|
|
Neden bir asır “yüz” yıldır? Neden 112 yıl değildir ya da 97 yıl?
Neden bütün istatistikçiler ve istatikseverler, her şeyi “yüzde”ye vurarak “yüz”ümüze vururlar? Yüz kişiden kaçının fakir, kaçının cahil, kaçının üniversite mezunu, kaçının otomobil ve ev sahibi olduğu neden bu kadar önemlidir?
Neden yer”yüz”ü demişizdir, dünyanın yaşadığımız yerine? Neden bir “havayüzü” yoktur, bir “denizyüzü” mesela?
Neden hayatta hep başkasının “yüz”üne bakamamaktan korkarak bazı şeylerden kaçınırız? Başkasının “yüz”üne bakamamak, “yüz” yıl bile yaşamadığımız şu yer”yüz”ünde bu kadar önemli midir? Hem “yüz” yıl sonra, onlardan “yüz”de kaçı hatırlayacaktır bizi ve “yüz”üne bakmaktan korktuğumuz “suç”umuzu?
Başkasının “yüz”üne bakmak bu kadar önemli olduğu için midir, her sabah “yüz”ümüzü yıkamak? Yoksa önceki gün maskelerden kirlenen yüzümüz yeni maske tutmadığı için midir bu temizlik? Belki –biz yağmur yağıyor diye şükretsek de- birileri “yüz”ümüze tükürdüğü içindir, onu suyla böyle haşır neşir etmemiz. Ya da şöyle diyelim: Birileri bizden “yüz” isteyecektir, kirli bir yüz vermek istemeyiz. Aslında “yüz” vermek de risklidir, çünkü karşı taraf astar talebinde bulunabilir. Ama sanki, astardır bütün derdimiz, astar istemediği sürece herkese “yüz” verebiliriz.
Ancak düşerken fark ederiz o “bin” parçayı yüzümüzden. Topu topu “yüz”dür bizim yüzümüz, “bin” parçayı nasıl taşımıştır? Hem bin parça düşen “yüz”dür de, neden “beş” karış olan “surat”tır. “Yüz”ümüze “yüz”den daha düşük bir rakamı layık göremez miyiz? Oysa astar istemediği sürece- herkese verebileceğimiz ve herkesin “yüz”üne bakabildiği sürece her şeyi yapabileceğimiz bir “yüz”ümüz vardır.
Neden bazı suçlar “yüz”kızartıcı sayılır? Kızaran “yüz” suçu işleyenin mi, diğerlerinin yüzü müdür? Yoksa öyle bir suçtur ki yer”yüz”ü kızarır. Ya da öyle bir suçtur ki, “yüz” yıl süren “asır” utanır? Neden suçun kızardığı bölge bu kadar önemlidir? Mesela vicdan sızlatan suçlar neden yoktur? Acaba kimin vicdanının sızladığını bilemediğimiz ama yüzü kızaranı anında tespit edebildiğimiz için midir bu tercih? Peki bu durumda “yüz”süzleri ne yapacağız? Astardan vazgeçerek bile olsa yüz isteyemeyeceğimiz, asla “bin” parça düşmeyen ve başka yüzlere bakmaktan çekinmeyen o “yüz”süzleri neyle cezalandıracağız?
Bugün de köşemizin yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik.
Daha derine dalabilirdik, ama şimdilik sadece “yüz”eysel geçtik.
19.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
İadeli nişan |
|
YÖK Başkanı Erdoğan Teziç, Fransa’nın verdiği “onur” ödülünü iade etmiş.
Eski “Hariciyeci” Kâmran İnan da “nişan”ı iade edenlerden.
Yarın bir gün başka ülkeye kızdık diyelim.
Ne olacak? Hoop, “nişan”lar iade mi?
Mesela, İtalya şimdilerde “nişan” dağıtıyor.
Sunucu, söz yazarı Sezen Cumhur Önal’ın da aralarında bulunduğu 6 kişiye, İtalya ‘Ordine della Stella della Solidarieta’ nişanı ve ‘Cavalier’ ünvanı verdi.
Hem de, İtalyan Kültür Merkezinde düzenlenen törende...
İtalya’nın İstanbul Başkonsolosu Massimo Rustico, İtalya Cumhurbaşkanı Giorgio Napolitano ve Başbakan Romano Prodi’nin elinden, Önal’ın yanısıra, yazar Erol Kemal Mahsuni, sinema uzmanı Qıavanni Scogna Millo, gazeteci aynı zamanda haber sunucusu Korcan Karar bu ödüle layık görülmüş.
Atv’nin sunucusu Korcan Karar bu ödüle niye layık görüldü diye merak ettim. “Co-anchorman”lıktan dolayı mı? Malûm, Ali Kırca’nın boşluğunu doldurmaya çalışıyor da...
Törende konuşan İtalya’nın İstanbul Başkonsolosu Massimo Rustico; “Her biri kendi alanında uzmanlaşmış bu kişiler, İtalya-Türkiye ilişkilerinin derinleşmesinde etkili oldular” diyor.
SORUŞTURMACI GAZETECİ
Soruşturmacı Gazeteci, “bozuk gıda uzmanı” Uğur Dündar, önceki gün Başbakan R. Tayyip Erdoğan’la ekran söyleşisi yaptı Dolmabahçe Sarayında... (CNN Türk)
Dündar’da ilk dikkatimi çeken yüzündeki ifade... Çünkü, seçim öncesi, AKP’nin yeni doğduğu dönemlerde Erdoğan’la söyleşi yaparkenki yüz ifadesiyle, şimdikinin arasında korkunç fark var.
O dönemki yüz ifadesi, saldırgan, tedirgin, gergin...
Şimdi: Yaşlı olmasına rağmen, zoraki gülümseyen, kelimeleri özenle seçen... Yüzündeki ifadeyi program sonuna kadar düşürmeyen bir “soruşturmacı gazeteci.”
