Âkif’i, Âkif yapan büyük sır nedir?
2Mart (bugün), İstiklâl Marşımızın TBMM tarafından millî marş olarak kabul edilişinin yıldönümü. Milletimizin yaşadığı zor günleri ve verdiği istiklâl mücadelesini mısra mısra işleyen, millî ve manevî hislerimizin birleştiği, milletimizin topyekun onur ve gururunu temsil eden İstiklâl Marşımızın kabul edilişinin bugün 86. yılı. İstiklâl Marşımızın Büyük Millet Meclisinde kabul edilişinin 86. yılı vesilesiyle düzenlenecek olan programlarda millî mücade destanımız anlatılacak.
Milletimizin kurtuluş savaşında, millî ruhun uyanmasında ve bağımsızlık mücadelesine dönüşmesinde, Mehmet Akif’in vatan ve bayrak aşkını dile getirdiği coşkulu mısralarının çok büyük katkısı olmuştur. Âkif'in de ifadesiyle, Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın. İstiklâl Marşımız bir kahramanlık destanının satırlara dökülmüş halidir.
Âkif, hiçbir zaman zorluklardan yılmayan karakteri, dirayetli yapısı ve yüksek vatanperver duygulara sahip bir vatan evlâdı olarak memleketimizin içinde bulunduğu zor durumdan kurtulması için var gücüyle gayret gösteren, vatan için en ön sıralarda yer almış büyük bir şahsiyettir. Cami kürsülerinde verdiği vaazlarında milleti kendi mukadderatına sahip çıkmaya çağırmıştır. Aynı amaç çevresinde bütünleşen diğer vatanperverleri de bu yöne sevk etmeyi başarmıştır. Âkif, bu özellikleriyle ideal bir devlet adamı karakteri de ortaya koymaktadır. Birinci Mecliste çalışkan ve dürüst bir şahsiyet olarak, Burdur milletvekili sıfatıyla görev yapmıştır. Aynı zamanda ilim adamı, eğitimci, müzisyen, mütercim, sporcu, hatip ve gazeteci kimliklerini de başarıyla icra etmiş bir şahsiyettir.
İstiklâl Marşına ilişkin yarışma açıldığı zaman, yarışma birincisine 500 TL. ödül verileceği için, İstiklâl Marşı gibi önemli bir metnin ödül karşılığı yazdırılmasının doğru olmadığını söylemiş ve bu yarışmaya katılmamıştır. Ancak Maarif Nazırı (Bakanı) Hamdullah Suphi Tanrıöver Bey’in “Mükâfatı almazsınız; fakat, iştirak ediniz” ricası ve Hasan Basri Çantay’ın da özel çabasıyla yarışmaya katılmıştır. 12 Mart günü TBMM’de Tanrıöver tarafından okunan şiiri bütün milletvekilleri ayakta dinlerler; her kıta, hatta bazen her mısra arkasından heyecanla alkışlarlar, nihayet İstiklâl Marşı olarak kabul ederler. Âkif, millete adadığı bu şiirin şairi olarak artık kendini görmez ve İstiklâl Marşını Safahat kitabına almaz. Kendisine niçin böyle yaptığı sorulduğunda “Çünkü onu milletimin kalbine gömdüm” der. Kendisine verilen 500 liralık mükâfatı, Şarkışla Hastahanesindeki yaralı gazilere hibe etmiştir. İşte Âkif’i büyük yapan bu anlayıştır.
Âkif, Osmanlının son döneminde içine düştüğü buhranlardan ve aczinden büyük ıztırap duymuştur. Bu ıztırabını da yazdığı yazılarda dile getirmiştir. Batının ilim ve tekniğinden yararlanılması gerektiğini savunmuş, fakat millî ve manevî değerlere sahip çıkılmasını da öğütlemiştir. Milletimizin yapısıyla ilgili çok gerçekçi ve objektif tesbitler ve tekliflerde bulunmuştur. Döneminin yenilikçi ve ilerici bir düşünürü olarak, millî kalkınma konularında da gözlem ve araştırmalara dayanan görüşler dile getirmiştir. Japonya’nın kalkınma modeli olarak örnek alınması gerektiğini söylemiştir.
Âkif, bir dönem Darül Hikmet-ül İslâmiye’de birlikte görev yaptığı Bediüzzaman Said Nursî'ye paralel görüşleri savunmuştur. Bu görüşleri sebebiyledir ki millî şairimiz vatanın kurtuluşundan sonra gurbete hicret etmek durumunda bırakılmıştır. Ömrünün en verimli zamanlarını Mısır’da geçiren Âkif ömrünün son yıllarında dostlarının yoğun ısrarlarıyla vatana dönüp hayatını noktalamıştır. Cenazesini bile çok az sayıdaki vatan evlâdı mütevazi bir törenle defnetmiştir.
