Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 18 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şaban DÖĞEN

Mutluluk için



Bir düşünür, “Çoğu zaman insan burnunun üstündeki gözlüğü arayan dalgınlar gibi mutluluğu arayıp durur” der.

Böyle insanların hayatları da hep aramakla geçer. Mutluluk yanlarındadır, fakat farkında değillerdir.

Bunlar zengin hazinelerin fakir bekçileri gibidirler. Çelik çomak oynar gibi elindeki altınları sağa sola fırlatan çocuklardan farksızdırlar.

Aza kanaat edebilen insan mutlu insandır ve o insan çoğa da lâyıktır. Nice imkânlar içinde yüzdüğü halde gözü daha yukarılarda olan insanı mutlu etmek mümkün değildir. Gerçeğe bakılırsa mutluluk belli şartlara ulaştıktan sonra elde edilebilen bir hedef değil, her hâl ü kârda ulaşılabilen bir süreçtir.

Bütün mesele farkında olmak ve bizi mutlu edebilecek sayısız imkânlar içinde bulunduğumuzu hissedebilmektir. Öyle ya size trilyonlar verilse de yatağa mahkûm olsanız ister miydiniz?

Mutluluk gönül rahatlığı, gönlün huzurla dolu olması demektir.

İyiliksever, şefkatli, cömert, güzel huylu insanlar dünyanın en mutlu insanlarıdırlar.

Kötü duygularını dizginleyebilen insan mutlu insandır. İç dünyasında iyiliklere açılan kapıları kapatan, kötülüklerin kapısını açan insanın mutlu olması mümkün değildir.

Hiçbir şeyin yerinde, kararında kalmadığı, ebedî olmadığı şu imtihan dünyasında eline geçenlerin de, elinden çıkanların da bir imtihan vesilesi olduğunu bilen insan mutlu olmayı başarmış insandır.

Sabır, teslimiyet ve tevekkül içinde olan insan mutlu insandır. Çünkü o Kur’ân’da belirtildiği gibi bilir ki, vuku bulan ve başa gelen her musibet mukadderât dahilindedir. Nimet de, musibet de bir imtihan vesilesidir. Onun için ne kaybettiğinden mahzun olur, ne de elde ettiklerinden dolayı şımarır.1

Evet, kaybettiğinde üzülmeyen, kendini yiyip bitirmeyen; birşeyler eline geçtiğinde de şükreden, şımarmayan, kendini kaybetmeyen olgunluk ve ağırbaşlılığından birşey kaybetmeyen insan mutlu insandır. Ufacık bir musibet karşısında oflayıp puflayan, inleyen, bağırıp çağıran, metanet gösteremeyen, sabredemeyen insanın başından böylesi olaylar hiç eksik olmaz ki mutlu olabilsin.

Azıcık bir imkâna kavuştuğunda da kendini kaybeden, şımaran, insanlara tepeden bakan, gurura, kibire kapılan, kendisi hürmet göstermediği halde herkesten hürmet bekleyen insan iç sıkıntısından, streslerden kurtulamaz. En basit meseleleri dahi stres konusu yapar.

Evet, mutluluğun özünde iyi niyet, güzel huy, hüsn-ü zan, sevgi ve saygı var.

Dipnotlar: 1- Hadid Sûresi: 22-23

18.12.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Tefekkürle tedâvi



Tıp literatüründe hastalık iki kısımdır: Maddî ve vehmî (psikolojik/psikiyatrik).

Maddî hastalıklar, mikropların ve darbelerin meydana getirdiği hastalıklardır. Vehmî kısmı ise, üzüntü, sıkıntı, moral çöküntüsünün meydana getirdiği hastalıklardır. Aslında nezlenin de kaynağı vehmîdir. Çünkü, moralimiz bozuk olduğunda, burnumuza tam olarak kan gitmez. Mukoza tabakası, alyuvar olan müdafaacı askerlerden mahrum kalır. Böylece, nezle mikrobu meydanı boş bulur, saldırır.

Vehmî hastalıklara ehemmiyet verdikçe büyür, şişer. Ehemmiyet verilmezse küçülür, dağılır. Nasıl ki arılara iliştikçe insanın başına üşüşürler; aldırmazsan dağılır. Bu vehmî hastalık çok devam etse, hakikate inkılâp eder. Vehham ve asabî insanlarda fena bir hastalıktır; habbeyi kubbe yapar, kuvve-i mâneviyesi kırılır.1

Sonsuz tefekkür gücüne sahip bir maden yatağı gibi olan zihnimizi; düşünme teknikleriyle geliştirip, hem ona fevkalâde meziyetler kazandırabilir, hem de sağlıklı düşünme, bedenimize olumlu sinyaller verebiliriz. Tabiî ki, tefekkürü, diğer his ve lâtifelerimizle birlikte yoğurup duâya çevirme maharetini kazanmamız gerekir. Özellikle kalp; tefekkür ve zikirle işler,2 çalışır. Zikir, bilindiği gibi yalnızca kudsî bir kelimeyi tekrarlamak değil, farkına, şuuruna vararak etraflıca düşünmektir.

Tefekkür (meditasyon); zihnî ve iradî bir egzersiz, bir antreman; duyu organlarının, ilginin, iradenin, isteğin, arzunun, düşüncenin, dikkatin bedene, bir görüntüye, bir sözcüğe veya bir nesneye odaklanması ve beden üzerinde ruhî kontrolü, manevî murakabeyi sağlamaktır. Diğer bir ifadeyle, içimizi dinlemek, kalp başta olmak üzere, esaslı duygularımızı işletmek, fonksiyonlarını artırmaktır.

Zihin fabrikamıza hangi tür hammadde verirsek, üretimi de ona göre yapar. O, bilgisayar gibi bir hizmetçidir. Ona hâkim olup yüksek fikir, iman esaslarıyla programlarsak yüksek üretim alırız. Eğer beyninize, “Hayal kur!” diye emrederseniz, onu yapar; “Şu konu hakkında fikir üret!” derseniz o istikamette işlevini yürütür. “Şu problemi çöz!” diye komut verirseniz, onu çözer. Duâ ile olumlu mesajlar ulaştırırsak, ruh ve psiko-biyo-fizyolojik yapımız üzerinde genel bir rahatlama sağlayabiliriz.

İman pozitif yaklaşımdır. Dolayısıyla imanının derecesine göre pozitif dalgalar neşreder. Böylece muhatabına da pozitif enerji aktarır. Ve sonuçta, o da pozitif enerji kazanır.

Dipnotlar: 1- Lem’alar, s. 219.;

2- Mektubat, s. 429.

18.12.2006

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Sanal bağımlılık



Şimdi de bu "hastalık" çıktı: Sanal bağımlılık.

Sigara, alkol, uyuşturucu gibi zarar veren "gerçek" bağımlılıklar alabildiğine yaygınlaşırken, üstüne üstlük başımıza şimdi de bu sanal bağımlılık çıktı.

Evet, cidden bu da bir cins hastalıktır. Hem, öyle bir hastalık ki, hızla yayılıyor ve önüne de bir türlü geçilemiyor. Teşhisi gibi tedâvisi de zor yani...

Çünkü, bu pekçok insanda tiryakilik etkisi yapan yeni bir dalga, yeni bir cereyan, yeni bir alışkanlık türüdür.

Bakalım, insanlık bu fecî hastalığın çaresini nasıl bulacak, bağımlıları nasıl tedâvi edecek ve bakalım bu "sarî illet"in önüne nasıl geçilip, kullanıcıları nasıl normale döndürülecek?

* * *

Sanal bağımlılığa yol açan vasıtaların başında, bugün için "internet" geliyor. Ardından da "cep telefonu."

Tabiî, henüz zararlı etkisi geçmeyen "televizyon bağımlılığı" da ayrı bir mesele.

Bu vasıtalara hastalık derecesinde bağımlı olanların uğradıkları veya sebep oldukları pek büyük zararlar var.

Meselâ, internet, cep veya tv bağımlılığı sebebiyle, yahut bunların maksadının dışında kullanılması yüzünden işinden, eşinden, aşından olan pekçok insan var.

Çevremizde, bunların örneklerine şahit oluyoruz.

Ayrıca, bu konuda yapılmış ciddî araştırmalar da gösteriyor ki, sanal bağımlılar, gerçek hayattan yavaş yavaş çekilmeye başlıyor. İş randımanı düşüyor, bu sebeple işten kovuluyor.

Aynı şekilde ev ve aile hayatı da sarsıntılara hedef oluyor. Tıpkı, bazılarının ruh ve fikir sağlığı sarsıldığı gibi...

Açıkçası, "sanal âlem meftunları"nın gözünde, gerçek hayata dair şeyler, değerini bir bir kaybetmeye başlıyor.

