|
|
Mustafa ÖZCAN |
Cenaze hesaplaşmaları |
|
Maalesef Lübnan’da artık siyasî kamplar ve zıt kutuplar cenazeler üzerinden hesaplaşıyor. Daha önce Hariri üzerinden bir hesaplaşma yapılmıştı. Buna da Sedir Devrimi adı verilmiş ve bu suikasttan, karşıtları tarafından Amerikan yanlısı ilân edilen ve 14 Mart Cephesi adı verilen siyasî hareket doğmuştu. Şimdi bu hareket iktidarda bulunuyor ve Hizbullah hareketi de, bu hareketin deruhte ettiği hükümeti devirmeye çalışıyor. Hariri’nin öldürülmesinden sonra geniş katılımlı Suriye aleyhtarı gösteriler olmuş ve daha sonra Hizbullah gövde gösterisi yaparak bunu dengelemeye çalışmıştı.
Lübnan’da görülen o ki, iki cephe var. Bunlardan birisi Suriye-İran ve ona dayalı müttefiklerinin cephesi ki, bu cepheyi en güçlü olarak temsil eden kitle ve hareket, Hizbullah’tır... İsrail iki askerinin rehine alınmasından sonra Hizbullah’ı ezmek için harekete geçti ve bu hareketle birlikte Lübnanlıları da Hizbullah’a karşı mobilize ve seferber etmek istiyordu. Bununla birlikte orantısız güç kullanması sonucu İsrail elindeki bu fırsatı kaçırmıştı.
Aksine Lübnanlılar yüzde 80 nisbetinde Hizbullah etrafında kenetlenmişti. Arap dünyasında da bunun geniş yansımaları olmuştur. Bir başka cenazeyle birlikte süreç canlandırılmak istenmiştir. Hedef alınan Sanayi Bakanı Pierre Cemayel, Lübnan’ın en önemli Maroni ailelerinden birisine mensuptur. Beşir Cemayel ve Emin Cemayel gibi cumhurbaşkanları çıkartmıştır. Bunlardan İsrail’e yakınlaşması sebebiyle Beşir Cemayel öldürülmüştü.
Pierre Cemayel’in öldürülmesinden sonra, fırsattan bilistifade cenaze diplomasisiyle veya Siyasetiyle zayıflayan 14 Mart hareketine taze bir kan verilmek istenmiş gibidir. İkinci olarak bu suikastla, muhtemel Suriye-ABD yakınlaşması da baltalanmıştır. Dolayısıyla bu suikast en başta Neoconların ve onun ötesinde İsrail’in politikalarına hizmet etmektedir.
***
Cenaze mevkebi veya alayı Hariri’nin öldürülmesinden sonra başlayan Sedir Devrimini canlandırma girişimidir. Sedir Devriminin önemli hedefleri arasında Suriye’nin kalıntısı Emile Lahud’u cumhurbaşkanlığından atmak da vardı. Bunu başaramadılar. Emile Lahud bizdeki 5+5 formülüne benzer bir formülle uzatılan görev süresini sonuna kadar doldurmaya niyetli.
Bu suikasttan sonra Lahud aleyhinde yeni bir siyasî hamle beklenebilir. Başbakan Sinyora-Canbolat ikilisi ABD ve onun ötesinde Batı cephesini temsil ederken, Cumhurbaşkanı Lahud Suriye ve Lübnanlı müttefiklerini temsi ediyor. Bu vesile ile Sedir Devrimi yeniden kendisini toparlayarak bir kez daha Suriye-İran cephesini silkelemeye çalışıyor. Cenaze de hesaplaşma arenası.
“14 Mart Cephesi Güçleri” olarak adlandırılan ve parlamentoda çoğunluğa sahip Suriye karşıtı yüzbinlerce kişinin katıldığı gösteride Lübnan millî marşı bir ağızdan okundu, İran ve Suriye devlet başkanları ile Lübnan cumhurbaşkanı karşıtı sloganlar atıldı. Gösteriye katılan Lübnanlılar verdikleri demeçlerde, Lübnan Hükümeti ve Başbakan Fuat Sinyora’nın yanında yer aldıklarını söyleyerek, “Bizim için hayalî çoğunluk diyorlar. Bu miting gerçek çoğunluğun bizde olduğunun kanıtı. Sokak gösterileri ile düşürülmek istenen hükümete desteğimizi bu mitinge katılarak gösteriyoruz” dediler.
