|
|
Abdurrahman ŞEN |
Bize ne mi oldu? |
|
Aylar öncesinden, birçok olaya gebe olacağı söylenen 2007’ye Hrant Dink gibi son derece güçlü ses veren bir cinayetle girdik… Özellikle televizyon ekranları fikri kendinden menkul uzmanlarla doldu her zamanki gibi… Dergi ve gazete sayfaları da makaleler de birbirinden özellikli akıllarla süslü!
Kimi; tarafsızmış ama cinayete de üzülüyormuş gibi görünmeye çabalarken olayın örtbas edilmesine zemin hazırlama gayretinden de geri durmuyor…
Kimi; cinayeti işleyen seçilmiş maşa çocuğu fırsat bilip, ısrarla tek taraflı siyasete nalıncı keserliği yapıyor…
Kimi; bütün olumsuzluklar ve sun’î toz duman arasında ciddiyetle işin araştırılmasına çaba gösteriyor…
Kimi; suçlu/ların sadece içeride ya da dışarıda aranması gerektiğine herkesi inandırmaya çalışıyor da Yunanistan ve İsrail’e Trabzon’dan gidiş-gelişlerin sıklanmasının araştırılmasına, denklemin bütünün görülmesine yanaşmıyor…
Kimi; sadece Trabzon şehrine ordunun el koyması gerektiğini bile iddia edebiliyor…
Kimi; Dink cinayetiyle bir kere daha ortaya çıkan, Trabzon’daki papaz cinayeti, Danıştay katliâmı, Atabeyler Çetesi, Şemdinli olayları ve Sauna Çetesi’nden Susurluk’a kadar uzanan “kök” bağlantılarını dikkatlerden kaçırmaya çalışıyor…
Kimi de bu arada samîmî samîmî görüntülerle; “Yahu… Daha 25 yıl öncesinde dostluk anlayışı çok sıcak, aile mefhumu güçlü, dayanışma ruhu yüksek bir millettik… Ne oldu bize?” diye soruyor…
“Bize ne oldu?” diye ekranlarda soran birini duyunca ya da bu minvalde bir yazıyı okuyunca ağzımdaki baklayı çıkartıyorum ben de…
Nasıl çıkarmayayım ki?
Bizzat soruyu soran değilse de yakın çevresi, bağlı bulunduğu yayın grubu ya da siyasî görüşün fikir babaları; özlediğini söylediği, kaybedişimize yakındığı hasletlerimizi yok etmek için tüketmedi mi ömürlerini?
Şimdi nasıl ve hangi yüzle soruyor ki birileri; “Ne oldu bize?” diye…
Çözüm basit… Hepimiz de ayna karşısına geçelim ve kendi kendimize soralım samimiyetle. İnandığımız en kutsal mefhum adına, adeta Necip Fazıl’ın mısralarındaki gibi soralım: “ Ne yaptık ne yaptılar bu kutsal emaneti?”
Sonra biraz duralım ve rengimize bakalım…
Niye suçluları uzaklarda ve dışımızda arıyoruz ki hep?
“Bize ne oldu?” değil… “Biz nerede yanlış ya da eksik yaptık?” sorusunu sormalıyız toplum olarak acilen… Yeni canlar yanmadan, sıcak kanlar akmadan hem de!
“Sarmaşık”ın ardından...
Geçen haftaki yazımı bitirirken şu notu paylaşmıştım sizlerle: “Mustafa Ali ve Zübeyir Ergenekon isimli kardeşlerimin ‘Sarmaşık sayı 10, sooon’ yazımızla ilgili notları var. Ama maalesef o notlarla ilgili olarak haftaya dertleşeceğiz şu durumda… Bir de… Türk tiyatrosunun son derece önemli ustalarından, -3 ay benim de ustam olmuş olan- Lâle Oraloğlu’nu da hafta içinde kaybettik. Kısmet olursa o konuda da sizlerle paylaşmak istediklerim var.”
Lâle Oraloğlu ile ilgili olanı kısmetse haftaya erteleyip, Mustafa Ali ve Zübeyir Ergenekon isimli kardeşlerimin notlarına göz atalım önce: “Değerli abimiz, sizin yazılarınızı çok uzun zamandır okumaktayız. Yeni Asya’daki bir önceki yazınıza cevap vermek için geç kalsam da şimdi kabul ediniz. ‘Sarmaşık sayı 10, soon’ başlıklı yazınız fedakârlık, risk almak, cesaret konusunda ibretlik bir yazıydı. Belli bir sorumluluğa sahip oluşunuzun sonucu olarak bazı sıkıntılara katlanıyorsunuz. Allah yardımcınız olsun, sabır dolu zamanlar diliyorum.
Yazılarınızı merakla bekliyorum. Kalemi daha kuvvetli kelâmı daha etkili olarak fazlasıyla kabul göreceğiniz mutlu zamanlara…(inşallah) Mustafa Ali”
“Selâmün Aleyküm Abdurrahman Ağabey;
Gazetemiz Yeni Asya’da 7 Ocak Pazar günü “Sarmaşık sayı 10, sooon” başlıklı yazınızı okudum. Çok ibretli, düşündürücü bir dergicilik öykünüz var. Ayrıca maddî değer ve planların ön plana çıktığı günümüzde ‘bir ideal’ uğruna muhtelif çilelere katlanmanızı tebrik ettim.
Bir de aklıma şu soru geldi: Sağ dergilerinin artması gerektiğini belirtmişsiniz. Sağ dergi kategorisinde yer alan Yeni Asya Dergi Grubuna niye kaleminizle destek vermiyorsunuz? Bunu merak ettim, yani olana destek yerine niye farklı dergiler çıkarmayı tercih ettiniz?
Çalışmalarınızda muvaffakiyetler dilerim. Zübeyir Ergenekon.”
Her iki kardeşimin iyi dileklerine teşekkürlerimizi aktardıktan sonra sorulara da cevap olabilecek bir-iki eklemede bulunmak istiyorum.
Öncelikle inanıyorum ki; bu toplumun, bu milletin kurtuluşu kültür-san’atla olacaktır. Bu alanda gerilerde kalındığı, nal toplandığı sürece “ileri” gidebilmek mümkün değildir…
Yakın zamana kadar her vakit ezanını ayrı bir makamda okuyan ve musikiden nasipli müezzinlerin yerinde bugün birçoğu kulaktan dolma biçimde “Arap gibi” ya da “arabeskçi” gibi gırtlak temizlercesine bağırmayı “ezan okumak” sanıyorsa meselâ… Arada uçurum var, demektir.
Tekbiri bestelemiş, besmeleyi bestelemiş bir milletin bugünkü bedii zevkinden dem vurabilmek zordur.
Bu örnekler uzar gider… Benim dergi çıkarmaktaki öncelikli amacım giderek açılan makasın bu uçlarının kapanmasına karınca kararınca katkıda bulunmak. Yani… Tam da Mustafa Ali kardeşimin ifadesiyle; “belli bir sorumluluğa sahip” oluşumun tabiî sonucu bu… Hiçbir dünyevî beklentiye itibar etmeden.
Zübeyir kardeşimin; “Yeni Asya Dergi Grubuna niye kaleminizle destek vermiyorsunuz? Bunu merak ettim, yani olana destek yerine niye farklı dergiler çıkarmayı tercih ettiniz?” sorusuna gelince…
Benim dergicilikte muhatap olarak seçtiğim kitle çok ayrı. Yeni Asya Dergi Grubu’nun ise çok çok farklı bir hedef kitlesi var. Gazetede yazıyorum. Dergilerde kısmet olmadı… Ama Yeni Asya Dergi Grubu’ndaki dergiler tarzında çok daha fazla sayıda dergi çıkması gerektiğine inanıyorum… Sarmaşık tarzında da çok fazla sayıda dergi çıkması gerektiğine de inanıyorum… Kulvarlar farklı!
Bir de “bir dükkânla çarşı olmaz!” sözünü unutmamalıyız…
Ayrıca Cemil Meriç merhumun; “ Her dergi bir mekteptir!” uyarısını da akıldan çıkarmamalı.
O halde özet: “Fazla mektep göz çıkarmaz.” (A. Şen sözü) Selam ve sevgiyle kalın. Ama; dergisiz, kitapsız, gazetesiz, okumasız kalmayın. Yapacağınız fedakârlıkları okumaktan yapmayın. Sigarayı bırakın meselâ! Ama kendinize yakın bulduğunuz, fikren ve ilmen besleneceğiniz; derginizi, kitabınızı, gazetenizi, okumayı bırakmayın… Asla!
28.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nejat EREN |
Gençlik programları |
|
Risâle-i Nur camiasının bu vatana en önemli katkılarından birisi de okuma alışkanlığını bütün halk tabakasına yaymış olmasıdır. “Vatan sathını bir mektebe dönüştürme” gayretleri aralıksız devam etmektedir. Artarak devam etmelidir.
Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin her gün iki yüz sayfa kitap okuma alışkanlığını her Nur talebesi bilir. İman ve Kur’ân’a hizmet etmek isteyen her Nur talebesi de her gün en az on sayfa veya dört-beş sayfa bu eserlerden okumakla kendisini yükümlü sayar. Ayrıca her kademedeki talebeler için de kış ve yaz tatillerinde gönüllü olarak bir haftalık, on günlük bazen daha da uzun süreler toplu okuma programı bütün vatan sathında yapılır. Son yıllarda bu faaliyetler otellerde ve sosyal tesislerde daha iyi şartlarda yapılmaya başlandı. Bunu Türkiye’de ilk başlatanlardan birisi olarak bu tür toplu programların gençlerimiz ve hizmetlerimiz açısından oldukça başarılı ve verimli geçtiğini rahatlıkla söyleyebilirim.
Bu yılki programımızı da Marmaris’te bir otelde icrâ etmek nasip oldu. Elliye yakın üniversiteli gencimizle bir hafta boyu ferdî okuma, müzakereli dersler, soru-cevap, sosyal ve kültürel faaliyetler, geziler ve sabah yürüyüşle sınırlı kalan sportif faaliyetlerle çok çok başarılı bir programı Allah’a şükür geride bıraktık.
Bu dâvânın içinde bulunanlardan başlayarak, bu gençlerle ilgilenen, münasebeti olan ve onlardan hem dünyevî, hem de uhrevî hizmet bekleyen herkese bu münasebetle diyeceğim bazı şeyler var. Müsaadenizle bunları kısaca şöyle özetlemek istiyorum:
Ailelere diyeceğim: Evlerinizde bu gençlerle yakînen ilgilenin, onların her türlü meziyetlerinden istifade edin.
Devletimizin yetkililerine diyeceğim: Bu imanlı genç potansiyelin gücünden, bilgisinden, enerjisinden, şefkat, aşk ve şevkinden faydalanın. Onları dikkate alın. Önlerini açın.
Emniyet görevlilerine diyeceğim: Bu tür gençleri gizli veya açık takip edip fişlemekten vaz geçin. Zira bunlar sizin görev sahanıza giren toplumda kokuşmuşluğa varan en kötü hallerin en başta gelen panzehiridirler. Onlardan şüphelenmeyin, korkmayın, potansiyel tehlike ve düşman olarak görmeyin. Yıllardan beri hiçbir Nur talebesi, anarşiye karışmamış, soygunculuk yapmamış, rüşvet almamış, namuslara göz dikmemiş, toplumun huzur ve güveni için sizler kadar bu alanda mesai sarf ederek bu konuda görünmez birer güvenlikçi gibi kalp ve gönüllerde sevgi ve muhabbeti yerleştirmenin gayreti ve çabası içerisinde olmuşlardır. Bunda da başarılı olmuşlardır. Her türlü kayıt, belge, tespit ve şahit bunların açık ve net delilidir.