Sanal bağımlılar, ayrıca nezaketsizliğe de alışmaya başlıyor. Meselâ, bir yandan sizinle konuşup sohbet ediyor gibi gözükürken, bir yandan gözüyle beraber eli de cep telefonunda, onunla meşgul oluyor; bir başka bağımlı, gözüyle beraber dikkati de tv ekranına kaymaya başlıyor; bir diğer sanal bağımlı ise, "gayya kuyusu"na dalar gibi internet kuyusuna bir dalıyor ki, senin oradaki varlığını dahi unutuveriyor.

Bütün bunlar, hemen herkesin gözlemleyebildiği bağımlılık halleri.

Bir de aynı konularda, meselâ internet bağımlılığıyla ilgili yapılmış bir araştırma var. Şöyle ki: ABD'nin Stanford Üniversitesine mensup araştırmacılar, 50 eyaletten 2 bin 513 kişi üzerinde bir araştırma yapmışlar ve şu sonucu elde etmişler: Amerikalı internet kullanıcılarının yüzde 14'ü, hastalık derecesinde "sanal bağımlılık" belirtisi göstermeye başlamış.

Bu kişiler, ayrıca üç–beş dakikada bir e–posta kontrolünde bulunmak ve malayani oyunlara zaman limiti koymadan kendini kaptırmak gibi, kendilerinin dahi şikâyetçi olup da, bir türlü engel olamadığı hallere düşüyor.

* * *

Bir vasıta, maksadı dışında kullanılmaya başlandığı andan itibaren, şüphesiz ki bir şekilde zarar vermeye başlar.

İşte, yukarıda görüldüğü gibi, mazbut hayatlar bile sarsıntıya uğramaya, maddî–mânevî sağlık problemleri sökün etmeye başlar. Bunların yanı sıra, ödenen faturalar kabarmaya ve iş verimliliği düşmeye başlar.

Şayet önü alınmaz veya en azından bağımlılık hali asgarî seviyeye indirilmeye çalışılmazsa, gidişat pek vahim bir şekil alacağa benziyor.

Gerçek hayatın gerekleri, yahut zaruretleri ihmale gelmez ve getirilmemeli. Sanal hayat, gerçek hayatın önüne geçmemeli ve geçirilmemeli.

Bu hususta iradeli, dirayetli olmak mecburiyeti var. Aksi halde, kişinin kendisine, hatta hayatı paylaştığı çevresine zarar vermesi kaçınılmaz oluyor. Buna ise, "insanım" diyen hiç kimsenin hakkı olmasa gerek.

Şu vecize kulaklara küpe olmalı: "İnsanlar hür oldular; amma, yine 'abdullah'tırlar."

Evet, hürriyet olsun elbette. Ancak, gerçek anlamdaki hürriyetin de "Kişinin kendisine de, başkasına da zararı dokunmayan" bir hürriyet olduğu unutulmamalı.

Zira, "Abdullah" olmayı dışlayan bir hürriyetin sonu, esarettir: Nefis ve şeytanın esareti...

Günün Tarihi

Büyük imam İmam Gazali

18 Aralık 1111: Büyük imam, büyük müceddid İmam Gazali Hazretlerinin vefâtı.

1058–1111 yıllarında yaşayan İmam Gazali, yaşadığı asırda sadece Müslümanların değil, başka dinden olan insanların da takdir ve hayranlığını kazanmış, hem büyük bir imam, hem müceddit, hem de müçtehid biz şahsiyettir.

Kelimenin tam anlamıyla, yaşadığı çağı üstün ahlâkı ve ilmî vukufiyetiyle aydınlatmış, kalp ve akılları nurlandıracak harikulâde eserler telif ederek tarihe mal olmuş ender bir şahsiyettir.

Yaklaşık 200 kadar kitabın müellifidir. Ayrıca, yaşadığı devirde küçükten büyüğe, çobandan sultanlara kadar sayısız insana tesirli nasihatlerde bulunmuş, yahut nasihat dolu mektuplar göndererek insanları adalet ve hidayet yoluna sevk etmeye çalışmıştır.

Burada, insanlık camiasının tanıdığı ve hürmetle yâdettiği bu büyük imamın, önemli bir–iki nasihatini aktarmaya çalışalım.

İşte, umuma hitap üslûbuyla yaptığı nasihatlerden biri. Şunları söylüyor İmam Gazali:

"Belâya da şükretmek lâzımdır. Çünkü, küfür ve günahlardan başka belâ yoktur ki, içinde senin bilmediğin bir iyilik olmasın! Allah, senin iyiliğini senden iyi bilir."

"Bir sözü söyleyeceğin zaman, düşün! Eğer o sözü söylemediğin zaman mesul olacaksan söyle. Yoksa sus!"

"İnsanlar birbirinin dışını görür. Allah ise, hem dışını hem içini görür. Bunu bilen bir kimsenin işleri ve düşünceleri edepli olmalı."

Sultana nasihat

İmam Gazali Hazretlerinin Büyük Selçuklu hakanı Sultan Sencer’e nasihat için aşağıdaki mektubu yazmış ve göndermiş:

“Cenâb–ı Hak, İslâm beldesinde muvaffak eylesin, nasibdâr kılsın. Ahirette de, yanında dünya padişahlığının hiç kalacağı mülk–i azim ve sultanlığı ihsan etsin.

"Cenâb–ı Hakk’ın, ahirette bir insana ihsan edeceği şeylerin yanında, bütün dünya bir kerpiç gibi kalır. Yeryüzünün bütün beldeleri, vilayetleri, o kerpicin tozu toprağı gibidir. Kerpicin ve tozunun toprağının ne kıymeti olur? Ebedî sultanlık ve saadet yanında, yüz senelik ömrün ne kıymeti vardır ki, insan onunla sevinip mağrur olsun?

"Ebedî sultanlığa kavuşmak, herkes için güç bir şey ise de, senin için kolaydır. Çünkü Resulullah (asm) buyurdu ki: 'Bir tek gün adaletle hükmetmek, altmış senelik ibadetten efdaldir.' İşte, bu senin için bundan iyi fırsat olamaz!"

18.12.2006

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Kaleme yemin olsun



Bilgisayarımın bir süre arızalı kalması bana kalemin ehemmiyetini hatırlatmıştı. Bizler elimize ilk kalemi aldığımızda “elif”i öğrenmeye ve yazmaya başlamıştık. Derken Rabbimizin inayetiyle elimiz kalem tutmaya başladı. Ben acizane kalemsiz olduğum zamanlarda çok rahatsızlık duymuş, her zaman yanımda bir kalem bulundurmanın gerekliliğine kendimi inandırmıştım. Derken kalemi kendim için bir silâh olarak kabul etmiştim. Zira gerçekten zamanın silâhı kalem idi.

Kalem ile çokça yazma ihtiyacını hissettiğim yıllarda daktilolarla tanışmış ve yazmak istediklerimi daha sür'atli bir şekilde kâğıda dökme ihtiyacımı gidermeye başlamıştım. O gençlik yıllarımda çalıştığım gazetedeki daktilo ile yetinmemiş, evde istimal edebileceğim bir daktiloya sahip olmuştum. Böylece yazmayı, kendime vazgeçemeyeceğim bir meşguliyet olarak kabul ettirmiştim. Yeterince bu hızlı kalemden istifade ettiğim söylenmemekle beraber, bağlarımı da koparmamış ve çoğu zaman onu bir sırdaş olarak kullanmıştım.

Derken zaman değişmiş ve artık daktilolar yerine çağın yeni kalemleri ortaya çıkmıştı. Bilgisayar diye ifade edilen bu hızlı kalemlerden istifade etme imkânını da Rabbim bahş etti. Artık okuduklarımın bana kazandırdıklarını kâğıda dökmek yerine bilgisayara yazmak imkânını, çok yeterli olmamakla beraber yine de elde etmiş bulunmaktayım. Bu sebeple bilgisayarımın arıza yapması adeta elimin, kolumun bağlanmasına sebep olmaktadır. Dolayısıyla yazmak istediklerimi hemen yazma imkânına sahip olamamam bende hissedilir bir huzursuzluk haleti meydana getirmektedir.