Hatta, Başbakan’a soru sormuyor, “pas” veriyor.
Bir gazeteci veya programcı “çizgisini” muhafaza etmeli. Her devirde ve her halükârda bir “duruş”u olmalı. Değil mi ama?
*
ESKİYE ÖZLEM
Eski şarkıcılardan Pınar Eliçe, bir programda konuşuyor:
“İddialı işler yapıyordum, magazin gündemindeydim... Hep diyordum, bir gün sevdiğim insanla evlenip, iş hayatıma son vereceğim.” (Emel’ce, TGRT)
Eliçe daha önce katıldığı programlarda “evliliği kutsal gördüğünü” söylüyordu (atv).
Ama sanki fikri değişmiş gibi: “Ben hep fedakârlık yaptım. Bütün yükü çektim. Evlilik gerçekten zor bir iş, kadının sırtında yürüyen bir iş.”
Sonra niyetini açıkça söylüyor ve ekliyor: “Şarkıcılığı özledim, şarkı söylemeyi özledim.”
Hoppala!
Bazılarına rahat mı batıyor ne?
Şöhret mikrobunu bir türlü yenemiyor.
19.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
301. dert, hepimizin derdi |
|
Ağır aksak da olsa devam ettiğimiz AB yolunda, ciddî engellerden birinin de Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesi olduğu Türkiye’yi ‘idare’ edenlerce de kabul ve ifade ediliyor. 4 alt maddeden meydana gelen ve herkesin dilinde olan TCK 301. maddeyi bir hatırlayalım: “MADDE 301. - (1) Türklüğü, Cumhuriyeti veya Türkiye Büyük Millet Meclisini alenen aşağılayan kişi, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. (2) Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetini, Devletin yargı organlarını, askerî veya emniyet teşkilatını alenen aşağılayan kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. (3) Türklüğü aşağılamanın yabancı bir ülkede bir Türk vatandaşı tarafından işlenmesi hâlinde, verilecek ceza üçte bir oranında artırılır. (4) Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz.” (http://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/k5237.html)
Tabiî ki Türkiye’nin derdi sadece 301. madde değil. Değil, ama hadise Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in beyanı kadar da basit değil. Çiçek bir beyanında, “Size samimi olarak söyleyeyim, şu an 301. maddeyi doğru dürüst okuyan bile yok. Yorum yapanların önemli bir kısmı bile 301. maddeyi okumamıştır. 301’i kapı numarası sananlar var” demişti. (http://www.sabah.com.tr/2006/09/24/ siy113.html)
Çiçek’in bu yaklaşımı belki güzel ‘espri’ydi, ama 301’i bilenler açısından şık değildi. Tamam, her konuda olduğu gibi bu konuda da ‘bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlar’ da olabilir. Ama Türkiye’yi ‘idare edenler’den beklenen, uzmanların ikâzlarına kulak verilmesiydi. Avrupa Birliği ile ilgili hemen her toplantıda bu konu ‘yetkililerimiz’in önüne gelmiyor mu?
Şunu da gözardı etmememiz lâzım: Bu ve benzeri maddelerin değişmesini, Türkiye’nin menfaatleri açısından istemek lâzım. Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi, 6 Ekim 2006’da yaptığı bir basın toplantısında 301 benzeri ‘uykuda olan maddeler’i sıralamıştı ki, arzu edenler ilgili siteye (http://www.basinkonseyi.org.tr) bakabilir.
Türkiye, demokrasi ve hürriyet yolundaki yürüyüşünde kendisine engel olan bu maddelerden kurtulmalıdır. Tabiî ‘kökten çözüm’ bu maddelere kaynaklık eden 1980 ihtilal anayasasının değiştirilmesidir. AB yolunda ilerleyen ülkemizin, hâlâ ‘ihtilal anayasası’ ile idare ediliyor olması ‘yanlış’ olarak yeter de artar bile.
Adalet Bakanı, fikir beyan edenleri eleştirip; “301’i bilmeden konuşuyorlar” anlamında beyanlar veriyor. Ama asıl ‘eksik bilgi’leri olanlar başkası. Taha Akyol, Dışışleri Bakanı ile yaptığı sohbeti aktarırken şöyle demiş: “Türkiye için diğer sıkıntılı bir konu 301. madde... Uçaktaki sohbetimizde Abdullah Gül’ün söyledikleri: -Türkiye hür ve demokratik bir ülkedir, herkes özgürce konuşuyor, yazıyor. 301. maddeden açılan davaların hepsi beraatle sonuçlandı, yargı sürecinde bir tek dâvâ var.” (Milliyet, 17 Ekim 2006)
Eğer eksik bir bilgi aktarılmadıysa, Gül’ün beyanı tek kelimeyle skandaldır. Çünkü 301. madde ile ilgili olarak yargı sürecinde devam eden “bir tek” değil, onlarca dâvâ var. Mesela, Evrensel gazetesi yazar ve yöneticileri hakkında da açılan 4 dâvâ olduğu gazetede yer aldı. (Günlük Evrensel, 12 Ekim 2006) Demek ki, 301. maddeden açılan ‘bir tek dâvâ var’ açıklaması doğru değil.
301 ya da benzeri maddelerden kurtulmamız, “birimizin derdi, hepimizin derdi” anlayışıyla mümkündür ve bu yaklaşıma hepimizin ihtiyacı var. “Onun dâvâsı, bunun dâvâsı” diyerek özgürlüklere getirilen sınırlamaları görmezsek, zararı hepimize dokunur.
Doğru, 301 ‘kapı numarası’ değil, “Türkiye’nin dertleri” sıralamasında birinci sıradadır!
