Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 14 Şubat 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


M. Ali KAYA

Sosyal insan



Sosyal hayat bir bahçeye benzer. Hayır ve şer, iyi ve fena, temiz ve pis şeyler içinde beraber bulunur. Akıllı insan güzeli ve huzur vereni alır, çirkin ve keder vereni bırakır.1 Allah’a tevekkül ederek topluma hizmete koşar.

Nasıl bir bahçeye giren iyi niyetli, iyimser birisi o bahçedeki meyvelerin iyisini koparır, çamur ve gübrelere dikkat ederek üzerine basmaz. Kuru ve çimenli yerde oturur. Meyvelerin çürük ve kurtlu olanları ile meşgul olmaz. Bahçeden güzel bir şekilde istifade eder. Kötü niyetli ve kötümser biri ise dikkat etmez, çamurlu yere basar, gübrelerin üzerine oturur, meyvelerin çürüklerini görür, kurtlu olanlarını koparır, canı sıkılır ve “Bu bahçede hiç iyi bir şey yoktur” diyerek midesini bulandırır, ayağını çamura bulandırır, elbisesini kirletir. Kendi dikkatsizliğini ve yanlış davranışını görmez; bütün olumsuzlukları görür. İstifade edemez; ama bahçeyi ve bahçıvanı suçlar gider.

İnsanın dünya hayatında kısa bir zaman içinde sosyal hayat sürmesinin amacı, kabiliyetlerini geliştirerek kötülüklerden ve olumsuzluklardan olumlu sonuçlar çıkarabilmeyi öğrenmesidir. Peygamberimizin (asm) “Dünya ahiretin tarlasıdır” buyurması gösteriyor ki, ahiretin mahsulâtı bu dünyadan gitmektedir. İnsanın gerek nefsi ve gerekse sosyal hayata ait amelleri hayır ve şer, sevap ve günah olarak ahirette mahsul vermektedir. İnsanın bütün amelleri yüce Allah’ın “Hafîz” isminin gereği olarak muhafaza edilmekte ve ahirette kendisine iade edilecektir.2

Öyle ise insan saadet-i ebediyeye ve cennete lâyık olabilecek kabiliyet ve istidadı kazanmaya çalışmalıdır. Allah’ın kendisine verdiği akıl ve duygularını hayra ve müsbete kanalize etmelidir. İnsanın kabiliyetleri ancak sosyal hayatta inkişaf eder ve gelişir. Toplum içinde kabiliyetlerini hayra çeviren ve topluma faydalı olan insanın kabiliyetleri iyi yönde gelişirken, şerre ve zarara yönelenin kabiliyetleri de buna göre gelişir. Böyle bir insan şerli bir insandır.

İnsanın kabiliyetlerini hayra çevirmesi ve topluma faydalı olması ancak sosyal insan olmakla mümkündür. Bu da Kur’ân-ı Kerim’e ve onun mübelliği olan Peygambere (asm) kulak vermekle mümkündür. Kur’ân-ı Kerim sosyal hayatta “Hak” prensibini esas alır. Bu prensibin amacı menfaat-i şahsiyeyi temin değil; fazilet ve rıza-ı İlâhîdir. Allah rızası şahsî menfaati terk etmekle kazanılır. Toplumda yardımlaşmayı esas alır. Zekâtın emredilmesi ve faizin yasaklanmasının amacı yardımlaşma prensibini harekete geçirmektir. Bütün bunlar nefsin hevesâtına ve kötü arzularına set çekerek, ruhu ulvî ve yüce gayelere yöneltmek ve insanın ulvî hislerini ve duygularını tatmin etmek içindir. Böylece insan kemâlât-ı insaniyeye sevk edilir ve değerli bir insan olur.3 Bunun için aklın ürünü olan felsefî ilimler ne zaman peygamberlerin ortaya koyduğu diyanet prensiplerine uyarak topluma beraber hizmet etmişlerse insanlık parlak bir sûrette bir saadet ve müreffeh bir sosyal hayat geçirmiştir.4

Sosyal hayatta, toplumu ilgilendiren hükümler eksere, yani çoğunluğa göre verilir.5 İyilik ve hayır çoğunlukta ise toplum iyi, kötülükler iyiliklere galip gelirse toplum bozuk olur. Şerrin bulunmadığı bir hayat muhaldir. Sosyal insan, sosyal hayata katkı sağlayan insandır. Bu da ilmî, ahlâkî her türlü karmaşadan toplumu kurtarmaya yönelik çalışmalar yapmaktır. Sosyal insan bu katkıyı sağlayan ferttir. Böylece toplumu ayakta tutan “Hürmet, merhamet, haramdan çekinmek, emniyet ve asayişe hizmet etmek ve itaati sağlamaktır.”6 Bu amaca hizmet eden her faaliyet topluma hizmettir. Bu hizmeti yapan insan, toplum adamı, yani sosyal insandır.

Dipnotlar:

1- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, (2001-İstanbul) s. 41

2- Sözler, s. 83

3- Sözler, s. 122

4- Sözler, s. 497

5- Sözler, s. 373

6- Şuâlar, (1997-İstanbul) s. 307

14.02.2007

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

Enfüsî tefekkür ve akıl nimeti



Âlemde yaratılmış olan varlıkları ibret gözüyle inceleyip, Yaratıcıları hesabına bakarak ders almaya tefekkür denilir. Tefekkür, zihin tembelliğini atar ve insanı mânen Allah’a yaklaştırır. Marifetullah denilen, Allah’ı bilmek ilminde terakkî ettirir.

Enfüsî ve âfâkî olmak üzere iki çeşit tefekkür vardır. Enfüsî tefekkür, insanın iç dünyasını anlamaya çalışıp, onunla Rabbine ulaşmasıdır. Âfâkî tefekkür ise, kendi dışındaki varlıklara bakarak, onların üstündeki İlâhî sanatları görüp, Yaratıcı Kudreti idrak etmeye gayret etmesidir. Her iki tefekkür birbirinin alternatifi değil tamamlayıcısıdır.

Enfüsî tefekkürde inceden inceye araştırma yapılması, maddî vücudumuzdaki her âzâ ve organlardaki İlâhî san’atları görmeye ve San’atkârını onlarla tanımaya vesiledir. Aynı zamanda, Yüce Yaratıcının verdiği duyguları da yakından tanıyarak, onları verenin gayesine uygun olarak kullanma nimetine mazhar olunur. Nasıl ki, emri altındaki memurları yakından tanıyan bir âmir, onları kabiliyetlerine göre en iyi şekilde değerlendirir ve istihdam eder. Aynen öyle de, kendi duygu ve kabiliyetlerini yakından bilen bir insan da, onları veriliş gayesine en uygun bir şekilde yönlendirir ve hayatını veren Allah’ın istediği istikamette yaşama nimetine kavuşur.

İç dünyamıza takılan bütün duygularımız şüphesiz çok değerlidir. Her bir duygunun kendine göre veriliş gayesi ve ibâdeti vardır. Meselâ, duygular içinde en kıymettarı olan ve diğer duyguların da kıymetini arttıran en değerli nimet akıldır. Aklı olmayan bir insanın, diğer duyguları fonksiyonlarını tam yapamaz. Onun için, duygular içinde akıl, en başta gelen büyük bir nimettir. Aklı olmayana, dinin emir ve yasaklarını yerine getirmek mecburiyeti yoktur.

Kalbin vazifesi Allah’ı sevmek, irâdenin vazifesi Allah’a ibadet etmek, lâtifelerin vazifesi mânen Allah’ı müşahede etmek olduğu gibi; aklın veriliş gayesi ve vazifesi de Allah’ı bilmek ve tanımaktır. Ancak, akıl tek başına Allah’ı bulmaya ve tanımaya yeterli değildir. Bunu en iyi bilen ve aklı yaratan Allah, onun önünü aydınlatmak ve gerçeği bulmasını sağlamak için semâvî kitaplar ve onları tebliğ eden peygamberler göndermiştir. Akıl, onlar sayesinde istikâmeti ve dengeyi bulur.