Rabbime şükür şu anda kalem olarak kullandığım bilgisayarımla duygularımı ekrana dökme ihtiyacımı giderebilmekteyim. Bu sevincimi Rabbime şükrederek ifade etmeye başladıktan sonra kalemin ehemmiyetini düşünmeye başlamıştım. Bu düşüncelerim bana “Kalem” Sûresini hatırlattı. Hemen Rabbimin Kalem Sûresi’nin başında “Nun. Yemin olsun kaleme ve yazdıklarına” şeklinde buyurduğu âyetin meâline baktım. Burada kaleme ve kalemin yazdıklarına yemin edilmekte ve sûreye de bu sebeple “Kalem” ismi verilmektedir. Kalemin yaratılıştaki önemi ve yerini düşünmeye başladım. Bir bahrı umman olan İlâhî kitabın sırlarına vakıf olabilmek kolay değil elbette. Ama, kâinatın büyük bir kitap olduğunu, yaratılan her mahlûkun bir nev'î yazı olduğunu ve bütün yazılanların İlâhî Kudret eliyle yazıldığını düşündüğümde, işin önemli bir cihetini kavramış olduğumu düşündüm. Zira Kitab-ı Kebîr-i Kâinatın harflerini, satırlarını, sayfalarını düşünebilirsek, kalemin ve kalemin yazdıklarının ne kadar ehemmiyetli olduğunu bir nebze de olsa anlarız şüphesiz.

Demek Rabbim bizlerden kalemi tanımamızı, kalemin yazdıklarına bîgane kalmamamızı istemektedir. Çünkü kitaplar okunmak için yazılmaktadır ve biz insanların en önemli görevi çevremizdeki harika satırları okumak olmalıdır.

Kalemi olabilecek en güzel bir şekilde kullanan Kâinatın Yaratıcısı, elbette biz insanlardan yazdıklarının en iyi bir şekilde okunmasını istemektedir. Kur’ân-ı Azimüşşan’daki Kalem Sûresinde de, kalem ve yazdıklarına yemin edildikten sonra, biz iman edenlerin en iyi okuması gereken bir nurânî satır nazara verilmektedir. Kâinat kitabının en mükemmel bir âyeti, bir satırı olan Efendimiz Muhammed’in (asm) güzel ahlâkı, iman edenlerin nazarına sunulmaktadır “Kalem” Sûresinde…

Kalem Sûresinde bizlerin dikkati, yüce ahlâk sahibi Zatın güzel ve mükemmel ahlâkına çekilmektedir. Onun sûreti, sîreti ve dâvetinin mükemmelliği nazara verildikten sonra, onu yalanlama bedbahtlığında bulunan müşriklerin de kaleme olan ihanetleri hatırlatılmaktadır. Burada mükemmel mesajlar bulunmaktadır ibret almak isteyenler için.

Kalemi tutan Kudret elini görebilmek ve kâinat kitabına derc edilen satırları okuyabilme imkânını elde edebilmek insan olarak yaratılışımızın en önemli sebebidir. Kalem sahibi Yüce Kudreti tanımadan, eserlerini görmeden, yazılan satırları okumaya çalışanların cahillikten kurtulamadıklarını da ifade etmeden geçmeyelim…

18.12.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Şerlerden Allah'a sığınma



Antalya’dan okuyucumuz: “‘Eûzü billâhi mineşşeytânirracîm’ cümlesinin mânâ ve hikmetini açıklar mısınız?”

Kur’ân’dan bir sûre veya âyet okumaya başlarken, kovulmuş şeytandan Allah’a sığınmamızı Kur’ân emrediyor. Âyet şöyledir: “Kur’ân okuyacağın zaman kovulmuş şeytandan Allah’a sığın.”1 Bu âyetle birebir örtüşen Allah’a sığınma cümlesi şudur: “Eûzü billâhi mine’şşeytânirracîm.”

Kur’ân’da şeytandan Allah’a sığınmayı emreden diğer iki âyette de Allah’ın Semi ve Alîm olduğuna vurgu yapılır: “Şeytan bir vesvese ile sana ilişecek olursa Allah’a sığın. Muhakkak O Semi ve Alîm’dir. (İşitir ve bilir.)”2 Bu âyet Kur’ân’da iki sûrede geçmektedir. Cenâb-ı Hak, Kendi Zât-ı Akdes’inin Semî ve Alîm olduğunu, yani duâları ve istiâzeleri işittiğini ve bildiğini hatırlatmak sûretiyle, kullarının her Allah’a sığınış sözlerini ve yakarışlarını işittiğini ve bildiğini bildirmektedir.

Kibirden, gururdan ve büyüklenmekten Kendisine sığınılmasını istediği bir diğer âyette ise Cenâb-ı Allah, kendi Zatını “Semi ve Basîr” isimleri ile anmaktadır. Âyet şöyledir: “Allah’ın âyetleri üzerinde kendilerine gelen bir delil olmadan tartışanların, gönüllerinde ulaşamayacakları bir büyüklenme vardır. Sen Allah’a sığın. Muhakkak O Semi ve Basîr’dir. (İşitir ve Görür.)”3 Cenâb-ı Hak bu âyette de içimizi yakan, hayırlı amellerimizi yiyip bitiren ve bize sadece şer bırakan “kibir ve büyüklenmeye” karşı bizi uyarıyor, yine şeytandan gelen bir vesvesenin neticesi olan kibre karşı Kendi Zat’ına sığınılmasını istiyor. Kendi Zat’ının her duâyı, her istiâzeyi ve her yakarışı işittiğini ve gördüğünü kaydediyor.

Üstad Saîd Nursî Hazretleri, Cenâb-ı Hakk’a sığınma örneğini veren Nâs Sûresinin, “Eûzü billâhi mine’ş-şeytânirracîm” cümlesinin madeni ve tafsilâtı olduğunu bildiriyor.4 Nâs Sûresinin mânâsı şöyledir: “De ki: Sığınırım insanların Rabb’ine. İnsanların Melik’ine. İnsanların İlâh’ına. İnsanların kalbine sinsice vesvese verenlerin şerrinden. Cinden ve insanlardan olan şeytanların şerrinden.”5 Bu sûrede de görüldüğü gibi, Cenâb-ı Hakk’ın “Rab, Melik ve İlâh” isimleri sığınma isimleri olarak nazara verilmektedir.

Kur’ân’ın Allah’a sığınmamızı isteyen diğer âyetlerinde Cenâb-ı Hakk’ın başka isimlerine de vurgu yapıldığını görmekteyiz. Meselâ, muhatap zamiri olan “Sana” zamiri6 ve “Rahman” ismi7 bunlardan sadece iki tanesidir.

Demek oluyor ki, Cenâb-ı Allah’a; Semi, Alîm ve Basîr isimlerini anarak sığınmak mümkün olduğu gibi; Rab, Melik, İlâh ve Rahmân isimlerini veya doğrudan “Sana” zâmirini zikrederek sığınmak da mümkündür. Cenâb-ı Hakk’ı Kur’ân’da Kendi Zât-ı Akdes’ini andığı başka isimleriyle anmakta da bir sakınca yoktur.

Ancak “Allah” lâfzı tek başına bütün isimlerin yerini tutan kapsamlı bir isimdir. Zaten Allah’a sığınma cümlesinin öz ve orijinal şekli de doğrudan “Allah” lâfzı ile gelmiştir. Sünnet olan şekil de budur.

Bununla beraber, yeter ki sığınılan, iltica edilen ve kapısı çalınan; isimleriyle veya sadece “Allah” lâfzı ile “Zat-ı Zülcelâl” olsun ve Tevhid inancına zarar vermesin; her mübarek ismiyle, şeytandan ve şerlerden Allah’a sığınmak mümkündür. “İster Allah deyin; ister Rahman deyin; hangisini derseniz deyin; en güzel isimler O’nundur”8 âyeti buna işaret ediyor.

Cenâb-ı Hak ehl-i imanı şeytanın ve dünyanın şerrinden ve Cehennem azabından kurtarsın. Âmin.

Dipnotlar:

1- Nahl Sûresi, 16/98,

2- A’râf Sûresi, 7/200; Fussilet Sûresi, 41/36,

3- Mü’min Sûresi, 40/56,

4- Lem’alar, s. 92,

5- Nâs Sûresi, 114/1-6,

6- Mü’minûn Sûresi, 23/97, 98,

7- Meryem Sûresi, 19/18,

8- İsrâ Sûresi, 17/110.

18.12.2006

E-Posta: [email protected]




Hasan GÜNEŞ

Pinochet ve âhiret



En sonunda Şili diktatörü Pinochet de öldü. Toprağı değil külü bol olsun. Bir de mezarının nasıl korunacağı gibi dert çıkmasın diye olsa gerek, yakılmasına karar verildi.

Şüphesiz, sayısız canlıyı yoktan var eden Âlemlerin Rabbi, vaktiyle yarattıklarını küllerinden de olsa tekrar yaratmaya kâdirdir ve vaad ettiği gibi yaratacaktır. Zerrelerin Âlemlerin Rabbine itaati, askerlerinin Pinochet’e itaatinden daha az değildir ki, İsrafil’in boru sesiyle bir araya gelmekte geciksinler!