Hakimlere, savcılara, avukatlara diyeceğim: Hürriyetçi, demokratik, insan haklarına saygılı hukuk devleti yapısının en hazır elemanları Risâle-i Nurları okuyup, anlayan ve onu yaşama gayreti içerisinde olan Nur talebeleridir. Onlardaki bu fikir ve birikimden millet ve vatan adına istifade etmeye çalışın.
Sosyolog, psikolog ve eğitimcilere diyeceğim: Fert ve toplumdaki onarılmaz yaraların ilacı, reçetesi insanlar arasındaki yardımlaşma, kardeşlik, sevgi muhabbet, saygı ve nezakettir. Bakınız, bu camianın arasındaki irtibata, kardeşlik bağına, yaşayışlarına, ders ve ibret alın. Toplum yapısındaki tahrip edilen doku ve bağları, Nur talebelerinin ellerindeki fikir ve hayat tatbikatlarındaki pratiği örnek alarak onarmaya gayret edin.
Yazar ve düşünürlere diyeceğim: Asparagas haberlerle, para kazanmanın, köşe, makam ve menfaat durakları kapmanın yerine bu millete ve vatana hizmet edecek değerli pratikleri, örnekleri nazara vererek insanımıza güzel bir görev yapmada yardımcı olmanın hazzını ve lezzetini yaşayın. Risâle-i Nur camiasının örnek hayat kesitlerini müspet mânâda ekranlara, sayfalara, ciltlere taşıyın. Emniyet budur. Güven budur. Kardeşlik budur. Vatandaşlık ve vatan sevgisi budur.
Hülasa; bu vatanda sorumluluk alan herkesle paylaşmak istediğim bir önemli konu şudur: Risâle-i Nurlarla meşgul olan, onları okuyan, onlara okuyarak inancını yaşamak isteyen bu grubu gündeminize alınız. Onların ellerinde bulunan dünya çapındaki evrensel değerlere sahip çıkınız. Bunca yıllık tecrübe ve olaylar göstermiştir ki, bu tür insanlardan ne çevreye, ne vatana, ne millete, ne de insanlığa bir zarar gelmez.
Son sözüm şu söze bizlerle beraber lütfen sizler de kulak verin:
“Madem ben de bu vatanın bir evlâdıyım, bu vatanın saadetine hizmet etmek benim için farzdır.” (Bediüzzaman, Emirdağ Lâhikası, s. 93)
28.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Ali KAYA |
İcad kavramı üzerine |
|
İcad etmek, bir şeyi yapmak anlamında bir kelimedir. İcad etmenin biz aciz insanlara bakan ve Yaratıcı olan Allah’a bakan yönü vardır. İnsana bakan yönünde icad etmek demek, var olan şeylerden aklı ile yeni şeyler yapmak demektir. İlim adamlarının yeni keşif ve icatlar yapmaları bu nev’idendir. Allah’ın kanunlarını keşfederek onları insanların hizmetine sunmak da bir nev’î keşf ve icattır. Ampulün keşfi ile elektrikten insanların istifadesini sağlamak da bu nev’î icaddır.
Yaratıcı olan Allah’a bakan yönü ile icad etmek demek, yoktan yaratmak demektir. Bediüzzaman Hazretleri 23. Sözün Birinci Mebhasında “Evet, ey insan, sende iki cihet var: Birisi, icad ve vücut ve hayır ve müsbet ve fiil cihetidir. Diğeri, tahrip, adem, şer, nefiy, infial cihetidir. Birinci cihet itibarıyla arıdan, serçeden aşağı, sinekten, örümcekten daha zayıfsın. İkinci cihet itibarıyla dağ, yer, göklerden geçersin. Onların çekindiği ve izhar-ı acz ettikleri bir yükü kaldırırsın. Onlardan daha geniş, daha büyük bir daire alırsın. Çünkü sen iyilik ve icad ettiğin vakit, yalnız vüs’atin nisbetinde, elin ulaşacak derecede, kuvvetin yetişecek mertebede iyilik ve icad edebilirsin. Eğer fenalık ve tahrip etsen, o vakit fenalığın tecavüz ve tahribin intişar eder” demektedir.
Burada insanın icad ve hayır cihetinde cüz’î bir gücü ve kuvveti olduğu ifade edilmektedir. İnsanda cüz’î bir icad gücü olmasaydı Allah’ın sonsuz icad ve yoktan yaratmasını anlayamazdı. Bunun için Allah insana cüz’î bir icad kabiliyeti vermiştir. Tâ ki kâinattaki Allah’ın sonsuz icad gücünü anlamaya bir mikyas, bir ölçü olsun.
Kader cihetinde de insanın yaptığı şeylerde “Ben yaptım” diye yapılan şeye sahip çıkmaya hakkı yoktur. İyiliklerine sahip çıkamaz.
“Evet, Kur’ân’ın dediği gibi, insan, seyyiâtından (kötülüklerinden) tamamen mesûldür. Çünkü, seyyiâtı isteyen odur. Seyyiât, tahribât nev’inden olduğu için, insan bir seyyie ile çok tahribât yapabilir. Müthiş bir cezaya kesb-i istihkak eder (hak kazanır): Bir kibrit ile bir evi yakmak gibi. Fakat, hasenâtta (iyiliklerde) iftihara hakkı yoktur; onda, onun hakkı pek azdır. Çünkü, hasenâtı isteyen, iktizâ eden rahmet-i İlâhiye ve icad eden kudret-i Rabbâniyedir. Suâl ve cevap, dâî ve sebep, ikisi de Hak’tandır. İnsan, yalnız duâ ile, imân ile, şuur ile, rızâ ile, onlara sahip olur.
“Fakat seyyiâtı isteyen, nefs-i insaniyedir—ya istidad ile, ya ihtiyâr ile. Nasıl ki beyaz, güzel güneşin ziyâsından bâzı maddeler, siyahlık ve taaffün alır; o siyahlık onun istidadına âittir. Fakat, o seyyiâtı çok mesâlihi tazammun eden bir kanun-u İlâhî ile icad eden, yine Hak’tır. Demek, sebebiyet ve suâl, nefistendir ki, mesuliyeti o çeker. Hakka âit olan halk (yaratma) ve icad ise, daha başka güzel netice ve meyveleri olduğu için, güzeldir, hayırdır.
“İşte, şu sırdandır ki, kisb-i şer (şerri işlemek), şerdir; halk-ı şer (şerrin yaratılması), şer değildir. Nasıl ki pek çok mesâlihi (faydaları) tazammun eden (ihtiva eden) bir yağmurdan zarar gören tembel bir adam, diyemez ‘Yağmur rahmet değil.’ Evet, halk ve icad da bir şerr-i cüz’î (küçük bir şer) ile beraber hayr-ı kesir (pekçok hayır) vardır. Bir şerr-i cüz’î için hayr-ı kesîri terk etmek, şerr-i kesîr olur. Onun için, o şerr-i cüz’î hayır hükmüne geçer. İcad-ı İlâhîde şer ve çirkinlik yoktur; belki, abdin kisbine ve istidadına âittir.”1
Yüce Allah’ın icadı ise “Adem-i Sırf” denilen yokluktandır. Allah bütün kâinatı adem-i sırftan icad eder.2
Felsefeciler sebeplere tesir vererek yaratılışı ve icadı sebeplere vermişlerdir. Buna şeriat lisanında “şirk” (Allah’a ortak koşma) denmektedir. Şirkin sebebi kâinattaki tertib-i esbabdır. Her şeyin bir sebebe bağlı olduğundan sebeplere tesir vermişlerdir. Gerçekte ise sebepler aciz ve kabiliyetsizdir. Hiçbir şeyi yapmaya, yani icada hiçbir kabiliyeti ve tesiri yoktur.
Allah’ın, sebepleri, icadına vasıta yapmasının hikmeti, pek çok esmasının tezahür etmesini istemesidir. Yüce Allah kendisini isimleri ile tanıtmak istemesinden, sonuçları sebeplere bağlamıştır. Ancak tesir ve icad, sebeplere ait olmayıp doğrudan “İlim, irade ve kudret-i İlâhiye” iledir.
Sebeplerin hiçbir tesiri olmadığının delili şudur: Sebepler içinde ilim, irade ve kudreti olan yalnız insandır. İnsanın en basit fiillerinden olan yemek, içmek ve konuşmak gibi fiillerinin ortaya çıkmasında insanın hiçbir tesiri yoktur. Bu fiiller, doğrudan Allah’ın kudreti iledir. Çünkü insan bu işleri ancak Allah’ın kudreti ile yapabilir. Konuşamayanı konuşturamaz. Görmeyene gösteremez, Allah kudreti ile yapmazsa insan asla yapamaz. Bir hücrenin gıdalanmasından tutun, kalbin çalışması ve beyninin işlemesi hepsi Allah’ın kudreti, ilmi ve iradesi iledir.3
İnsan ancak İman ile, niyet ile ve ihlâs ile yapılan işlerden ahiret hesabına hissedar olur ve sevabından faydalanarak ibadet etmiş olur. Varlıkların hisseleri ancak “hizmet-i ubudiyet”tir.
Aynı şekilde şeytanların da kâinatta icad cihetinde hiçbir müdahaleleri yoktur. Yaptıkları sadece hayra engel olmakla şerre sebep olmalarıdır. Hayrı yaptırmamakla şerre sebep olurlar. 13. Lem’ada Birinci ve Dördüncü İşarette bu konuda gerekli açıklamalar vardır. Üstad Bediüzzaman, 23. Lem’a olan “Tabiat Risâlesi”nde de sebeplerin ve tabiatın icad cihetinde hiçbir müdahale ve tesirinin olmadığını ispat etmekte ve Hatime’sinde de Allah’ın hem yoktan yaratma, hem de terkip ve tahlil tarzında yaratmasının bulunduğunu ispat etmektedir.
Sonuç olarak: Peygamberimiz (asm) buyurdular ki: “Allah’ın hazinesi kelâmıdır. Bir şeyin olmasını dilerse ‘Kün’ (Ol!) der ve o iş olur.” Nitekim yüce Allah buyurdu: “Allah’ın işi budur ki bir şeyin olmasını murat ederse, ‘Ol!’ der ve o iş de oluverir (Kün Feyekûn).”4 Allah’ın bütün işleri “Kâf-Nun” (Kün) tezgâhında dokunur.
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 428
2- Sözler, s. 488
3- Sözler, 32. Söz, Birinci Maksattan itibaren bu konu anlatılır.
4- Yasin Sûresi, s. 81
28.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Allah’ı nasıl tanımalıyız? |
|
Allah denilince aklımıza hemen Kur’ân ve hadislerce anlatılan bir ilâh inancı gelir. Allah’ı şüphesiz en çok Kendi bildiği için biz onu Kendi anlattığı şekilde biliriz.
Bunun dışında anlatılanlar eğer âyet ve hadislerde anlatılanlara uygunsa mesele yok, aksi halde ya yanlış, ya da eksiktir. Bu da bize insan aklının Allah’ın varlığını anlasa bile Onun isim ve sıfatları hakkında doğruyu tam bulamayacağını gösterir. Yüz yirmi dört bin peygamberin gönderilişinin bir hikmeti de bu değil midir?
Âyet ve hadisler ışığında baktığımızda özetle Allah vücud, kıdem, beka, vahdaniyet, muhalefetün lilhavâdis, kıyam binefsihî gibi zatî; hayat, ilim, irade, semi, basar, kudret, tekvin, kelâm gibi sübûtî sıfatların ve Esmâ-i Hüsnâ dediğimiz güzel isimlerin sahibidir.