Cenâb-ı hak, diğer duygular gibi akıl kuvvesine de yaratılıştan bir had ve sınır koymamıştır. Bu yüzden, aklın ifrat ve tefrit mertebeleri vardır. İfrat mertebesi cerbezedir ki, hakkı bâtıl, bâtılı hak gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya sahiptir. Tefrit mertebesi de gabâvettir, ahmaklıktır, gerizekâlılıktır ki, hiçbir şeyden anlamaz. Akıl noktasında en büyük hidayet, hakkı hak olarak bilip tâbi olmak, bâtılı bâtıl olarak bilip ondan kaçınmaktır. Bu, aklın vasat mertebesi olan hikmettir. Hikmet ise, en büyük nimetlerdendir. “Kime hikmet verilmişse, ona çok hayırlar verilmiştir” meâlindeki âyet, bu hakikate işâret eder. Hikmet sahibi bir akıl, varlıkların yaratılış sırlarını vahyin yardımıyla anlar ve Yüce Yaratıcıyı bulur. Allah’ı tanımak ilminde mesafe kat eder. Vazifesini hakkıyla yerine getirir.

İstikâmetini kaybeden bir akıl dengeli düşünemez. İfrât ve tefrit halleriyle varlıkları Allah’tan başka şeylere havâle eder. Tabiat ve tesadüfün oyuncağı, sebeplerin bir araya gelmesinin mahsulü zanneder. Dünyanın âkibetini ebediyen yokluk ve hiçlik tahayyül eder. Ölümü, bütün sevdiklerinden ebedî bir ayrılık kabul eder. Yaratıcısını bulamaz ve âhiret hayatını bir aldatmaca olarak görür. Böyle bir akıl, en büyük bir nimet iken, sahibi için bir baş belâsı olur. Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi; geçmiş zamanın elem ve kederleri, gelecek zamanın endişe ve korkuları, o şahsın hazır zamandaki bütün keyif ve lezzetlerini kaçırır, hayatı ona zehir eder. O kişi, bu perişan halden kurtulmak için ya eğlencelere, ya da sarhoşluğa kaçar. Geçici olarak her şeyi unutur. Ayıldığı zaman, tekrar aynı hallerle karşılaşır ve yine sarhoşluğa sığınır. Bu hal, böyle devam eder gider.

Şayet akıl, iman ile aklını başına alırsa, bütün geçmiş ve gelecek zamanlar iman nuruyla ışıklanır. Dünya hayatı mânevî bir Cennete dönüştüğü gibi, âhireti de ebedî ve dâimî bir saâdet ve Cennet olur.

Aklın bir hâli, diğer halini tutmaz. Bu mânâyı Üstad ne güzel tasvir etmiş: “İnsanın akıl ve fikir meydanı öyle bir vüs’attedir ki, ihatası mümkün değildir; ve o kadar dardır ki, iğneye mahal olamaz. Evet, bazen zerre içinde dönüyor, katre içinde yüzüyor, bir noktada hapsoluyor. Bâzen de, âlemi bir karpuz gibi eline alır ve kâinatı misafireten getirir, akıl odasında misafir eder. Bazen de o kadar haddini tecâvüz eder, yükseğe çıkar ki; Vacibü’l-Vücud’u görmeye çalışır. Bazen de küçülür, zerreye benzer. Bazen de semâvat kadar büyür. Bazen de bir katreye girer. Bazen de fıtrat ve hilkati içine alır.” (Mesnevî-i Nuriye, s. 85)

Evet, akıl san’ata bakarak San’atkârını görmeli. Yoksa, zâtı ve hakikatiyle Allah bilinemez. Ancak, sıfat ve isimleriyle bilinebilir.

14.02.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Sevgililer Günü



Sevgililer Günü yazımıza bir-iki yerden tepki geldi. Özellikle bayan kesimden.

Ama bilinmeli ki, ben fikrimde ısrarlıyım.

Neden?

Bir kere bu âdet bizim değil.

İthal.

Tüm dünyada kutlanması bizim kutlayacağımız anlamına gelmez. Gelmemeli.

Günün orijinal adı Valentine’s Day. Günün bu adı Valentine adlı Hıristiyan bir azizden aldığı söylenir.

Çeşitli “efsane”lerden sözederler. Ben buna “efsane” değil, düpedüz “uydurma” diyorum.

Güya, en çok kabul gören(!) “efsane”ye göre, Sevgililer Günü adını MÖ 270’de Roma İmparatoru Claudius II Gothicus tarafından öldürülen bir rahipten almış.

Efsaneye göre, imparator tarafından hapse atılan rahip Valentine, âşık olduğu imparatorun kızına ‘Seven Valentine’den’ imzasıyla bir mektup göndermiş.

Başka bir “uydurma”ya göre:

Sevgililer Günü antik Roma devrinde “Tanrı ve tanrıçalarının kraliçesi” olan Juno’nun onuruna 14 Şubat’ta kutlanan Lupercalia Bayramından kaynaklanmış....

Efsaneyi katmerleştirmek için Juno karakterine bir de “evlilik tanrıçası” sıfatı uydurmuşlar. Bu çerçevede 14 Şubat’ta yapılan kutlamalarda kadınlar uzun mektuplar yazıyormuş, bu mektupları büyük bir kaba koyuyorlarmış. Erkekler ise bu kaptan bir mektup alıyor ve ertesi yıl için bu mektubu yazan kadını bulmaya çalışıyorlarmış.

Dahası: Roma imparatorluğu genişledikçe bu kutlamaların yapıldığı alan da genişlemiş. Festivallerde bir takım değişiklikler meydana getirerek, işi çekilişe kadar götürmüşler. Bu şekilde “ahlâksızlığı” meşrû hale getiren bir karara imza atmış oldular.

Enteresan olan şu: Roma, Hıristiyan kilisesinin merkezi haline geldikten sonra “pagan” törenleri yasaklanmış. Ancak Roma halkı bu festivali yasaklamak yerine, bir Hıristiyan festivali haline çevirmiş... Uzatmayalım.

Köprünün altından çok sular aktı...

Sevgililer Gününün ticarî potansiyelini keşfeden uyanıklar, diğer günlere de el attı kuşkusuz. Ancak Sevgililer Gününü çoktan bir tüketim çılgınlığı gününe dönüştürdüler bile.

Sevgililer Gününde tebrik kartı gönderme ve hediye alma geleneği ilk olarak 14. ve 15. yüzyılda İngiltere ve Fransa’da başlamış... Ne hikmetse 19. ve 20. yüzyılda “fırsatlar ülkesi” ABD’de yaygınlaşmış.

ABD’de ilk ticarî Sevgililer Günü tebrik kartı 1834’de New York’ta Robert H. Elton tarafından satışa sunulmuş...

O gün bu gündür, “Sevgililer Günü” adı altında insanlar “tüketim”e zorlanarak, harcama yaptırılıyor. Birçok iletişim vasıtaları kullanılarak, insanlar yönlendiriliyor.

Tabiî ki hedef potansiyel, özellikle flört eden gençler... Pastaneler kalp şeklinde çikolatalar üretiyor, ambalajcılar kalp şeklinde kırmızı kutular yapıyor... Zamanında kurban edilen keçi ve köpekler yerlerini güllere bırakmış... Her yıl Sevgililer Günü’nde milyonlarca gül, dalından kopartılıyor, bir gün önceki fiyatının on katına alıcısıyla buluşuyor böylelikle “bilinçli” tüketici bile bile kazıklanıyor.