Hıristiyan, Sünni ve Dürziler başta olmak üzere 14 Mart Cephesine mensup diğer partilerin yandaşlarının katıldığı gösteride Şii Hizbullah ve Emel hareketiyle siyasi ittifak yapan Hıristiyan Bağımsız Özgür Cephe’nin katılımı gözlenmedi. Bu partinin lideri General Mişel Aun protesto sloganlarından nasibini alanlar arasındaydı.
***
Burada cenazeler üzerinden yine siyaset yapılıyor ve suikastlar kutuplaşmanın adeta yakıtı haline getiriliyor. Bu durumda faillerin kimliği veya örgüt kimliği ikincil derece haline geliyor. Sloganlarda dikkati çeken hususlardan birisi Hizbullah’ın silâhsızlandırılmasıdır. Baba Cemayel bu kutuplaşma karşısında Hizbullah’ın silâha sarılamayacağını zira bunu yaptığı takdirde Arap dünyasında kazandığı itibarını kaybedebileceğini öngörüyor. Bundan dolayı İngiliz gazeteci Robert Fısk’in hilafına Baba Cemayel, ortalıkta bir iç savaş havası ve tehlikesi sezmediğini söylüyor. Ama istikbal vaad eden fidanların ve siyasî kadroların bir şekilde gök ekin gibi Suriye cephesi tarafından biçildiğini ve önlerinin kesildiğini ileri sürüyor. Yeni Suriye ve Lübnan cephesinde değişen bir şey yok…
24.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Boş yere mi? |
|
“Allah onlara ‘Yeryüzünde kaç sene kalmıştınız?’ buyurur. Derler ki: ‘Ya bir gün veya daha da az bir zaman kaldık. Onun hesabını tutan meleklere sor.’ Allah, ‘Gerçekten pek az bir zaman kaldınız,’ buyurur. ‘Keşke bunu vaktiyle bilmiş olsaydınız. Sizi boş yere yarattığımızı ve huzurumuza döndürülmeyeceğinizi mi sanmıştınız?”
Bu söyleşi Mü’minûn Sûresi 112’yle 115. âyetleri arasında geçiyor.
Hayatı dünya, kabir ve ahiret hayatıyla birlikte bir bütün olarak görebilen, tümüne birden bakabilen, dünyada yaptıkları iyilik veya kötülüklerin kabir ve ahiretteki karşılıklarını akıl ve iman gözüyle müşahede edebilen bir insanın gayesiz, ruhsuz, hedefsiz, başıboş hareket etmesi mümkün mü? Cenâb-ı Hakk’ın, bizzat, “Gerçekten pek az bir zaman kaldınız,” diye ifade ettiği dünya hayatının nasıl bir hayat olduğunu bugün bilebilmeli. Yarın bilmenin hiç bir faydası yok. Rabbimizin, “Keşke bilmiş olsaydınız!” buyurması da bunu ifade etmiyor mu? “Sizi boş yere yarattığımızı ve huzurumuza döndürülmeyeceğinizi mi sanmıştınız?” uyarısı da ne kadar anlamlı ve düşündürücü.
Ayakkabının giyilmek, meyve ve ekmeğin yenilmek, aslanın pençelerinin parçalamak için yaratıldığını bilen; en güzel organ, duygu ve yeteneklerle donatılan ve zerreden kürelere kadar herşey emrine verilen insan, nasıl kendini başıboşluğun rüzgârına kaptırabilir? Birgün iğneden ipliğe yaptıklarının hesabını vereceğine inanan insan nasıl sorumsuz, vurdumduymaz davranabilir?
Hayatın bütünü bir imtihan. Varlıkla, yoklukla, bollukla, kıtlıkla, sevgiyle, acıyla, kısaca herşeyle imtihan ediliyoruz. Kalbimizden geçenleri, niyetlerimizi dahi bilen Allah, yaptıklarımızı ne niyetle yaptığımıza bakıyor. Ve biz her zaman kontrol altındayız. “Hiçbir kimse yoktur ki üzerinde bir gözetleyici olmasın”1 buyuruyor.
Ağzından çıkan her kelime yazılan, bütün yaptıkları Kirâmen Kâtibîn’in gizli kameralarıyla kayda geçirilen insanın sorgulanmaması mümkün değil.