19.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
“Soykırım”a karşı |
|
Açıkça görünen o ki, soykırım iddiaları bundan sonra da başımızı ağrıtmaya devam edecek. Şu anda Ermeniler üzerinden yürütülen kampanyayı, Süryaniler, Rumlar ve diğer azınlıklarla yayma çabaları da var.
Bu vaziyette ve bu gidişle, yarın başka azınlıkların da işe dahil edilmesi sürpriz olmaz.
Bunun altında, tarihten gelen bir nefret, kin ve intikam duygusuyla Türkiye’ye yönelen husumetlerin yattığı son derece aşikâr.
Ancak Türkiye’yi yöneten zihniyetin, en hafif tabirle “akıl tutulması” olarak nitelenebilecek tavrının, bu husumetlerle sürdürülen amansız taarruzlar karşısında “yumuşak karnımızı” oluşturduğu da bir başka vâkıa.
Zira bu zihniyet herşeyden önce, iddia konusu hadiselerin kendi içimizde serbestçe araştırılıp tartışılmasına engel oluyor.
Böyle olunca da zihinlerde, “Acaba gizlenip örtbas edilmek istenen birşeyler mi var?” kuşkusu doğuyor.
Oysa tarihî gerçekler olduğu gibi kabul edilip, hatalar olduysa—ki olmuştur—sahiplerine rücu edilerek ortaya konulsa, dürüst ve samimî davranılmış ve kasıtlı saldırıların peşinen önü kesilmiş olur.
Ama şimdiki durumda, bütün bir millet “İttihadcıların bozuk kısmı” tarafından gerçekleştirilen cinayetleri savunmaya zorlanıyor.
Fanatik Ermenilerin yaptığı Müslüman katliamlarını nazarlara vererek “Ermeni soykırımı” iddialarını püskürtme gayretleri ise yine bu gayri samimî tavır yüzünden neticesiz kalıyor.
Kaldı ki, bu yöndeki söylemlerin, asıl ulaştırılması gereken dünya kamuoyu ve ilgili dış mahfillere duyurulması noktasındaki noksanlık ve beceriksizlikler de işin ayrı bir ciheti.
Dışarıya duyurup kabul ettiremedikten sonra “Ermeni mezalimi”ni kendi kendimize hatırlatıp durmak bize ne fayda getirebilir ki?
Bunları dünyaya da anlatabiliyor muyuz?
Öte yandan, işin o cihetini bir “kan dâvâsı” mantığıyla ortaya sürmenin de anlamı yok.
Bu konu yalnızca genellemeci “Türkler Ermenilere soykırım yaptı” iftiralarını çürütme ve bazı fanatik Ermenilerin Müslümanlara çok daha fazlasını yaptığı gerçeğine dikkatleri çekme bağlamında gündeme getirilmeli.
Ve Ermeni soykırımı iddialarının arkasından geleceği söylenen tazminat taleplerine karşı, “Eğer tazminat ödenmesi gerekiyorsa bu iş karşılıklıdır ve sadece Van’daki Müslüman kıyımı ve maddî hasarın yekûnu sizi borçlu çıkarır” diyebilmek için el altında tutulmalı.
Yapılabilecek ve yapılması gereken şeylerden biri de, soykırım iddialarına karşı, bunları tasvip etmeyen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Ermenilerden yararlanmak. Meselâ Hrant Dink gibi isimleri adliye koridorlarında süründürmek yerine böyle bir misyonla dünya kamuoyunun ve medyasının önüne çıkarmak.
Ve bir başka nokta, tam da mukatele ve tehcir ortamının oluşmaya başladığı bir dönemde “Şu milletin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vâbestedir” diyen ve Birinci Dünya Harbinde cephede savaşırken Ermenilerin yaşlı, kadın ve çocuklarına dokundurmayan Bediüzzaman’ın mesajlarının içeride ve dışarıda kitlelere mal edilmesi.
19.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Balyozlu koruma |
|
Henüz Meclise adım attığımızda geldi, “Başbakan hastaneye kaldırılmış” haberi.
Tabiî bu haberle birlikte bir anda binlerce soru üşüştü. Ve saat 11.25’te başlayıp akşam 20.30’a kadar süren gerilim dolu bir gün yaşandı.
İlk anlarında şok, şaşkınlık ve paniğin hakim olduğu, zaman geçtikçe, şokun yerini endişelerin aldığı bir gündü.
Bir yanda Başbakanın bir insan olarak sağlığı, diğer tarafta Başbakanın sağlığına endeksli olarak ülkenin gidişatı. Yığınlarca soru, yığınlarca kaygı...
Neyse ki Başbakan bir gece bile hastanede yatmadan, sağlığına kavuşup evine dönebildi.
Ecevit’in sağlık durumuyla ilgili gelişmeler henüz belleklerinde tazeliğini korurken, Başbakanın hastaneye kaldırıldığı haberi gelince, en kötü ihtimalden başlayarak, Cumhurbaşkanlığı seçiminden piyasalara kadar her şey bir çırpıda gözümüzün önünde resmi geçit yaptı.
Başbakanın hastaneye kaldırıldığı haberini alınca Güven Hastanesine koştuk. Bakanlar, AK Parti milletvekilleri akın akın hastaneye geliyorlardı. Ancak hiç kimsenin Erdoğan’la görüşmesine izin verilmiyordu. Kalp krizinden şüphe edildiği için, ilk olarak kalp grafileri çekilmiş, bir dizi testten geçirilmişti. Bir yandan da tahliller yapılıyordu. Kısa bir süre içerisinde aşırı yorgunluk ve oruca bağlı olarak vücutta şeker düşmesi tespit edilmişti.
Hayatî bir durum yoktu.
Başbakanın ev sahibi olan ve o sırada konvoyda bulunan Ankara Milletvekili Faruk Koca, “Meclis kavşağında Başbakan şoföre yavaşla demiş, o sırada başı düşmüş. Hemen konvoydan kopup buraya geldik. Tam 3 dakika sürdü” diye anlatıyordu olay anını.