Şimdi “sevginin ölçüsü”:

Ne kadar pahalı hediye alırsan o!

Aşk, romantizm, bunlar palavra!

Aşk varsa o da “ebedî aşk”tır. Yaratıcıya olan “aşk”tır, Peygamberimize, onun âl ve ashabına olan aşktır.

Fani varlıklara olan aşka gelince:

Allah adına değilse, hepsi fasa fiso…

14.02.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Şimdi de 288



“(Yargıtay Başkanı Osman Arslan) ‘Avrupa’da olup da Türkiye’de olmayan bir özgürlük söyleyebilir misiniz?’ diye sormuş.

“Ama aynı beyanatında, bu sualdeki mantığı çürüten bir uyarıda bulunmuş:

‘Gazetecilerden (TCK) 288’e çarpan çok olur. Savcılar artık bu maddeyi uygulayacak...’ (Sabah, 15.2.06)

“Sözü edilen TCK 288. madde, ‘âdil yargılamayı etkilemeye teşebbüs’ü altı aydan üç yıla kadar hapisle cezalandırıyor; suç basın yoluyla işlendiği takdirde cezayı yarı oranında arttırıyor.

“Şimdi Yargıtay Başkanına biz soralım:

“288’de Avrupa’nın en çok üzerinde durduğu, hattâ Rasmussen gibilerince ‘dine hakaret’i dahi kapsadığı iddia edilen ifade ve basın özgürlüğünü bu derece kısıtlayan bir düzenleme öngörülüyor; bunun AB’de bir örneği var mı?

“Yeni TCK’nın yürürlüğe girme sürecinde en çok itiraz edilen maddelerden biri buydu.

“Ama tepki ve eleştiriler dikkate alınmadı; kanunla birlikte bu madde de yürürlüğe girdi.

“Ve uygulama da başladı.

“Ermeni konferansına mahkemenin verdiği durdurma kararını eleştirdikleri için geçtiğimiz günlerde hakim önüne çıkan beş gazetecinin dâvâsı ‘yargıyı etkileme’ suçlamasıyla bu maddeden açıldı.

“Şimdi de Yargıtay Başkanı bu uygulamanın münhasıran gazetecilere yönelik olarak yaygınlaşacağını ‘müjdeliyor:’”

***

Yukarıda okuduğunuz bu satırlar, geçen sene bugünlerde bu köşede yayınlanan bir yazımızdan alındı (Yeni Asya, 17.2.06).

Aradan birkaç ay geçti. Mayıs’ta mâlûm ve menfur Danıştay saldırısı gerçekleşti. Saldırı sonrasında medyada birçok yayın yapıldı. Saldırganın kimliiği ve bağlantıları hakkında değişik değerlendirmeler yayınlandı.

Ve bu çerçevede Yeni Asya da, medyadaki bu yayınlardan hareketle, gelişmeleri “Oyun geri tepti” manşetiyle yorumladı.

“Ülkeyi yeniden laik-antilaik çatışmasına sürüklemek için tezgâhlanan Danıştay saldırısının altından AB ve demokratikleşme karşıtı Kızılelmacı örgütler çıktı” spotuyla verilen bu haberde, sanıkların Kızılelma koalisyonuna dahil örgütlerle irtibatlı olduklarının ortaya çıktığı belirtilirken, olayda adı geçenler içinde bazı eski subaylarla emekli generallerin bulunduğuna dikkat çekiliyordu.

Ve Faruk Çakır hakkındaki 301 ve 288 dâvâsı, işte bu yayından dolayı açıldı.

Yeni Asya bunları kendiliğinden uydurmuş değildi. Yazılanların tamamı, medyada çıkan haberlere dayanıyordu. Dolayısıyla, ortada iddia edildiği gibi bir suç varsa, medyanın tümü bu suçu işlemişti ve aynı maddeden hepsinin mahkûm olması gerekirdi...

Bu konuda söylenecek çok şey var, ama yargı süreci devam ettiği ve “âdil yargılamayı etkilemeye teşebbüs”le suçlanma riski halen de geçerli olduğu için, şu aşamada susmak ve yutkunmak mecburiyetindeyiz.

Bulunduğumuz merhalede, temyiz aşamasında adaletin yerini bulmasını temennî etmekten başka birşey elimizden gelmiyor...

14.02.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Yenilenirken



Tecdit, İslâmın günümüz insanlarının maddî ve manevî ihtiyaçlarını karşılayacak tatmin edici bir medeniyet modeli sunma hareketi olarak algılanabilir. Tecdit, bir yenilenmedir. İhtiyaçtan doğan, zarureti değişmeyen ve “zarurat” dediğimiz hükümlere uygun yeni yaklaşımlar ve çözümler bulmadır.

“Eski hal muhal” olduğuna göre, “ya yeni hal” seçeneğine yöneleceğiz, “ya izmihlâl” tıkanıklığı ve sönüklüğünü yaşayacağız. Zaman çizgisi, kendi yörüngesinde olmak şartıyla aynı noktada durmuyor, değişimini ve dönüşümünü yaşıyor. “Tebeddül ve tahavvül”ünü icra ediyor.

Kudret kalemi, kâinatın kurallarını yazılı ve yazısız gerçekler serisi olarak önümüze koymuş. Bunları okuyacak, yaşayacak ve kendisi için akıl nimetinden yararlanacak şekilde hayatını düzenleme tercihi vermiş.

Değişen şartların, değişmeyenleriyle değişenlerini tefrik edecek bir cüz-î irade bahşetmiş. Onunla kulluk mükellefiyeti yüklemiş. İradesinin kararlarından mesul tutmuş. Bu aşamalarda yol rehberliği ve hayat kılavuzluğu için ilâhî hükümleri vazetmiş.

Yaşlanan dünyanın geldiği nokta; her şeyin çok hızlı geliştiği ve değiştiği, insanlık tarihinin hiçbir döneminde rastlanmayan farklılıkların yaşandığıdır. Bilgi kaynakları ve elde edilen veriler, fikrî inkişafları ve muhakeme ortaklıklarını teşvik etmiştir.

Ferdî ve indî yaklaşımlar, toplum hayatını ve ortak yaşamayı belirleyecek kapasiteyi barındıramadığı için zayıf düşmektedir. Kimse akıl emanetini eskisi gibi başkasının kasasında saklamamaktadır.

İddia ve itiraz hakkının amacı aşan ve beraberlikleri zorlayan süreçlerinde, zihnî inşanın ve “Neden?” sorusuna ikna edici cevap vermenin kaçınılmaz doğrularıyla hepimiz yüzleşiyoruz.

Bu tesbitler; günümüzü doğru anlamak ve tesbit yapabilmek için gerekli. Bu kadarıyla yol alabilir miyiz? Sadece durum analizi, çare üretmeye yeter mi? Elbette yeterli değil.

Yapılması gereken; kabul edilebilir, tatbik edilebilir, yarınlara taşınabilir ve çoğunluğun takdirine mazhar olabilir makul düşünceler ortaya koymaktır.

Bunun adı yenilenmedir. Yenilenen hücrelerimiz gibi, hayatı algılama ve idrak etme sürecimiz de sürekli tekâmül ediyor. Dünün sonuçları kabullenilse de bugün sahip olunan tecrübe ve bilgi ile yeni taleplerle buluşulmak isteniyor.

İsteğin sürekliliği, “Daha yok mu?” duygusu ve çalışmaya lezzet katan gayret ile tasavvurları ve idealleri hayalden gerçeğe dönüştürmek için, duâ ile donanımlı yetenek ve istek yoğunluğu “zamanın altına” dahil edilmektedir. Günümüzde yaşanmaktadır.

Tam bu noktada ikilemler yaşanmaktadır. Tereddütler geçirilmektedir. Hassasiyetler ile korkular arasında sıkışılmaktadır. Dar bakışla ufkî açılımın gerekleri arasındaki farkla birey tercihi karşısında bocalama yaşanmaktadır.