Kuvvetli ve tahkikî bir imana sahip olup Allah ve Resûlünün (a.s.m.) emirleri istikametinde ömür süren insan rahmete kavuşur, kurtulur. Kur’ân, Allah’ın rahmetine erişmenin yolu olarak Allah’a ve Resûlüne itaati gösterir.2
İtaat duygusu içinde hareket eden insan ise iyi, güzel ve faydalı olan şeyleri yapar, kötü ve zararlı şeylerden kaçınır.
“Kişinin lüzumsuz şeyleri terk etmesi, Müslümanlığının mükemmeliliğindendir”3
Dipnotlar:
1- Tarık Sûresi: 4-6.
2- Âl-i imran Sûresi: 132.
3- Ebû Davud, Sünnet: 14; Tirmizî,
İman: 6.
24.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
Geç kaldınız, nerdeydiniz? |
|
İnkâr edilmeyen ve edilmeyecek olan hakikat şudur; Allah tarafından peygamberlere vahiy gönderilir, evliyalara da ilham edilir. Hz. Allah’ın her âyeti ve peygamberlerin her sözü hikmetlerle doludur. Allah’ın has kulları dediğimiz evliyaların ilham sadedinde söyledikleri sözlerinde de incelikler ve sırlar vardır. Belki söylenen hakikatler zamanında çok anlaşılmaz, fakat aylar, yıllar, hatta asırlar geçtikçe ve imkânlar geliştikçe, o bîhemta sözler anlaşılır, baş ve boyun eğilir, serfürû edilir.
Her zaman her yerde ifade ettiğim, çağın Mevlânâ’sı Hz. Bediüzzaman’ın 1911 yıllarında Şam Emeviye Camiinde ilhamen söylediği, günümüze ışık tutan bir söz vardır: “Hem nev-i beşer, hususan medeniyet fenlerinin ikâzâtıyla uyanmış, intibaha gelmiş, insaniyetin mahiyetini anlamış. Elbette ve elbette dinsiz, başıboş yaşamazlar ve olamazlar. En dinsizi de dine iltica etmeye mecburdur.” Devamında ise “..akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinat eden ve bütün hükümlerini akla tespit ettiren Kur’ân hükmedecek” tespit ve ifadelerinde bulunur.
Bu ilham kaynağı ifadenin beşaret ve zikrinden tam 95 yıl geçer. O günkü Şam ile bugünkü Şam... O günkü ilim dünyası ile bugünkü ilim dünyası... O günkü din anlayışı ile bugünkü din anlayışı arasında kıyaslanmayacak kadar gelişme ve inkişaf var. En büyük etken ve tesir doğrudan doğruya Bediüzzaman Hazretlerinin ısrarla üstünde durduğu teknoloji, yani “akıl, ilim ve fen”. Çünkü en ateist, yani halk lisanında dinsiz kabul edilen ve hâşâ Allah’ı inkâr eden kişiler dahi, ilim rehberliği ve ikâzâtıyla geç kalmalarına rağmen dönüyorlar, tek Yaratıcı’ya inanıyorlar.
Elimdeki bilgi, bir çok medyada yer alan ve yukarıdaki ifadeleri teyid eden ses ve haber, ABD’de neşrolan en önemli haber dergileri olarak gösterilen Time, Newsweek ve Wired’de yer aldı. Haberin ana konusu; dünyada büyük yankı yapan, dünyanın en önemli “Gen” uzmanı olarak tanınan eski ateist Dr. Richard Dawkins’in Allah’ın varlığı ve tek oluşu hakkındaki beyanıydı. Teknoloji ve ilimler, böyle bir ateist ilim adamını oraya götürüyordu. Dünyaya büyük bir ses verdi. Daha önceki makalelerimde de diğer ilim adamları hakkında çok yazmıştım, onun için “Geç kaldınız, nerdeydiniz?” diye feryatta bulunurum. Çünkü ben de büyük dünya ailesinin bir ferdi ve bir üyesiyim.