Erdoğan getirildiği sırada Güven Hastanesi’nde olan Turizm eski Bakanlarından İrfan Gürpınar ise, “Önce bir siren sesi ve müthiş bir gürültü duyduk. Başbakanın aracını görünce kalp krizi geçirdi diye düşündük. Öndeki koruma fırladı kapıyı açmaya çalıştı, ama açamadı. Otomotik kapı kilitlenmişti” diye anlatıyordu.
O sırada hastanede bulunan hasta yakınları ise, “Tam filmlerde gördüğümüz gibi” diye söze başlayıp, Başbakanın aracının kapısı açılmayınca, yandaki inşaattan balyoz getirildiğini, balyozun zırhlı camı kıramaması üzerine, inşaattan alınan keski ve demir kesme makası ile camdan delik açıldığını anlatıyorlardı. Camdan açılan küçük delikten elini sokan şoför kilitlenen kapıyı açıp, başbakanı çıkarmıştı. Peki o sırada Erdoğan ne durumdaymış. Şokta ve baygın.
Ancak kardiyoloji servisine alındığında, doktorun sorularına cevap verebilmiş. Doktoru bu durumu, zihninde yarı bulanıklık olarak tarif etti.
16 Nisan 1995’ti.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı yürüme bandında kalp krizi geçirip, yere yığıldı.
Özal’ın yardımına eşi Semra Hanım koştu. O andan itibaren Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı’nı yaşatmak için zamana karşı yarış başladı. Ambulans çağrılırken, Özal’ın kollarına giren korumalar Cumhurbaşkanını ayakları yerde sürüyerek araca bindirdiler. Araç hareket etti, önce hangi hastaneye götürüleceği konusunda bir tereddüt yaşandı, sonra Hacettepe Hastanesi’nde karar kılındı. Hızla Hacettepe’ye doğru yol alındı. Hastaneye varıldığında, yine kollarından tutularak indirildi. Özal’ın kalp krizi geçirdiği anla hastaneye ulaştırılması arasında 20 dakikalık bir süre geçtiği için, Cumhurbaşkanı kurtarılamadı. Ondan sonra Çankaya Köşkünde bir ambulans hazır olarak bekletilmeye ve Cumhurbaşkanı’nın konvoyunda bulundurulmaya başlandı.
Zaman zaman Erdoğan’ın konvoyunda da ambulans oluyordu, ama bu kez yoktu.
Fakat asıl sorun bu da değildi. Başbakan eğer kalp krizi geçiriyor olsaydı, otomatik olarak kapıları kilitlenen Mercedeste hayatını kaybedebilirdi.
Tam Türkiye’ye özgü bir olay yaşandı.
“Koruma bir gün için lâzımdır. Ya öldürür, ya kurtarır” derler. Profesyonellik bu tür panik anlarında kendini gösterir. Başbakanın makam aracını kullanan şoförün, Başbakanın yakın korumasının aynı anda kapılar kapatıldığı zaman aracın kendini otomatik olarak kilitleyeceğini bilmesi ve bunun eğitimini alması gerekir.
Kilitlenme durumunda ise, ardı korumalarda mutlaka ikinci anahtar bulunmalı. Sanki Dikimevi-Bahçeli hattında dolmuş kullanıyorlar.
Bir panik, bir telâş, bu tür kriz anlarında saniyelerin kıymeti sayılırken, 10 dakika balyozla, keski ile kırılan camdan baygın haldeki Başbakanı kurtarmalar....
Allah korusun bir suikast anı olsa ne yaparlardı?
Abdullah Gül başbakan olduğunda bir manzaraya tanıklık etmiştik. Gül’ün makam odasının hemen yanında küçük bir oda vardı. Özel kalemin tam karşısındaydı. Heyetimiz Gül’le görüşmeyi beklerken bizi oraya aldılar. Daha sonra oranın bir önceki Başbakan Bülent Ecevit’in dinlenme odası olduğu ve istirahatı için bir yatağın bulunduğunu öğrendim.
Yataktan idare edilen Türkiye’nin ne olduğunu gördük.
Erdoğan olayında hem insanî duygularımız, hem de yataktan idare edilen Türkiye korkusu hakim oldu. Korkulan olmadı, başbakanlık ekibine rağmen Allah’a şükür ki, Erdoğan rahatsızlığı atlattı.
Ancak bu olay, yakın koruma konusunda alacağımız ne kadar çok tedbir olduğunu bize öğretti.
Tabiî unutur gitmezsek…
19.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
DYP için parola: “10 S” |
|
12 Eylül darbesinden bu yana 26 yıl geçti. O gün bu gündür merkez sağ kendi mecrasına oturamadı. Adalet Partisi’nin 12 Mart 1971 muhtırasından sonra 12 Eylül 1980 ihtilaline iktidar iken maruz kalması, sonrasında darbecilerin alternatif aradıklarının bir göstergesiydi.
Nitekim hep öyle olmuştur. 27 Mayıs 1960 darbesi ile al-aşağı edilen Demokrat Parti’nin akabinde kurulan Yeni Türkiye Partisi ile Ekrem Alican öne çıkarılmış ancak tutmamıştır. Adalet Partisi ipi göğüslemiş ve misyonu üstlenmiştir.
12 Mart muhtırasıyla hükümet istifa etmiş ancak parlamento açık tutularak dönemin muhtıracı komutanlarından Muhsin Batur’un dayatmalarına rağmen Cumhurbaşkanı olma hevesi kursağında bırakılmıştır.
Sivil siyasetin parlamentoda gösterdiği birlik, 1973’teki Cumhurbaşkanlığı seçiminde askeri muhtıraya karşı ortak tepkiye dönüşmüştür.