Dış faktörlerle iç terennüm çatışması, gelenekle gelecek yorumları ve tecditle statüko arasında gelgitler yaşanmaktadır. Sınaî, fizikî ve nesnel olan değişim ve yenilenme, irade ve karar muhakemesine gerek duymayacak kadar uyum sağlarken, fikrî ve yaklaşım zenginliği verecek gelişme ve tecdide aynı serilikte iştirak edememekte ve direnmektedir.

Bunun iyi niyetli yönü de var şüphesiz. Bilmediğine düşman olmanın dışında ”Acaba?” tereddüdü ile kendini yenileme ile birlikte üstlenmesi gereken sorumluluklarına kendini yeterli görememe psikolojisinin kaçış serüveni de var.

Yeni şartlara hazırlıklı olmadan ve donanımlı davranmadan başarılı olma şansı yok. Bu tercihi şahıs olarak, kendimizle özdeş bir duraksama ve kapanma ile sonuçlanabilir. Bu birey bazlı bir tercih olarak kabul edilebilir, hatta saygı duyulabilir. Ancak toplum ve beraberlik söz konusu ise bu özel statümüzü, başkasına teşmil edemeyiz. Zorlanırız.

O halde, tecdidin sürekliliği ihtiyaçlarımızın gerekliliği içinde müzakere ile müşavere kapılarını aralayanlar istikbali daha sağlıklı etüt edebilirler.

14.02.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

İran’ın Irak politikası



İran’ın bir Irak politikası oldu mu ve bugün de bir politikası var mı, yoksa gelişmelerin önünde sürükleniyor mu? Elbette ki İran’ın bir Irak politikası vardı. Ayetullah Humeyni döneminde bu politika devrim ihracı şeklinde idi ve bu tehdidin en yakın duran ülkesi ise Irak’tı. Ve ABD, o dönemde politikasını iki ülkenin birbirlerini yıpratmaları ve yenişememeleri üzerine kurmuştu. Denge birisi lehine bozuldukça diğerine yardım ediyorlardı. İrangate skandalı da bunun bir sonucuydu. Nixon, ‘Savaşsız Zafer’ adlı kitabında buna temas eder. Maalesef 8 yıl boyunca İran ve Irak başkalarının bu politikasına yakıt ikmali yapmışlardı.

Neoconların kılavuzluğunda oğul Bush hırsından dolayı Irak’ta bu denge politikasını bozdu. Hergün altın yumurtlayan tavuğu boğazlamaya kalkıştı. Ve İran’ın yapamadığını kendi elleriyle yaptı. Kılavuzları karga olanların akibetleri böyle olur. Peki, İran’ın şimdi bir Irak politikası var mı?

Elbette İran’ın matruşka benzetmesiyle de izah edilebilecek skala biçiminde bir Irak politikası var. Bu, üç aşamalı bir politikadır. Bunun ayaklarından birisi, Şiileri karıştırmadan ve ABD ile karşı karşıya gelmemeye özen göstererek Kaide gibi Amerikan düşmanı ‘Sünnî direnişçileri’ desteklemektir. Bu meyanda İran’ın Adil es Seyf gibi Kaide yanlısı kişi veya gruplarla ilişki içinde olduğu genel kabul gören tezlerden. ABD’nin zaman zaman temas ettiği gibi işgalden sonra İran’dan Irak’a binlerce ve belki de daha fazla insan akın etmiştir. İşgalden sonra sınırlar delik deşik olmuştur. Bunlardan bir kısmı Saddam döneminde İran’a kaçmış unsurlardır. Bir kısmı İranlı istihbaratçılar ve İran asıllılardır. Bir kısmı da Afganistan’dan gelen Kaide elemanlarıdır.

Kaide’nin İran’la İran’ın Kaide ile belli belirsiz ilişkileri olduğu bir vakıa. Eymen Zevahiri gerektiğinde yaslanılabilecek ve lojistik destek alınabilecek İran gibi bir ülkeyi küstürmeyi doğru karşılamazken Zevahiri gibi derin taktiklere akıl erdiremeyen Zerkavi ise kutuplaşmayı seçmiştir. Ama Iraklı Şiiler de ayniyle karşılık vermişlerdir. The Independent gibi gazeteler Şiilerin düşmanı olduğundan dolayı İran’ın Kaide’ye yardımcı olmayacağını söyleseler de bu İran’ın davranış kalıplarını bilmemekten kaynaklanan yanlış bir telâkkidir.

Sistemleri gereği birbirini en iyi tanıyacak iki ülke varsa bunlar ABD ve İran’dır.

İran’ın Irak’ta iki amacı vardır. Sünnî direnişçilerin de yardımıyla, ama kendisi buluşmadan ABD’yi geriletmek, bloke etmek ve buna paralel ABD Sünnilerle meşgulken İran yanlısı Şiî iktidarı pekiştirmek. Bu bağlamda Amerikalılar Tahran’ın Iraklı direnişçilere yol kenarlarında patlatılan sofistike silâhları ve kanas tipi avcı tüfeklerini temin ettiği de düşünüyorlar. Baassızlaştırma rüzgârını da arkasına alan İran yanlısı Şiiler Irak’ta Şiî bir siyasî kast oluşturmuşlardır. Amerikan işgali sonunda Şiilerin kucağına düşmüştür. ABD farkına vardığında iş işten geçmiştir.

***

Skalanın ikinci ayağını taktik ve stratejik açıdan Iraklı Şiileri desteklemek oluşturmaktadır. Bu da başarıyla gerçekleşmiştir. İran’ın birinci ayağı taktik ilişkiler ise ikinci ayağı Şiî jeopolitiğidir ve bunu başarıyla uygulamıştır. Üçüncü ayağı ise İran jeopolotiğidir. Gerektiğinde İran jeopolitiği için Şiî jeopolitiği bile harcanabilir. Feda edilebilir. Ve İran’ın Irak politikası budur. Chirac Irak konusunda 36 defa Bush’u uyardığını söylemesine mukabil, Nejad da savaş öncesi kendilerinin de ABD’yi uyardıklarını ifade etmiştir. Yanlış değil. Ama İran, bununla birlikte çıkan fırsatları da tepmemiş ve değerlendirmiştir. Belki bunun bir kısmını can havliyle de yapmış olabilir. Bu anlamda İran siyasetinin tamamı bilinçli olmaktan uzaktır. Bir kısmı da sürüklenme veya olayların sürüklemesidir. Ama bu sürüklenme netice itibarıyla çözümsüzlük üretmiştir. Ve daha büyük felâketlere kapı aralamaktadır.

Irak’ta çözümsüzlüğün nedeni Irak dışından gelenlerdir. Bunlar da üç unsurdan oluşmaktadır. Birinci grup, İran etkisindeki Hekim grubu gibi gruplardır. İkinci grubu ise, Ürdünlü Selefi Zerkavi gibiler temsil ediyor. Bunlar direnişten çok fitne kazanı kaynattılar. Ve bir de üçüncü grup olarak dışarıdan gelen işgalciler var. Kimileri Irak krizinin temel elemanlarını gulat (Hekim ve Zerkavi gibiler) ve guzat (işgalciler) olarak özetliyor. Çözüm ise, bu birbirini kilitleyen ve rehin alan grupların dışında. Bunun iki ayağı var. Birincisi kurumların yeniden Iraklılaştırılmasında. Bunun için mevcut kadroların behemahal değiştirilmesi gerekir. İkincisi de bölge insiyatifinin devreye sokulmasıdır.

