelen tutum, görüş ve icraatı ile yurdumuzu, anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk'ün bize hedef gösterdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve anayasasının öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup, Türkiye Cumhuriyetinin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür.
2) Türk milletinin ve sinesinden çıkan Silahlı Kuvvetleri'nin bu vahim ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliğini giderecek çarelerin, partilerüstü bir anlayışla meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılâp kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar içinde teşkili zarurî görülmektedir.
3) Bu husus, sür'atle tahakkuk ettirilemediği takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri, kànunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyetini korumak ve kollamak görevini yerine getirerek, idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlıdır.
Siyaset paramparça
Bu muhtıra, netice itibariyle, kanlı 27 Mayıs Darbesinden sonra toparlanmaya çalışan ve bir derece istikrara kavuşan siyasî yapıya ağır bir darbe vurdu. Siyaseti paramparça etti. Kalkınma hamlesinin canına okudu.
Ayrıca, ülke yönetiminin ehliyetsiz ellere geçmesine, ara rejimlerin meydan almasına ve koalisyonlar hükümetinin başlamasına sebebiyet verdi.
İşte, özellikle bu tarihten sonradır ki, hür seçimlerde daima işbaşına gelmiş olan Demokrat misyon, tek başına iktidara gelme şansını bir daha yakalayamaz oldu.
12.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Musibetlerin perde arkasına bakmalı |
|
Fatih Bey: “Hastalıkları, doğuştan sakatlıkları kader açısından değerlendirir misiniz?”
Hastalıkların, doğuştan getirilen sakatlıkların, sonradan meydana gelen özürlerin ve muhtelif yaratılış eksikliklerinin görünen acı ve ıztıraplı yüzüne bakıp hüzne kapılmamalı, kusurlu bir biçimde dünyaya geldiğine pişmanlık göstermemeli; perde arkasındaki büyük mükâfat cihetine, eşsiz güzelliğine ve Allah’ın rızasını kazanmaya elverişli yüzüne bakıp sabretmelidir.
Üstad Bedîüzzaman Hazretlerine göre, musibet ve hastalıklarda insanın üç vecihle şikâyete hakkı yoktur:
1- Cenâb-ı Hak insana giydirdiği vücut elbisesini san'atına mazhar ediyor. İnsanı bir model yapmış; o vücut elbisesini o model üstünde kesiyor, biçiyor, değiştiriyor, muhtelif isimlerinin cilvelerini gösteriyor. Şafi ismi hastalıkları istediği gibi, Rezzak ismi de açlığı ve susuzluğu gerektiriyor. Ve hakeza… Mülk sahibi Allah’tır. Mülkünde dilediği gibi tasarruf etmeye elbette hakkı vardır.
2- Hayat musibetlerle ve hastalıklarla arınır, olgunlaşır, kuvvet bulur, yükselir, netice verir, mükemmele ulaşır ve hayatî vazifesini yapar. İstirahat içinde monoton, tekdüze ve hastalıksız bir hayat, mutlak hayır olan vücuttan ziyade, mutlak şer olan yokluğa daha yakındır ve yokluğa bakar.
3- Bu dünya bir imtihan meydanı ve bir hizmet yurdudur. Lezzet, ücret ve mükâfat yeri değildir. Madem hizmet yurdudur ve ibadet mahallidir. Hastalıklar, sakatlıklar ve musibetler—dinî olmamak ve sabretmek şartıyla—o hizmete ve o ibadete çok uygun düşüyor ve kuvvet veriyor. Ve her bir saati, bir gün ibadet hükmüne getirdiğinden, şikâyet değil, şükretmek gerektir.
Saîd Nursî Hazretlerine göre ibadet iki kısımdır:
1- Müsbet ibadet. Bu kısım, bildiğimiz namaz, oruç, zekât ve hac gibi irademize bağlı olarak yaptığımız ve yapılması Cenâb-ı Hak tarafından emredilen ibadetlerdir.
2- Menfi ibadet. Bu kısım ibadet, hastalıklar, sakatlıklar, musibetler ve afetler gibi insanın iradesi dışında gelip, insana Allah’ın aciz ve zayıf bir kulu olduğunu tam bildiren tecellilerdir. Bu yol ile musibete uğrayan, sakat kalan, hasta olan ve sıkıntı çeken kul zayıf olduğunu, âciz olduğunu tam hisseder, Rabb-i Rahîm’ine tam yönelir, tam sığınır. Yalnız O’nu düşünür, yalnız O’na döner, yalnız O’ndan yardım ister, yalnız O’ndan medet bekler, yalnız O’na yalvarır. Böylece halisane ve masumane bir ibadet dairesi içine girer. Allah’ın kulu olduğunu, Allah’ın yardımı, merhameti ve inayeti olmasa bir hiç olduğunu tam hisseder. Bu tür ibadete riyâ girmesine imkân yoktur. Onun için halistir.
Musibete uğrayan, hasta olan, sakat doğan veya sakat kalan kişi eğer sabretse, musîbetin mükâfâtını düşünse, şükretse, o zaman her bir saati bir gün ibâdet hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur. Hatta öyle hastalar, özürlüler, sakatlar ve musîbetzedeler var ki, bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçmektedir.