1973’te askerî darbeyle iktidarı ele geçiren Pinochet’in, uzun süren iktidar döneminde binlerce kişi öldürüldü, kayboldu; on binlerce kişi de insan hakları ihlâline maruz kaldı. Kendisini destekleyen ülkelerin temin ettiği dünyanın en meşhur ekonomi kurmayları ve güçlü finans desteğine rağmen ekonomi iyiye gitmedi. İşsizlik çığ gibi arttı. Tabiî her antidemokratik yönetimde olduğu gibi ülke ekonomisi ile yöneticilerin ve çevresinin servet artışı ters orantılı idi.

Darbe yaptığı yılları tam hatırlamasak da, iktidarı bir türlü bırakamadığı, hesap sorulur endişesi ile muhafazaya çalıştığı ileriki yılları hatırlamak mümkün. Kendisi ile röportaj yapan bir gazetecinin “Demokrasiye ne zaman geçeceksiniz?” sorusuna müthiş tepki göstermişti ve “Nedir bu demokrasi hastalığı, bir türlü anlamıyorum?” demişti. O ve onun gibilere göre demokrasi bir hastalıktı, kendileri de cerrah; tedavi için memleketlerini kesip biçiyorlardı. Kaderin garip bir cilvesidir ki, Pinochet hastalık olarak gördüğü demokrasinin, hastaya tanıdığı haklar sayesinde hâkim karşısına çıkmaktan kurtuldu.

Belki de demokrasi hususunda toplumları kandıran en önemli husus, ihtilâllerle, halkın seçtiklerinin iktidardan alaşağı edilenlerin kimliğinin en önemli kriter görülmesidir. Yani devrilenlerin sağcı ya da solcu gibi hususlara göre ihtilâlleri iyi ya da kötü gibi çifte standartla değerlendirmek toplumları felâkete götüren usuldeki büyük hatadır. Usûlde ittifak edilmediği müddetçe toplumların kandırılması her zaman mümkündür.

Haberlerde Pinochet’in ölümünü sevinç gösterileriyle kutlayanlar gösterildiğinde gerçekten şaşırmıştım. Ölenin arkasından sevinmek ne kadar doğru? En azından üzülmemek mi gerekiyor? Kur’ân “Onların ölümüne sema ağlamadı” diyor.

Bu kadar uzun yaşayacağı pek tahmin edilmiyordu. Ancak fıkradaki gibi bir bayram günü öleceği kesindi. Hani diktatör, kâhine “ne zaman öleceğini” sormuş. Kâhin de: “Senesini bilemiyorum, ama bir bayram günü öleceksin. Çünkü öldüğünde herkes bayram edecek” demiş. Ancak kaderin garip bir tecellisi daha var ki, o da Pinochet’in ölüm tarihi 10 Aralık İnsan Hakları Gününe tevafuk etti. Kâinatta tesadüfün olmadığı ve kaderin her şeye hakim olduğunun bir işareti daha… Ta Şili’dekiler bile takip ediliyor.

Pinochet’in ölümüne herkes sevinemedi. Ancak sevinmeyenlerin önemli bir kısmının gerekçesi, Pinochet’in muhakeme edilmeden, hesap vermeden bu dünyadan göçüp gitmesi. Bir çok Şilili kaderin onlara doksan bir yaş gibi uzun bir ömür ile tanıdığı fırsatı değerlendirememenin üzüntüsü içinde.

Gerçekte suçları umuma mal olmuş kişileri bu dünyada tam olarak cezalandırmak mümkün değil. Çünkü alacağı en ağır ceza bile bir kişininkine mukabil gelemez. Güçlülere hesap sormaya gücü yetmeyenlerin “İyi ki ölüm var, iyi ki âhiret var” demeleri ve onların ölümlerine sevinmelerini normal karşılamak gerekiyor. Eğer mazlûmların, hangi dinden olursa olsun, mutlak bir adalet ve kudret sahibi Allah’a ve onun yaratacağı âhirete imanları olmasaydı dünyayı hem kendileri, hem de başkaları için cehenneme çevirirlerdi. Eğer bu dünyada hesap sorulabilseydi, şüphesiz Pinochet için de iyi olurdu. Cezası büyük miktarda hafiflemiş olarak giderdi. Buradaki cezaların âhirettekilere kefaret olması sebebiyle en çok kendisi kâr ederdi. Tabiî hal böyle olsaydı kimse de ölümüne sevinmezdi. Hasımlarından bile kendisi için duâ edenler çıkardı.

Aslında bir diktatörün ölümü bile tek başına âhiretin varlığını ispat etmeye yeter ve mazlûmların âhı âhiretin yaratılması için yeterli sebeptir. Kâinatı şaşmaz bir adaletle yöneten ve adl isminin tecellisi olarak zerreleri dakik bir nizam ile çeviren, semadaki sayısız gök cismini hassas bir yörüngede hareket ettirerek boyun eğdiren ve en küçük mahlukatın dahi sesini işitip ona rızık ile cevap veren kudretin tecellisi, bu dünyada insanlar arasında tam olarak gözükmüyor. Demek başka, büyük bir mahkemeye bırakılıyor.

18.12.2006

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

28 Şubat hukuku



‘Postmodern’ bir darbe olduğu bizzat o günün ‘kudretli generalleri’ tarafından ifade edilen 28 Şubat süreci, hak ve özgürlüklerin üstüne örtülen kalın bir örtü ve sayıları milyonları bulan mağdurları ile hatırlanacak. Bu süreçte de hak bildiğimizi korkusuzca söylediğimiz ve yasakçılara karşı cesurca tavır aldığımız için mağdurlar safının ön sıralarında yer aldık.

Yeni Asya 37 yıllık yayın hayatının en zorlu ve sıkıntılı dönemlerinden birini 12 Eylül sonrasında yaşamıştı. İhtilâlin hemen akabinde kapatılmış, isim değiştirerek yoluna devam etmişti.

O yılların ‘gözde’ ceza maddesi 163 idi. Yeni Asya’nın temsil ettiği fikir ve inanç ekolü uzun yıllar TCK’nın 163. maddesine hedef oldu. Bediüzzaman Hazretleri ve Nur talebeleri defalarca bu maddeden yargılandı. Açılan dâvâların çoğu da—ihtilâller ve ara dönemlerdeki hukuk dışı bazı kararlar hariç—beraatle sonuçlandı. Uzun yıllar verilen hukuk ve fikir mücadelesinden sonra 1990’da 163. madde kaldırıldı. Ne var ki ferahlama dönemi kısa sürdü. Baskıcı zihniyet 312. maddeyi keşfetti ve 163’ü aratmayan sertlikte kullanmaya başladı. Bu uygulamalar bilhassa 28 Şubat döneminde inanılmaz boyutlara ulaştı.

Yeni Asya hakkında 1998 sonunda DGM’den gelen ilk toplatma kararı, açtığımız “Başörtüsü yasağı kalksın” kampanyasına gönderilen bir okuyucu mektubu gerekçe gösterilerek alınmıştı. Bunları takip eden toplatmalar ve açılan dâvâlar da genellikle başörtüsü yasağını eleştiren yazılar sebebiyle gerçekleşti. Hep, yasağı eleştirdiğimiz için “din farklılığı gözeterek” halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmekle suçlandık. Kısacası, yasaklara karşı çıktığımız için 312’lik olduk.

Başörtüsü konusundaki yayınlarımızla birlikte, Gölcük merkezli Marmara depremi için yaptığımız ‘İlâhî ikaz’ yorumları da 312. madde kapsamında değerlendirildi.

Yazıişleri Müdürümüz Mustafa Döküler’le birlikte on beş yazarımıza birden açılan dâvâ tam bir sindirme operasyonu şeklinde gelişti. Bu dâvâların soruşturması devam ederken gerçekleşen Kocatepe Mevlidi esnasında gazetecilerin sorularını cevaplandıran gazetemiz imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular’ın 28 Şubatçıların uygulamalarını eleştirdiği sözleri de ayrı bir 312 dâvâsının konusu yapıldı.

Kutlular’ın mahkûm olmasında ve 276 gün hapis yatmasında ‘Deprem İlâhî ikazdır’ sözü kadar başörtüsü yasağına getirdiği eleştiriler de önemli bir yer tutmuştu. Bu dâvâ ve o sözler dönemin sembol dâvâlarından biri olarak hafızalardaki yerini aldı.

Aynı dönemin öne çıkan maddelerinden biri de 159 idi. Devleti ve devletçe kutsal sayılan kurumları alenen tahkir ve tezyif olarak bilinen bu madde de aleyhimizde sık sık işletildi. Numarası değiştirilerek 301 yapılan ve hâlâ tartışılmaya devam eden bu madde AB yolunda da elimizi zayıflatıyor.