Vücut Allah’ın varlığı, kıdem başlangıcının olmaması, yani ezelî olması, beka sonsuzluğu, ölümsüzlüğü, vahdaniyet ise bir ve tek oluşunu ifade eder. Muhâlefet-ün Li-l Havâdis Allah’ın hiçbir şeye benzememesi, benzetilen her şeyden uzak olması, kıyam binefsihî de Kendi Kendine kâim olması, yani varlığı ve varlığının devamı için hiçbir şeye muhtaç olmamasıdır.
Hayat Allah’ın diri olması; ilim bilmesi; irade dilediğini yapması; semi işitmesi; basar görmesi; kudret gücü yetmesi, tekvin yaratması, kelâm konuşması anlamına gelir. Allah’ın bu sıfatları da hiçbir varlığın sıfatlarına benzemez. Sonsuzdur, sınırsızdır. Bilemeyeceği, işitemeyeceği, göremeyeceği şey yoktur.
Meselâ insanların güçleri, kuvvetleri, ilimleri, kısacası herşeyleri sınırlıdır. Şu kadarını bilir, şuna güce yeter, şunu görür, şundan ötesine gücü yetmez. Çünkü kapasitesi sınırlıdır.
Meselâ Allah’ın kudretini ele alalım. Allah’ın gücü sonsuz olduğu için bir çiçeği yarattığı gibi baharı da, Cenneti de yaratmaya kadirdir. Uçsuz bucaksız kâinatı yaratan Allah’ın neye gücü yetmez ki?
Merhum Necip Fazıl’a sormuşlar: “Allah deveyi iğnenin deliğinden geçirebilir mi?” diye. “Geçirir” demiş. “Deveyi küçültüpte mi, yoksa iğneyi büyültüpte mi geçirir?” diye sorduklarında, “Hayır” demiş. “Ne deveyi küçültür, ne de iğneyi büyültür. Yıldızları senin gözbebeğine sığdırdığı gibi vızır vızır geçirir” diye cevap vermiş.
Mikroskopla binlerce defa büyültüp ancak görebildiğimiz canlıları, vücut sistemlerini, rızıklarını yaratan; gökte dünyamızdan, hatta güneşimizden milyonlarca defa büyük yıldızları yoktan var eden Allah’ın neye gücü yetmez ki?
Bütün mesele Allah’ı isim ve sıfatlarıyla tanımak ve her işte Ona güvenip dayanmaktır.
28.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Her duâ için hayırlı bir netice vardır |
|
Selcan Akay: “Benim bu dünyada ve diğer dünyada tek bir dileğim var, 4 yıldır duâ ediyorum yerine gelmiyor. Hayırlı olmayabilir, ama ben Allah’a hayra çevirip vermesini çok istiyorum. Acaba günahkâr olduğum için mi kabul olmuyor? Ama hep tövbe eden bir insanım. Allah günahkârların duâsını kabul etmez mi? Allah Rahman; elleri geri çevirmez. Niye kabul olmuyor?”
Resûlullah Efendimiz (asm) buyurmuştur ki: “Sizden her hangi birinizin duâsı, acele etmediği ve ‘Duâ ettim, fakat benim duâm kabul edilmedi’ demediği sürece kabul edilecektir.”1
“Birçok defa duâ ediyoruz, kabul olmuyor. Hâlbuki ‘Duâ edin, size cevap vereyim’2 âyetinin umumî olduğunu, her duâya cevap verildiğini ifade ettiğini” bir soru olarak gündemimize taşıyan Bedîüzzaman Hazretleri, Cenâb-ı Allah’ın her duâ için cevap verdiğini, fakat duâmızı kabul etmesi ve istediğimiz aynı şeyi vermesi için, o şeyin Allah’ın hikmetine uygun olması gerektiğini bildiriyor.
Bedîüzzaman Saîd Nursî, bunu şöyle bir misal ile açıklıyor:
Meselâ hasta bir çocuk, doktora:
“Ey hekim! Bana bak!” dediğinde, doktor:
“Buyur! Derdini söyle!” diyecek, hasta çocuğun çağrısına cevap verecektir.
Çocuk:
“Şu ilâcı ver bana!” dediği zaman ise, devreye mecburen doktorun bilgisi, hikmeti, kanaati ve onayı girecektir. Çünkü o ilâcın çocuğun derdine fayda verip vermeyeceğini doktor çocuktan daha iyi bilmektedir. Bu durumda çocuğa düşen, doktorun, istediği şey ile ilgili bilgisine, hikmetine ve kanaatine razı olmak, doktorun hükmüne teslim olmaktır. Doktor bilgisiyle hareket edip çocuğa ya o ilâcın aynısını, ya daha iyisini verebilir, ya da hiç vermeyebilir. İstediği ilacın aynısını vermediğinde çocuğun doktoru itham etmesi ve ‘İstediğim şeyi vermedin!’ diye doktora küsüp kırılması elbette doğru bir hareket değildir.3
Bir diğer husus; kavlî duâ ile beraber fiilî olarak üzerimize düşeni eksiksiz yerine getirmeliyiz. Meselâ üniversite sınavını kazanmak gibi muhakkak fiilî duâ gerektiren, muhakkak tekniğine ve usûlüne göre çalışmamızı zorunlu kılan iş ve isteklerimizde yeterince çalışmamız ve ulaşmak istediğimiz sonuca fiilî olarak teşebbüs etmemiz şarttır. Bununla beraber istediğimiz sonucu almadığımızda bize düşen yine kendi kusurumuzu aramaktır. Allah’a küsmek veya kırılmak değil; yılmadan yine fiilî ve kavlî olarak duâya devam etmektir. Allah’ı itham etmek bize yakışmaz. Duâmızla ilgili olarak birinci görev bize düşüyor. Allah’ı duâmızı kabul etmeye mecbur sayamayız. Allah’ın ilimle ve hikmetle davrandığını ve duâmızı en hayırlı şekilde kabul ettiğini bilmeli ve bundan razı olmalıyız.
Öte yandan Bedîüzzaman Hazretlerine göre, görünen maksatlar, yani dünyevî gayeler, yani ihtiyaç zamanları o duânın ve duâ ibadetinin hususî vakitleridir. O vakitlerde duâ yaptıktan sonra istediğimiz şeye ulaşmak ise, o duânın hakikî faydası değildir. Duânın hakikî faydası âhirete bakar. Dünyevî maksatlar meydana gelmezse, “Duâ kabul olmadı” denilmez; “Daha duânın vakti bitmedi” denilir ve vakti içinde duâ ibadetine devam edilir.4 Nasıl ki, güneş battığında akşam namazının vaktinin girdiğini anlıyor isek; bir takım hususî ihtiyaç vakitlerinde de, söz konusu ihtiyacımızla ilgili hususî duâ vakitlerinde bulunduğumuzu anlamalıyız.5 Bu vakitlerde gerek sözlü, gerekse fiilî olarak duâya devam etmeliyiz. Duâmızda aceleci olmamalıyız. Duâmızda Cenâb-ı Allah’tan mutlak hayır istemeliyiz. İhtiyaçlarımızın hayırlı neticelerle giderilmesini talep etmeliyiz.
Dünyevî istek ve ihtiyaçlarımızı duâlarımızda “biricik gaye” yapmamaya özen göstermeli; duâlarımız için “biricik gayenin” Allah’ın rızasını kazanmak olduğunu unutmamalıyız. Başka bir ifadeyle, her duânın bir ibadet olduğunu, her ibadetin de sırf Allah rızası için yapılması gerektiğini unutmamalı; Allah’a her el ve gönül açışımızda, öncelikle o isteğimiz ve ihtiyacımız vesilesiyle Allah’ın rızasını aradığımızı teslim etmeli ve O’ndan hayırlı olanı istemeliyiz. Duâmızın kabulünü Allah’ın hikmetine bırakmalıyız. Allah’ın rahmetinden ümit kesmemeliyiz. Emin olmalıyız ki, Allah duâmıza karşılık—inşallah—mutlaka hayırlı bir netice verecektir.
Dipnotlar:
1- Tirmizî, Duâ, 11
2- Mü’min Sûresi: 60
3- Sözler, s. 287
4- Mektûbât, s. 291
5- Sözler, s. 287
28.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Habib FİDAN |
Bir Türkçe serdârı: Nihad Sami |
|
Niçin okudum sizi
Siz ki, bana göstermediniz
Bana saadetlerin
Çalkandığı denizi…
Niçin kitaplar, niçin?
Hangi sahifenizi
Muskalaştırmalıydım,
Murada ermek için?..
Murada ermek için…
Ve bir gün görmek için…
Resimli Türk Edebiyatı Tarihi gibi devasa eserinin sonuna “Kendi el yazısıyla tablolaştırdığı bir şiiri” notuyla derc edilen “Kitaplar” başlıklı şiiriyle ilk karşılaştığımda, hemen her aydında olan düş kırıklığının ne denli yaşanabildiğini anlamıştım. Bu, alelâde yazılmış bir şiir değil; hayatını dil ve kültür meselelerine adayan bir şahsiyetin, belki de toplumun kendisine gereken önemi vermeyişinden kaynaklanan bir düş kırıklığıdır. Sürekli kitaplar arasında gezinmenin, gezindiğin kitaplardan süzüp de damıttığın öz bilgileri toplumla paylaştığın hâlde, gereken ilgiyi görmemenin verdiği bir iç sıkıntısıdır yaşanan sonda.
Hakikaten Nihad Sami, üzerinde önemle durulması gereken bir irfan ehlidir. Fikirlerinin çözümlenmesi, farklı üslûplarda taze bir şekilde dile getirilerek daha da genişletilmesi gerekir bence. Nitekim, Kubbealtı Neşriyatı tarafından basılan külliyatını okuyanların göreceği ilk özellik, Nihad Sami’nin çok ciddî bir fikir ve kültür adamı olduğudur. Dile kolay, sadece Resimli Türk Edebiyatı Tarihi eseri bile kültür edebiyat hayatımıza yaptığı katkıyı takdir etmemize yeter.
Bununla birlikte, özellikle günümüz gençlerinin okuması gereken eserlerinden birisi, Türkçe’nin Sırları adlı kitaptır. Bu kitap, çok ciddî mantık değerlendirmeleriyle Türkçe’nin âdeta hem iddia hem de savunma dilidir. Bu kitabı okuyanların, bir dilin ne açılardan değerlendirilmesi gerektiğini, dil gelişim ve değişiminin nasıl olması gerektiğini sağlam deliller ve ikna edici bir yumuşak üslûpla dile getiren birisiyle konuşuyormuş hissine kapılmamaları mümkün değil.
Türkçe’nin Sırları kitabına uzun uzadıya değinecek değilim. Çünkü özellikle günümüzde de bilinçsizce yapılan dil kullanım hataları yahut ortaya çıkan İngilizce kelime istilâsının yoğun olduğu bu hengâmda, bu kitabın her satırı bir önem arz eder. O yüzden, hemen herkesin, özellikle genç neslin muhakkak okuması gerekir. Zira, Banarlı’nın, “Bir dilin kelimelerini hor görmek, hele şu veya bu politik veya ideolojik sebeple dilden atılabilir görmek, en az onların oluş ve yontuluş tarihini bilmemekten, hatta sevmemekten doğan büyük bir gaflettir. Çünkü milletlerin olduğu gibi, kelimelerin de tarihi vardır. Bir milletin ataları, asırlarca o kelimelerle doymuş, onlarla düşünmüş; birbirlerini ve evlatlarını o kelimelerle sevmiş ve bu kelimeleri tamamıyla millî bir san'atla işleyip Türk yapmışsa, evlâtlar artık o kelimelere düşman kesilemezler” düşüncesi bile dil bilinci açısından geçmişi inkâr etmeden geleceği asrın anlayışına göre kucaklama fikrinin en pratik düşüncelerinden birinin varlığını gösterir.