Üstad Bedîüzzaman’a göre, Cenâb-ı Hak hadsiz kudretini ve sonsuz rahmetini göstermek için insanı hadsiz derece aciz ve sonsuz derece fakir yaratmıştır. Hem isimlerinin hadsiz nakışlarını göstermek için insanı hadsiz elemlere ve lezzetlere mazhar kılmıştır. Nitekim insanın mahiyetinde yüzlerce duygu ve lâtife vardır ki, her birisinin elemi ayrı, lezzeti ayrı, vazifesi ayrı, mükâfatı ayrıdır. Âdeta büyük insan olan kâinatta tecelli eden bütün isimlerin, küçük kâinat olan insanda da cilveleri vardır. Sıhhatte ve afiyette olmak, lezzetleri hissetmek, güzel tatları tatmak ve mutlu olmak gibi nimetler nasıl şükür gerektirir ve şükür dedirtir, o vücut makinesini çok cihetlerle vazifesine sevk eder, insan da bir şükür fabrikası gibi olursa; musibetler, hastalıklar, özürler, sıkıntılar, dertler, elemler ve muhtelif arızalar da o vücut makinesinin diğer çarklarını harekete getirir, heyecan verir. İnsanın mahiyetine konulmuş olan acz, zaaf ve fakr madenîni işlettirir. Böylece insan yalnız bir dil ile değil, her bir azanın dili ile Allah’a sığınır, duâ eder, Allah’tan ister ve Allah’a niyaz eder. Güya insan o arızalar dili ile ayrı ayrı binler kalem hükmünde hareketli bir kalem olur. Hayat sayfasında misal âlemine giden levhalarda hayatının şükürlerini, zikirlerini ve tesbihlerini durmadan yazar. Allah’ın isimlerini böylece ilân eder, Allah’ın isimlerinin manzum bir kasidesi hükmüne girer, fıtrat ve yaratılış vazifesini tam yapar.1
Dipnotlar: 1- Lem’alar, s. 16-19
12.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hakan YALMAN |
Biz anlayışı |
|
Geçtiğimiz Cumartesi günü Sivaslılar Eğitim, Kültür ve Dayanışma Derneğinin misafiri olarak Aile Hekimliği konusunda bir küçük seminer verdim. Semineri dinleyenlerin ve derneğin genel havasının ortaya koyduğu tablo ülkenin geleceği ve dünyanın geleceğinde hakim olması arzulanan barış ve huzur ortamı açısından çok umut vericiydi. Şehrin coğrafyasına hakim olan değişkenlik ve farklılıkların buluşması tablosu toplantıda da hakimdi. Aleviler-Sünniler, Müslimler-gayrimüslimler, pek çok farklı siyasî eğilimlerin temsilcileri ve mensupları bir aradaydı. Aynı değerler etrafında buluşabilmenin güzelliğini memleket motifleri ve melodileri ile süslediler. İmrenilecek ve bütün şehirlere örnek olabilecek bir hemşehrilik yaklaşımı ve mensubiyetin barışa hizmetine örnek çok nezih bir tablo hâkimdi. Bu tablo aslında dünyanın özlenen tablosu ve farklı inançlarla barış içinde yaşanabileceğinin de çok belirgin ve sevimli bir prototipiydi. Beni de Yeni Asya gazetesi yazarı olarak aralarına çağırdılar. Hoş bir diyalog ve birlik tablosu yaşadık. Bu anlamda en zor şehirlerden birinin Sivas olduğunu düşünüyorum. O şehrin başarabilmesi diğer şehirlerin çok daha rahatlıkla başarabilmesi demektir. Ben de Sivaslı olmanın güzelliğini ve gururunu daha farklı yaşadım. Bu sebeple beni dâvet eden başkan yardımcısı Doğan Punar’a, başta dernek başkanı olmak üzere bütün dernek yetkililerine çok teşekkür ediyor hayırlı hizmetlerinin devamı için duâ ediyorum.
Her insanın zihninde “biz” kavramı farklı boyutlarda bir alanı kapsar. Bazen aile, bazen şehir, bazen ülke, şu an için nadiren bütün insanlık ve dünya “biz”in tanımladığı anlam bütünlüğü içine girer. “Biz” özünde genişlik kuşatıcılık ve sınırsızlık olan benimseyen bir kavramdır. Bu anlamda “ene yok nahnu var!” yani “Ben yok biz var!” diyen Bediüzzaman’ın biz tanımı varlık ve mahlûk adını alan her şeyi kuşatmaktadır. Yani düşünce, ırk, coğrafya ayrımı bir yana cins ve tür hatta varlık kategorisini aşmış bir kuşatıcılık gözlenir. Bu kendi ve çevresi ile, kâinat ile barışıklığın en temel şartı olmalıdır.
“Biz” tanımına ya da “biz” sesinin zihnimizdeki çağrışımına sınır getiren genellikle benliktir. Eric Fromm gibi bu anlamlar üzerinde tezler geliştirmiş bilim adamlarının ifadelerinde de belirli bir zümreye sınırlı biz anlayışının ve bunun uzantısında şekillenen grup taassubu, milliyetçiliğin olumsuz şekli, ırkçılık gibi olguların aslında genişletilmiş benlik algıları olduğunu ortaya koymaktadır.