İç ve dış baskılar sonucu değişen düzenlemelerle birlikte; kimi mahkûmiyetlerle, kimi yeniden yargılamalarla devam eden bu süreçte gazete kapatmalar ve ekonomik yıldırma amaçlı tazminat dâvâlarına da maruz kaldık, kalıyoruz.

Son örnek, Genel Yayın Müdürümüz Kâzım Güleçyüz hakkında, emekli bir generalle ilgili olarak, eleştiri dahi ihtiva etmeyen, sadece paşanın görevdeyken yaptıklarını özetleyen bir yazısı sebebiyle tazminat ödemeye mahkûm edilmesi ve bu kararın Yargıtay 4. Hukuk Dairesince de onanması. Bunun, söz konusu karar bizatihî aynı dairenin başka dâvâlardaki kararlarıyla karşılaştırıldığında bile tarafsız adalet ilkesi adına kabulü ve savunulması imkânsız çelişkilerle dolu bir çifte standart tablosu ortaya koyduğunu, hafta boyunca sürdürdüğümüz yayınlarla dikkatlere sunmaya çalıştık.

Konuyla ilgili haber Vakit, Zaman ve Cumhuriyet gazetelerinde de yayınlandı. Özellikle Vakit gazetesine, gösterdiği duyarlılık için teşekkür ediyoruz. Ayrıca, olayı öğrenir öğrenmez destek mesajı yayınlayan Özgür-Der’e de teşekkürlerimizi bildiriyoruz.

Hepinize hayırlı haftalar.

18.12.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Çare var, görelim



Sosyal hayatımızı sarsan manevî sıkıntılarla boğuşuyoruz. Yıllar önce ekilen ‘tohum’lar, ne yazık ki ‘dikenli/zehirli meyve’ler verdi. Hemen her gün çocuklarımızın; emanet edildiği kişilerce istismara maruz kaldığı yolunda haberler duyuyoruz.

Suç işleyenlerin son ‘moda’sı, çocuk pornosuyla ilgilenmek. Çocukların sağlığıyla ilgilenmesi ve onlara ‘şifa’ vesilesi olması gereken bazı uzmanlar, aksine onları manen bıçaklayıp, kalplerini öldürmekle eş anlama gelen tuzaklar kuruyormuş. ‘Pornocu doktor’ (Hürriyet, 17 Aralık 2006) ve ‘cinsel istismarcı öğretmen’ şeklindeki haberler yürek yaralayıcı...

Tabiîdir ki, her meslek grubunun içinde ‘çürük elma’ sayılabilecek kişiler olabilir. Ancak karşı karşıya olduğumuz durum, ‘çürük elma’ların; ‘sağlam elma’ları da rahatsız edecek duruma geldiğini gösteriyor.

Doğrudan ya da dolaylı olarak bütün bu sıkıntıların temelinde ‘inanç zaafı’ yatıyor. Kalplere hükmedemeyen yöntemlerin, suçları önleyemeyeceğini bilmeli ve anlamalıyız.

Şükür ki, toplumun karşı karşıya olduğu bu manevî buhran karşısında doğru ‘çare’leri halka anlatmak için yollara düşenler de var. Türkiye’nin pek çok noktasında düzenlenen ve bundan sonra da düzenlenmeye devam edilecek ‘çare’ toplantılarından biri de Kırklareli ilimizde gerçekleştirildi. Cumartesi akşamı Grand Hotel’de düzenlenen toplantıya yazarlarımız Şaban Döğen ve İslâm Yaşar, konuşmacı olarak katıldı. İslâm Yaşar, ‘aileyi bekleyen tehlikeler’i anlatırken, Şaban Döğen de ‘toplumsal huzurun çaresi’nden bahsetti.

Toplantıyı organize eden Kırklareli Yeni Asya okuyucularımız, dâvetiye götürdükleri hemen herkesten tebrik ve teşekkür aldıklarını söylediler. Konferansın konusunun ‘aile-çocuk’ gibi hemen herkesi ilgilendiren temel bir mesele olması onları da heyecanlandırmış. Hatta dâvetiyeyi eline alıp konuyu gören bazı zevat, “Ailelerimizde felâket yaşanıyor. Böyle önemli bir konuyu gündeme getirdiğiniz için özellikle teşekkür ederiz” demişler.

Gerçekten de toplantı salonunu dolduran Kırklareliler, her iki konuşmacıyı da dikkatle dinledi ve tahmin ediyoruz ki sunulan ‘çare’lere hak verdiler. Fert ve toplum olarak, cemiyet ve aileyi sarsan tehditlere karşı ‘İslâmın ter ü taze iman esasları’ndan başka ne ile karşı koyabiliriz? Başka ‘çare’ olmuş olsa, bu güne kadar kullanılmaz mıydı? Cemiyeti tahrip eden bombalar, her geçen gün daha fazla tahribat yapıyor ve Türkiye’yi ‘idare edenler’ de buna karşı kalıcı çare bulamıyorsa; hakikate teslim olmak zorundalar.

Konuşmacıların da dikkat çektiği gibi, çocuklarımızı, ailemizi ve netice olarak toplumu tehdit eden en büyük ‘düşman’lardan biri de televizyon. Televizyonun yanı sıra, ‘sanal âlem’i de unutmamak lâzım. Aile mahremiyetini tahrip eden çirkin yayınlar, kalplerimizi yaralıyor. Bir şekilde bu tahribattan kendimizi korumalıyız.

Bunun için de en büyük sorumluluk, anne ve babaya düşüyor. Evimizin baş köşelerine televizyonları değil de, kitapları koyabilirsek evlerimiz huzurlu cennet köşelerinden biri olabilir. Tabiî ki kitapları ‘süs’ için değil, okumak ve istifade etmek için baş köşeye koymalıyız. Bunu temin edebildiğimiz ölçüde, hem kendimizi, hem de ailemizi zararlı ‘ok’lardan koruyabilir, ‘çare’lere ulaşmış oluruz.

Netice olarak, büyük bir tehlike ile karşı karşıyayız; ancak buna karşı ‘çare’ler de vardır. Bize düzen, ‘çare’lere karşı gözlerimizi kapayıp, kendimizi aldatmamakta yatıyor. Hem, güneşe karşı gözünü kapayan ne kazanır ki?

18.12.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Hastahane günlüğü



Bir ülkenin insana ait değer kriterini öğrenmek isteyenler; eğitim kurumları, sağlık merkezleri ve dinî mekânları ile bunların işleyişindeki memnuniyet derecelendirmesinden yararlanabilirler.

Özellikle hastahaneler, kendini sağlıklı görmeyen, teşhis ve tedavi sürecinde olan insanların tutunma yerleridir. Onu iyileştirici bir yöntem, rahatlatıcı bir yaklaşım ve bunu kolaylaştırıcı bir sistem, hasta ve yakınları üzerinde ciddî etkiler bırakır.

Hastalarla iletişim ve çevresini de bir faktör görme eğilimi, son zamanlarda ihtiyaç duyulan boşluk olarak görünüyor. Hastahaneleri sık sık ziyaret eden ve gözlem yapan biri olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, gittikçe kendini yenileyen hastahanelerin donanım ve bilgi seviyesinin yükseldiği fark ediliyor. Aynı paralelde itina göstererek hasta aleyhine işleyen gider mekanizmalarını daha şeffaf ve sınırlayıcı tutan bir sonuç görülmemektedir.

Hasta hakları duyuruları, bir çok hastanemizin girişinde okunabilmektedir. Bazılarında kalite sistemleri çalışmaları kapsamında halkla ilişkiler ve danışman servisleri daha sıcak ve ilgili görünüyorlar.

Hastanın kendini yeterince ifade etmesine ve onun talepleri ışığında yönlendirilmesine duyulan ihtiyaç ise tam karşılığını bulduğu söylenemez. Yeni, geçici veya daha atıl bir görev diye danışma bankosuna konulan görevli, daha çok mekân tarifi yapmaktadır.

Bunu da “sağa dönünce hemen solda” gibi, kimin sağına göre söylediği belli olmayan genellemelerle yapmaktadır. Ya da “İkinci katta sor sana söylerler” ifadesindeki muğlaklığın, yasak savma kabilinden cevaplarla hasta veya yakınlarını ne kadar tatmin ettiği tartışılabilir.

Yine ücret hesaplamada, ilk başta gerekmeyen kalemlerin/tahlillerin veya ekstrelerin listeye dahil edilme biçimi, çoğu zaman ilgili kuruluş karşılıyor diye dikkat çekmiyor. Ya da hastanın kendinden bizar ve çaresiz halinde düşünemeyeceği veya direnemeyeceği yükümlülükler söz konusu olmaktadır.

