Allah’a ve sâir imân esaslarına inanmak hayatın, varoluşun yegâne gerçeğidir. Zîrâ, düz mantığımız bile, her san'atın bir san'atkârı, her yapının bir ustası olduğunu söyler. Aklın mahsulü olan ilimlerin bütünü; kâinatı, dünyayı, fennî incelikleri ortaya koymakta ve tabiî olarak bizi san'atkârına götürmektedir.
İnançsızlık, seküler felsefî bakış; eşyayı / nesneleri / varlığı tek yönlü gösterir ve maddenin dar kalıpları içine hapseder. İnsana, heva denen nefsî arzular, heves, oyun, eğlence ve fantaziyeleri hedef gösterir. İman ise, duyu ve duygularımızı madde ötesine, metafizik âlemin derinliklerine taşıyıp geniş bir cevelan sahası açar. İnsanlığın önüne kâinat çapında, hattâ sonsuzluk âlemindeki sonsuz güzellikleri hedef koyar. Dünya hayatını da, sonsuz yurduyla birleştirir. Buradaki güzelliklerin orada da devam edeceği anlayışını verir.
Tahkikî/gerçek imânın, ferd, aile, toplum, insanlık ufkuna açtığı hedefler ve hayatına kazandırdığı güzelliklerden birkaç noktaya temas edelim:
* Tahkikî/gerçek imân; kendimizi, çevremizi, olayları, nesneleri, düşünceleri olduğu gibi görmemizi; iç yüzlerini keşfetmemizi sağlar.
* Başıboşluk ve hedefsizlik; sıkıntı, problem, stres kaynağıdır; imân sonsuz hedefler gösterir.
* İmân; kişiliğimiz, karakterimiz, bilgi birikimimiz ve davranış biçimimizin altyapısını oluşturur. Kendimize, çevremize karşı bakış açımızı ve kurduğumuz iletişimi de ifâde eder. Her türlü olumsuzluğu rıza ile karşılama, direnebilme gücünü de belirler.
Gerçek imanı kazanan, her şeyden doğrudan doğruya görünüşten/yüzeyden hakikate geçip İlâhî yakınlaşmayı sağlayan gayet kısa ve gayet yüksek bir yol bulur.1 Her şeyin üstündeki Allah’ın kudret damgasını; terbiye mührünü ve kaleminin nakışlarını görmekle, doğrudan doğruya her şeyden Onun nûruna karşı bir pencere açıp, Onun birliğine ve her şeyin Onun kudret elinden çıktığına ve İlâhlığında ve Rubûbiyetinde (her şeyi terbiye etmesinde) ve mülkünde hiçbir şekilde, hiçbir ortağı, yardımcısı olmadığına görür gibi kesin bir bilgiyle tasdik edip imân getirir2 ve bir bakış açısı kazanır.
Öte yandan; uzaydaki kocaman kütlelere baktığında hareketlerinden dehşet değil, yakınlık ve güven duyar. Onların hareketlerini ibret ve hayretle tefekkür eder. O ulvî cirimlerle öyle bir tanışma, bilgi alış verişi kazanır ki; hangi bir kütleye bakarsa ona, “Ey arkadaş, bizden uzaklaşma. Hareketlerimizden korkma. Hepimiz bir Hâlıkın memurlarıyız” diye, güven veren dostça sesleri kalben işitmeye başlar.
İşte, gerçek imân ile rûhundaki yüksek lezzetleri ve saadetleri hisseder; kalbi ikaz, vicdanı tahrik edip rûhu ihsas ettikçe mutluluk ve huzuru artar; ona mânevî cennetlerin kapıları açılır.3
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 363.;
2- Mesnevî-i Nûriye, s. 180.;
3- Şuâlar, s. 160.
13.09.2006
E-Posta:
[email protected] - [email protected].
|