Önemli kültür, san'at ve edebiyat sitelerimizden biri olan sanatalemi.net, doğum yılı 1907 olan Nihad Sami Banarlı için, bu yıl “Nihad Sami Banarlı 100 yaşında” sloganıyla birtakım faaliyetler düzenleyeceğini duyurmuş. İlk program 16 Şubat Cuma akşamı saat 20.00’de Altunizade Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilecekmiş. Böylesi nadide ve âbide şahsiyetlerin anılmaları ve fikirlerinin de güncel tutulması, kültür, san'at ve edebiyat hayatımıza yapılacak iyiliklerin en önemlilerindendir. Ne diyelim, tebrikler sanatalemi.net…
28.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
Annemarie Schimmel’den “İslâm’da kadın” üzerine notlar... |
|
27 Ocak 2003’de 80 yaşında vefat eden Schimmel, İslâm üzerine yaptığı araştırmalarla tanınan bir mütefekkirdi… Vefat yıldönümü vesilesiyle onu ve fikirlerini hatırlayalım istedim…
Türkiye’de de bulunan Schimmel 1954-1959 yılları arasında Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinde Dinler Tarihi dersini Türkçe olarak vermiş, “Cemile Kıratlı” takma adıyla çeşitli dergilerde yazıları çıkarken yakınları tarafından “Cemile Bacı” olarak anılmaya başlamıştı.
Schimmel, “Ruhum Bir Kadındır” isimli kitabının ön sözünde ülkemiz kadınlarına dair gözlemlerini şöyle aktarıyor:
“Dinî hayata dair birçok hakikate Türkiye’deki kadınlar sayesinde müdrik oldum. İstanbul ile Ankara’daki kadın dostlarım, ama bilhassa Anadolu köylerinin o sade kadınları, ıztırab ile yoğrulmuş olup daha bir müttakî olan Anadolu’nun o anaları ve üniversitedeki hanım meslektaşlarım olduğu kadar talebelerim de, Türkiye’deki hayatın daha derin boyutlarına müttali olmamda bana yardımcı olmuşlardır…”
İslam’da kadın hakları üzerine düşünceleri ise dikkatle okunmaya değer…
Renate Beyer’in Annemarie Schimmel’le yaptığı röportajdan bir bölüm sunalım:
Beyer’in “Başörtüsü bir anlamda kadının İslâm’da baskı altında tutulduğunun işareti değil midir?” sorusunu Schimmel şöyle cevaplıyor:
“Eyvah bunu nasıl söylersiniz? Müslüman aile içinde yaşayan kadın ve anne bizden daha fazla söz hakkına sahiptir. Kur’ân’da poligami mümkündür. Ancak bu bir erkeğin dört kadınla evlenmesini zorunlu kılmaz. Olsa olsa burada bir izinden söz edilebilir. Öyle zamanlar oldu ki İslâm tarihinde erkekler şehit düştü ve kadınlar dul kaldı. Eğer poligami olsaydı—ben bu tür insanlarla tanıştım—her kadın pek çok çocuğun sığınacak mekânı olacaktı. Bunu bizzat kendim yaşadım. Müslümanlar ev işlerinde kendi aralarında iş bölümü yaparlar. Bazı aileler tanırım ki kimin çocuğu olursa olsun ona toplum olarak yardımda bulunur. Pek tabiî toplumun katmanları arasında kadının statüsünün iyi olmadığı bir vakıadır. Bizde bile çok kısa zaman öncesine kadar böyle idi. XIX. yüzyıl ortalarına kadar Prusya Krallığı’nda erkeğin hanımını dövme hakkı vardı. Üstelik bu dövme kanunla da güvence altına alınmıştı. Bu gibi olumsuz durumlar başkası için önemsiz görülürken nedense İslâm için büyütülür. Müslüman ailelerdeki kadının durumu söz konusu olunca daha da abartılır. Hâlbuki İslâma göre evde en önemli şahıs kadındır. Peygamberimiz (asm) bu hususta çok güzel bir söz söylemiştir. Gencin biri ona gelerek, ‘Ya Resulallah! Kime iyilik edeyim?’ diye sorar. Peygamberimiz: ‘Annene’ der. Genç ‘Daha sonra kime?’ diye sorar. Peygamberimiz tekrar ‘Annene’ der. Genç üçüncü kez ‘Ondan sonra kime?’ der. Peygamberimiz üçüncü defa da ‘Annene’ cevabını verir. İşte bu örnek İslâm’da kadına verilen değerin en büyük göstergesidir. İslâm’da aile içinde mal ortaklığı diye bir şey yoktur. Kadın gerek kendi getirdiği, gerekse evliliği esnasında kazandığı malı serbestçe harcama yetkisine sahiptir. İsterse bu malın tek kuruşunu bile kocasına vermez. İslâm söz konusu olunca bunlar hep görmezlikten gelinir. İslâm Kültür tarihinin en yüksek mevkilerinde bulunmuş çok sayıda kadın bulabilirsiniz. İslâm ortaçağına bir göz atınız orada oldukça fazla âlim ve şair kadınlar göreceksiniz. Belki bunlar elit tabakadır deyip geçebilirsiniz. Bizde elit tabaka yok mu? XIX. Yüzyılda Almanya’da bir köylü kızının kariyer yapabilme şansı var mı idi?”
Evet, Schimmel’in İslâm ve kadın üzerine olan düşüncelerinden alınacak çok ders var öyle değil mi?
Schimmel, hakkında ölüm fetvası verilen “Şeytan Ayetleri”nin yazarı Salman Rüştü’yü de “Müslümanların duygularını çok kaba şekilde rencide ettiği” gerekçesiyle sert bir şekilde eleştirmiş, Avrupa’daki bazı gruplar tarafından tepki almasına rağmen 1995 yılında Alman Kitapçılar Birliği’nin Barış Ödülü’nü kazanmıştı.
Karneniz nasıl?
Geçtiğimiz Cuma günü çocuklarımızın aldığı karne, aynı zamanda biz anne babaların da karnesi.
Karnesinde zayıf not getirmeyen çocuklarımızı ve ebeveynlerini tebrik ediyoruz. Güzel, renkli, keyifli bir tatili hak ettiler…
Karnesinde kırık notları olanlara da “İnsan düştüğü yerden kalkar” sözünü hatırlatarak, bu tarz problemlerin ancak az da olsa düzenli, devamlı çalışmalarla çözümlenebileceğini, hayatın her safhasında buna benzer durumların olabileceğini, tatilin bu açıdan bir fırsat olarak değerlendirilmesi gerektiğini “Düşenin dostu olmaz” sözüne inat, anlatalım… Çünkü bu nev'î telkinler onlara hayatta her zaman gerekli olacak dersler hükmünde!…
Üstelik de hayat, karnede yer alan notlardan ibaret değil ki! O notlar sadece sözel ve sayısal derslerdeki başarıyı gösteriyor…
Haydi birazcık gayret ve sebat!
Barış ve huzur için duâ günleri…
Yarın Muharrem ayının 10. günü, yani Aşûre günü.
Aşûre gününde tüm peygamberlerin vazifelerinde önemli dönüm noktaları gerçekleşti:
Hz. Musa (as) ile Firavun ordusunun çarpışmasında Kızıldeniz’in ikiye ayrılması gerçekleşti.
Hz. Nuh (as) gemisini Cudi Dağına demirledi.
Hz. Yunus (as) balığın karnından kurtuldu.
Hz. Adem (as) ve Hz. Havva’nın tövbesi kabul edildi.
Hz. Yusuf (as), Kenan kuyusundan kurtuldu.
Hz. İsa (as) doğdu ve çarmıha gerdirilmek istendiğinde göğe yükseltildi.
Hz. İbrahim’in (as) oğlu Hz. İsmail doğdu.
Hz. Eyüb’ün (as) hastalığı şifa buldu.
Hz. Yakup’un (as) kör olan gözleri açıldı…
Peygamberimizin (asm) torunu Hz. Hüseyin (ra) Kerbelâ’da şehit edildi…
Hz. Hüseyin’in şehit edildiği topraklarda, bugün de Kerbelâ’dan farksız olan tablolar yaşanıyor…
Tüm semavî dinlerde kutsal bir değeri olan Aşûre gününün insanlığa huzur getirmesi için duâ edelim…
Ve komşularımıza bu duygu ve düşünceler içinde birer tabak aşure ikram edelim…
28.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
"Begegeçer" ve "Dölek"lik üzerine.. |
|
Basın dünyasında bazan ilginç diyaloglar yaşanır. İşte bunlardan bir tanesi...
Bir okuyucu Vatan gazetesi yazarı Süleyman Ateş'e soruyor:
"SORU: Köşenizde begegeçer (BG) yerine Türkçe’de olmayan çarpı enini (işaret) koyuyorsunuz. Bir okur olarak döleksiz oluyorum. Ancak çok arı ve duru bir Türkçe ile yazıyorsunuz. Bu nedenle sizi kutluyorum. Ancak fakültede edebiyat eğitimi almama karşın işa, teheccüd, nisa, rekât, tesbih etmek, istiğfar, zariyat, müzzemmil sözlerinin anlamını bilmediğim için bana pek bir şey ifade etmiyor. Bunların Türkçe karşılıklarını da verirseniz daha iyi olur diye düşünüyorum. (O. T.)"
Ateş Hoca'dan el-cevap:
"CEVAP: Değerli okurum, ben 70 yaşındayım ama sizin Türkçe dediğiniz sözcükleri bir türlü anlayamadım. “Begegeçer” ne demek? “Döleksiz” ne demek? Bu yazdığınız şeyler Türkçe mi? Eğer Türkçe ise kesinlikle sokaktaki insan bu sözcükleri anlamaz. Öyle ise bu sözcükleri kullanmanın ne yararı var? Böyle sevdalar tutmaz, boş uğraşlardır bunlar. Türkçe’yi kabile diline döndürür ve dünyada bulunan 250 milyon Türk’ü birbirini anlamaz duruma düşürmekten başka bir işe yaramaz.
"Şimdi gelelim sizin anlamadım dediğiniz, Türkçe karşılıklarını istediğiniz sözcüklere. Naziat, müzzemmil, tesbih, rekât bunlar özel isimler, terimlerdir. Her bilimin terimleri olur. Naziat ve müzzemmil, Kur’ân-ı Kerim’in iki bölümünün adıdır. Kur’ân kelimesi de Türkçe değil, isimdir ama Türkçe olmadığı için değiştirelim mi? Martin Luter de Türkçe değil, Almanca isim. Değiştirmemiz mi gerekir? Her ne demekse döleksizlenmeyin lütfen. Eleştirilerinize her zaman açık olduğumu bilmelisiniz." (a.g.g.)
Zayıf karneler
Özgür-Der:
"YÖK'ün karnesi yasaklarla dolu" diyor.
Eğitimciler Sendikası:
"Millî Eğitim Bakanı ve Maliye Bakanının karnesi zayıf."
Başka? Hükümet?
AB, ifade hürriyeti ve ekonomide hükümetin karnesi zayıf.
Medya?
Halkın güvenilenler listesinin hâlâ alt sıralarında...
Bush?
Ağzıyla kuş tutsa, onca yaptığından sonra kesin sınıfta kaldı.