Sağlık Bakanlığının kısıtlayıcı son tanımlı uygulamaları beraberinde bazı aksamalar getirse de genel anlamda bir tasarruf getirdiği kesin. Elbette hastanın tedavisinde tasarruftan veya kısıtlamadan bahsetmiyoruz. Sadece fazladan listeye dahil edilen veya vezneye gittiğinizde kabardığını gördüğünüz rakamlardan bahsediyoruz.

Bu iddialarımı daha delilli sunmak isterdim. Elimde yeterince uygulama örneği de var. Ancak gel gör ki bunun için uzun bir dosya açmak lâzım.

İki ay önce en son yaşadığım bariz bir örneği nakletmekle yetineceğim. 50. yılını kutlamakla övünen bir üniversitemizin araştırma hastahanesinde, hastama lokal anestezi ile damarda bir ameliyat yapılacaktı.

Belirtilen şekliyle işlemler, randevular ve ödenmesi gereken fark konusunda işlem yaparken, veznedeki görevli yılların müdavimi olarak beni tanıdı ki, “Belirtilen ücret listesindeki rakamın ödenmemesi gerektiğini söyledi. Sizi tanıdığım için söylüyorum” dedi. Ben de teşekkür ettim.

Ne yapmam lâzım dediğimde, “Merkezî sistemden düşmeleri gerekir. Onun için de ‘Anestezi yapılmayacaktır’ yazısıyla borçlandığın bölümden yazı getirip, sistemden düşmelerini temin etmen lâzım” dedi.

Sistemdeki görevli gençlere, neden bunu yaptıklarını, neredeyse ameliyatın üçte biri ek bir ücreti, yapılmayan bir işlem üzerinden tahakkuk ettirdiklerini sorduğumda, ilgili bölüm başkanının (ismi bizde mahfuz) “Siz ameliyata giren herkes için anestezi de dahil edin” dediğini sonunda söylemek zorunda kaldılar.

Peki veznecinin beni uyarması gibi, başka hastaların şansı yoksa, bu para tıkır tıkır ödeniyor. Sonra bir şekilde fark edilirse para iade ediliyor. Yorucu ve bürokratik işlemlerin tamamlamasından sonra.

Nitekim yanlış bir borçlanmayı düzeltmek için hastahane yönetiminden aldığım destekle ancak bir saatte çözebildim. Allah mağdur hastalara yardım etsin.

Şeffaf, vicdanî ve insanî işleyiş, şüphesiz sadece yasal düzenlemelerle sağlanamıyor. Cihazlar kadar, donanımlı insanlar için maddî ve manevî yatırım yapılmalı. Sadece teknik yetmiyor. Önce ahlâk.

18.12.2006

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Veda etmenin en güzel sebebi



Hayatın en büyük mutluluğu Rabb’imin en yakında hissedildiği anlar olsa gerektir. Bu anlamda kişinin en huzurlu olduğu an ve huzura en yakın olduğu hal namaz olmalıdır. İnsanlık tarihi içinde nübüvvet de insanlığın Âlemlerin Rabbine en yakın olduğu sürecin ifadesidir. Hac mevsimi ise nübüvvet tarihinde yaşananların bir tür provası insanlığın manevî geçmişinin hızla yaşanması anlamına gelmektedir. Dolayısı ile bu mevsim aslında tüm insanlık açısından farklı ve yüksek bir manevî atmosferin varlığına işaret etmektedir. Bu aslında, insanlığın mutluluk anı ve huzur duâsı olarak kabul edilmelidir. Arafat, Müslümanların tüm insanlık adına Kâinat Sultanından huzur, barış ve refah talep ettikleri, zirvede, yüksek bir ruh halidir.

Bu çerçevede tanımlanmış bir mutluluk özünde yaratılış gayesine uygunluk ve hep huzurda hissetme anlayışını ihtiva ediyor olacak ve hayatın dalgalanmaları içinde hep var olan mutluluk anlamına gelecektir. Hayat ise sadece maddî dünya ve görünen âlemlerle sınırlı kalmayacak, madde ötesini ve zaman ötesini de içine alacaktır.

Bu tarz mutluluk anlayışı ve arayışı içinde en lüks arabaya binmekle, bütün hazları tatmakla aranan ve çoğu zaman bulunamayan mutluluğun yerini çıplak ayaklı birine alınan ayakkabı ve arzularını frenleyebilmenin ruhta oluşturduğu haz ve özgüven gibi duygular olacaktır. Hayatı anlamlandıran kimliği ve kişiliği güçlendiren gerçek mutluluk, özde ve her şeyin aslını anlamlandıran yaklaşımlar içinde aranmalıdır.

Aslında hedef Rabbimizin var olduğunu ve bizlerle olduğunu hissetmektir. Her namaz Rabbimizin güzelliğini hissettiğimiz bir mi'raç hali olmalıdır. Yine varlığa tevhid nazarı ile, yani kâinatın ve bütün âlemlerin tamamını kuşatan Kur’ân’ın bakışı ile bakabilmek aslında yaşadığımız âlemde sonsuz güzelliği görmek anlamına gelecektir ki, bu, tevhidin en güzel meyvesi olmalıdır. Beşerî boyutta ve maddî âlemde bir tür mi’raç yaşamak anlamına gelecektir. Yani Rabbimizin sonsuz güzelliğini maddî âlemde hissetmek ve önümüze çıkan algıladığımız her şeyin O’nun bize hediyesi olduğu algısı ile yaşamak; annemizin, eşimizin ya da hemşirenin uzattığı ilâcın aslında Gerçek Şifa Verici tarafından Kâinat Sultanı tarafından bize uzatılıyor olduğunu algılamak insan olmanın zirve duygusu bir duygu sıçrayışı ve bir mi’raç olmalıdır.

Hac mevsimi birlik duygularının ve tüm insanlık ve tüm varlıklarla birlikteliğin hissedildiği ve bir tür yeryüzü serüveni ve mahşer anı provası gibidir. Bu mânâları yaşayan ruhlardaki diğergâmlık çok üst düzeye yükselir. Bu üst düzey ruh hali ile insanlık ve kâinatın tümü için yapılan duâlar aslında manevî bir bereket ve coşku kapısıdır.

Sonra bütün bu güzelliklerin yaşanmasının vesilesi ve insanlık âleminde muhabbetin kaynağı olan Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) ziyaret edilmesi ve bir tür şükran arzı, bu müthiş duygu gerilimini çok daha üstlere taşır. Ravzanın atmosferi, Mescid-i Nebevi’nin havasını teneffüs ve Peygamberimize (a.s.m.) mekân olarak yakınlık duygusu ruhlar boyutunda ve şuur altında nur-u Muhammedi (a.s.m.) ile olan bağı pekiştirir. Ona yakınlığın tarifi imkânsız sıcaklığını, muhabbetin güle yansımış kokusunu hissedersiniz.

Hac bu zirvede yaşanan duygularla tüm İslâm âleminin ve insanlığın mi’racına dönüşür. Duygular Arafat’ta gözyaşına dönüşmüş sel olur. Yakarışlar öyle yüksek ruh gerilimi ile dile gelir ki, etkisi sanki kâinatın en uç zerresine ulaşır. Bütün kâinat ile aynı frekansta titreşiyor olmanın Rahman ve Rahim olan Âlemlerin Rabbi’nin muhabbeti ile titreşiyor olmanın müthiş gerilimini yaşarsınız. O an sanki bütün ruhlar haşrolmuş ve Rabb-ı Kerim’e yakarmakta ve rahmeti ile muamele istemektedirler.

Önümüzdeki hafta biz de böyle bir dâvet aldık ve Rabbimize hizmetimiz, kardeşlerimiz ve bütün İslâm âlemi için duâ etmek üzere kâinatın manevî merkezine yolculuk gözüküyor. Selâmlarınızı resulullaha iletmek ve O’nun asırlar sonrasına ulaşan maneviyatından ravzasının havasında teneffüs ile tüm ruhlarımızın nurlanacağı atmosferinden istifade etmek istiyoruz. Sizlerden de helâllik diliyoruz. Böyle bir mensubiyetin ve nuranî bir hizmetin içinde olmak duygusu ile Resulullahın ravzasına gitmek ayrı bir mutluluk. Belki de o mekânlarda Hazret-i Ali’nin (r.a.) manevî alkışlarına mazhar olan bir hizmetin içinde yer almanın şükrünü daha belirgin yaşayacak ve Habibullahın (a.s.m.) manevî tebessümünü daha yakın bir mekânda hissedeceğiz. Bu duygularla hepinizi Âlemlerin Rabbinin sonsuz rahmetine emanet ediyor, dönüşte hizmet aşkımız ve şevkimiz daha da artmış olarak buluşmayı niyaz ediyorum.