“Ene yok nahnu var!” aslında bütün kâinatı kuşatacak bir barış anlayışını doğuracak temel prensip olmalıdır. “Biz” özünde barışın kavramıdır ve barış kavramıdır. Yalnızca kendi hanesini değil, mahalleyi ya da apartmanını “biz” olarak algılayan komşular arasında kavga ya da sürtüşme ihtimali çok düşük olacaktır. Oysa kendi hanesinde bile “biz” anlayışı gelişmemiş hatta benliği ile çatışma halinde kendisiyle bile barışık olmayanların oluşturduğu toplumlar, fertleri çatışma kaynağı olan toplumlar olacaktır. Zaman eğer çatışmaların, menfaat kavgalarının ve savaşların zamanı ise bunun zemininde sınırları daraltılmış ve siyasî menfaatler doğrultusunda manüple edilmiş “biz” tanımlarının büyük önemi olmalıdır. Barış insanının “biz” tanımı adeta sınırsızdır. Yalnızca düşmanlık kavramına düşmandır. Ötekilik dışında “öteki” şeklinde tanımladığı kavram yoktur. Bu yönüyle, gerçek barış insanıdır. Ülkemizin bugünkü temel probleminin belirli bir değer yargısı ya da ideolojinin tanımladığı insan tipinin dışındakileri ötekiler olarak algılayan anlayıştan kaynaklandığına şahit oluyoruz. Başörtülü, çarşaflı, sakallı, cüppeli, gerici, yobaz ya da komünist, dinsiz, solcu gibi kavramların karşısında reaksiyonla şekillenmiş “biz” anlayışlarının “biz”im ülkemiz şuuru ile kenetlenip ortak bir millî benlik ve ülküler geliştirebileceği düşünülebilir mi? Bu tarz ben merkezli “biz” kavramlarını netleştiren ve kendi değer yargıları dışındakileri ötekileştiren ve sürekli çatışmaları kaşıyan yaklaşımlar kime hizmet edebilir? Ülke menfaatini düşünen hangi akıl sahibi bu yaklaşımlara yol açabilir ya da yanında yer alabilir?
Grup taassubu ile ve kısmen manevî hizmetlere giren siyasî yaklaşımlarla “biz”in çapı daraltılmakta aynı dâvânın farklı taraflarından tutan iki grup birbirlerini öteki olarak algılayabilmektedirler. En dar daireden en geniş daireye kadar irtibatlı olunan her alandaki “biz” duygusu çok güçlü olmalı, ancak bu dairenin dışındakileri ötekiler haline getirmemelidir. Her güçlü topluluk benliği ya da şahs-ı manevî içinde bulunduğu daha geniş alanı da “biz” olarak algılamalıdır. Köyü, şehri, mezhebi her insanın dar dairedeki kendini tanımlama alanı olmalıdır. Bunu kuşatan halka Hazret-i Muhammed’e (a.s.m.) ümmet olmaya çalışan Kur’ân’ı kendi yorumu çerçevesinde hayatına rehber yapmaya çalışan insanlardır. Daha sonra kitap ehli olanların halkası gelmektedir. Sonraki halkalar ise bütün insanlıktan varlık âleminin tamamına uzanmaktadır. İşte “biz”imizin çapı bu en son halkayı içine alacak genişlikte olmalıdır. En dar dairedeki “biz”in şiddeti bir sonraki halkadaki “biz”’i kolektif bir şuurla adeta tek şahıs gibi yaşamaya vesile olmalıdır. Dâvâda, dünyada, insanlıkta ve varlıkta barışın teminatı olan insan ancak bu yolla âlemimizi kuşatabilir düşüncesindeyim.
12.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Medya, gerçekleri gör |
|
Türkiye ve dünya gerçeklerini görmemek için gayret sarf eden medya, ne yazık ki hatalar zincirine yenilerini ekliyor. İki de bir milletin namazıyla, orucuyla ya da tesettürüyle ‘kavga’ ediyor. Böyle mânâsız bir kavganın, medyaya itibar kazandırmadığını anlamak için yüzyıllar geçmesi beklenecek?
Milletin namazıyla ‘kavga’ eden anlayış, bazen camilerin çokluğundan şikâyet eder, bazen de namaz kılanların sokaklara taşmasını diline dolar. Aslında her ikisi de “Türkiye’nin gerçekleri” arasında yer alan konulardır.
Evet, Türkiye’de cami sayısı çoktur, ama medyanın bu durumdan şikâyet etmeye hakkı yoktur. Cami sayısı çoktur, çünkü şükürler olsun ki namaz kılanlar da çoktur. Cami sayısı, namaz kılanların ihtiyacına cevap vermek üzere yapılıyor ve yapılmaya da devam edecek. “Cami sayısı çoktur” diyenlerin ileri sürdükleri temelsiz iddialardan biri de bu sayıyı ‘okul’ sayısı ile kıyaslamaktır. Eğer okul sayısı yeterli değilse, bunun suçlusu olarak cami sayısının çokluğunu göstermek olabilir mi?