Bugün içeride ve dışarıda herkes İran ve ABD geriliminin baskısı altında eziliyor. Ve şu anda ABD siyaseti en zayıf momentumunu yaşıyor. Bu, telkinlere açık olduğunu gösterir. Bölge ülkeleri biraz risk alarak inisiyatif sahibi olmalılar. Seyirci kalmaları durumunda; bitaraf olarak yeniden bertaraf olacaklardır.

Saddam Irak’ının üç düşmanı vardı. İsrail, İran ve Kürtler. Saddam da zaten bunlar arasında idam edildi. Bundan dolayı Saddam’ın sadece Düceyl dâvâsından idam edilmesine taifi yargılama da deniliyor. Doğrusu da budur. Ve Saddam’ın devrilmesinden sonra kazançlı çıkan da bu üç taraf olmuştur. Bununla birlikte, İsrail’in kazancı belirsizdir. Belirli olan İran’ın Saddam’dan sonra Irak’ta elde ettiği tartışılmaz nüfuzu ve Kürtlerin yarı bağımsız statü kazanmalarıır. Ancak kazançları nisbetinde risk altında bulunuyorlar. İran’ın riski ABD ile yüzleşme ihtimalidir ve derinden derine bu başlamıştır. Kürtler ise bölge ülkelerinin hışmı ve tepkisi ile karşı karşıyadır. Kürtlerin riski bölge ülkelerin tepkisi İran’ınki ise muhtemel bir Amrikan saldırısıdır.

Çıkış yolu İran veya ABD’nin insiyatifi dışında bölgede bağımsız bir insiyatif geliştirebilmektir. Bu yapıldığı oranda bölge ve bütün dünya rahatlayacaktır. Zaman hekim/bilge adamlar zamanı.

14.02.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Baykal'ın barış adımı



Seçimin ucunun iyice gözüktüğünü anlamak için Meclis’teki grup toplantılarına bakmak yeterliydi.

AKP grubu bindirilmiş kıtalarla dolduruluyor. Ancak ANAP Grubunda da CHP’nin grup toplantısında da hatırı sayılır bir kalabalık vardı.

Seçim sürecine girilmesiyle birlikte, kitlelerin siyasete olan ilgileri de arttı.

AKP grubuna sadece bu gözlemler için gitmedik elbette ki. Başbakan Erdoğan’ın iç ve dış sorunlar karşısında söyleyecekleri önemliydi.

Ancak sıkıcı mı, sıkıcı bir grup toplantısı yapıldı.

Başbakan Erdoğan’ın uzun uzun icraatlardan bahsettiği grup konuşmaları zaten hem verimsiz, hem de sıkıcı oluyor.

Öyle ki, Erzurum’dan gelen gençlerin sloganları da olmasa tatsız tuzsuz bir grup toplantısıydı izlediğimiz.

Herkesin sustuğu bir anda “Türkiye seninle gurur duyuyor” diye slogan atan gencin sesi bile geniş salonda rahatlıkla işitildi. Tabiî sadece tebessümlere yol açtı.

Başbakanın kayda değer tek değerlendirmesi İsrail konusundaydı.

Bir süredir birbiriyle savaş halindeki Filistinli gruplar El Fetih ile Hamas Suudi Arabistan’ın girişimleriyle Mekke’de bir araya gelip, o mukaddes mekânın mehabetine uygun bir şekilde savaşı bırakıp, işbirliği yapma kararını aldılar.

Bu olay Suudi Arabistan’a müthiş bir prestij sağlarken, yarın İsrail başbakanı Ehut Olmert’in Türkiye’yi ziyaret edecek olması bu konjonktüre ters düştü.

Filistinli grupların anlaşmaya varmaları üzerine İsrail, bu kez El Aksa Camii ile Ağlama Duvarı arasındaki tarihî bölgede kazı çalışmalarına başladı. Erdoğan, İsrail Başbakanı henüz gelmeden gereken mesajı vererek bu ziyareti dengeledi.

Harem-i Şerifin tüm dünya Müslümanlarının kutsal mekânı olduğunu hatırlatarak, İsrail’in tavrının İslâm dünyasında tepkiye yol açacağını ifade etti.

Bu mesajı Türkiye’nin vermesi gerekiyordu. Hem de Başbakan düzeyinde. Bizim cumhurbaşkanının böyle bir geleneği yok, ama diğer İslâm ülkeleri de devlet başkanı seviyesinde tepkilerini ortaya koyuyorlar. Sadece tepkilerle yetinilmemeli, uluslar arası zeminler harekete geçirilmeli.

İsrail’in Filistin’e saldırdığı bir sırada Şaron Rusya dönüşü Türkiye’yi ziyaret etmiş, Türkiye İsrail Başbakanının Ankara’ya gelmesine izin vermemişti. Yine İsrail’in Filistin ve Lübnan’a saldırıları nedeniyle Olmert’in ziyareti ertelenmişti.

İslâm coğrafyasında insanlığın vicdanının tefessüh ettiği bir dönemde Türkiye’nin tavrı önemli.

AKP grubundan çıkmaya hazırlanırken, hemen yanı başımızda kameramanların olduğu bir bölümde, “Sayın Başbakanım” diye bir genç bağırmaya başladı. Elinde bir dergi tutuyordu. Hemen yaka paça dışarı çıkarıldı. Bir süre takip ettik. Sonradan isminin Sait Satılmış olduğunu öğrendiğimiz genç, “devlet sırrı” diyor, “Beni öldürecekler” diye bağırıyordu. Derin devlet, devlet sırrı, ölüm korkusu kimi zaman paranoya haline gelebiliyor.

Tüm bunlar olurken, benim aklım asıl CHP grubundaydı. Türkiye’de gerilim politikaları üreten CHP liderinin Almanya’da tartışmaya açtığı, “Barış ve kardeşlik projesi”nin ayaklarının sağlam olup olmadığını merak ediyordum.

Baykal CHP grubuna henüz gelmemişti. Bu yüzden ANAP grubuna uğrayıp bir süre Erkan Mumcu’yu dinledim. Öfkeyle konuşuyordu. İktidara karşı bilenmiş kesimlerin yüreğini ferahlatacak sözler söylüyor, yer yer hakaret eden cümleler sarfediyordu.

ANAP’taki ilk devrinde Meclis komisyonlarında yasakçı maddelerin görüşüleceği toplantılara girip özgürlükleri savunan Erkan Mumcu gitmiş, muhalefet edeceğim diye 301’i savunan bir Erkan Mumcu gelmişti. Özal’ın 141-142’yi, 163’ncü maddeyi kaldırdığı partinin genel başkanı 301’i ve statükoyu savunuyordu. Şaşırdım. İyi konuşuyor, hoş konuşuyor, ama rotayı statükoculuğa kırmış bir Erkan Mumcu tat vermedi.

Uzun süredir Baykal’ı ilk kez bu denli pür dikkat dinledim. Konuşmasının sonunda barış projesine ilişkin önemli mesajlar verdi.

“Türkiye’nin en temel ihtiyacı iç barışın güvence altına alınması” dedi. Kabul.

Okulu, camiyi, kışlayı, kahvehaneyi, karakolu elele verdirmekten, devlet-millet kaynaşmasından söz etti. Sağduyulu bir yaklaşımdı.

“Cumhuriyeti tartıştık, milliyetçiliği tartıştık, inançları tartıştık, Atatürk’ü tartıştık, birbirimizin etnik kökenini tartıştık” dedi ve ekledi, “Bu tartışmalar yanlış tartışmalar. Bataklıktır bu bataklık”

Baykal’ın bu sözleri grupta içten bir şekilde alkışlandı. Samimiyeti tartışılabilir. Ama yerinde bir adım attı CHP lideri. CHP demek resmî söylem demek. CHP gerilim ürettiği zaman ülkenin bir takım kurumları da bu gerilimin arkasında yerini alıyor.

Bu, ülkeye de, CHP’ye de bir şey sağlamıyor.

Baykal’ın bunu görmesi önemli.