18.12.2006

E-Posta: [email protected]




Zeynep GÜVENÇ

Dizi dizi diziler



Diziler sayesinde Türkiye’den kilometrelerce uzakta oluşumuzu hissetmiyoruz artık. Sanki dışarı çıkıversek hemen şuracıkta İstanbul, Kız Kulesi, Boğaz Köprüsü var.

Son zamanlarda sıkça duyar oldum bu sözü, “Ben var ya memleketteyken hiç dizilerin yüzüne bakmazdım, vakti boşa harcamak gibi gelirdi bana, ama gel gör ki şimdi nerede ne var ayrıntısıyla takip eder oldum.”

Hani öyle sandığınız gibi eli boşların ekran karşısına dizilmesi değil bu, bilinçli yapılan bir tercih. Onlarca iş arasına sıkıştırılmış, günün içinden bir enstantane. Son derece ilmî tartışmaların çay faslına burnunu sokacak arsız bir alışkanlık üstelik. ‘Zamanımızı iyi değerlendirmeliyiz, okunacak tonlarca kitap, öğrenilecek sayısız bilgi dururken biz kendimizi nelere kaptırıyoruz’ yakınmalarını arada bir duysak da bir türlü değişmeyen gerçeğimizle karşı karşıyayız. Biz de sizin gibi dizi izliyoruz. Türk televizyonları ve internet sayesinde.

Önce “Hayır hayır!” diyor, sonra “Evet evet!” diyoruz. “Ne yapalım ülkemizi çok özlüyoruz” arkasına sığınanlar, “Türkiye’de olup bitenlere diziler ayna tutuyor” bakış açısıyla eleştirel yaklaşanlar, “Bir de biz görelim, ne varmış bu kadar gündemi sallayacak?” meraklıları, kısacası ne ararsanız var bu topluluğun içinde.

***

İnsanlar, arada bir nerede olduğunu ve nerede yaşadığını unutmak isterya hani, işte öyle bir şey, kapıldığımız. Tamı tamına bir saat, “uzak” kavramını unutuyoruz. Ailecek yenen akşam yemeği sofralarına konuk oluyoruz dizilerdeki. Bizim masamızdaki boş sandalyeleri dolu hayal ediyoruz. Tabakların biri geliyor biri gidiyor, meğer biz ne kalabalıkmışız diyoruz. Gurbette doğup büyüyen ve ülkelerine gitme fırsatı elde edememiş çocuklar da memleketlerini diziler sayesinde tanıyorlar. İşte bu sebeple ailelere çok büyük görev düşüyor, her şeye rağmen ne yapıp edip yılda bir defa sıla-i rahim yapmak.

Türkiye’den yeni gelenler için ise, Türk dizileri hiç de cazip değil. Çünkü Amerika‘da keşfedilmesi gereken çok fazla şey var düşüncesiyle gelmişler buralara. Başlıyorlar önce Amerikan filmlerinden, dizilerinden teker teker izlemeye, fakat olmuyor, “Bir şeyler eksik, espriler yavan, bir kuruluk, bir acımsılık var. Başka kültür bu” diyorlar ve en az bir yıl sonra içinde Türk geçen, memleket izleri taşıyan her şeye hazine bulmuş muamelesi yaparak dört elle sarılıyorlar. Aslında üzerinde titizlikle durulması gerekenler; dizi kalitesi, seçimin iyi yapılması, zamanı kullanma şekli, çocukların ebeveynleri gözetiminde televizyon izlemeleridir.

18.12.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Ulusal Uzlaşma Konferansı



Maliki, sekterizm ve mezhepçilik veya taifiyye hastalığına bağlı olarak hükümetinin başarısızlığını ve sallantıda olduğunu görmesinden sonra yavaştan çark etmeye başladı. Hükümetini ve onun ötesinde imajını kurtarmak için Ulusal Uzlaşma Konferansı akd ve tertip edilmesine taraftar olmuştur. Tam da bu uzlaşma konferansı zamanlama olarak İstanbul’daki ‘Irak Halkına Yardım Konferansı’nın akabine denk gelmiştir. Burada ilk kez bir geri adım atıldı. Baassızlaştırma politikası denilen politika tedavülden kaldırılıyor ve yerine Baas’ı da denkleme katma politikası yeniden raftan indiriliyor. Bu bir uzlaşmanın ürünü. Aslında ABD çoktan bu noktaya gelmişti. Ama Şiiler inatlarını sürdürüyorlardı. ABD, direnişi kısmen de kırmak için Baas’ın ‘suça veya eyleme’ bulaşmamış eski yüzlerini yeniden orduya çağırıyordu. Sonunda tashih-i kararla Maliki de bunu belki de istemeyerek benimsemiş oldu.

Bu, yeni bir dönemin işareti sayılabilir mi, bilinmez, ama mütevazi de olsa bir ileri adım. Bu adımı başka adımlar izlemeli.

Esasen bu ‘Baassızlaştırma politikası’ Şiî-Amerikan ittifakının ortak yanlışlarından birisiydi. Şiiler ve Amerikan yönetimi Irak’a ve Iraklılara karşı birlikte yanlış yaptılar. ABD’yi bu yanlışa iten, Irak’a dönüşünde bir saldırı sonucunda hayatını kaybeden Muhammed Bakır El Hekim’in Bremer’e telkinleri olmuştur. Hekim Amerikalıları yanlış yönlendirmiştir şimdi de biraderi Abdulaziz aynı şeyi sürdürmektedir. Maliki şimdi bir diğer Şii partisinin ABD ile yaptığı yanlışını düzeltmeye çalışıyor.

Ulusal Uzlaşma Konferansının açılışında Maliki şunları söylemiştir: “Israrla vurgulamak istiyorum ki ulusal uzlaşma; güvenliğe, istikrar ve refaha giden yolun tek teminatıdır. Alternatifi, —Allah göstermesin—ölüm, yıkım ve Irak’ın kaybedilmesidir...” Maalesef bu alternatif yolu da Maliki ve benzerleri açmıştır. Şiileştirilmiş ordu ve polis, Amerikalıların bile girmekten çekindiği bölgelere giderek (Sünnî) direnişçi avına çıkıyorlar. Buna mukabil, ABD’nin de telkinlerini hiçe sayan Maliki, ölüm mangalarının ve Şiî milislerinin üzerine gitmemişti. Israrla bundan imtina etmişti. Dolayısıyla bu yaklaşımıyla baştan ulusal uzlaşmanın kapılarını kapatmış ve bunu reddetmişti. Sünnî direnişin maksadını aşan yönlerine ve Kaide gibi şaibeli, ahmak ve mezhepçi unsurlarına rağmen yine de direnişciler büyük ölçüde ve özünde Amerikan karşıtı olarak kendilerini konumlandırırken aksine Şiî milisler kendilerini iç denklemin bir parçası olarak daha açıkçası Sünnî karşıtı olarak konumlandırdılar. Bundan dolayı taifiyye fitnesini uyandırdılar.

***

Bu mânâda, başmezhepçi konumunda olan Maliki’nin ulusal uzlaşmadan mezhepçileri ve tekfircileri istisna etmesi hem güldürücü, hem de ağlatıcı bir durumdur. Bu durumda öncelikli olarak kendisini istisna etmesi gerekirdi. Bu anlamda tarih önünde Saddam’la birlikte yargılanacaklar arasında Bush olduğu gibi Caferi ve Maliki gibi Şiî politikacılar da var. Bununla birlikte, Ulusal Uzlaşma Konferansı ve Baascıların bazılarının orduya geri dönüşü yönündeki tashih-i karar mütevazi de olsa ileriye doğru atılmış bir adımdır.

Ulusal Uzlaşma Konferansından önce Kadir Gecesinde Mekke’de (Ümmü’l Kura) lemmu’l şeml denilen yani Sünnî ve Sünnî kanadı olarak ümmetin iki yakasını biraraya getirmek için İKÖ tarafından anlamlı ve manidar bir toplantı yapılmıştı. Bu gayet müspet bir adım olsa da sadra şifa olmamıştı. Nedeni meselenin sadece akaid boyutunda bir mesele olmamasıdır. Sarmal. Siyasetle mezhebi saikler içiçe geçmiş bir durumda. Mezhebi saiklerle siyaset ve iktidar arayışı birbirine karışmış durumda. Şiiliğin özü siyasî değil midir ve bundan dolayı İslâmın ilk partizanları olarak anlamıyorlar mı? Bundan dolayı meseleye bir boyutundan bakanlar diğer boyuttan bakanlarla tezada düşüyorlar. Bu mânâda, Vakit’ten Serdar Demirel meselenin sadece dinî zeminde çözülmesinin bir anlam taşımayacağını daha doğrusu çözülemeyeceğini yazmıştı. Olaylar da bunu doğruluyor. Zira burada mezhebin akaid boyutunu siyasî boyutundan ayırmak mümkün değil. Şiilikte siyaset dinin özüyle bağlantılıdır.