Okul sayısı yeterli değil ise öncelikle ‘yeterli değil’ diyenlere iş düşer. Okul yapmak devletin görevi ve zaten de yapıyor. Bu yeterli değil ise, çeşitli kampanyalar açılsın ve milletten de destek istensin/ alınsın. Zaten bu da yapılıyor. Bütün bunlara rağmen okul sayısı yine de yeterli değilse, millet ‘okul yaptır’ma kampanyalarına destek olmuyorsa, sahip çıkmıyorsa problemi başka bir yerde aramak lâzım. Öyle ya, ‘Cami yapalım’ diyenlere millet gönülden destek veriyor ve ‘Okul yapalım’ diyenlere aynı desteği vermiyorsa, bu kampanyaları açan ve bu iddiaları ortaya atanlar ciddî ciddî düşünmelidir. Ki, milletin ‘okul kampanyalarına katılmadığı’ iddiası da yersizdir. Böyle bir problem yaşanıyorsa bu, gerekli tanıtımların yapılmaması ve ‘öncü’ olanlara yeteri kadar güven duyulmamasından kaynaklanıyor olabilir.
Medya son olarak, Ankara Metrosu, Kızılay istasyonunda Cuma namazı kılanların kalabalık olması ve kalabalığın dışarıya taşmasını diline dolandı. (Milliyet, 10 Mart 2007) “Burası Ankara Kızılay Metrosu” üst başlığıyla verilen haberin özeti de şöyle: “Cuma namazı için Kızılay İstasyonu’ndaki mescide gidenler, istasyonun koridorlarını kapatıyor. 600 metre uzaklıkta cami olmasına rağmen her Cuma aynı manzara yaşanıyor.”
600 metre uzaklıktaki cami Kocatepe Camii. Ankaralı değiliz, ama Kızılay İstasyonu ile Kocatepe arasındaki mesafeyi biliriz. Kuş uçusu bu kadar mesafe olsa bile, zamanında kılınması gereken bir namaz için o anda metroda bulunan bir kişinin Kocatepe’ye gitmesi kolay değil. Öyle bile olsa, milletin namaz kılmasından rahatsızlık duymak doğru değil. Bunun çaresi, namaz kılınabilecek yerleri, cami ve mescidleri arttırmaktır. Namaz kılmayı zorlaştırmak değil, kolaylaştırmakla bu sıkıntılar aşılabilir.
Medyanın yaptığı bir başka çağrı daha var. “Kadınlar da Cuma’ya gelsin” başlıklı haberlere rastlıyoruz son günlerde. (Akşam, 11 Mart 2007) Kimin Cum’a namazına gideceğine elbette medya karar vermeyecek. Ancak bu haberlere yer verenler, kadınların da Cuma namazına gittiğinde camilerin ihtiyaca cevap vermeyeceğini ve dolayısıyla mecburen yeni camiler yapılması ‘tehlikesi(!)’ olduğunu da unutmasınlar.
“Gerçek”lerle kavga edenler, bu güne kadar hiç kazanamamış. İnşaallah bundan sonra da kazanamaz.
12.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
Hafta heyecanı |
|
Bediüzzaman Haftası kapsamında yurt çapında gerçekleştirilecek programların yer ve tarihleri belirlendi. Programların duyuruları gazetemizde ilân edilmeye başlandı. 18-26 Mart tarihleri arasında yoğunluk kazanacak bu faaliyetlere Risâle-i Nur Enstitüsü ve şubelerinin ev sahipliği yapacağını daha önce de belirtmiştik.
Programlarda açılış konuşmasını, Risâle-i Nur eksenli “sevgi ve muhabbet” konulu ana konuşma takip edecek. Ardından, yapılan hazırlığa göre şiirler, tasavvuf musikisi ve sinevizyon gösterisi ile program renklenecek.
Program yapılacak yerlerde hazırlıklar hızla tamamlanırken, etkinliklerin tanıtımında kullanılacak olan broşür, el ilânı ve afişler de ilgili mahallere gönderilmeye başlandı.
Gerçekleştirilecek toplantılar vesilesiyle açılacak sergilerde, yeni tanzimle yayınlanan Risâle-i Nur Külliyatı başta olmak üzere neşriyatımızın da satış ve tanıtımı yapılacak. Gazetemiz için abone standı kurulacak.
***
Sinevizyon hazırlandı
Bediüzzaman Haftası etkinliklerinde gösterime sunulmak üzere bir sinevizyon cd’si hazırlandı.
Sevgi ve Risâle-i Nur temalı sinevizyon filmi iki ana bölümden oluşuyor.
Sinevizyonun birinci bölümünde muhabbetin bütün kâinatın mayası olduğunu anlatan bir klip yer alıyor. Klipte insanın yokluktan, hiçlikten getirilip sevgiyle yaratıldığı ve sevgiyle donatıldığı anlatılıyor.
Senai Demirci’nin yazıp, seslendirmesini yaptığı ve rol aldığı bu bölümde ateş, toprak, taş, su gibi unsurların dilinden, yokluğun acısı yansıtılıp insanın da yok olmaktan kurtarılarak sevgiyle var edilmesi işleniyor.
İkinci bölümde ise, talebelerinin dilinden Risâle-i Nur ve Bediüzzaman perspektifleri muhtevalı röportajlar yansıtılıyor. Bu bölümde Mustafa Sungur, Mehmet Fırıncı, Mehmet Kutlular ve İslâm Yaşar Risâle-i Nur hakkında bilgiler veriyor.
"Kâinatın mayası muhabbet" başlıklı bu cd’nin yapımcılığını Yeni Asya Prodüksiyon üstlendi.
***
İstanbul’da panel
Bediüzzaman Haftası kapsamında, İstanbul’da da “Toplumsal barış için sevgi” konulu bir panel düzenlenecek. 18 Mart Pazar günü Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayında gerçekleştirilecek panel saat 13:30’da başlayacak.