Eski ateist Dr. Richard Dawkins, beyanının özetinde diyor ki: “Bilimsel ilerlemeler, insan vücudunu, hatta duygu ve davranışlarını genlerin belirlediğini gösterdi. Genetik yapımız, milyarlarca yıllık bir süreçte değişti ve sonuçta modern insan ortaya çıktı. VMAT2 adlı gene sahip olanların daha inançlı olduğu ortaya çıktı. Buna ‘Tanrı geni’ adı verildi. Bu geni aktif olmayanların ise inançsız olduğu ifade edildi. Fakat şimdiye kadar yaptığımız araştırmalarda VMAT2’nin aktif hale gelmesini sağlayan dış bir etken bulamadık. Ne çevrede olan değişiklikler, ne de kalıtsal sebepler VMAT2 üzerinde etkili oluyor. (...) Tanrı geninin mucizevî bir şekilde aktif hale gelip insanlarda inanç olgusunun meydana geldiğini düşünüyoruz. Yani ancak Allah’ın isteğiyle inanç geni harekete geçiyor. VMAT2’nin gizemini çözeceğiz. Böylece Allah’ın varlığını ilk kez bilimsel olarak ispatlamış olacağız.” Demiyor, adeta haykırıyor, haykırmasa ilimler onu tekzip edecek. Geç kalmışlığının belki faturasını ona kesecekler, harika bir gelişme...
Bu gelişmelerde gördüğümüz; biri vahyin ve ilhamın tecellîsi, biri de kesbî ilmin teknoloji ile ortaya çıkması. Yani birisi İlâhî, diğeri kesbî. Fakat ikisinde de O’nun kudretinin azameti, hâkimiyeti var. Seviniyoruz, alkışlıyoruz, kâinatta herşey Onun ve herşeyde mühür Onun. Mühürlerle, ilimlerle O’na gidiyoruz ve O’ndan istiyoruz. Bu müthiş kafileye sonradan teknoloji hızıyla katılanlara “Geç kaldınız, nerdeydiniz?” deyip onları da omuzlayıp yürüyoruz.
24.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Muhtelif sorular |
|
Yeşil gül rumuzlu okuyucumuz: “Hayırlı günler. Ben burun ameliyatının hangi durumlarda caiz olabileceğini sormak istiyorum. Benim sağlık problemim bu yüzden azalmıyorsa ameliyat olabilir miyim ve rahatsızlık veriyorsa doktorların önermesi yeterli olur mu? Bu farklı bir durum olduğu için yeterince tatmin olamıyorum. Vebali olsun istemiyorum.”
Sağlık gerekçesi varsa, ameliyat gerçekleşmediğinde sağlık açısından rahatsızlık devam edecekse, dürüst ve uzman doktorların tavsiyesi varsa, vücut üzerinde tedavi amaçlı tasarruflar yapılabileceği gibi, burun ameliyatı da yapılabilir. Nitekim Külab savaşında Arcefe b. Esad’ın (ra) burnu yaralanmış ve kesilmişti. Arcefe önce gümüşten bir burun edindi. Fakat bu koku yapınca Peygamber Efendimiz (asm) kendisine altından burun yaptırmasını emretti.1
***
Sara Soy rumuzlu okuyucumuz: “Benim sorum, bazı zikirlerin ve duâların belirli sayılarda çekilmesi gerektiği hakkında. Sünnette böyle bir şeyin yeri var mıdır? Rakamlar gerçekten önemli midir, dikkat edilmesi gerekir mi?”
Devletten hizmet almak isteyen birisi devlet kapısını ne kadar çok aşındırırsa, isteklerine o kadar çabuk ulaşır. Çünkü istekte yoğunlaşmak bizim istediğimiz şey hakkındaki samîmîyetimizi, o şeyi ne kadar şiddetle ve ciddiyetle istediğimizi gösterir. Duâ da böyledir. Bir duâyı ne kadar fazla yaparsak, ne kadar içten ve halisâne yaparsak, ne kadar gözümüzü isteklerimizde yoğunlaştırıp istersek, inşaallah o derece kabule şayan olur.
Meselâ, salât-ı tefriciye duâsının dört binden fazla okunması demek, bu duâda geçen isteklerimiz üzerinde şiddetle ve ciddiyetle yoğunlaşmamız demektir. Dört bin dört yüz kırk dört rakamı çokluktan kinaye olarak söylenmiştir.
Öte yandan beş vakit namazlardan sonra çektiğimiz tesbihlerin otuz üçer adet olması sünnettir. Peygamber Efendimiz (asm) bunu böyle yapmıştır. Bir hatırada Bediüzzaman Hazretleri, namaz tesbihlerindeki bu otuz üç rakamının bir ‘şifre’ olduğunu söyler. Şifreyi ise elbette ki doğru uygulamak gerekir.