12 Eylül’de yaşanan askeri darbe ise, öncekilere nazaran en uzun süreli etki bırakan ve sivil siyaseti, askeri vesayeti ile birlikte sürdüren bir yapı ortaya çıkarmıştır. Misyon partileri mağdur edilmiş, merkez sağ ve sol bölünmüş, 1983 seçimlerinde darbe yanlısı MDP öne çıkarılmış, AP çizgisinde yeni kurulan Büyük Türkiye Partisi kapatılıp seçime girmesinin önü kesilmiş, bunun sonucunda merkez sağın temsili görüntüsü ANAP’a kaymıştır. Böylece yeni bir temsil verildi sağ siyasete. Dört eğilimli, dört tabanlı ve dört başlı...
Büyük Türkiye Partisi’nin kapatılması üzerine misyonun devamı olarak DYP’nin fikrî inşası ve kuruluş planı, Demirel zorunlu ikamete götürülürken Zincirbozan yolunda sayın Necmettin Cevheri’nin mercedesinde konuşularak kuruldu.
Yasaklı bir siyasi hareketin kendi yolunda doğru mücadelesini simgeleyen bir isimle parti kuruldu. DYP, zorunlu ikamette her gün yürüdükleri yolun üstünde kendilerini hissettikleri doğru tavır ve doğru yolun beyinlerinde simgelediği ufkun niyetini taşıyan bir semboldü. İlk ambleminde, doğru yolda yürüyen bir insan vardı. Sonrasında misyon mensubiyetini AP’den alan “Kırat” tercihine geri dönüldü.
DYP 28 Şubat’a maruz kalırken yine iktidar ortağı olarak mağdur edildi. Daha önce de bir muhtıra ve iki darbe yaşamıştı. 12 Mart muhtırasından önce başlayan ve sonrasında merkez sağı bölen milliyetçi ve muhafazakâr tonu arttıran partiler ile yaşanan bölünmüşlük, AP’den ayrılan Demokratik Parti’nin gövdeden kopararak böldüğü ve merkezi zaafa uğrattığı süreçler ise ayrı bir tahlil konusudur. 1973 sonrası iktidarı sağ payandalı sola vermiştir.
Demokrat gelenek, dört defa demokratik olmayan askeri müdahalelerin boy hedefi olmasına rağmen, devlet millet kaynaşması ve sivilleşme sağduyusunu büyük bir olgunluk ve sabırla korudu.
Bazen fazla maslahatçı oldu. Devletin zaviyesinden bakma zafiyeti, milleti öne çıkarma hassasiyetini zaman zaman gölgeledi. Bir anlamda kritik geçişlerde fedakârlık yaptı. Ancak değişen toplum, artan beklentiler ve sivil siyasete duyulan özlem, demokratik söylemlerini daha net, kalıcı, cesur, farklı bir şekilde makul ve muteber kalarak seslendirmesini zorunlu kılıyordu. Bunu yapamayıp, sivil siyaseti etkileyen resmi söylemlere yanaştığı dönemlerde, kendi tabanının büyük desteğinden mahrum kalmış ve mutsuz tabanı istemeyerek de olsa kaymıştır.
1999 seçimlerindeki demokratik direncini, 2002 seçimine kadar geçen sürede tavsamış ve ağırlıklı olarak fazla suya sabuna dokunmayan ekonomi ağırlıklı bir etkisizliğe bırakmıştır. Halbuki daha önceki üç darbeden sonra, kendi iç dinamiklerine ve demokratik söylemlerine sahip çıkarak geri dönmesini bilmişti.
Şimdi yeniden dönmenin işaretlerini veriyor. 1993’ten beri yaşanan tepe yorumlarından ve merkezi atama gelen siyasetin vesayetinden kurtulma yolunda. Ağar’ın son çıkışı, sivil siyasetin geleneksel merkez söylemlerinin çıtasını yükseltmiştir.
Cesur çıkışını, sadece terör ve güneydoğu konusunda değil, düşünce özgürlüğü, AB, laiklik, demokratikleşme, şeffaf yönetim, yoksulluk ve yolsuzlukla ilgili görüşlerini birey odaklı bir perspektiften yapmaya devam etmelidir. Tartışmanın makul zeminini harekete geçirmeli ve ezberi bozmalıdır.
Sonradan eğmek, bükmek isteyen yakın ve uzak çevre etkilerini de göğüsleyerek sözlerinin arkasında durma dirayetini korumalıdır. Çünkü vatandaş merkez arıyor. Vatandaşı merkeze alan, merkezine oturtan, merkezde gören siyaset arıyor. Seçmen, taban hareketini tavana yansıtacak özgür birey, özgür beyin ve özgür lider arıyor.
Son söz “10 S parolası”: “Sivil Siyaset, Sözünde Sebat, Sempatik Samimiyet, Sürdürülebilir Strateji ve Seçmenle Seçim.”
19.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Kadir Gecesiyle gelen rahmet |
|
Bediüzzaman Hazretleri der ki: “Ramazan-ı Şerif bu fani dünyada, fani ömür içinde ve kısa bir hayatta bakî bir ömür ve uzun bir hayat-ı bakiyeyi tazammun eder, kazandırır. Evet, bir tek Ramazan, seksen sene bir ömür semerâtını kazandırabilir. Leyle-i Kadir ise, nass-ı Kur’ân ile, bin aydan daha hayırlı olduğu, bu sırra bir hüccet-i kâtıadır [kesin bir delildir].”1
Yeryüzünün, değer ve hürmetinden dolayı iğne atsan yere düşmez tarzda meleklerle dolup taştığı, Cebrail’in indiği; meleklerin ibadet, zikir, duâ, hayır ve mânevî kaynaşmaları sebebiyle inananları gıbta ve hayranlıkla seyrettikleri; selâmet, saadet ve rahmetin dört bir yanı kuşattığı; bağış, bağışlanma, afv ve lütfun bolca dağıtıldığı, Resûl-i Ekrem’in (asm) inanarak ve sevabını Allah’tan umarak bu geceyi ihyâ edenin geçmiş günahlarının bağışlanacağını müjdelediği2 bir gece Kadir Gecesi.