İsrail?
Filistin ve Lübnan'da yaptığı insanlık dışı katliamlar Genelkurmay Başkanı'nın başını yedi. Son olarak tacizci cumhurbaşkanı azil yolunda...
BORCUM BORÇ
Rumların Türklere 500 milyon sterlin borcu varmış.
Peki niye ödemiyorlar?
"Yeni Türk Lirası değil de ondan!"
KARNE TİMİ
Tatil zili çaldı.
Kötü Karne Timi iş başında.
Kötü karne getirenleri koruyan bir tim var.
Sakın bu tim, iyi karne getireni vurmasın?
CÜCE GEZEGEN
Güneş sistemi dışında "cüce gezegen" keşfedildi!
Acaba bu, Irak işgaline karar veren Bush'un beyni olmasın?
HAFTANIN ESPRİSİ
"Enerji sıkıntımız yok."
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler
28.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Fırtınalı bir vakitte... |
|
Zübeyir Gündüzalp, Sözler’in sonundaki “Konferans”ında Bediüzzaman’ın en önemli özelliklerinden birini şöyle ifade ediyor:
“Cihad ile ubudiyet ve takvayı beraber yapıyor; birini yapıp diğerini ihmal etmiyor.”
Günümüzde dine hizmet için yola çıkanların en çok dikkat etmeleri gereken hususlardan biri bu. Hizmetini yaparken, şahsî ibadetini de en iyi şekilde ifa etmeye çalışmak.
Oysa gariptir; en çok ihmal edilen hususların başında da bu geliyor. İbadetteki lâkaydlıkları, hizmet gerekçesinin arkasına sığınarak izah etme çabaları sergilenebiliyor.
Hattâ kendisini iyice kaptırdığı “cihad”la “dünyayı kurtarırken” farzları bile terk edebilen “namazsız mücahitler” çıkabiliyor.
Bu, cihadı herşeyden önce nefse karşı başarılması gereken bir mücadele olarak tanımlayan Peygamberimizin verdiği dersle tamamen çelişen bir yaklaşım.
Bediüzzaman’ın ve diğer İslâm büyüklerinin ısrarla altını çizdikleri “Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez” prensibi de yine aynı mânâyı ifade ediyor.
Bu bakımdan, öncelikle nefis dairesinde ubudiyet ve takvayı hakim kılacak bir manevî disiplin, hizmetteki başarının da ön şartı.
Bu disiplinin ihtiva ettiği bazı önemli hasletler, eserlerde “âzamî zühd, âzamî takva, âzamî ubudiyet” gibi ifadelerle dile getiriliyor.
Madem ki insanları, ebedî hayatlarını kurtaracak bir imana çağıran bir hizmetin mensuplarıyız, o imanın canlı tezahürü olan takva ve ubudiyet noktasında evvelâ kendimizi, mümkün olan en mükemmel seviyeye çıkarma gayreti içinde olmamız gerekmez mi?
Bu noktada özellikle Nur talebelerinin çok hassas olması gerekiyor. Ve yazarımız Sami Cebeci’nin “Dünyevîleşme hastalığı” başlıklı yazısında (27.12.06) aktardığı iktibasta, Üstad bu önemli hususa şöyle dikkatimizi çekiyor:
“Hakikat-ı İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas velâyet ve esas takva ve esas azîmet ve esâsât-ı Sünnet-i Seniyye gibi ince, fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek (Risale-i Nur’un) bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zarûretle ve hâdisâtın fetvalarıyla onlar terk edilmez.” (Kastamonu Lâhikası, s. 48)
Şahs-ı manevîye terettüp eden bu görevin ifasına fertler olarak bizler de yapabildiğimiz ölçüde âzamî katkı sağlama gayreti içinde olmalı ve dini yaşama ölçülerini, temel kriterler çerçevesinde kalmak kaydıyla başkaları için olabildiğince geniş tutarken, sıra nefsimize geldiğinde, bu mânâları en ideal seviyede hayatımıza hakim kılmaya çalışmalıyız.
Bu arada, Üstadın içtihada mani sebepleri anlatırken ifade ettiği “Kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte dar delikler dahi seddedilir; yeni kapıları açmak hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil” sözünün bugün karşı karşıya olduğumuz tabloya bakan mesajları da var.
“Münkerat”ın, yani günahların arttığı, ecnebi âdetlerinin istilâsının her yeri kapladığı, dine uymayan bid’aların iyice çoğaldığı bir zamanda, takva kalesinin burçlarında gedikler açmak kesinlikle akıl kârı değil ve olamaz.
Bilhassa bu ortamda takva siperini muhkem tutmamız şart...
28.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Hatalar tekrarlanmasın |
|
Yıllardan beri uygulanan yanlış politikalar sebebiyle ‘rüzgâr’ ekildiği için, günümüzde ‘fırtına’ biçiliyor. Türkiye’yi sarsan çirkin cinayetleri başka ne ile izah edebiliriz? İşlenen cinayetlerin çözülüp çözülemediği bir yana; bunlar teknik anlamda çözülmüş olsa bile, bu ‘çözüm’ daha sonra işlenmesi muhtemel cinayetleri önleyebilir mi?
Geçmişte işlenen ve Türkiye’yi sarsan cinayetlerden biri de İpekçi cinayetiydi. Bu cinayetle ilgili İçişleri eski Bakanı Hasan Fehmi Güneş’in dikkat çekici tesbitleri var. Güneş’in anlattıklarını, günümüzde yaşanan benzer cinayetleri de düşünerek değerlendirmek mümkün. İpekçi cinayetini işleyen Ağca, Güneş’in İçişleri Bakanı olduğu dönemde yakalanıyor. Ancak, dönemin sıkıyönetim komutanı, sorgulama için ‘ek gözaltı süresi’ vermiyor.
Güneş yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “(Sıkıyönetim Komutanı) ‘Ben öyle uygun gördüm. Yetkim vardı’ dedi. Doğru, yetkisi vardı. Ağca’yı İstanbul Emniyeti, MİT’in desteğiyle yakaladı. Sorguyu sürdürmemiz gerekiyordu. Çünkü kendi kişisel kararıyla yaptığını söylüyordu. Oysa örgütsel bir eylem olduğu belliydi, sezgilerimiz bu yöndeydi. Bu nedenle soruşturmanın sürdürülmesine karar verdik. Yasa da bu imkânı bize veriyordu. Ama Sıkıyönetim Komutanının takdir yetkisi vardı. Yani ‘devam edin’ ya da ‘bize verin ben devam edeceğim’ diyebiliyordu. Sıkıyönetim Komutanı izin vermedi, kendilerine teslim etmemizi istedi. (...) Bu tabiî ki dikkat çekici bir olay. Bir başka olayla birleştirildiğinde daha dikkat çekici oluyor: (Ağca’nın) Askeri cezaevinden kaçması! Kaçmadı, kaçırıldı! Öyle bir cezaevinden kaçamazsınız! Ziyaretçi olarak gitseniz bile kartınızla kendi başınıza geri çıkamazsınız. Hem soruşturmanın genişletilmesine izin vermemek, hem de oradan kaçırılması doğal olarak himaye edildiği kuşkusunu gündeme getirir.” (Yeni Aktüel, sayı: 81, 25-31 Ocak 2007)
Tabiî ki hadisenin üzerinden yıllar geçmiş ve bu iddialar da ilk defa gündeme getirilmiyor. Bilhassa ‘çok önemli bir mahkûmun’ askerî cezaevinden kaçması şüphe uyandıran bir hadise. Konuyla ilgili değerlendirme yapan başka kişiler de ‘kaçırıldığı’ yönünde fikir beyan etmişlerdi.
Bütün bunlar, yaşanan hadiselerden gerekli ibret ve dersleri çıkarmamız gerektiğini hatırlatıyor. Geçmişte yaşanan hataların tekrarlanmaması için gereken neyse o yapılmalı. Çünkü; hak, hukuk ve adalet herkese, her zaman lâzım. Suç işleyenlerin himaye görmesi, hukuk devletini yaralayan ciddî bir konudur.
Yaşadığımız sürece bir de bu gözle bakmaya ne dersiniz?
*
Dağılmak için toplanalım!
Kamu ya da özel, Türkiye’de ‘idareciler’in temel problemi ‘toplantı yapma’ merakıdır. Kimi ararsanız, ‘toplantıda’ cevabını almanız mümkün. (Bu arada, ara sıra bizi arayan okuyucularımız da ‘toplantıda’ olduğumuzu fark etmiştir!)
Bir dönem Fenerbahçe’yi de çalıştıran Hollandalı teknik adam Guus Hiddink, ‘Anılar’ında Türkiye’den bahsederken şöyle demiş: “İstanbul’a geldiğimizde ilk öğrendiğim kelime toplantıydı. Hep toplantı yapardık ama toplantıda hiçbir şey adam gibi konuşulmazdı. Kısa sürede herkes birbirinin boğazına sarılırdı. Kimse kimseye güvenmezdi.” (Fanatik gazetesi, 27 Aralık 2006)
Hiddink üzerinde kötü bir imaj bırakmışız anlaşılan. Ama yaptığı tesbitte haksız mı?
28.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Risâle-i Nur’la düşünmek |
|
Geçenlerde Risâle-i Nur’un geleceğe bakışı konusunda oldukça verimli bir sohbet yaşadım. Dinlerarası diyalogdan Avrupa Birliği’ne, akıl ve bilimin hakimiyetinden İslâm dünyasının vaziyetine ve “ümitvar olunuz” mesajına kadar geniş bir yelpazede birikimlerin paylaşımından istifade ettim.
İstikbalin İslâmla şerefleneceği bir dünyanın hazırlığı içinde olmamız gerektiği ve bize çok görev düştüğüne bir kez daha inandım. Risâle-i Nur’un, çağa seslenen muhteşem yorumlarından destek aldım.
Öncesinde “Risâle-i Nur’la düşünmek” konulu seminerle kendimizi sorguladık. Beraberce Risâle-i Nur denizinin içine daldık. Bir dalgıç gibi deniz incilerine ulaşmaya çalıştık. Berrak derinliğin yakın gösteren yanıltıcılığından çıkıp, “yakalarım” deyip elimizi uzattığımızda gövdemizle dahil olduğumuz bir enginliğin içinde kendimizi görme halini yaşadık.
Donanımlı bir şekilde suya dalmamız ve hedefimize giderken göz açıklığında ve gözümüze bir şey kaçırmadan, kendimizi koruduğumuz bir güvenlikte ilim denizine dalmamız gerektiğini bir daha müşahede ettik.
Evet kendi kendimize, hep beraber sorular sorduk ve herkes cevabını yazdı. Kendisiyle bir iç irtibata geçti. “Müfritane irtibatı” kendisinden başlattı her dinleyici.
Sorular peşi sıra cevaplar aradı:
-Neden Risâle-i Nur okuyorum? Okuduğumda ne değişiyor? Neyi fark ediyorum? Hayata bakışımı nasıl etkiliyor? Çevrem bunu müşahede ediyor mu?
-Zamanın sürekliliğinde ne kadar düşünüyoruz? Ne kadar okuyoruz? Okuduklarımızı nasıl şifreliyoruz? Kendimize ait bir öğrenme stilimiz var mı? Öğrendiklerimizden nasıl emin oluyoruz?
-En çok zevk aldığınız bir dersi hatırlıyor muyuz? Konusu neydi? Başka zamanlarda aynı heyecanı duymak için ne yaptınız? Okuduklarınızı, anladıklarınızı nasıl programlıyorsunuz?