***
Leyla Asil: “19 Temmuz 2006’da sezaryenle bir oğlumuz oldu. Erken doğum olarak ve 3 gün kuvözde yaşadı ancak bebeğimizi kaybettik. Bebeğim nerdedir, Müslüman mı sayılır? Ölen bu kadar küçük bebeklere ne olur? Daha büyük çocuklar için cevaplarınız var ama kulağına ezan okunmamış, 3 gün kuvözde yaşamış, cenaze namazı kılınarak defnedilmiş bebeğimle ilgili merak ediyorum.”
Allah sizi evlâdınıza Cennette kavuştursun. Ve sizi ebediyen evlât sevme ve okşama zevki ile taltif eylesin. Âmin. Ölen çocuklar Cennete gidiyorlar. Çocukların vefatlarında azap değil, şefkat hâkim; gazap değil, merhamet hâkim; korku değil, ümit söz konusu; insafsız bir emir değil, acıyan bir elin izleri görünmektedir. Çünkü onlar düpedüz Allah’ın rahmetine ve Cennetine uçmaktadırlar. Öyle ki, kendileri Allah’ın rahmet dairesine girmekle beraber, anne ve babalarının da kurtulmalarına şefaatçi olabileceklerini Allah’ın Peygamberi (asm) bildirmektedir. Peygamber Efendimiz (asm) buyururlar ki: “Düşük çocuklarınıza isim veriniz. Çünkü onlar âhirette sizin için yüksek dereceler hazırlamak üzere öncülerinizdir.”2 Çocuğunuza eğer isim vermemişseniz, geç de olsa, gıyaben de olsa isim veriniz. Onu ahirette adı olacak bir isimle yâd ediniz.
Kazaya rıza ve kadere teslim olmanın İslâmiyet’in bir şiârı olduğunu beyan eden ve çocuğu vefât eden Hâfız Hâlid Ağabey için Allah’tan sabr-ı cemîl dileyen Bedîüzzaman Hazretleri, ölen çocukların bir âhiret azığı ve şefaatçi hükmünde olduğunu kaydeder.
Kur’ân “ebediyet çocukları”3 kavramı ile ölen çocukların Cennette olduklarını müjdeliyor. Bedîüzzaman Hazretlerine göre Kur’ân-ı Hakîm’deki, “Ebediyet çocukları” kavramının mânâsı ve sırrı şudur: Mü’minlerin ergenlik döneminden önce vefât eden çocukları Cennette ebedî, sevimli ve Cennete lâyık bir sûrette dâimî çocuk kalacaklar ve Cennete giden anne ve babalarının kucaklarında ebedî sevinç kaynağı olacaklardır. Böylece anne ve babalarına çocuk sevmek ve evlât okşamak gibi en latîf bir zevki ebediyen kazandıracaklardır. Nitekim her lezzetli şey ve mü’minin her isteği Cennette vardır. Cennetin tenâsül yeri olmadığından çocuk okşama ve çocuk muhabbeti olmadığını zannedenler yanılmaktadırlar. Dünyada on senelik kısa bir zamanda elemle karışık evlât sevmeye ve okşamaya bedel, âhirette elemsiz, kedersiz, milyonlar sene ebedî evlât sevmeyi ve okşamayı kazanmak mü’minlerin en büyük bir saadet kaynağı olacaktır. Kur’ân, “ebediyet çocukları” cümlesiyle bu hakikate işaret ediyor ve müjde veriyor.
Dipnotlar:
1- Nesaî, Ziynet, 41; 3- Câmiü’s-Sağîr, 3/2356; 3- Vâkıa Sûresi, 56/17
24.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Tuhaflıklar |
|
Cumhurbaşkanı Sezer 10 Kasım mesajında “Atatürk’e göre laiklik adam olmak demektir” diyor. On gün sonra ise bir akademisyen “Atatürk’e ‘bu adam’ dedi” diye her koldan linç girişimlerine maruz kalıyor.
Linç kampanyasını tetikleyen güruhun İzmir ayağında “Burası İzmir, burada kimse böyle konuşamaz” diye tafra atılırken, şehrin imajını da zedeleyen bu yobazlığa karşı “demokrat İzmirliler”den ses sadâ çıkmaması ayrı bir anormallik.