Düşüncelerine bugün millet olarak daha çok muhtaç olduğumuz Âkif, inançlarına içtenlikle bağlı, milletini seven, istiklâl mücadelesini şiirleri ve düşünceleriyle ateşleyen, ilmî ve teknolojik yenilikleri savunan ve millî kahramanlıklarımızı destanlaştıran, bağımsızlığımızın sembolü İstiklâl Marşımızın şairi olarak, halkımızın gönlündeki müstesna yerini kazanmıştır. Ülkemiz için son derece önemli olan bu şansı değerlendirdiğimiz ölçüde Türkiye’nin büyük devlet olmaması için bir sebep yoktur.
Bu sene Türkiye Yazarlar Birliği Vakfı ve Mehmet Âkif Araştırmaları Merkezi Başkanı Mehmet Doğan’dan anlamlı bir teklif geldi. Doğan, “İstiklâl Marşı okullarda her gün söyleniyor, törenlerde okunuyor, fakat bu büyük eserin yazılma şartlarının hatırlanması ve yazıldığı mekânın yaşatılması konusunda yapılması gerekenler yapılamıyor” görüşünü dile getiriyor.
Doğan, İstiklâl Marşının kabul edildiği 12 Mart gününün ‘İstiklâl Marşı Günü’ ilân edilmesini istiyor. Doğan, Mehmet Âkif’in Ankara’da İstiklâl Marşını yazdığı Taceddin Dergâhının anlamına uygun tarzda kullanılması yönünde ciddî adımların atılması gerektiğini de vurguluyor.
Bu fikirlere katılmamak mümkün mü?
Mehmet Âkif Ersoy’u ne kadar tanıyoruz?
Mehmet Âkif Ersoy, 1873-1936 yılları arasındaki 63 yıllık ömrü içinde I. ve II. Meşrûtiyetin ilânı, İttihat ve Terakkinin örgütlenmesi, nihayet iktidarı, II. Abdülhamit dönemi, çöken bir imparatorluk, Birinci Dünya Savaşı, İstiklâl Savaşı, Cumhuriyet döneminde atılan adımlar gibi bir çok önemli gelişmelere şahitlik etmiştir. 1918’de Mondros Mütarekesi imzalanırken Mehmet Âkif Ersoy 45 yaşındadır. Ersoy’un bütün yazı ve şiirlerinde derin, insanın içine işleyen bir hüzün, ümit, aynı zamanda ders vardır.
Ersoy, Tanzimat’la başlayan modernleşme girişimlerinin genel atmosferi içinde doğmuştur. Annesi Emine Şerife Hanım, babası Mehmet Tahir Efendi’dir. İlk eğitimine Fatih civarındaki Emir Buhari mahalle mektebinde başlar. İki sene burada okur, sonra Maarif Nezaretine bağlı ilk okula gelir. Üç yıl bu okula devam eder, bu arada babasından Arapça öğrenir. Bundan sonra Fatih Merkez Rüştiyesine gider. Buradaki eğitiminde Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızca’ya ilgi gösterir. Rüştiyeyi bitirince Mülkiyeye gitmek ister, ilk kısmı olan üç yıllık idadiyi bitirir, iki yıllık âli kısmına geçtiğinde babası vefat eder, bir yangında evleri yanar, tam da bu sırada açılmış olan “Mülkiye Baytar Mektebi”ne geçer ve dört yıl içinde burayı birincilikle bitirir. 1893’ten 1913’e kadar memuriyette bulunur. Her zaman yazı ve şiirle iç içe yaşayan Âkif’in kamuoyunun önüne çıkması II. Meşrûtiyetin ilânıyla birliktedir. Şiirlerini, makalelerini Sırat-ı Mustakim adlı mecmuada yayınlamaya başlar.
Birinci Dünya Savaşı sonrası imparatorluğun dağılması, Mondros’tan sonra ise Anadolu’nun işgal edilmeye başlanması her yerde ayaklanmalar doğurmuştur. Âkif de Şubat 1920 tarihi itibariyle Balıkesir’de hutbeler vererek halkı bağımsızlığı için savaşmaya çağırır. Daha sonra İnebolu üzerinden Ankara’ya gelen Ersoy, Konya ve Kastamonu’da halkı aydınlatma faaliyetlerinde bulunur.