Prof. Dr. Salih Tuğ, gazeteci-yazar Cüneyt Ülsever, gazeteci-yazar Ali Bulaç, eğitimci-yazar Vehbi Vakkasoğlu, psikiyatrist-yazar Mustafa Ulusoy ve gazetemiz genel yayın müdürü Kâzım Güleçyüz’ün konuşmacı olarak katılacağı paneli avukat Kadir Akbaş yönetecek. Panelistler konuşmalarında, toplum yapısını temelden sarsabilecek kadar ürkütücü bir gelişme gösteren ve sevgisizliğin tezahürü olarak ortaya çıkan şiddete, manevî bunalımlara, aile içi iletişimsizliğe meslekî bakış açılarıyla çareler arayacaklar.
***
İlâve talepler bekleniyor
Üstad Bediüzzaman’ı 47. vefat yıldönümünde bir kez daha rahmetle anacağımız 23 Mart günü, önceki yıllarda olduğu gibi yine özel bir ilâve vereceğimizi geçen hafta duyurmuştuk. Bu seneki anma programlarında ana temanın “sevgi” olarak belirlenmesi dolayısıyla, “Biz muhabbet fedaileriyiz” başlıklı ilâvemizin konusunu da Risâle-i Nur’daki izahlar ışığında birlik-beraberlik-kardeşlik mesajları oluşturuyor.
Okuyucu ve temsilcilerimizin, 23 Mart için bildirecekleri ek gazete taleplerini bir an önce kesinleştirip, belirledikleri rakamları en kısa zamanda Dağıtım Servisimize iletmeleri gerekiyor.
Öte yandan, tabloid boyda vereceğimiz ek, aynı muhteva ile, Bediüzzaman Haftası kapsamındaki programlarda dağıtılmak üzere ayrıca broşür olarak da hazırlanıyor. Program yapacak mahallerin broşür taleplerini de en kısa zamanda Dağıtım Servisimize bildirmelerini bekliyoruz.
Hepinize hayırlı haftalar diliyoruz.
12.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Taklacı gazeteci |
|
Bir dönemler MİT raporları uçuşuyordu. Şimdi ise andıçlar dolaşıyor ortalarda…
Askerler, ‘andıç’ı sızdıranı araştırıyor. Başbakanlık ise, köstebeği bulmanın peşinde.
Hiçbiri, “Biz andıç hazırlamadık” demiyor. Diyenlere de zaten kimse inanmıyor. Çünkü daha yayınlanmamış andıçlar var. Herkes zulasındakini sağlam tutmaya çalışıyor.
Hangi gazete hangi ülke istihbaratının etkisi altındadır, hangi yazar, hangi ülkelerin istihbaratlarına yakındır gibi yapılan çalışmadan, cinsel tercihlere, hatta gazetecilerin hangi istihbarat örgütüne yakınlığına kadar, önüne gelen andıç düzenlemiş.
Eğer bu kavga şiddetlenirse, bir bir ortaya sürülecekler.
Peki bu andıçlamanın arkasında Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde asker ile hükümeti karşı karşıya getirme senaryosu yatıyor mu?
Kimi büyük, kimi küçük hesaplar seziliyor. Ancak hükümet de asker de andıçtan dolayı kapışacak kadar dolduruşa açık değiller.
Nokta dergisinde yayınlanan andıçtan Genelkurmay önünde verilen zarfın kokuları geliyor.
Başbakanlığın andıcı ise tuhaf bir şey. Komik mi desem, yoksa kaderin bir cilvesi mi desem… Ne diyeceğimi bilemiyorum.
Saray entrikası demek daha doğru olur herhalde.
Bir danışmanın başka bir danışmandan intikam operasyonu bu.
Gözden düşen cariyelerin, yeni gözdeyi çelmeleme operasyonu gibi birşey.
Hem de can düşmanı ile işbirliği yapmak suretiyle.
İşte bu yüzden Ankara’daki bazı ilişkilerden nefret ederim.
En birinci adamı gözüküp, ayrıldıktan birkaç gün sonra, can düşmanı ile işbirliği yapıp, ekmeğini yediği insanın aleyhine çalışan tiplere şahit olduk zaman zaman.
Bu, profesyonel danışman-siyasî, bakan-bürokrat çalışmasından öte bir durumdu.
Bir bakanla çalışan danışman ya da bürokrat elbette ki bir başkasıyla da çalışabilecek. Hayat da devam ediyor, görevler de.
Ancak bir süre önce sır kâtibi gibi yanında bulunduğu kimsenin çanına ot tıkamak için şeytanla işbirliği yapanlar, sırlarını rakibine ulaştırıp makam kapmaya çalışanlar, ya da yeni gözdeyi çelmelemek için olmadık entrikalara girenler hep var oldu.
Bu açıdan kokuşmuş, Bizans entrikaları az değildir başşehirde…
***
Bir gazeteci bir bakanı ziyarete gidiyor. Ecevit’in hasta yatağında olduğu günler.
Giden o gazeteci, bakana, Ecevit’le ilgili yakışıksız bir lâf ediyor. Bakan bunun üzerine ayağa kalkıyor ve bütün siyasî kariyerini başbakanlığı döneminde Ecevit’e yakın olmaya borçlu olan o gazeteciye, “Başbakanken peşinden koşuyordun. Birilerinin mesajlarını taşıyordun” deyip kapıyı gösteriyor.