Misafirine sahip çıkma erdemini dahi gösteremeyen AKP İzmir İl Teşkilâtının bu ayıbı karşısında Genel Merkezin ısrarla “üç maymunlar”ı oynamaya devam etmesi de.
Aynı şekilde, “Konuşması tüm üniversitede infial uyandırdı” diyerek Atilla Yayla’ya ders yasağı koyan Gazi Üniversitesi Rektörünün iddiasına karşı üniversite camiasının, hiç değilse Voltaire’in “Fikrinize karşıyım, ama onu ifade etme hakkınızı sonuna kadar savunacağım” sözündeki ilkeli duruşa uygun bir tavır ortaya koyması gerekir ve beklenirken...
Maalesef şu âna kadar bu yönde bir işaret görebilmiş değiliz.
Peki, Türkiye bu suskunlukla mı demokrasisini geliştirecek; hak ve özgürlüklerini savunacak?
Neyse ki, işin medya cenahında nisbeten bir karşı ağırlık ve denge oluşmaya başladığını görmekteyiz. Atilla Yayla’nın maruz bırakıldığı linç muamelesini de, buna karşı iktidar partisinin tavrını da eleştiren ve ifade özgürlüğüne sahip çıkan yorumlar, henüz yeterli seviyede olduğunu söyleyemesek dahi, bu istikamette ümit verici bir gelişmenin habercileri.
Temennî edelim ki, bu demokrat tavır gelişerek kökleşsin ve toplumun bütün kesimlerine nüfuz ederek Türkiye’nin önünü açsın.
***
Kemalizm kriziyle eşzamanlı olarak gündeme gelen çok tuhaf bir tartışma daha yaşanıyor.
10 Kasım’da ve takip eden günlerde gazetelere verdiği tam sayfa ilânlarla dikkatleri çeken Erke adlı esrarengiz oluşumun, “Bilimsel düşüncenin gücü” sloganıyla merakları tahrik ettikten sonra, emekli bir paşanın ağzından ve çoğu 28 Şubat sürecinde görev yapmış emekli paşaların huzurunda “asrın buluşu” olarak duyurduğu, ama detaylarını sır gibi sakladığı “Erke dönergeci” herkesin dilinde.
Benzin, su gibi bilinen hiçbir enerji kaynağını kullanmadan, daha önce hiç duyulmamış “atalet enerjisi”yle çalıştığı belirtilen makina, 2007’de piyasaya sürülecekmiş. Ama ne olduğunu ne anlatan var, ne anlayan. Bu yüzden, tarif çabalarında “Con Ahmet’in devridaim makinası,” “Prof. Zihni Sinir’in yeni procesi,” “Emişli Memiş” gibi sıfatlar kullanılıyor.
“Bilimsel düşüncenin gücü” diyerek gerçekleştirilen toplantıya hiçbir bilim adamının çağrılmamış olması ise “Buluşumuzu tartışmaya açma gibi bir niyetimiz yok” sözüyle izah ediliyor.
Çağırmamakla da isabet ettikleri görülüyor. Çünkü bilim adamları sözü edilen proje için, “bilinen fizik ve termodinamik kanunlarına aykırı” derken, evvelce bu çeşit projelerle patent alma ve vurgun yapıp kaybolma örneklerinin çokça görüldüğünü söylüyorlar.
Bunları çağırıp başına iş almaya ne gerek var ki? Nasıl olsa proje TSK’nın bilgisi dahilinde!
24.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Sanal demokratlar |
|
Özal’la birlikte gündemimize girdi Davos toplantıları.
Liberal ekonominin yükseliş dönemiydi.
Paranın ve malların serbest dolaşımı, kapalı ekonomi ile yönetilen Türkiye için anlaşılması zor bir işti.
İşte o dönemde zihniyet değişikliğini sıkça işledi.
“Biz transformasyon yaptık” sözleri o günün eseriydi.
Ve dün Davos Türkiye’de toplandı. Dünyaca büyük 500 şirketin sahip ve yöneticilerinin katılımıyla.
Ancak Türkiye bu duyguyu yeterince yaşayamadı.