CHP lideri’nin Almanya’daki açıklamalarını takip ederken, Türkiye’de kriz siyaseti, Almanya’da barış açılımı diye tenkit etmeyi düşündüm. Hatta Mevlânâ’nın, Yunus’un, Hacı Bektaş-ı Veli Hazretlerinin hoşgörüsünü kavramak için Baykal’ın Almanya’ya gitmesi gerekiyormuş diye düşündüğüm de oldu.

Barış ve kardeşliğe olan ihtiyacımız adına bu eleştirilerimi geriye aldım.

CHP demek sadece Baykal demek değil. CHP’nin diğer sözcülerinin de liderlerinin peşinden gitmesi gerekiyor. Yasakları savunan, kriz üreten CHP’nin de ülkenin geldiği nokta ortada. Baykal’ın dediği gibi, “Bataklık” burası. Bataklıkta siyaset yapma yerine Türkiye’nin güneşe yürümesi gerekiyor.

Baykal’ın barış ve kardeşlik açılımına kendisinden daha çok inanan biri olarak, tüm eleştirilerimizi, düşeceğim kayıtları geri alıyorum. Barış ve kardeşlik yeter ki sağlansın. Bu uğurda atılan her adımı desteklemeye hazırım.

14.02.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Osmanlıyı yükselten sır



Kurduğu devleti Kur’ân’ın ezelî ve ebedî hakikatlerine dayandıran Osmanlı bu hakikatlere sahip çıktığı müddetçe ilerlemiş, yükselmiş, dünyayı dize getirmiş, insanlık ve medeniyet dersi vermiştir.

Bu ruhtan kopmaya başladığında da gerilemiş ve nihayet çöküp gitmiş, tarihe kavuşmuştur.

İslâmın hakikatlerinden biri enaniyeti, nefsi ve nefsin arzularını ayaklar altına alıp kendini kusurlu görmedir. İslâm büyükleri ilk etapta hep nefislerini aşağılayarak işe başlamışlardır. Değil nefsi yüceltmek, aksine hor ve hakir görmüş, nefis yönüyle fani olurlarken rıza-yı İlâhiyeye doğru kanat çırpmışlardır.

Osman Gazinin babası Ertuğrul Gazinin Şeyh Edebali’nin evinde misafir olduğunda duvarda asılı duran Kur’ân’a saygısızlık olur diye ayağını uzatıp yatmadığını biliyoruz. Fatihlerde, Yavuzlarda Kur’ân hakikatlerinin nasıl hükmettiğini görmemek mümkün değil. Nice sultan da Kur’ân’ın hakikatlerine gönülden bağlı edilir. Bu vesileyle Kur’ân’a bağlı toplumların yükseleceği, aksi halde alçalacaklarıyla ilgili hadis-i şerifi de hatırlamış oluyoruz. Kur’ân maddeten ve mânen kalkınmayı netice veren İlâhî hakikatler hazinesi değil midir?

Mesele bu hazineden yeteri kadarınca faydalanıp hayatı onunla aydınlatmak, anlamlandırmak, sağa sola sapmadan istikametle geçirebilmektir.

Meselâ Kosova Meydan Muharebesinden önce fırtına çıktığında Sultan Murad ellerini kaldırıp Rabbine yaptığı duâda İslâmı, Kur’ân’ı nasıl içine sindirdiğini hemen görüyoruz. O ki duâsında kendi kusurlarını öne sürmekte, kendini Rabbine adamakta, sırf ümmet-i Muhammed’i düşünmektedir. Onların İslâmı hayatlarına nasıl yansıttıklarını ve bu ruhu canlı tuttukları sürecede muzaffer olduklarını, cepheden cepheye koştuklarnı görmemek mümkün değil. Şöyle duâ ediyordu Sultan Murad:

“Ey Rabbim, bu fırtına eğer şu aciz kulunun günahları yüzünden çıktıysa, masum askerlerimi cezalandırma. Onlar ki Senin adını yüceltmek ve dinine inanmayanlara duyurmak için buraya kadar geldiler. Bu fırtına âfetini onların üzerinden defeyle. Ve Senin şanına lâyık bir zafer kazanmalarını nasip eyle. Onlara öyle bir zafer ver ki, bütün Müslümanlar bayram ede. Müslümanları mansur eyle, muzaffer eyle. Dilersen o bayram gününde şu Murat kulun Sana kurban olsun.”

Evet, onlar onca başarılar, zaferler kazanıyorlar, fakat bunu aslâ kendilerine mal etmiyorlar; kusurları kendinde, başarıları ekiplerinde buluyorlar, zaferden zafere koşuyorlardı.

14.02.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Yardımlaşma delili



Yardım edebilmek için, iradenin yanında, kudret (güç), yardım edecek imkân ve yardıma muhtaç olunduğunu anlayacak akıl, dilini ve yardım çağrısını duyacak işitme, şuûr, ihtiyaç duyduğu şeyi görecek göz lâzımdır. İnsanlar böyle yardımlaşırlar. Çünkü, bu söylenen her şey onlarda vardır.

Elektron, nötron ve çekirdek atomun, atom hücrenin, hücre organların, organlar bedenin, yağmur bulutların, bulutlar bitki ve hayvanların, hayvanlar insanların, unsurlar, güneş ve galaksiler bu saydıklarımızın imdadına koşuyor; yardım ediyor; işini tamamlıyor. Oysa, bunlarda, yukarıda saydığımız özelliklerden hiçbirisi yoktur.

Birbirine en yakın olandan en uzak olana kadar, bütün yaratıklar birbirlerinin yardımına koşuyor. Aralarında hiç münasebet bulunmayan iki ayrı varlık cinsi, böyle bir yardımlaşmada âdetâ aynı bütünün parçaları haline gelip birbirini tamamlıyor. Bakteriler, solucanlar ve toprak elbirliği içinde ve aynı gâye etrafında toplanıp bitkilerin imdâdına koşuyor. Hava bulutların, bulutlar yağmurun, yağmurlar bitkilerin, bitkiler hayvanların, güneş enerjisiyle varlıkların ve bütün bunların insanların yardımına koşuşu tekrar edip duruyor.

Bu yardımlaşma, milyarlarca yıldan beri muhteşem bir şekilde devam etmektedir. Öyle ise, bu işleri, onların dışında, her şeyi bilen, gücü her şeye yeten, sıfatları sonsuz olan bir Zat yardıma koşuşturuyor.

Akıl ve şuurdan mahrum bu varlıkların, aklı hayret ve şuuru hayranlık içinde bırakan bu faaliyetleri, perde arkasında ‘’Varlığı Zorunlu’’ bir Zâtın hikmet dolu faaliyetini gözler önüne sermektedir. Yani bütün kâinat, bu yardımlaşma diliyle “Allah” demektedir...

14.02.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Yanılan kim, kandırılan kimler? (1)



Bir yazarın yeni bir kitabı çıktı. İsmi: "II. Abdülhamid'de Yanılanlar."

Kitabın yazarı, "yanılanlar" listesine Bediüzzaman Said Nursî'yi de dahil etmiş.

Kendince gerekçeleri sıralayan yazara göre, Said Nursî Sultan Abdülhamid hakkında çok aldanmış ve daha sonra bu yanılgısını anlayarak kendini "paylama"ya yönelmiş.

Acaba öyle midir?

İlmin izzetini koruyarak ve muhakemenin terazisini sağlam tutarak, bu tarihî meseleye etraflıca bakmak gerek.

Sultan Abdülhamid ve Üstad Bediüzzaman

Bediüzzaman Said Nursî'nin Sultan Abdülhamid hakkında yanıldığını ve bu yanılgısını da kabul ettiğini iddia eden yazar, bu iddiasını destekleyecek bir tek söz, bir tek delil zikretmiyor, daha doğrusu zikredemiyor.