Bu yüzden andıçlar ortaya çıkınca köstebeklerin çok uzaklarda aranmaması gerektiğini düşünmüştüm.
***
Yıllarca Enver Ören’in Ankara Temsilcisi olup, içtiği su bardağının kalan yarısını başına dikmekle iftihar eden tipler bugün, “Türban aleyhine konuştuğum için benim programımı kaldırdılar” diye ortalarda dolaşmıyor mu?
Başörtüsü aleyhinde konuştuğunu söyleyerek birilerine sığınmaya çalışıyorsun da, peki senin eşinin başı açık mı?
Başbakanın yakın çevresi tarafından sağda, solda gazetelerde iş bulmaları sağlanan tipler de bugünler de başbakanın harim-i ismetinde olanları yazmanın peşindeler.
İnsan önce çiğ yemeyecek ki, karnı ağrımasın.
Başbakanın basın danışmanları tarafından işe yerleştirmeyi onuruna yediriyorsun, sonra çıkıp büyük gazeteci havalarında geziyorsun.
Maalesef bu tür tipler çoktur bizim Ankara’mızda.
Bence ahlâksızlık tek taraflı değil.
Bu açıdan askerle hükümetin andıç üzerinden rejim kavgasına girmesine gerek yok.
Yapılacak olan köstebeği araştırmanın yanı sıra, andıç ahlâksızlığına da bir son vermek.
Eğer Genelkurmay, savaş planlarını, istihbaratını, ordu yönetimini de andıç gibi yapıyorsa, vay halimize.
Eğer başbakanlık basına bilgi notundaki gibi ülke yönetimine hangi içkiyi içti zaviyesinden bakıyorsa, tüh ki tüh bu çapsızlığa.
Biz de akrediteden ziyade embedded tipi gazeteci çok.
Daha çok Irak savaşından sonra duyulmaya başlandı embedded yani iliştirilmiş gazeteci tipi.
Irak’ta görev yapacak gazeteciler çok önceden seçildi. Bunlar askerî karargâhlarda kaldı ve yazdıkları haber ve yorumlar kontrol edildikten sonra yayınlanmasına izin verildi. Bu tür ilişkiyi başta hem o gazeteciler ve kurumları kabul etti, hem de ABD.
Biz de de kalemini askerin emrine, liderin cebine ya da iktidarın hizmetine sunmaya hevesli çok sayıda embedded gazeteci var.
Hatta kimi zaman onların attıkları taklalar, bu andıçların yanında bile hafif kalır.
Sakın ola ki, bu tür taklacı gazeteciler olmasın bu andıçların arkasında…
12.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
A “kredi”tesi olanlar/olmayanlar |
|
Postmodern 28 Şubat darbesinin 10. yılında, yeni bir andıçla karşılaştık. Bunu ortaya çıkaran Nokta Dergisini tebrik etmek lâzım! Andıcı, andıçladılar. Yazarlar kendi karnelerini gördüler. Biz de basın organlarından akredite edilenlerin son ahvalini öğrendik.
Yeni Asya gibi dinî hassasiyeti olan gazeteler ise zaten andıç dışı. Kendilerine “kredi” tanınan, yani kredibilitesi onaylanan gazeteler, diğer tarifle Genelkurmay Başkanlığının güvenilirlik listesinde yer alanları, ayrıca kendi içinde iki gruba ayırmışlar.
Gruplardan biri TSK’ya karşı görüş ve yazıları olanlar, diğeri ise TSK yanlısı olanlar. Haberlere yansıyan şekliyle “olumlu” yazanlar ve “olumsuz” yazanlar olarak tasnif edilmiş.
Burada bir tesbitle girmek istiyorum. Evvelâ, her kamu kuruluşu uygulamalarının kaynağını yasadan almak zorunda! Ayrıca, gücünü kanundan almayan hiçbir uygulama hukukî değildir. Burada böyle bir dayanaktan yoksun bir icraat var.
Kurumsal hassasiyetler, görev alanı ve görevlilerle ilgilidir. Kendi görev alanı dışında, özellikle basın sektörü üzerinde, düşünce insanlarına yönelik dışlama ve yok sayma, kabul edilemez bir durumdur. Eğer ülkenin güvenliğinden, bunun da dış güvenlik öncelikli olanını kastediyorsak, Türk Silâhlı Kuvvetlerinin sorumluluk önceliği bellidir.
İç tehdit algılamalarının belirlendiği organlar ve koordinasyonlar ile üst kuruluşlar da bellidir. Müşterek bir devlet düzeni içinde bütün bunların demokratik teamüllere uygun tarzları da bellidir.
Hal böyle olunca, düşüncesini ifade edenleri, olumlu ve olumsuz diye ayırmak, üstelik bir kısmına “TSK karşıtı” demenin hukukî bir zemini olmadığı gibi subjektiflik söz konusudur. Sonuçları itibariyle ayırımcı ögeleri öne çıkarır.
Nitekim, Genelkurmay Başkanlığı da, basında çıkan son andıç olayından dolayı, “Adlî soruşturma” başlattığını duyurdu. Bir anlamda olay kabulleniliyor. Merak edilen konu, adlî soruşturmanın, kimlere ve ne için yapılacağı?
Neden kamuoyuna sızdığı mı, yoksa olayın kendisi mi vahim?