Kur’ân özellikleri sebebiyle bu gecenin şanını över: “Biz Kur’ân’ı Kadir Gecesinde indirdik. Kadir Gecesinin ne olduğunu bilir misin? Kadir Gecesi bin aydan hayırlıdır. Melekler ve Cebrail o gecede herbir iş için Rablerinin izniyle yeryüzüne inerler. Tan yeri ağarıncaya kadar o gecede selâmet vardır”3 buyurur.
Bir gecenin bin ayı içerisine alacak kadar ehemmiyette olması bu ümmete Allah’ın sırf bir ihsanıdır. Metrelerce boy ve tonlarca ağırlığındaki koca bir ağacı buğday tanesi kadar küçük çekirdekte özetleyen, romanlaşabilecek bir hayatı birkaç dakikalık rüyaya sığdıran, yıllar süren bir hayat şeridini mercimek büyüklüğündeki hafızada kaydeden Allah, Kadir Gecesine de bin ayı meyve verebilecek manevî bir özelliği yerleştirmiştir. Hikmeti gerektirmiş ve öyle yapmıştır. Yoksa kısa bir ömürde Cennet gibi ebedî bir ikramiyeye nasıl ulaşılabilecekti?
Bir defasında Resûl-i Ekreme (a.s.m.) İsrailoğullarından Şem’ûne’l-Gazî isimli bir yiğidin Allah yolunda yaptığı bin aylık cihadı gösterilmişti. Efendimiz (a.s.m.) bu durumu Sahabîlerine anlattığında, onlar, “Bizim yaptıklarımız onun yaptıkları yanında nedir ki?” kàbilinden kendi ibadetlerini azımsayınca, Cenâb-ı Hak, Kadir Sûresini indirdi. Bu gecenin bin aydan hayırlı olduğunu bildirmekle, bir gecede İsrailoğullu mücahidin kazandığı sevabın kazanılabileceği müjdesini verdi.4
Demek oluyor ki, âhirzamanda gelen ümmet-i Muhammed (asm) ömrü kısa olmasına rağmen eski ümmetlerin bin ayda ancak kazanabildikleri sevabı bir gecede kazanabiliyor. Yalnız bunun şartı, ihlas, sadakat ve samimiyetle Allah’a yönelmek, gerçek mânâda bir tövbe etmek, Allah yolunda olmaya azmetmek, geceyi Kur’ân, zikir, fikir ve ibadetle geçirmektir. Bu gecede okunan her Kur’ân harfine otuz bin sevap verilir. Kur’ân tefsirlerini okuyup mânâsını anlamaya çalışma ve ibadet etmenin kat kat sevabı vardır.
Kandilinizi tebrik eder, saadet-i dareyne nailiyetler dilerim.
Dipnotlar:
1. Mektûbât, s. 390.
2. Buharî, Sıyam: 71.
3. Kadir Sûresi: 1-5.
4. Hak Dini Kur’ân Dili, 9:4592.
19.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Tunus sokaklarında sömürge tortusu |
|
Tunus hükümetinin almış olduğu bir karara göre, tesettürlü hanımlar sokakta bile başı örtülü şekilde gezemeyecekmiş.
Ajanslara takılan Tunus kaynaklı bu haberde, başını örtenlere ayrıca "Bunun bir daha tekrarlanmayacağı" şeklinde bir de imza attırıldığı bilgisi yer alıyor.
Türkiye'de mâlum çevrelerin ağız suyunu akıtan bu haberin sıhhat derecesini ve meselenin detay kısmını henüz bilemiyoruz.
Ama, bildiğimiz birşey varsa, o da bu yöndeki bir uygulamanın günümüz dünyasında sanıldığı kadar kolay olmayacağıdır.
Bildiğimiz bir diğer nokta da şudur: Bu haberi pür iştahla yayınlayan kimi medya organları, böylesi bir gelişmenin Türkiye'de yaşanmasını istiyor.
Evet, bu yönde bir his var, heves var, arzu var. Bu kesin.
Ancak, bunu kim, nasıl yapacak? Başörtüsünü sokakta da yasaklayacak bir kararı hangi hükümet alabilir? Hangi siyasî parti bu tür bir uygulamaya taraftar olabilir? İktidara aday hangi parti, iktidara geldiğinde sokakta bile başörtüsünü yasaklayacağını söyleyebilir?
Geçmişte, bu yönde bir takım teşebbüsler oldu. Ancak, müdahale geri tepti. Bundan sonra da en geri tepeceğine hiç kimsenin şüphesi olmasın.
Türkiye, bütün arızalarına rağmen, İslâm ülkeleri içinde demokrasisi en iyi olan ülkedir. Yüz yıllık hürriyet ve demokrasi birikimi olan Türkiye gibi bir ülkede, hiçbir iktidar tesettür aleytarlığı yaparak ömrünü idame ettiremez.
Fas, Tunus, Cezayir gibi Mağrip ülkeleri, daha 1945'lere kadar sömürge durumundaydı. Sömürge sisteminden kurtuldular gerçi, ancak eski sömürge rejimlerin tortuları henüz temizlenebilmiş değil.
Dolayısıyla, Tunus sokaklarında uygulanmak istenen tesettür yasağı, aslında eski sömürge düzeninin uzantısından ibarettir.
Rejimin başında görünenler, gerçekte kendi halkının hissiyatına değil, sömürge geleneğinin günümüz taleplerine tercüman oluyor.
Burada Müslüman Tunus halkının talepleri, beklentileri, o halkın hür vicdanı söz konusu bile değil.