Birinci Meclis’te Burdur milletvekili olarak görev yapan Âkif, 1923 yılı itibariyle Türkiye’deki manevî havada görülen bozulmanın da tesiriyle Prens Abbas Halim Paşanın dâvetini kabul ederek Mısır’a gider. 1925’de kendisine Diyanet İşleri Riyasetince (Başkanlığı) Kur’ân tefsiri görevi verilir. Yaklaşık yedi yıl çalışır, ancak istediği gibi götüremediği düşüncesiyle çalışmasını yarıda keser. Kendisinden istenen aslında, bir tefsirden ziyade Kur’ân’ın Türkçe tercümesidir. Tercümenin mümkün olmadığını gören Âkif, çalışmayı tamamlamaz. Yaptığı çalışmaları da yaktırdığı rivayet edilir. Bu durum karşısında Diyanet aynı iş için Elmalılı Hamdi’yi görevlendirir. Ersoy, Mısır’da bulunduğu son zamanlarda hastalığa yakalanır ve dostlarının ısrarıyla İstanbul’a döner. Tedavi görür, ancak hastalık ilerlemiştir. 27 Aralık 1936’da vefat eder. Edirnekapı şehitliğine defnedilir.
İstiklâl Marşı
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır parlayacak!
O benimdir, o benim milletimindir ancak!
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül... ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl.
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl.
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım;
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar.
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imânı boğar,
‘Medeniyyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar?
Arkadaş, yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın,
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Bastığın yerleri ‘toprak’ diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı.
Verme, dünyâları alsan da bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.
Rûhumun senden İlâhî, şudur ancak emeli:
Değmesin ma’ bedimin göğsüne nâ-mahrem eli!
Bu ezanlar-ki şehâdetleri dinin temeli-
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.
O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım.
Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım;
Fışkırır rûh-ı mücerred gibi yerden na’şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım!
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl;
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet,
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!
|
Son zaman...
Son... İçinde bulunulan ahvale göre bu kelime bazen ferah verir bazen de hüzün. Eğer bir sıkıntımız, hastalığımız var ise hep “Son bulsun” diye Rabbimize niyaz ederiz, ama yaşanılan güzel bir vaktin bir olayın da “Keşke son bulmasa” diyerek devam etmesini isteriz. Elem ve lezzetlerin sonu olacağı gibi yaşadığımız hayatın da bir sonu olacak.
“Âhir” Arapça’da son, nihayet mânâsına gelir. Dünyanın da bir âhir zamanının olacağı Kur’ân-ı Azimüşşan’da ve hadis-i şeriflerde belirtilmiş ve bu zamanın önemine dikkat çekilmiş, mü’minler bu konuda uyarılmışlardır. Nitekim, Peygamber Efendimiz (asm): “İnsanlar öyle bir zamana ulaşacaklar ki, o zamanda dini yaşamakta gösterecekleri sabır, avucunun içinde ateş parçası tutmak gibi olacaktır” buyurmuşlardır. Ebû Hureyre’den rivayet edilen bir başka hadisi şerifte de “Sizler öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki, içinizden biri kendisine emredilenin onda birini terk etse helâk olur; fakat sonra öyle bir zaman gelecek ki, Müslümanlardan, kendisine emredilen şeylerin onda birini yapan kimse kurtulmuş olacaktır.”
Yaşadığımız asra bir bakalım; ânî ölümler, cinayetler, depremler, fitnelerin ve günahların çoğalması, insanların (bilhassa erkeklerin) toplum hayatında—yolda yürürken dahi—harama düşme endişesiyle binbir türlü meşakkat çekmesi, gün içinde kaçılan fitnelerin televizyon denen âlet aracılığıyla evlerimize kadar girmesi, rüşvetler, yolsuzluklar v.s... Bunları düşündüğümüzde bütün bu hastalıkların ve sıkıntıların da bir “son” bulmasını istiyoruz değil mi?
Rabbimiz o kadar adaletli ve cömert davranıyor ki böyle sıkıntılı bir asırda ibadetlerine devam edenlere sevapların kat kat verileceğini müjdeliyor. Nasıl ki, zor şartlarda çalışan bir işçinin, kendine göre daha rahat ortamda çalışan işçilerden daha fazla ücret talep etmesi uygundur; teşbihte hata olmasın, Rabbimiz de bu dehşetli dönemde emirlerine uygun hareket eden kullarının sevabını fazlasıyla veriyor.
Önemli olan hem hayatın içinde olmak, hem de Rabbimize itaat etmek ve O’ndan yardım dilemektir. Müslüman, dünyayı fiilen değil, kalben terk etmelidir. O zaman Biiznillahi Teâlâ bu sıkıntılı günlerin “son bulduğu” anda “mutlu son” da inananların olur.
Sözlerime asrın manevî doktoru Bediüzzaman Hazretlerinin bir tavsiyesiyle son vermek istiyorum: “Bu zamanda en mühim vazife, tahribata ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmak gerektir. Madem her dakikada şimdiki tarz-ı hayat-ı içtimâiyede yüz günah insana karşı geliyor, elbette takvayla ve niyet-i içtinabla yüzer amel-i salih işlenmiş hükmündedir.”
|