Burada hangi sorunun cevabının arandığı önemli! Elbetteki iki soru da cevabını bulsun. Ancak andıç olayı da artık son bulsun. Belki de her yıl bir akreditasyon raporu hazırlanıyor. Bazı yazar ve gazeteler, izlenmeye ve durumları değerlendirilmeye alındığına göre süreç devam ediyor ve süreli raporlarla belirleniyor.
Bir kurumun veya olayın haber değerini belirleme ve onu kamuoyuyla paylaşma, o konuda yazı ve yorum yapma hakkı, özgür basının görevi iken, bunun nasıl yapılacağı ve kimlerin bu haber ve olayları izleyeceğine bizzat haberin tarafı kurum veya kuruluşlarla kişilerin karar vermesi, bir anlamda sansür uygulaması, düşünmeye darbedir.
Bu vesileyle basında yaşanan haksız rekabet uygulamaları ile yazar ve gazete kayırma durumları da, bir defa daha gündeme geldi. Bu konunun daha da tartışılmasında fayda var.
Hükümetin kendine göre akredite ettiği yazarlar var, hükümet başkanı veya üyelerinin yurt içi ve dışı toplantılarına bunlar özellikle çağrılıyor. Diğer gazetelerden ise, ekonomik durumu iyi olanlar, yazar veya muhabir gönderiyor.
Bu durumda, bizim gibi 40 yıllık basın geçmişi olan, ancak bir o kadar da ekonomik kaynakları belli, kredisiz ve hormonsuz gazeteler; haber, özel bilgi notu ve kaynak haberciliği yapma imkânı bulamıyor.
“Büyük gazete,” ”büyük yazar” sendromuna hiç yakalanmadığımız için, bir de dokuz köyden kovulmayı çoktan hak ettiğimiz için, Allah’a şükür fazla çağrılmıyoruz, hatta yok sayılıyoruz.
Basın kuruluşları da bu ikiyüzlülüğün parçası oluyorlar zaman zaman. Meselâ 301 cezasını “büyük yazar” kategorisine giren birisi işlemişse, gündem oluyor. Yeni Asya yazarları ise genelde geçiştiriliyor. Bildiğiniz gibi, bizim A “kredi”temiz yok.
Bizim akredite edilmeye ihtiyacımız olmadığını, aslında akredite kriterlerine de itirazımız olduğunu belirtelim. Alınganlığımız, fişlenen yazarların, “Valla billa ülkemizi çok seviyoruz” telâşı… Biz ülke sevgimizi ve demokratik bütünlüğe dayalı meşrûiyet zeminini her kurum ve kuruluş için savuna geldik. Ancak orduyu değil de, ordu içindeki kişi ve olayların yanlışını söyleme hakkı her kurum için geçerli olan bir değerlendirme ve görüş açıklama demokrasisi olarak mütalâa edilmelidir…
Bakıyorum, fişlenen bazı zevatın ağırına gitmiş bu andıç. Biz tersini hiç görmediğimiz için, sevgi kaynağımızı sonuna kadar kullanarak ve komplekse girmeden tavır farkıyla duruşumuzu koruyoruz.
Düşünce farklılığını görmezlikten gelen, dışlayan siyasetin tahammülsüz hırsları başta olmak üzere bütün kurum ve kuruluşlara bu konuda demokratik açılım düşüyor.
12.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
İstanbul'dan Bağdat'a; Bağdat'tan İstanbul'a |
|
Filistin’in anahtarı Bağdat, Bağdat’ın anahtarı da İstanbul’dur. Bu denklemi idrak edemeyen Ortadoğu’nun kaderini bilmiyor demektir. Bağdat’ta üst düzey memurlar toplantısı aslında İstanbul’da başlayan sürecin; Çırağan sürecinin bir devamıdır. Ve Bağdat’ta yapılan yüksek düzey memurlar toplantısı Nisan ayında dışişleri bakanları toplantısı seviyesiyle taçlanacak olursa; muhtemelen bunun toplanma yeri yine İstanbul olacak, başladığı noktaya avdet edecektir.
İstanbul’da olması sadece bir sembolü ifade etse de sembolizmin ötesinde Ortadoğu’da yeni düzenin nirengi noktası İstanbul olacaktır. Onu ıskalayan bütün girişimler vakit zayiatı ve havanda su dövmekten ibaret kalacaktır. Elbette Türkiye bugünkü mevcut yapısıyla da anahtar rolünden ziyade kilit rolü oynuyor. Bu rolün de müsbet açılımlarla takviye edilmesi gerekiyor. Bağdat toplantısı aslında Irak konusunda diplomatik yolun denenmesi konusunda bir ilki teşkil ediyordu. Bu yolun denenmesi tavsiyesi Baker-Hamilton raporu’ndan önce de yapıldı, sonra da. Ancak bugüne kadar müyesser olmamıştı.
Diplomasi netice itibarıyla cephede yapılan savaşın masada devam etmesidir. Masada iyi niyet ve uzlaşma amacı güdülmezse sonuç yine hüsrandır. Bağdat’ta aynı masayı paylaşan rakip taraflar tezlerinden pek vazgeçer gibi görünmüyorlar. Netice itibarıyla, bu bir peşrev ve ilk deney olsa bile her başlangıç bir niyet bildirimidir ve bir sonuca işaret eder. Taraflar bu minvalde giderlerse neticeye varamazlar. Çünkü iki taraf da haklı oldukları tezinden yola çıkıyorlar. Yani hakikat ve uzlaşma peşinde değiller. Diplomatik oyunlarla kazanımlarını koruma veya pekiştirme peşindeler.