Gazeteci Hadi Uluengin, Orhan Pamuk’a Nobel Edebiyat Ödülünü aldığında ne hissettiğini sormuş: “Tabiî çok sevindim. Ama üzerimdeki yük yüzünden tadını çıkaramadım. Hani trafik kazasına uğramış kişiler derler ya, ‘Her yanım kanıyor, ama acıyı hissetmiyorum’ diye. Ben de sevinci hissetmiyordum” cevabını vermiş.
Her yanı kanadığından acıyı hissetmeyen bir beden mi yoksa, başarıya düşman bir kültürün etkisinden midir bilinmez, biz bu anları ıskalıyoruz.
Matem kültürünün çok ağır yaşandığı bir kültürden gelmemizden dolayı mı yoksa, her şeyi tenkit etme üzerine kurulu bir zihniyetten midir bilemem, ama mutluluğu da acıyı da sanal olarak yaşadığımızı düşünüyorum çoğu zaman.
Bu anları yaşamak, özgüveni ve geleceğe olan inancı güçlendiriyor. Pembe tablolardan nefret ettiğim kadar, “battık-bittik edebiyatı”na da isyan ediyorum.
İnsanlarımızın direncini, başarmaya olan inancını kırıyor bu tür yaklaşımlar.
Başarıları sindire sindire yaşamak, yeni başarılara olan hevesi körüklüyor.
Bu yüzden birçok duygumuz güdük kalıyor, neyi isteyip, neyi istemediğimizi de çoğu zaman bilemiyoruz.
Bu yüzden kimi zaman çok derin şaşkınlık yaşıyoruz.
Nasıl yaşamayız. Bir örnek olay aktaracağım.
AB’nin 301. madde konusundaki ısrarları üzerine 11 sivil toplum kuruluşu, Başbakan Erdoğan’ı ziyaret ederek, 301’in değiştirilmesini talep etti. Erdoğan’da, “Bir öneri getirin” dedi.
Özgürlükler konusundaki, samimiyet testi de zaten bu görüşmeden sonra başladı.
Bu kuruluşlar önce uzmanlar düzeyinde, ardından da başkanlar seviyesinde bir araya geldiler.
Görüşmelerde madde üzerinde bir değişiklik metni ortaya konulamadı. Ancak umutlar kaybedilmedi, ama bu işin zorluğu da görüldü.
301. maddenin giriş bendinde yer alan, “Türk” ibaresini, “Türk milleti” olarak değiştirme teklifi, TOBB ve TÜRK-İŞ gibi bazı kuruluşların sert muhalefetiyle karşılaştı.
Uygulamaya yönelik üçüncü ve dördüncü fıkrada hakimlerin takdir hakkını kısıtlayacak bir metin oluşturulması teklifi ağırlık kazandı. Ancak onun üzerinde de bir uzlaşmaya varılamadı.
Girişime destek veren sivil toplum örgütlerinden bazıları, “Anlaşma olmuyorsa, değişiklik yapmak şart değil” gibi bir noktaya kadar gerilediler. Bu arada 301. madde konusunda dâvâ açıp açmama yetkisinin Adalet Bakanına tanınması ya da ceza miktarlarının azaltılması gibi teklifler de ciddî olarak tartışılmadı değil.
Bu noktada umutlu olduklarını belirtseler de sivil toplum örgütlerinin birkaç gün içinde bir araya gelip, bir metin oluşturmaları mümkün değil.
Peki bunlar Başbakan Erdoğan’ı bu amaç için ziyaret etmemişler miydi?
Bir de Orhan Pamuk, Hrant Dink ya da Elif Şafak olunca ortalığı yıkanların üniversitede derslere girme hakkı elinden alınan Prof. Dr. Atilla Yayla konusunda, suskun kalmaları dikkatinizi çekiyor mu?
Orhan Pamuk’u yargılayan 301. madde ile, Faruk Çakır’ı yargılayan 301. madde farklı mı?
Yolsuzluk yaptığı iddiasıyla hakkında dâvâ açılan ve delilleri karatma ihtimali üzerine tutuklanan Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Yücel Aşkın hakkında özgürlüklerin manifestosunu yeniden yazanlar, Yayla konusunda neden iki satır kalem oynatmıyorlar?
Özgürlüklerin sınırı Atatürk’ü Koruma Kanununa kadar mı? Demokrasiyi savunmanın alanı asker işin içine girdiği anda bitiyor mu bu ülkede?
Artık sanal duygulara bir son vermenin zamanı gelmedi mi?
24.11.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|