-Risâle-i Nur, hayatımıza nasıl yön veriyor? Risâle-i Nur farkı nedir? Bundan nasıl mutluluk duyuyoruz? Şevkimizi nasıl arttırıyoruz? Okuma disiplinine sahip miyiz? Bunun için neler yapıyoruz?
-Muhakeme ile hassasiyeti dengede tutabiliyor muyuz? Aynı şekilde akıl ve kalp dengesini kurabiliyor muyuz? Hikmete talip miyiz? Yoksa hükümeti de hikmet kadar önemsiyor muyuz?
-Risâle-i Nurdaki yaklaşım farkı nedir? Bu yaklaşımın, dünya insanlığına takdim ettiği orijinal görüşleri ne kadar orijinal bir üslupla tanıtabiliyoruz?
-Risâle-i Nur’un prensipleri nelerdir? Bu prensiplerin kalıcılığı ve dayanağı nedir? Prensiplerine uyduğumuzda, inkişafımız ne tür bir katkı yapıyor?
-Rıza-i İlâhî amacını, ne kadar tahakkuk ettirebiliyoruz? Bunun için ayırdığımız özel ve özenli bir zaman var mı? Bizi uykusuz bırakan bir öğrenme süreci yaşadık mı? Öğrenme merakımızı ne kadar tatmin ettik? Öğrenmemiz gereken neler var?
-Risâle-i Nur’la sahip olduğumuz en büyük tecrübe nedir? Bunu elde etmek için kendimizi nasıl hazırladık?
-Hayallerimizi gayemize uygun tutabiliyor muyuz? Zihnimizin dikkat çekici ve uyarıcı niteliğinden yararlanıp, kendimizi odakladığımız ve dikkat kesildiğimiz bir konu veya iki kavram var mı? Bunları nasıl bir dikkat ve odaklanma ile dehaya dönüştürüyoruz?
-Bir başka kişinin Risâle-i Nur’u anlamasını ne kadar kolaylaştırıyoruz? Cezb edici yöntemlerimiz var mı? İlgimizi çeken ve düşüncemizin çekim merkezini oluşturan öğrenmelere ne kadar hız veriyoruz?
-Kendimizi anlamamıza ve nefis terbiyesi içinde tatmin olmamıza vesile olduğunu düşündüğümüzde nasıl motive oluyoruz? Bilmeyenlere takdim nezaketimizi koruduğumuzda, etkisini gösteriyor mu?
Sorulardan bazılar böyleydi.
Acaba başka ne sorabiliriz kendimize ve ne yapabiliriz?
28.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Kitaplar yere gömülür mü? |
|
Kitaplar yere gömülür mü? Hem de öyle milleti, halkı kin ve düşmanlığa teşvik eden veya devlete baş kaldırmaya kışkırtan kitaplar filan değil; tamamen dinî muhtevalı kitaplar yere gömülür mü? Yani Kur’ân tefsirleri, hadis kitapları, Risâle-i Nur’lar, hatta Kur’ân-ı Kerimler... Evet yanlış duymadınız bu çeşit kitaplar, hiç saklamak niyetiyle korkudan yerlere gömülür mü?
Evet maalesef bu ülkede, bu İslâm diyarında bunları da yaşadık, bunlara da şahit olduk.
Hemen çoğunuzun aklına cumhuriyetin ilk yıllarının tek parti dönemindeki uygulamalar geliyor herhalde. Yani camilerin ahır veya hapishane yapıldığı, ezanların susturulduğu, Kur’ânların yakıldığı, her türlü dinî faaliyetin yasaklandığı yılları düşünmeye başladınız herhalde. Ama öyle değil, nakledeceğim bu acı hatıra, yakın tarih diyebileceğim bir zaman diliminde vuku bulan, bizzat yaşadığım veya şahit olduğum ve hatırladıkça halen üzüntü duyduğum, hayatımın acı ve ibretli bir hatırası... İbretli olduğu için, ders alınır diye sizinle paylaşmak istedim.
Tarih: Seksenli yıllar. Yer: Anadolu’nun küçük bir ilçesi.
Sessiz, sakin, huzurlu bir belde. İlçe halkı dindar, muhafazakâr ve aynı zamanda devlete ve kanunlara oldukça itaatkâr ve hürmetkâr. Gelenek ve göreneklerine bağlı, kendi aralarında gıpta edilecek derecede samimî bir birlik ve beraberiliğin hazzını yaşıyorlar. Kavga gürültü nedir bilmez bu ilçenin halkı. Anarşi ve terörün kol gezdiği yıllarda dahi burada en ufak bir hadise olmamış, tek kelime ile her halükârda emniyet ve asayiş berkemal. Buradaki emniyet yetkilileri, hâkim ve savcıları hemen hemen boş boş otururlar desek mübalâğa olmaz. Geçmişte böyle olduğu gibi, bugün de halen bu küçük ve huzurlu ilçede durum aynıdır.
Evet bu huzurlu ve asayişten taraf, bir problemi olmayan beldede olup bitenleri kısaca bilgilerinize sunmaya çalışalım: Efendim 12 Eylül darbesi yapılalı bir hayli zaman olduğu halde ve bu zaman zarfında darbeciler ülkede yapmak istediklerini yaptıkları halde, halen bazı yerlerde icraatlarına devam ederler. İşte bu maksatla güya asayiş ve güvenliği sağlamak için bölgede güvenlik taraması yapan bir seyyar komando birliği, hiçbir problemi olmayan bu beldede konaklar.
Asayişi korumak niyetiyle gelen bu askerî birlik, şöyle birkaç gün ilçenin genel durumunu gözetim altına alır. Bakar ki halk işinde gücünde, bir problemin olmadığını görür. Ama ilçedeki manevî hava, halkın dindar olduğu; kumar, içki gibi kötü alışkanlıkların olmadığı, insanların huzur, barış, kardeşlik, birlik ve beraberlik içinde yaşamaları onların da dikkatini çekmiştir.
Bütün bu iç açıcı müsbet durumu görmezlikten gelen askerî birlik komutanları, sebebi bilinmeyen sebeplerden, sudan bahanelerle belde halkını rahatsız etmeye başlar. Bütün evleri defalarca aramaya başlar. Kur’ân-ı Kerim’ler de dahil olmak üzere, dînî muhtevalı kitapları kayıt altına alarak, depolara doldururlar. Başta Nur talebeleri olmak üzere, bir çok ehl-i dini derdest ederek ifadelerini alırlar.
İlçenin en görünür bir tepesine kocaman harflerle “Önce vatan” yazısını yazdıktan sonra, belediyenin ilân hoparlöründen yüksek sesle: “Dikkat! Dikkat! Sayın ilçe halkı! Asayiş ve güvenliğinizi sağlamak için buradayız. Gözlemlerimize göre burada önemli bir güvenlik problemi olmamasına rağmen, bu ilçe çok geri bırakılmış. Bunun önemli bir sebebi de aranızdaki bazı Cumhuriyet ve Atatürk düşmanı gericilerdir. Yaptığımız aramalarda Said Nursî’ye ait çok sayıda kitap, dergi ve gazete yakaladık. Said Nursî’yi peygamber olarak görenler var. İşte bu güzel ilçeyi bu çeşit çağdaş olmayan insanlardan kurtarmak için çalışmalarımıza devam ediyoruz. Lütfen bu konuda bize yardımcı olunuz” derler.
Bu ibretlik ilânla beraber, ardı arkası kesilmeyen arama ve taramalar, tutuklamalar devam edince, halkı bir şaşkınlık, bir korku sarar. Bunlara meçhul odakların korku salan fısıltıları da eklenince iyice paniğe giren ilçe halkı, evindeki dinî kitapları yakın arazide toprağa gömmeye başlarlar. İyice korkuya kapılanlardan bazıları da çareyi kitaplarını yakmakta bulurlar. Ama takipler bununla bitmez, bu defa da askerler kitapları toplamak için çevrede arazi taramasına başlarlar.
Yaa, işte böyle sevgili okurlar. Şahit olduğum bu acı olayı özetleyerek nazarlarınıza sunmuş oldum. Gayem böyle iç karartıcı olayları tekrar gündeme getirerek moralleri bozmak değil elbette.
Maksadım asıl vazifesi ve sorumluluğu milletin huzur ve güvenini sağlamak olan güvenlik kuvvetlerimizin, zaman zaman hangi işlerle iştigal ettiklerini bir daha nazarlara sunmaktır. Ve ayrıca bunca haksız ve kanunsuz muamelelere rağmen, halkımızın ortaya koyduğu sabır ve sağduyuya dikkatleri çekmektir.
Diğer yandan bu gün belki artık kitaplar yakılmıyor veya yerlere gömülmüyor. Velâkin AB’nin kapısını çalmakta olan ülkemizde halen fikir ve düşünceler halen hür değil... İnsanlar halen istedikleri şekilde kendilerini ifade edemiyorlar.. Düşüncelerinden dolayı insanlar halen yargılanıyorlar. Halen birçok kişi veya kurum, asli vazilerinin dışında, üstlerine vazife olmayan işlerle uğraşıp, hiçbir günahı olmayan halkımızı incitmeye devam ediyorlar.
Daha bu yolda almamız gerekli olan çok mesafe var diye düşünüyorum.
28.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Doldurulan boşluk |
|
Türkiye’de bilen de bilmeyen de yani önüne gelen konuşuyor. Denildiği gibi maşallah ağzı olan konuşuyor. Bundan dolayı da ortalığı kesif bir dezinfarmasyon dumanı kaplıyor ve bunun neticesinde kimse kimseyi net göremiyor. Bundan dolayı biraz netleşmek lazım.
Bu sözü edilen gelişigüzel, hatta anarşik bilgiler karanlığı ve cehaleti daha da artırıyor. Eskilerin güzel bir tabiri var ‘Horozu çok olan köye sabah geç gelir’ derler. Sözgelimi geçen gün bir dost meclisinde yine bilen de bilmeyen de söz aldı ve konuştu. Bazıları Mahir Kaynak gibi ABD’nin Irak’ta emellerine ulaştığını ve kayıpların devede kulak kaldığını söylediler. Bu genel fotoğrafı iyi görememekten ileri gelen bir yanlış tespit. Halbuki tam tersine hem Irak’ta hem de dünyadaki tablo ABD’nin aleyhine kesinkes değişti. 5 yılda dünya tarihi bir daha eskisine benzemeyecek şekilde istihale geçirdi. Zaten Newsweek dergisi ABD Irak’ta boğuşurken Çin’in aradan sıyrıldığını ve fırladığını yazdı.
İsterseniz kazananları veya kaybedenlerin tahlilini kısaca yapalım: Neoconlar BM’nin 2002’de yayınlanan Arap dünyasında insanî kalkınmayla ilgili raporu gerekçe göstererek İslâm dünyasına hem fiziki hem psikolojik bir harp açtılar. Bu savaşın sonunda ABD kesinkes kaybetti. Bununla birlikte, elbette hâlâ ABD’nin elinde dünyayı yok edecek bir güç var. Bununla birlikte zaten işgal öncesi söylenenler ve öngörüler gerçekleşti. ‘ABD yıkar ama yapamaz. Ulus inşa etme kabiliyeti yoktur’ demişlerdi. Aynen tahakkuk etti. ABD isterse İran gibi bölge ülkelerine zarar verebilir ama bu, savaşı kazanacağı anlamına gelmez. Yok edebilir ama kazanamaz. Kazanması için diğer tarafın iradesinin teslim olması gerekir. İşte bunu sağlayamıyor. 2002 ve 2003’ten sonra Afganistan ve Irak işgalleriyle birlikte petrol fiyatlarının artmasıyla birlikte aynı nedenden dolayı Soğuk Savaşta kaybeden Rusya bu defa kazanmış ve hazinesi petrol ve doğal gaz gelirleriyle dolmuştur. Irak işgali başta Rusya’yı güçlendirmiştir. Halbuki tam tersine Rusya’nın, müttefiki olan Irak’ı kaybederek zayıflayacağı öngörülmüştü.