Halkın iradesini gölgeleyen başka iradeler hükmediyor, Tunus'ta.
Hiç şüphesiz, aynı durum Türkiye'de de sahnelenmek isteniyor.
Ancak, böyle bir şey, bu saatten sonra imkân ve ihtimal haricidir. Zira, geçmişte erkeklerin sakalları kesildi, sarıkları çıkartıldı, başlarına zorla serpuş giydirildi; ve fakat, kadınların kıyafeti noktasında herhangi bir kànunî müeyyide konulamadı.
Çarşafı zorla çıkarttırma hevesi ise, kursaklarda kalmaya mahkûm oldu. Aynı heves, bundan sonra da mahkûm kalmaya devam edecek.
Türkiye'de kadınları kimse zayıf ve çaresiz zannetmesin. Fena halde yanılırlar.
Günün Tarihi
Mehmet Akif'in moral konuşmaları
19 Ekim 1920: Büyük şâir Mehmet Akif, halka moral verici konuşmalarda bulunmak üzere, Ankara'daki Meclis'in kararıyla Kastamonu'ya gönderildi.
Kastamonu'ya gelen Akif, başta Nasrullah Camii olmak üzere, muhtelif camilerde Millî Mücadelenin ehemmiyetine dair vaazlarda bulundu. Aynı vaazlarında, Sevr'in kabul edilemeyeceğini ve gerekirse İtilâf devletlerine karşı Moskova hükümetiyle anlaşma yapılabileceği tezini savundu.
Bir buçuk ay boyunca Kastamonu'da kalan ve arada bir sahil kasabası İnebolu'ya da gidip gelen Akif, özellikle bu yöre halkının moral gücünü yüksek tutmaya çalıştı.
Millî Mücadelenin kazanılması için, İnebolu–Kastamonu hattı hayatî bir öneme sahipti. Başta İstanbul olmak üzere, muhtelif noktalardan Anadolu'ya yapılan silâh ve mühimmat sevkiyatı, o günlerde en çok bu güzergâh üzerinden yapılıyordu.
Bu sebeple de Kastamonu, son derece stratejik bir ehemmiyete sahipti.
M. Akif–Eşref Edib
buluşması
İstanbul fiilen işgal edildikten sonra, burada serbest neşriyat hizmeti alabildiğine zorlaştı.
Bu sebeple, sahip olduğu Sebilürreşad gazetesinin matbaa malzemesini toplayan Eşref Edip, kayınbiraderinin hakimlik yapmış olduğu Kastamonu'ya hicret etti.
Neşriyat hizmetini burada sürdürürken de, vesveseli valinin hışmına uğradı. Eşref Edib'i Ankara'ya şikâyet etti ve onu Sinop'a sürgün ettirdi.
Bu gelişmeden haberdar olan M. Akif ise, derhal harekete geeçerek eski dostu ve fikir arkadaşı olan Eşref Edib'in tekrar Kastamonu'ya iade edilmesini sağladı. Hemen ardından, kendisi de aynı şehre gelerek burada birlikte çalışmaya başladılar.
O tarihteki Sebilürreşad mecmuasının birkaç nüshası Kastamonu'da basıldı. Bu nüshalarda, Millî Mücadelenin ehemmiyetini vurgulayan yazılar ve bilhassa M. Akif'in Nasrullah Camiinde yaptığı konuşmalar yer alıyordu. (Bu vaazlar, aynı günlerde Anadolu'da çıkan pekçok mahalli gazete ve mecmuada da neşredilerek halka dağıtılır.)
Ankara hükümetinin takdirini kazanan buradaki faaliyetler sebebiyle, iki dost şahsiyet Ankara'ya davet edildiler.
İkisi de dâvete icabet ederek gittiler; ancak, zamanla (özellikle 1923'ten sonra) Ankara hükümeti ile uzlaşamayarak safdışı edildiler.
M. Akif, Kahire'ye hicret edip giderken, İstiklâl Mahkemesinde yargılanan Eşref Edip ise, Elazığ'da içinde her türlü haşeratın cirit attığı bir hapishaneye mahkûm olarak gönderildi.
19.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Raşit YÜCEL |
Öyle bir gece |
|
O öyle bir gece idi. Nice böyle geceler yaşandı.
Tıpkı bu geceler gibi idi.
Hür mü’min elini ve gönlünü sonuna kadar açmıştı.
Bekleme yok, reddetme yok, kabul etmeme yok, duymama yok, aşağılama yok.
Irkı ve siması hangi renkte olursa olsun seviliyor, sayılıyordu.
O gece idi.
“Ya Rab” denildiği an ciğerlerinden kopup gelen niyaz ve pişmanlık alâmetlerine gözyaşları karışıyordu.
Ateşin hararetini söndüren soğuk suya benziyordu.
Her gözyaşı Cehennem ateşinin korlarını söndürüyordu.
Asırlar bu gecede mü’minlere adeta bir can simidi olmuştu.
Yalvarış ve yakarışlar, semanın yedi katından Rahmet-i Rahman’a ulaşmıştı.
Gele gele asrımıza gelmişti.
Zaman dehşetli, öyle gaddar, öyle bedbaht, öyle acımasızdı... Yine eller ve gönüller semaya uzanmıştı.
Ramazan ayının biriktirdiği manevî feyizler ile Âlemlerin Rabbine niyazda bulunuyordu.
“Yâ Rab kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek zamanına kadar, bizi emanette emin kıl” diyordu.
Rahmetine ve mağfiretine o kadar muhtacız ki...
Yüzümüz yok, kusurumuz çok, kabahatlerimizi saymak ile bitiremeyiz.
Ama, Seni seviyoruz, Senden korkuyoruz ve yine Senin af ve şefkatine sığınıyoruz. Bizi, ailemizi, anne ve babamızı, yavrularımızı, küçük ellerini sana açıp büyük duâlar eden masum yavruların hakkı için, İki Cihan Serverinin (asm) hakkı için bizim günahlarımızı bağışla.