Zira, hakikatte öyle bir durum söz konusu dahi değil.

Yazarın zikrettiği iktibaslar ise, mânâ ve makam ve maksat itibariyle "yanılgı iddiası"yla uzaktan yakından bir alâkası bulunmuyor.

Hemen ifade edelim ki, Üstad Bediüzzaman'ın Sultan Abdülhamid'in şahsını hedef alan, kötüleyen veya küçük düşüren bir tek sözüne rastlanılmış değil.

Bilâkis, şahsî hayatı itibariyle Abdülhamid'i diğer padişahlar arasında "bir veli derecesinde" gördüğünü ifade ile ona "Şefkatli padişah" ve "Sultân–ı mazlûm" diyor. (Bkz: Münâzarât ve Divân–ı Harb–i Örfî'deki ilgili bahisler.)

Bununla beraber, Sultan Abdülhamid'in 33 yıl takip ettiği siyaseti ve yine kendi tâbiriyle "mecbur olduğu istibdadı" yerden yere vuran Said Nursî, "İstibdada her nerede rastlarsam, sille vuracağım" demiş ve demekte berdevam olmuştur.

Şu farkla ki, zamanla gördüğü ve bizzat mâruz kaldığı istibdatları derecelendirirken, Sultan Abdülhamid devrini "zayıf istibdat", Meşrûtiyet idaresini "şiddetli istibdat", Cumhuriyet dönemindeki uygulamaları ise "mutlak istibdat" şeklinde tarif ve tasvir etmiştir.

Evet, Said Nursî, bu mânâdaki bakış ve değerlendirme tarzını hiçbir zaman ve hiçbir eserinde değiştirmiş değil.

Dolayısıyla, "Yanıldım" veya "Özür dilerim" demesini gerektirecek bir durum söz konusu dahi değil.

İşte bunun ispat delilleri...

Said Nursî, defalarca tabedilen ve yıllar sonra tekrar gözden geçirerek neşrettiği Divân–ı Harb–i Örfî isimli eserinin başında (Mukaddime'de) aynen şöyle diyor: "Vaktâ ki hürriyet divanelikle yâd olunurdu; zayıf istibdat tımarhaneyi bana mektep eyledi. Vaktâ ki itidal, istikamet; irtica ile iltibas olundu; Meşrutiyette şiddetli istibdat, hapishaneyi mektep yaptı."

Bu ifadeler gösteriyor ki, Sultan Abdülhamid dönemini "zayıf istibdat" olarak görüp öyle tasvir ettiği için, tımarhaneye gönderilmekle "taltif" edilmiş.

Gördüğü taltifi de aynı eserin sonunda şu sözlerle izah ediyor: "Evvel (1908'den evvel) Şark'ta fenalığın sebebi, Şark'ın uzvu hastalanmış zannediyordum. Vaktâ ki, hasta olan İstanbul’u gördüm, nabzını tuttum, teşrih ettim (açıp baktım). Anladım ki, kalbindeki hastalıktır, her tarafa sirayet eder. Tedâvisine çalıştım; bir divânelikle taltif edildim." (Age, s. 87)

Evet, buna mümâsil daha birçok delil vardır ki, Said Nursî Sultan Abdülhamid'in şahsıyla değil, ancak siyasetiyle hesaplaşmış ve pençeleşmiştir.

Bütün kuvvetiyle hürriyet ve maarif için çalışan Said Nursî, Dersaadet'e gelerek fikir ve kanaatini ifade etmesine mukabil, burada Mutlakiyet hükümeti tarafından hapishane ve tımarhaneye gönderilerek cezalandırılmış.

Zaman ise, fikre ceza ile mukabele eden Sultan Abdülhamid'i değil, Üstad Bediüzzaman'ı haklı çıkarmış.

Bu durumda, akıl, fikir, iz'an, vicdan diyor ki, aldanan kişi Said Nursî değil; olsa olsa bir başkası olabilir.

(Devamı var)

GÜNÜN TARİHİ (14 Şubat 1945)

Almanya'da en kanlı gün

İkinci Dünya Savaşının sonlarına doğru, Almanya'da beklenmedik ve hiç görülmedik kanlı bir hadise yaşandı: Almanya'nın sanayi şehri Dresden'i hedef seçen müttefik orduları, bu şehri geceli gündüzlü olmak üzere havadan bombalamaya başladı.

Her saniyesi ölüm kusan bu saldırılar sonucunda, sivil Alman kaybının 130 binin üzerinde olduğu tahmin ediliyor.

* * *

Amerika'nın da sonradan katıldığı İngiliz, Fransız ve Sovyet Rusya'dan müteşekkil müttefik bloku, beş yıldır savaşa tutuştukları Almanya'ya öldürücü darbeleri indirmek için, 11 Şubat'ta bir toplantı düzenledi.

Yalta'da toplanan ilgili ülke liderleri, insanlık tarihinin bu en kanlı savaşını bitirmek için, aralarında bir anlaşmaya vardılar. Bu anlaşmaya göre, başta Almanya olmak üzere, Japonya, İtalya ve karşı blokun diğer devletleri kesin bir mağlubiyete uğratılıncaya kadar, en yıkıcı ve öldürücü silâhların kullanılmasından hiç çekinilmeyecek.

Nitekim, öyle oldu. Bu tarihten sonra Almanlara ağır kayıplar verdiren müttefik kuvvetler, birkaç ay sonra kullandıkları atom bombasıyla, bir anda yüz binlerce insanın ölümüne sebebiyet verdiler.

(Amerika'nın Japonya'nın şehirlerine attığı atom bombası, yaklaşık 250 bin insanın ölümüne yol açtı. Savaş da bu noktadan itibaren sona ermiş oldu.)

14.02.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Onuncu Söz üzerine



Ahmet Bey: “Onuncu Söz’ün On Birinci Hakîkatında belirtilen; insanın, mahlûkâtın tarz-ı tesbîhât ve ibâdetine müdâhalesi ne demektir?”

Bilindiği gibi Onuncu Söz, Haşr’e dairdir. Haşir; yediden yetmişe, kadın-erkek, beyaz-siyah, mü’min-kâfir ayırt etmeksizin bütün insanları çok yakından, tâ can damarından ilgilendiren bir Ebediyet badiresidir. En çetin hesap, en girift sorgulama, en ince muhasebe, en âdil muhakeme oradadır! Günahkârlar için rahmetten yana tercih kullanan şefaat-i Resûl (asm) oradadır! Allah’ın adaleti, hâkimiyeti, mağfireti ve merhameti orada kâmilen tecellî edecek; Peygamber Efendimiz’in (asm) şefaati—inşallah—orada vaki olacak; insanların ebediyet yolculuklarına nerede devam edecekleri –dünyevî amellerine göre—orada belli olacaktır.

Bu insan ne talihsizdir ki, böyle bir çetin muhakemenin vukuuna inanıp inanmamayı sadece “tartışmakla” bir ömür tüketiyor! Oysa aslında Kur’ân’a ve Kur’ân Peygamberine (asm) itimatsızlığın faturasını çok ağır ödüyor! Çünkü yarın, haşir hakikatine başını vurunca her şey geçmiş olacak. Hâlbuki Kur’ân ne kadar açık bir habercidir! Resûlullah (asm) ne kadar net bir uyarıcı ve müjdecidir!

Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, Haşrin meydana geleceğini iki kere iki dört eder derecede ispat ettiği ve Mahkeme-i Kübra için On İki basamaklı burhan gösterdiği Onuncu Söz’ü, yalnızca bir tek âyetin tefsiri olarak kaleme almıştır. Âyet, Rum Sûresi 50. âyetidir ve meâli şöyledir: “Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine. Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor? Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir!” Âyet, ehl-i aklı, ehl-i fikri, ehl-i tefekkürü, ehl-i şuuru düşünmeye ve akıl yürütmeye dâvet ediyor. Her kışta ölen yeryüzü canlılarının, her baharda nasıl diriltildiğini ısrarla nazara veren Kur’ân âyeti, bunu yapan Kudret için insanları diriltmenin hiç de zor olmayacağını, insanların dirilmeye daha lâyık bulunduklarını kaydediyor.