***
İkinci kademede, ABD’nin Irak işgali altan alta iş gören İran’ın Irak’ta nufuz savaşını kazanmasıyla sonuçlanmıştır. İran bilinen nedenlerden dolayı Amerikan işgalinden dolayı bölgenin en kârlı aynı zamanda karşı darbe ihtimaline karşı en riskli ülkesi haline gelmiştir. 2002 yılında büyüme hızları Sahra Altı ülkelerinin de gerisinde seyreden petrol üreten Arap ülkeleri, Bush sayesinde tekrar yıllık büyüme hızlarını sıçratmaya muvaffak olmuşlardır.
Arap dünyasının büyüme hızı son yıllarda toplu olarak yüzde 5’i geçmiştir. 2003 yılı itibarıyla sarsıntı geçiren Arap rejimleri siyasi olarak da güçlenmiştir. Bu da yine Bush sayesinde olmuştur. Amerikan yazarlarının da dikkat çektiği gibi demokrasi rüzgârıyla arkaik rejiimleri devirmeye veya en azından korkutmaya ve çeki düzen vermeye çalışan ABD adına Rice iki yıl sonra Kahire’de teslim bayrağını çekmiş ve Mısırlı liderler önünde eski söyleme dönmüş ve ‘demokrasi yerine istikrarı tercih ediyoruz’ demiştir.
Çok değil iki yıl önce ‘60 yıldır otoriter rejimleri destekledik artık bunun değiştiği zaman tüneline girdik’ diyordu. Meğerse hâlâ eski tüneldelermiş. ABD artık müeyyide gücünü kaybetmiştir. Sünniler karşısında askeri savaşı, Şiiler karşısında da siyasi savaşı kaybetmiştir. Bundan dolayı da muazzam bir küresel boşluk doğmuş ve bu boşlukta da Çin ve Rusya’nın yıldızı yeniden parlamaya başlamıştır. 11 Eylül ABD ve İsrail ve Irak’tan başka herkese yaramıştır. Bu yönüyle, ABD, Japonya ve Avrupalı müttefik ve dostlarına karşı da kötülük yapmıştır. Onların genel zeminini de zayıflatmıştır. Bu işgaller dünyada Amerikan kampını topyekün geriletmiştir. Dolayısıyla gücü caydırıcı olarak kullanmak fiili olarak kullanmaktan her zaman evladır.
***
Saddam Hüseyin rejiminin devrilmesiyle ortaya çıkan bölgesel boşlukta Türkiye ve İran’ın yıldızı parlamaktadır. Mısır’dan sonra Arap dünyasının en güçlü lideri Irak devredışı kalmıştır. Ondan arta kalan güç boşluğunu İran ve Türkiye doldurmuştur. Türkiye’ninki İran gibi kendi gayretiyle değil, güç boşluğundan kaynaklanan tabii bir gelişmedir. İran’ın riski yanıbaşındaki Amerikan güçleri iken Türkiye’ninki şimdilik Peşmergelerdir. Bundan dolayı da, The Guardian gazetesinin de yazdığı gibi Türkiye ve İran bölgesel bir güç haline gelmiştir. ABD’nin hamakat politikaları neredeyse bütün düşmanlarını güçlendirmiştir. Keskin sirke küpüne zarar misali hard power olarak kendisine güvenen Bush ve Neoconlar ABD’nin gücünü tüketmişlerdir.
Türkiye kendisini bu aşamada yeniden tanımlayabilir ve kendisini tehzip edebilirse ABD’nin bırakacağı boşluğu en ziyade doldurabilecek güç hatta yegane güç olarak yükselişine devam eder. Bunda tarihi şartların büyük payı var. Tarihe, sosyolojik zemin ve coğrafyaya dayanmayan bütün politikaların er geç iflas etmesi mukadderdir. Savaşın başlangıcında Paul Kennedy gibilerin yaptıkları kehanetler tutmuş ve ABD’nin Irak işgali geniş tarihin arizi ve parantez bir dilimi olarak kalmıştır.
28.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
O gün hangi gün? |
|
Annesi ve babası 17 sene önce doğduğunda ona, “Ogün” adını verirken acaba neyi düşünmüşlerdi, niçin bu ismi vermişlerdi? Ogün, mübarek bir gün müydü, yoksa–bazı gazetelerde iddia edildiği gibi-Trabzonsporlu millî futbolcu Ogün’e benzesin diye mi bu ismi vermişlerdi? Bunları bilemeyiz… Ancak şu bir gerçek ki, hiçbir anne, baba çocuğunun böyle kötü yollara düşmesini, hatta bir insanı öldürmesini istemez.
Annenin adı Havva… Babasının adı Ahmet… Benim annemin adı da Havva… Belki bu sebepledir, 17 yaşındaki bir çocuk cinayet işlediğini duyduğumda, aklıma ilk olarak annesi ve babası geldi.
Malûmunuz, anneler evlâtları 50-60 yaşına da gelse, onlar için hâlâ çocuktur. Çocuğunun kılına zarar gelmesini istemezler. O hastalanınca anne üzülür, üzülünce o daha çok üzülür, gözüne çöp batsa, ondan daha fazla acı hisseder…
Şimdi o ailede ne fırtınalar kopuyordur, tahmin etmek hiç zor değil. Anne yüreği oğlunun tek başına cinayet işleyemeyeceğini düşünerek, oğlunu kandıranların bulunmasını istiyor. O anne diğer üç çocuğuna sıkı sıkıya sarılmış, bütün Türkiye’yi ayağa kaldıran bir cinayeti işleyen “katil zanlısı”nın annesi olmanın ezikliğini yaşıyordur. Görünen o ki, fakir bir aile. Baba Pelitli Belediyesi’nde 5 yıldır temizlik işçisi olarak görev yapan birisi…
Anne Havva Hanım, duâ okumasını bilmeyen, hiç oruç tutmayan oğlunun “önce namazımı kılıp sonra vurdum” ifadelerinin şaşkınlığı içinde… Baba “Demek ki, iyi bir evlât yetiştiremedim” diye dizlerine vurarak, nerede yanlış yaptığının sorgulaması içinde …
Şimdi onlar bütün Türkiye tarafından bir katil zanlısının anne ve babası olarak hatırlanıyorlar. Ne kadar acı bir durum…
Bu arada öldürülen Hrant Dink’in eşi Rakel Dink’in eşini öldüren biri için, “Yaşı kaç olursa olsun, 17 veya 27 olsun, katil kim olursa olsun bir zamanlar bebek olduğunu da biliyorum. Bir bebekten bir katil yaratmayı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz” demesi de bir yaraya parmak basıcı nitelikteydi.
***
17 yaşında bir çocuk nasıl böyle bir cinayet işleyebilir? İşte bütün sorgulanması gereken mesele bu…
Peki ne oldu da bu durumlara gelindi? Son yıllarda, başta okullar olmak üzere, şiddet olayları niye bu kadar arttı? Birilerinin bu soruların cevaplarını bulması ve tedbir alması gerekiyor.
Şiddet olaylarının temelinde gelir adaletsizliği, yoksulluk, işsizlik, değerlerimizden uzaklaşma, kültürel yozlaşma gibi sebepler sıralanabilir. Ogün Samats olayında, gençler arasında artan şiddet eğilimini değerlendirirken, bu noktada özellikle okullardaki şiddet olayları ile bütün herkesin dikkat çektiği internet kafelerdeki tehlikelerden bahsetmek istiyorum.
Gazetelerde bir haber dikkatimi çekti. Bir lisede oynanan sınıflar arası futbol karşılaşması sırasında tartışan, ancak okul yöneticilerinin müdahalesiyle dağılan iki grup, tartışmayı internet ortamına taşımışlar. Sonra ne mi olmuş? İnternet kafelerden birbirleriyle haberleşerek “hesaplaşmak üzere randevulaşmışlar” ve buluşma yeri olan yerde kavgaya tutuşmuşlar. Gerisi malûm…
Dink’in katil zanlısı Ogün Samast da, “İnternetten takip ediyordum, sözleri kanıma dokundu, vurdum” sözleri de internetten yayılan tehlikeyi gözler önüne serdi.
İşte tehlike burada… Yoksa internet bugün iyi kullanıldığında son derece faydalı, bilgiye anında ulaşabilecek teknolojik bir kolaylık… Cep telefonu, televizyon gibi internet de yanlış kullanıldığında “canavar” olabiliyor.
Bu yüzden, gerek internet kafelerde, gerekse evde çocukların interneti kullanımında ailelerin yeteri kadar itinayı göstermeleri, zararlı sitelere girişi engelleyen “filtre” programlarını kullanmaları gerekir. İnternet kafelerin de çok ciddî şekilde denetlenmesi, gerektiğinde ise ağır yaptırımlar uygulanması çocuklarımızın geleceği açısından büyük önem taşıyor.
***
İşin başka bir boyutu da manevî boşluk…
Kur’ân kurslarına 12 yaş sınırının getirilmesi, meslek liselerine uygulanan katsayı uygulaması ile imam hatiplere ilginin azalması okullarda verilen dinî bilgilerin yetersizliği bir manevî boşluk meydana getirdi. Ve içinde Allah korkusu olmayanların kötü yollara tevessül etmesine yol açtı. Bu da şiddet olaylarının artmasında en büyük sebeplerden birisi oldu.
Bunu önlemenin yolu, aileden başlayarak, okullarda millî ve manevî değerlerimizi lâyıkıyla çocuklarımıza öğretmemizden geçiyor. Çocuklarımıza Allah inancını, peygamber sevgi ve hoşgörüsünün anlatılması gerekiyor. İnsanların dini yaşamasına kısıtlama getirmeden, tamamen özgür bırakmak gerekiyor…
28.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İslam YAŞAR |
‘Olmak, ya da olmamak’ |
|
1+5+3+4+4: 17
“On yedi sene” diyerek seslendirdi zihninden geçen rakamların toplamını. “Yirmi üç senenin on yedi yılını şu kâğıt parçasını almak için harcadım” dedi ardından da elindeki kâğıda bakarak.
Hayallerini gerçekleştirmiş insanların rahatlığı vardı ............’nin hareketlerinde. Çünkü on yedi yıldır hep bu ânı beklemiş; dayanma gücünün kalmadığı, sabır dağarcığının taştığı, sıkıntıların tahammül hududunu aştığı zamanları hep bu günün hayalini kurarak aşmıştı.
Aslında bu hadise yalnız onun değil, annesinin, babasının da hayallerini süslemiş, onlar da yıllarca hep bu günleri beklemişlerdi. Fakülteyi bitirip diplomasını alması ile hepsinin hayalleri gerçek olmuştu.
Gerçi dekanlık henüz asıl diplomaları hazırlamadığından, mezuniyet töreninde ellerine resmî birer bitirme belgesi verilmişti, ama o bile onları mutlu etmeye yetmişti.
Geçen zaman içinde yaşadığı acı, tatlı onca hadise sonunda, elindeki kâğıt parçasından başka ne kazandığını henüz bilmiyordu. Lâkin hayatının yegâne renkli zamanı olan çocukluğunu ve kendisini çok güçlü hissetmesine rağmen gücünü pek kullanamadığı gençliğini kaybettiğini biliyordu.