Bu tartışma Kaya Ramada’da güncelleşmiştir. Kaya Ramada’da yapılan toplantıda Adnan Düleymi, Haris ed Dari’ye isyan ederek, ‘Bu kavganın adını doğru koyalım, bu bir mezhep savaşı ve taifiyye belâsıdır. Safeviler Irak’ı yutuyorlar. Siz siyaset iddialarıyla avunun’demişti. Haris ed Dari ise meselenin mezhebî değil de siyasî olduğunu düşünüyor. Aslında tam da bu noktada Haris ed Dari kendisini Taliban’a veya Selefilere yakıştıranları zımni olarak tekzip etmiş oluyor. Zira bu meseleye tamamen mezhep meselesi olarak bakanlar; Hekim gibi Şiilerle, aklın sınırlarını aşmış olan kimi selefilerdir. Adnan Düleymi ise karşı tarafın yaklaşımından dolayı meselenin bir mezhep kavgası haline geldiğini düşünüyor. Daha doğrusu onun söylediği bir mezhep saldırısıdır. Bu anlamda, Maliki, veya Talabani gibi Haris ed Dari’ye taifiyyeci ve bölücü yakıştırması yapanlar iftira atmaktan maada asıl bölücülüğü yapmış oluyorlar. Herkes de biliyor ki, Irak’ın önde gelen iki Sünnî lideri olan Tarık Haşimi ile Haris ed Dari yakınlarını ve akrabalarını bu Şiî-Sünnî kutuplaşmasına kurban verdiler. Kaide her ikisini de ölüm listesine almış durumda. Şiî Zerkavi Ebu Diraa’nın en büyük hayali de Tarık Haşimi’yi bir kenarda kıstırıp icabına bakmak. Böyle iken birileri ya cehaletlerinden ya da kötü niyetlerinden onları Taliban’a veya El Kaide’ye mal edebiliyor.

***

Dolayısıyla birilerinin gözünü taassup perdelemiş. Şimdi Irak bataklığından çıkmanın tek yolu var. Sünnilerle Şiilerin elele vermesi, maziye sünger çekmesi ve ortak zeminde buluşması ve bilâhare ortaklaşa bir şekilde ABD’den çıkış takvimi istemeleri ve belirlemeleridir. Bu, ABD de olmak üzere herkesin lehinde olacaktır. ABD, Şiî-Sünnî ittifakı sağlanmadan çekilirse yangın daha da büyür. İşgal bir tarafın işbirliğiyle bir yangına yol açtığı gibi işgal sonrası da doğacak boşluktan dolayı yangının büyümesine neden olacaktır. Bundan dolayı bir ön ve iç tertip gerekir. Fitnenin önüne ancak böyle geçilir. Başta karar mercileri olmak üzere herkes aklın yoluna dâvetlidir.

18.12.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Demokrasi adına CHP'ye dikkat!



İlginç bir deneyimden geçiyor Türkiye. Parlamento içi güçler, Parlamento dışı güçler tarafından baskı altında tutulmaya çalışılıyor.

AKP erken seçime, CHP ise sine-i millete dönmeye zorlanıyor.

Hedef AKP’yi seçim sandığında mağlubiyete uğratmak değil. Hatta AKP seçim kazanmış, kazanmamış kimsenin umurunda değil.

Hedef iktidara Cumhurbaşkanı seçtirmemek.

Eğer AKP Cumhurbaşkanı seçerse, siyasî meşruiyeti açısından önemli bir kazanım elde edecek.

Yok eğer bunu başaramazsa, fırtınalı bir denizin ortasında dev dalgalarla boğuşan bir taka muamelesi görecek.

Anayasayı değiştirecek bir sayı ile transatlantik gibi bir gemi sütliman denizde yüzerken, bu kez başına gelmedik kalmayacak.

Bunun için AKP seçime zorlanıyor.

Bunda demokrasi dışı bir yöntem yok.

Özal’ın cumhurbaşkanlığını engellemek için Demirel demokratik tüm yolları zorlamış, Hatay milletvekili Murat Sökmenoğlu sine-i millete dönmüş, hatta Özal meclise girince DYP ve SHP milletvekilleri salonu boşaltmış, seçildiği halde Özal sadece ANAP’lıların önünde yeminini yapabilmişti.

Özal o dönemlerde, “Alışırlar,alışırlar” dedi. Muhalefet alıştı, ama bu kez Özal Çankaya’ya alışamamıştı. Ömrü vefa etse, Cumhurbaşkanlığından istifa edip siyasete girecekti.

AKP’ye cumhurbaşkanı seçtirmek istemeyen bir kesim, CHP’yi sine-i millete dönmeye zorluyor.

Meclis kapanmadan önce Haziran ayında Baykal’ın sine-i millete dönme kararını açıklaması için bir baskı vardı. CHP lideri ona yakın laflar etti, ama sine-i millete yaklaşmadı.

Bu kez MHP-İlhan Selçuk ve Cumhurbaşkanı Sezer’in oluşturduğu bir cephe CHP üzerinde bir baskı grubu oluşturmaya çalışıyor. MHP ya da İlhan Selçuk’un ne dediğinden ziyade Sezer’in tavrı önemli. Cumhurbaşkanı önce MHP heyetini kabulünde, ardından da İsmet İnönü’yü anma törenlerinde İsmet Paşa’nın torunu CHP milletvekili Gülsüm Bilgehan Toker’e, CHP’nin erken seçimi zorlamasını tavsiye etti.

CHP ile Sezer arasındaki iletişim kanalları her zaman açık. Cumhurbaşkanı bunun yerine kamuoyu aracılığıyla mesaj vermek istiyorsa, burada bir şeyi aramak gerekiyor. O da Sezer bu konuda CHP üzerinde bir kamuoyu baskısının oluşmasını bekliyor.

Bu durum giderek Baykal’ın liderlik hüviyetine müdahaleye doğru yöneliyor.

Yakında bir grubun meydanları doldurup CHP’yi sine-i millete zorlaması kimseyi şaşırtmasın.

Geçmişte “Anayasayı bir kez delmekle bir şey olmaz” sözünden dolayı CHP, Özal’ı anayasaya inançsızlıkla suçlamış, bu işi bir kampanyaya dönüştürmüştü.

Ki Özal o sözü radyo ve TV’lerdeki yayın tekelini kırmak, özel TV’lere fırsat vermek için söylemişti. Bugün yüzlerce özel TV ve binlerce radyo yayın yapabiliyorsa, Özal’ın o günkü cesaretine ve Tansu Çiller’in getirdiği yasal düzenlemeye borçlu.

Baykal, Özal’ın özgürlükler lehine yaptığı anayasayı delme yorumunu tehlikeli bir konu için yaptı.

Cumhurbaşkanlığı seçimi için, “Anayasa’ya her uygun karar, doğru karardır diye düşünmek mümkün değil” gibi bir yorumda bulundu. Baykal’ın bu sözlerinin önü var, arkası var. CHP lideri önce Cumhurbaşkanlarının görevinin anayasayı sahiplenmek olduğunu söyledi. Sonra “Sayın Başbakanın, anayasamızın temel ilkeleriyle ilgili ciddi tereddüdü vardır” sözleriyle Erdoğan’ın anayasaya sadakat konusunda defosu olduğunu iddia etti.

Ardından kendisi anayasaya uygun olan her şeyin doğru olmayacağını söyledi.

Baykal’ın değerlendirmesi hukuk devleti açısından bir felâket olduğu kadar, 1982 anayasasının bir ihtilâl anayasası olduğu düşünüldüğünde, anti demokratik bir metin olduğu gerçek.

Ancak burada sorun anayasanın yüzlerce anti demokratik hükmü olsa ne gam.

Sorun onları bir kenara bırakıp Cumhurbaşkanlığı seçimi için anayasanın bir kez delinmesinin bir şey olmayacağı noktasına gelinmiş olması.

Bu durum tutarsızlıktan başka bir şey değil.

Ancak gelinen noktada, rejimi koruma adına CHP’yi korumak gerekiyor.

CHP liderinin sert çıkışları da milletvekillerinin meclis zeminindeki sert çıkışları da kimseyi yanıltmasın, bu süreçte rejimin en kritik halkası CHP...

Oyunlar CHP üzerine oynanıyor. Rejimi rayından çıkarmak için fırsat kollayanlar, oyunlarını CHP’nin üzerine oynuyorlar. Bu yüzden Baykal’ın şahsı kadar, CHP’yi de korumak, demokrasiyi rayında tutma açısından hayatî öneme sahip.

18.12.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004