Fakat görüyoruz ki, en çok akıllarına güvenen felsefeciler de dâhil ulema, ekseriyetle bu konuda akıl yürütmekten kaçınmışlar; haşrin bir nakil meselesi olduğu, aklın bu yolda yürüyemeyeceği ve sadece iman etmekle yetinilmesi gerektiği kanaatini belirtmişlerdir.1 Halbuki Kur’ân, “Allah, ölüleri nasıl diriltiyor; rahmet eserlerine bir bakınız!”2 âyetiyle, öldükten sonraki dirilişi “anlamayı” akıldan istiyordu. Demek, “bu bir nakil meselesidir” diyerek “taklidî imana” razı olmak, Kur’ân’ın akıldan ve kalpten istediği şeyi anlamamak demektir!

İşte Risâle-i Nur, bin yıllık bir boşluğu doldurarak, Onuncu Söz’le Kur’ân’ın bu âyetine cevap vermekte; Öldükten Sonra Dirilmek, Haşir ve Mahkeme-i Kübra konularında Kur’ân’ın işaret ettiği veçhile, aklın ve kalbin de kavraması gereken ipuçları, deliller, burhanlar ve hakikatler olduğunu dünyaya ilân ve ispat etmektedir. Onuncu Söz; On İki Sûret ve On İki Hakikat ile dünyadan kabre, kabirden dirilişe, dirilişten Haşir Meydanına ve Mahkeme-i Kübra’ya, oradan da Cennet ve Cehenneme giden yolları akıl, mantık, idrak ve şuur sahiplerine çok net biçimde ispat etmektedir.

Bu ispattan sonra, Haşir Müellifi der ki: “Eğer, haşrin gelmesini, gelecek baharın gelmesi gibi, kat’î bir sûrette anlamak istersen; haşre dair ‘Onuncu Söz’ ile ‘Yirmi Dokuzuncu Söz’e dikkat ile bak; gör! Eğer baharın gelmesi gibi inanmaz isen, gel parmağını gözüme sok!”3 (Evet; bu söze biz de kefiliz!)

Onuncu Söz’ün On Birinci hakîkatı, “İnsaniyet bâb”ı ve “Hak” isminin cilvesidir. Her ismin ism-i azamlık mertebesine mazhar bir ulviyette yaratılan, yer ile gökler ve dağların yüklenmekten çekindiği Emanet-i Kübrâyı omuzuna alan, yeryüzündeki bütün bitkiler ve hayvanların düzen ve tanzimleri hakkında söz sahibi olan ve onların tesbîhat tarzlarına ve ibadetlerine müdahale eden, meleklere tercih edilerek hilâfet rütbesini giyen insana, saadet-i ebediyenin verilmemesinin hiçbir şekilde kabil ve mümkün olmadığını4 ispat ediyor. Burada geçen müdahale ile insanın, hilâfet rütbesi gereği, sair mahlûkat üzerindeki tasarruf yetkisi vurgulanmıştır. Yani ekseriyetle insan nerede isterse, bitki ve hayvan orada sergisini açmakta, orada zikrine devam etmektedir. Bu söz ile insanın, bitki ve hayvan üzerinde zarar verici olmamak kaydı ve şartı ile tasarruf etme yetkisine sahip olduğu vurgulanmıştır.

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 89. 2- Rûm Sûresi, 30/50

3- Sözler, s. 106. 4- Sözler, s. 83, 84.

14.02.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Kaç kişi “düşünce suçlusu?”



Düşüncenin suç addedilmesi, ‘muasır medeniyet seviyesi’ne ulaşan ülkelerin kabul ettiği bir durum değildir. Şiddeti teşvik etmeyen her türlü düşünce açıklaması ‘uygar dünya’da kabul görüyor. Uzmanların da ifade ettiği gibi, bu fikirlerin açıklanması ‘rahatsız edici’ olsa bile düşünceyi açıklama hürriyeti kısıtlanmamalı, kısıtlanamaz.

Elbette açıklanan her türlü düşünceyi, herkesin kabul etmesi beklenemez. Ancak, bir düşünceye katılmamak o düşüncenin ifade edilmesine karşı çıkmayı gerektirmez. Katılmadığımız bir düşüncenin de, ‘ifade edilmesine’ razı olmak gerekiyor.

Acaba dünyada kaç kişinin ‘düşünce suçlusu’ olduğunu hiç düşündük mü? Bu konudaki tartışmaların odağında olan Türkiye örneğinden yola çıkarak herkes bir tahmin yapabilir. Ama tahminlerin, açıklanan rakama yaklaşması bile zor.

BBC Programcısı Jessica Williams, “Dünyada Değişmesi Gereken 50 Gerçek” isimli bir kitap hazırlamış. Kitapta yer alan bilgilere göre, dünyada 300 bin (üçyüz bin) düşünce suçlusu varmış. (Star gazetesi, 11 Şubat 2007) ‘Düşünce suçlusu’ sayısının bu kadar yüksek olabileceğini tahmin edebilmiş miydiniz?

‘Düşünce suçlusu’ tabiri de doğru bir tabir değil, ama ‘galat-ı meşhur’ olduğu için biz de bu ifadeyi kullandık. Yoksa, ‘düşünce’ niçin suç olarak görülsün? İnsanın en temel özelliği ‘düşünme’k değil mi?

“Dünyada Değişmesi Gereken 50 Gerçek” isimli kitaptan yapılan ‘seçme’ler şöyle:

* Dünyada obez (şişmanlık hastalığı) nüfusunun üçte biri gelişmekte olan ülkelerde yaşıyor.

* Çin’de 44 milyon kadın kayıp.

* 2002’de idamların yüzde 81’i ABD, Çin ve İran’da gerçekleşmiş.

* Kara mayınları sebebiyle saatte bir insan ölüyor veya sakat kalıyor.

* Hindistan’da 44 milyon çocuk işçi, dünyada 300 bin çocuk asker var.

* Motorlu araçlar dakikada 2 insanın ölümüne sebep oluyor.

* Amerikalıların üçte biri uzaylıların geldiğine inanıyor.

* Dünyanın üçte biri savaş halinde,

* Petrol rezervleri 2040’da tükenebilir.

* Afrika’da 30 milyon kişi AIDS

* Her yıl 10 dil ölüyor.

* Dünyada en az 300 bin düşünce suçlusu var.

* Dünyada 27 milyon köle var.

* İntiharlarda ölenlerin sayısı, çatışmalarda ölenlerden fazla.

Evet, tablo pek iç açıcı görünmüyor, ama ümitsizliğe de yer yok. “Problem”lerin çareleri var. Keşfedilmesini temenni edelim.

*

Yargılama notu

Danıştay saldırısı sonrası yayınladığımız bir haberle ilgili olarak TCK 301 ve 288. maddelerden yargılandık. Dâvânın dün görülen ikinci duruşmasında 301. maddeden beraat ederken, 288. maddeden dolayı 6 aya mahkûm olduk ve bu ceza da 3 bin 600 YTL ‘para cezası’na çevrildi.

İtiraz yolu açık olmak üzere verilen bu karar sebebiyle, duruşma günü bizzat mahkemeye gelen basın mensubu arkadaşlar ve STK temsilcilerine, duâlarıyla her zaman bize destek olan okuyucularımıza teşekkür ederiz.

İlk ve son dileğimiz, ‘adalet’in tecelli etmesi.

14.02.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004