Bu kazancın o kayba değip değmediğini anlamak için, hayalen de olsa geçmişe gitmek istediğinde; daha ilk hamlede kelimeler, rakamlar, okullar, talebeler, hocalar ve şehirler birbirine karışınca bir nefes sonrasını bile düşünemez oldu.
Arkadaşlarının içine daldıkları malayanî meşguliyetlerden pek zevk almadığı için müsaade isteyip ayrıldı. Bir süre şehrin kalabalık caddelerinde, tenha sokaklarında hedefsizce dolaştı.
Binaların kasveti ve insanların hâleti ruhunu sıkmaya başlayınca şehrin kenar mahallelerinden birinde yeni açılan parka gitti, bir banka oturdu ve ne yapması gerektiğini düşünmeye başladı.
Hemen eve dönmekten iş başvuruları yapmaya varıncaya kadar onlarca ihtimal birden üşüştü zihnine. Bir süre aralarında bocalamasına rağmen hiç birini tercih edemeyince hepsini bir kenara bıraktı ve bazı arkadaşları ile birlikte gezmeye gitmeye karar verdi.
Ailesinin yaşadığı yerden uzak bir şehirde dört yıl okumak kazandırmıştı ona bu medenî cesareti. Onun için annesine telefon edip okulu bitirdiğini müjdeledikten sonra eve biraz geç geleceğini bildirdi.
Birkaç hemcinsi ile birlikte çıktığı gezi sırasında gençliğinin son demlerini yaşayarak yılların yorgunluğunu atmak için ne geçmişi düşündü ne geleceği. Sadece günü yaşamaya gayret etti.
Her lezzet zamanı gibi çok çabuk bitti bu tatil günleri de. Eve döndükten sonra birkaç gün de ailesiyle, arkadaşlarıyla mezuniyetin mutluluğunu paylaştı ve hayatla yüz yüze geldi.
Artık isminin önünde sıfat, çantasında diploma taşıyan yetişkin insanlardan biri olduğu için kendisini her yönden hayata atılmaya ve geleceğiyle ilgili kararlar vermeye hazır hissediyordu.
İş müracaatlarına başlamadan önce, sırf gönüllerini almak maksadıyla annesine, babasına danıştığında onlar ısrarla bir devlet dairesine girmesini tavsiye ettiler.
Onları dinledi ama tavsiyelerine uymadı. Devlet dairesi yerine özel sektörde çalışmaya karar verdi. Önce gazete ilânlarını taradı, ardından eşe, dosta tanıdıklara sordu, birkaç büyük firmaya gidip formlar doldurarak iş talebinde bulundu.
Sektörün gözde firmalarının birinden mülâkat dâveti alınca gururlandı. Akşamdan diplomasını, ajandasını, bloknotunu, kalemini ve işine yaraması muhtemel evraklarını yerleştirerek çantasını hazırladı.
Mezuniyet töreninde giydiği elbisesini kılıfından çıkarıp askıya astı, içine giyeceği gömleği seçti, takacağı kravatı ayırdı. Odasına çekildi, bir süre meslekî bilgileri gözden geçirdi ve erkenden yattı.
Sabahleyin kalktı, kahvaltısını yaptıktan sonra itina ile giyindi, çantasını alıp çıktı. Yolculuğu tahmin ettiğinden kısa sürdüğü için görüşme yerine normal vaktinden yarım saat kadar evvel vardı.
Bir ara hemen görüşmeyi düşündü ise de randevulara vaktinden önce gitmenin geç kalmak kadar yanlış olacağını düşünerek vazgeçti. Çevrede biraz oyalanıp tam kendisine verilen saatte patronun odasına çıktı.
Sekreter, beyefendinin özel bir görüşme yaptığını söyleyerek yer gösterdi. O da oraya oturdu ve hemen çağrılabileceğini düşünerek herhangi bir şeyle meşgul olmadı. On beş dakika kadar böyle bekledikten sonra sehpanın üzerindeki tarihi geçmiş gazeteleri, dergileri karıştırdı.
Onlarda okuyacak pek bir şey bulamayınca sekretere beklediğini hatırlatma ihtiyacı hissetti. O görüşme bittiği zaman kendisine haber vereceğini söyleyince tekrar bekleme mahalline döndü ve bir o kadar zaman da oturup kalkarak, gidip gelerek vakit geçirdi.
Beklemekten ziyade kendisine reva görülen bu muameleye kızarak kalkıp gitmeye hazırlandığı sırada sekreter çağırınca, zahirî saygı tavırları takınarak onun peşi sıra içeri girdi.
Sekreter müracaat dosyasını verip çıkarken o patronun gösterdiği yere oturdu ve kendisini tanıtmaya başladı. Bu arada dosyadaki dilekçeyi okuyup formları inceleyen patron iş tecrübesinin olup olmadığını sordu.
O, böyle bir soruya cevap olabilecek bilgileri formda belirttiği, az önce kendisini tanıtırken de tekrarladığı hâlde, bir kere daha okulu yeni bitirdiği için herhangi bir iş tecrübesinin olmadığını hatırlattı.
Hâl ve hareketlerinden, anlattıklarından çok kıyafetindeki insicama dikkat ettiği anlaşılan patron, ‘Sen manken ajansına gitmeliydin’ der gibi müstehzî bir nazarla bakarak kararın kendisine bildirileceğini söyledi.
Patronun tavrından, oradan kendisi hakkında müsbet bir karar çıkmayacağını hisseden ..........., bir başka yerden gelen görüşme dâvetini hemen kabul etti. Önceki görüşmede kıyafetinin yadırgandığını hissettiği için bu sefer fazla kullanmadığı günlük elbiselerinden birini giyerek gitti.
Bu işyeri diğerinden yakın olduğu hâlde birkaç dakika kendisi gecikti, beş on dakika da orada bekledi ve içeri alındı. Personel müdürü, bakışlarıyla ‘Bu hâlinle sen ancak Eminönü Meydanı’nda işportacılık yapabilirsin’ dercesine kıyafetini yadırgadığını ima etse de kendisini iyi karşıladı.
Müracaat dosyasını önceden incelediği için diploma ile ilgili bir şey sormadı ama iş tecrübesinin lüzumunu hatırlattı. Sohbet havasında geçen kısa mülâkatın ardından o da neticenin daha sonra kendisine bildirileceğini söylemekle iktifa etti.
O, bu işyerinde de kendisine iş verilmeyeceğini anladığı için cevap gelmesini beklemeden başka yerlere başvurdu. Gittiği her işyerinde görüştüğü bütün yetkililer iş tecrübesini sordular. O her seferinde tecrübesinin olmadığını söyleyip diplomasını nazara vermek istedi ise de onu pek kâle almadılar.
Bunun üzerine tek başına bir iş yapma imkânlarını araştırdı. Ne var ki kendisinde o cesareti bulamadığı, çevresine de bu hususta güven veremediği için düşüncesi tahayyül safhasından öteye geçmedi.
Ancak o zaman anladı önünde devlet dairesinde veya kamu kuruluşunda iş bulmaktan başka bir ihtimalin kalmadığını. Devletin, kendi verdiği diplomaya itibar edip gereğini yapacağını düşünerek branşı ile ilgili dairelere başvurdu.
Bu sefer de ‘Kamu Personeli Sınavı’ çıktı karşısına. Bunun basit bir bürokratik formalite olduğunu düşünerek formu doldurup harcını yatırarak imtihana girdi ise de barajı aşacak kadar puan alamadı.
Fakülteyi bitirdiği gün talebelik hissiyatından sıyrıldığı için çok ağır gelmesine rağmen aylarca KPS kurslarına gidip kitaplarını alarak çalıştı ve ‘Son sınav’ dediği bu imtihanı kazandı.
Artık kendisine iş, güç sahibi yetişkin bir insan nazarı ile baktığı ve askerlik, evlilik gibi gelecek plânları yapmaya hazırlandığı sırada devlet dairelerinde açık bulunan kadrolara yüksek puan alanlar yerleştirilince plânları yine akim kaldı.
Bir arkadaşı o günlerde haber verdi fakültede diplomaların dağıtıldığını. Mezuniyet belgesi de aynı işi gördüğü için diplomanın aslı pek bir mânâ ifade etmiyordu ama yine de gidip aldı.
Kapı gibi koca bir diploma vermişlerdi eline. Kaliteli kartona basıldığından katlamaya kıyamadığı için biraz zor da olsa taşıdı ve getirip masasının üzerine koydu.
“Olmak, ya da olmamak!..”
Karşısına geçip gurur ve zillet arası garip bir hisle bakarken aklına geldi bu tabir. Ne sözün devamı olan “İşte bütün mesele” ifadesini hatırladı, ne de söyleyen Batılı yazarı. Sadece o sözün kendisi için söylendiği zehabına kapıldı.
Zîra mevcut hâliyle kendisi ne olmuş sayılıyordu, ne olmamış. Devletin verdiği diploma olduğunu gösterirken, işe almak için tecrübe arayan özel sektör olmadığına hükmedince o da ‘İki arada bir derede’ kalmıştı.
“Nerede hata yaptım acaba?” dedi kendi kendine.
Hatasını bulmak maksadıyla adam olmak için harcadığı on yedi yılı gözden geçirirken bazı hatalar yaptığını ama bütün kabahati yalnız kendisinde aramanın doğru olmayacağını, ailesinin, cemiyetin, milletin ve devletin de hatalı olduğunu düşündü.
“Nerede hata yaptık acaba?” dedi bu sefer.
O zamana kadar yaşanan hadiseleri hatırlayarak soruyu cevaplandırmaya çalışırken yeni nesillerin hâl-i hazırda aynı handikaplardan geçmekte olduğunu, bir süre sonra onların da sukut-u hayale uğrayarak kendilerine böyle şeyler soracaklarını hissedince soruyu değiştirdi.
“Nerede hata yapıyoruz acaba?”
“Nerede yapmıyoruz ki?”
“Suçlu kim?”
“Herkes.”
“Ya suç?”
“.............”
İradeyi ele almadığı takdirde zihninde şekillenen soru ve cevapların bu şekilde akıp gideceğini, üstelik bir neticenin de çıkmayacağını anlayınca durdu. Kendini toparlayıp cevapsız kalan soruya cevap bulmaya çalıştı.
Çoğu insanın yaptığı gibi o da bütün suçu devlete, millete, cemiyete yükleyerek vicdanını rahatsız eden mesuliyet hissinden kurtulabilirdi ama o işe kendisinden ve ailesinden başlamayı tercih etti.
Ailesiyle olan ilişkilerini gözden geçirdiğinde aklına gelen ilk ihtimal güvensizlik oldu. Gerçi bu duygu onların şefkatte ifrat etmeleri, kendisinin de büyümüşlük taslaması yüzünden doğmuştu ama zamanla telâfi edilmediği için birbirlerine güveni kaybetmelerine sebep olmuştu.
Yalnız onunla ailesi arasında değil, milleti meydana getiren bütün unsurlar arasında da vardı bu zaaf. Fertler ailelere, aileler devlete ve cemiyete itimat etmiyordu; devlet ve cemiyet de ailelere, fertlere.
Bütün bunlara, bir de gelişen teknolojinin değiştirdiği telâkkiler eklenince insanlar birbirinden hızla uzaklaşıyor, nesiller arasındaki kuşak çatışması gün geçtikçe büyüyordu.
............ bunları müşahede edince, geçmişten ziyade geleceğe acımaya başladı. Üstelik sadece kendisinin, ailesinin, cemiyetin, devletin ve milletin değil, insanlığın geleceğine.
Zîra insanın geleceği, insanlığın geleceği demekti.
28.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|