Sonuç olarak, hakikat peşinde olmayanlar, takıntı ve enaniyet ve gurur peşindedirler. Bu ise tarafları bir sonuca götürmez. Sözgelimi, İranlılar 6 diplomatlarının Amerikalılar tarafından kaçırıldığını söylediler. Bunun doğru olmadığını kendileri de biliyorlar. Sadece Bağdat’taki bir diplomatları kaçırıldı. Halilzad ise hiçbirinin diplomat olmadığını iddia etti. Bu da zımnen onları kendilerinin kaçırdığının itirafıdır. Erbil’de kaçırılarınların diplomatik sıfata haiz olmadıklarını bizzat İranlı yetkililer de itiraf etmişti. Öyleyse sadede niye gelmiyorlar? Tribünlere mi oynuyorlar?
***
Amerikalıların amacı da çekilmek değil, aksine kendileri açısından güvenliği sağlamak. Bunun için sopayla Suriye ve İran’ı da kendilerine angaje etmek istiyorlar. Bush, 21.500 askerden sonra 8500 yeni askerin daha Afganistan ve Irak’a sevkine karar verdi. Dolayısıyla görüşmeler böyle bir havada cereyan etti. Herkes kendi tezlerini tekrarladı ve dolayısıyla sağırlar diyaloğu yaşandı. Amerikalılar diplomatik ilişkilere sahip oldukları Suriyelilerle doğrudan görüşürken buna mukabil İranlılarla dolaylı olarak görüşmüş oldular.
ABD’nin Bağdat Büyükelçisi Zalmay Halilzad “İranlılarla doğrudan, başkalarının önünde ve masada konuştum. Irak’la ilgili kaygılarımızı ilettim” derken, İran Dışişleri Bakan Yardımcısı Ahmed Arakçı “Bire bir görüşme olmadı. Her şey toplantı çerçevesindeydi” vurgusu yaptı. Tarafların Irak’la ilgili kozlarını ve suçlamaları ortaya koyduğu toplantıda Irak Başbakanı Nuri Maliki’nin “Bölge ve dünya ülkelerinden, belirli bir mezhebi, etnik grubu ya da partiyi destekleyerek, Irak’ın içişlerine müdahale etmekten kaçınmalarını istiyoruz” çağrısı dikkat çekti. Maliki, “Bölge ülkelerinin mezhepçiliği kışkırtmasına izin vermeyeceğimiz gibi Irak merkezli bir grubun komşu bir ülkeye düşmanlık etmesine de izin veremeyiz. Irak, bölgesel ve uluslar arası uzlaşmazlıkların savaş alanına dönüşmemeli” diye ekledi. Halilzad da İran ve Suriye’yi hedef seçerek, “Bu masada temsil edilen hiçbir ülke Irak’ın parçalanmasından fayda görmez, aksine herkes bundan zarar görür” diyerek direnişçi gruplara silâh sevkiyatının durması talebini dile getirdi. Maliki’nin hilâfına Halilzad ise İran ve Maliki hükümetini ima ederek komşu ülkelerin Irak’ta mezhep kışkırtıcılığı yapmamalarını istemiştir. Rice da daha önce benzeri ifadeler kullanmıştı. Sonuçta eski tezler bir kez daha ortak masa etrafında seslendirilmiş oldu.
***
İran Dışişleri Bakan yardımcısı Arakçı, ülkesine yöneltilen suçlamaları reddedip, şiddete ABD işgal güçlerinin sebep olduğu karşılığını verdi. ABD’yi ikili oynamakla suçlayan Arakçı sözlerini şöyle bağlamıştır: “Çekilme için takvim ortaya koyarlarsa şiddet sorununun çözülmesine yardımcı olur. İran, Irak’a barış ve istikrar getirilmesine yardım etmeye hazırdır.” Bu mesaj, Rafsancani’nin daha önceki açıklamaları dikkate alındığında şu anlama gelir: ‘İşgale yardımcı olduğumuz gibi, payımız karşılığında işgal sonrasına da yardımcı olmaya hazırız...’ İranlıların masadaki en somut teklifleri bu olmuştur.
Irak’ta öncelikli olarak yapılması gereken bir an önce işgalden ve onun etkilerinden kurtulmaktır. Bütün problemlerin anası işgaldir. Onun türevi de işgal sonrasında onunla paralel gelişen Irak’ta artan İran nüfuzudur. İkinci kademede yapılması gereken de bu nüfuzun bloke edilmesi veya sınırlandırılmasıdır. Haris ed Dari gibilerin de dediği gibi birisi olunca ötekide otomatik olarak peşinden gelecektir. İşgalin dördüncü yılı değerlendirmesinde, Türkiye’nin, Irak politikasında ‘çok iyi bir duruşu’ olduğunu belirten Iraklı Müslüman Alimler Heyeti Başkan Yardımcısı Amir El İgaidi, “Türkiye, Irak’ın birliği için çalıştı, biz umut ediyoruz ki bundan sonra da böyle devam eder...” Bundan dolayı az gidilse de uz gidilse de çözüm yine düğümün çözümü İstanbul’dadır.
12.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|