İnsanların vefasızlığından ve şefkatsizliğnden Senin engin şefkatine sığınıyoruz. Gecemizi gündüze, kışımızı bahara, acılarımızı sevinçlere, maddî ve manevî hastalıklarımızı sağlık ve sıhhate çevir.
Bu gecenin hakkı için gönüllerimizi Sana çevir.
Ülkemize, İslâm âlemine, masum insanlığa sulh ve selâmetler ihsan et.
Ve akan çaylar gibi günah ve kabahatlerimizi yıka ve temizle Allah’ım. Âmin.
19.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Bir ömürlük gece: Kadir Gecesi! |
|
Kur’ân’ın; “Kadir Gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve Cebrâil o gece her türlü iş için Rablerinin izniyle inerler. O gece, tan yerinin ağarmasına kadar bir rahmettir”1 buyurduğu; Peygamber Efendimiz’in (asm), “Allah Kadir gecesini ümmetime hediye etmiştir. Ondan önce hiç kimseye vermemiştir”2 buyurduğu kadri ve kıymeti yüce bir geceye giriyoruz.
Bu gece, bütün kâinâtın rahmetle kuşatıldığı bir gece. Bu geceyi idrâk etmek seksen senelik bir ömre bedel. Kur’ân’ın dünyâ semâsına nâzil olduğu Kadir Gecesi, inşallah, bir kez daha rahmete susayan gönüllerimizi ihya edecek.
Yaklaşık bir aydır arınan kalbimiz, ibâdetlerle Cenâb-ı Hakk’a yaklaşan ruhumuz bu gece inşallah arınmışlığın zirvesine yükselecek. Zikrimiz ve fikrimizle, Kur’ân okuyarak, gözyaşlarıyla tevbe ve istiğfar ederek Allah’a sığınacak ve inşallah seksen yıllık bir hayırlı ömürle kazanmaya denk yüksek sevaplar kazanabileceğiz.
Ramazan ayında rahmetin, mağfiretin, sevabın, feyzin ve fazîletin zirveye ulaştığı bu gece: Kadir ve kıymet gecesi. Biz Allah’ın kadrini bilirsek, bizim de Allah katında kadrimiz ve kıymetimiz olur. “Onlar Allah’ın kadir ve kıymetini hakkıyla bilemediler”3 buyurarak bizi muhakkak ve muhakkak Allah’ı bilmeye ve takdir etmeye çağıran Kur’ân, Allah’ın bizi hadsiz bir şefkatle, sonsuz bir mağfiret ve sınırsız bir rahmetle kucakladığını ve merhamet buyurduğunu bir çok âyetinde açık biçimde îlân eder.
Bu geceye mahsus bir namaz rivâyet edilmiş değildir. Bu, Müslüman için zenginliktir. Müslüman her tarz ve her yol ile Allah’a yaklaşmaya çalışır. Bu gece; bilhassa kazâsı olanlar için başta kazâ namazı olmak üzere namaz kılmak, nâfile namaz kılmak—bazı kitaplarda İslâm büyüklerince anlatılan nafile namaz tarifelerini uygulamakta bir sakınca yoktur—, Kur’ân okumak, Cevşen okumak, Allah’ı çokça zikretmek, tevbe ve istiğfar etmek bu geceyi ihyâ etmemiz için yeterli olan önemli ibâdet biçimleridir. “Kadir Gecesi bin aydan daha hayırlıdır” âyetini tefsîr eden Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, bu gece okunan Kur’ân’ın her bir harfine otuz bin sevap karşılık geldiğini müjdeler.4
Hazret-i Âişe (ra) validemiz anlatıyor: “Yâ Resûlallah! Gecenin Kadir Gecesi olduğunu anlarsam ne diyeyim?” diye sordum.
Allah Resûlü (asm) şöyle buyurdu: “Şöyle dersin: ‘Allahümme inneke afüvvün, tühibbü’l-afve, fa’fü annî.’ (Allah’ım, muhakkak Sen Afüvv’sün! Affedicisin. Affetmeyi seversin. Beni affet!)”5
Ebû Hüreyre’nin (ra) bildirdiğine göre, Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurdu:
“Kim Kadîr Gecesinde fazîletine inandığı ve sevabını Cenâb-ı Hak’tan umduğu için ibâdete kalkar ise, geçmişteki günahları bağışlanır.”6
Mübârek Ramazanın sonuna yaklaştığımız bu günlerde Rabb’imiz tarafından bağışlanmak ve kulluğuna kabul edilmek en büyük gâyemiz değil mi? Affa uğramak için uğraşmıyor muyuz? Günahlarımızı serip dökerek Rabb’imizden mağfiret talep etmiyor muyuz?
Çünkü O’nun bağışlaması, affı, mağfireti, merhameti bizden râzı olduğunun alâmetidir.
Nitekim, O’na döndürüleceğiz!
Nitekim, O’na gidiyoruz!
Öyleyse, bu gece O’nun kelâmını daha fazla okuyarak günahlarımıza şefaatçi yapalım. Ne dersiniz?
Bu gece, O’na daha bir içten ve gözyaşları ile ilticâ edelim, O’na sığınalım. Affını ve mağfiretini isteyelim. Cehennemden kurtulmamızı dileyelim. Allah’ın rızâsını talep edelim.
Kadir Gecenizi tebrik ederim.
Dipnotlar:
1- Kadir Sûresi, 97/3,4,5
2- Câmiü’s-Sağîr, 2/1040
3- Hac Sûresi, 22/72
4- Sözler, s. 312
5- Riyâzü’s-Sâlihîn, 1192
6- Riyâzü’s-Sâlihîn, 1186
19.10.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|