|
|
Nejat EREN |
Sılayı Rahim ve önemi |
|
İslâm geleneklerinde ve literatüründe “sılayı rahim” yani akrabalarla irtibatı ve münasebet kesmemek konusu çok önemli bir yer tutar. Hatta Üstad Bediüzzaman hazretlerinin Barla Lâhikasında Refet Bey’e yazdığı bir mektubundakiki şu tespiti ve fetvası çok önemlidir. Bu âdetin devam ettirilmesi bu bakımdan önem arz eder. Aksi takdirde Allah korusun her an büyük günah işleme tehlikesiyle karşı karşıya kalabiliriz.
“Hem mektubunuzda yedi kebâiri soruyorsunuz. Kebâir çoktur; fakat ekberü’l-kebâir ve mûbikat-ı seb’a tâbir edilen günahlar yedidir: Katl, zina, şarap, ukuk-u vâlideyn (yani kat-ı sıla-i rahim), kumar, yalancı şehadetlik, dine zarar verecek bid’alara taraftar olmaktır.” (Barla Lâhikası 17, Yeni Baskı, Yeni Asya 259. Mektup’ta)
Buradaki; “ukuk-u vâlideyn (yani kat-ı sıla-i rahim), bugünkü manasıyla: “anaya, baya itaatsizlik, saygısızlık, onları tanımamazlık” olarak veriliyor. Fakat Risale-i Nurun başka bir yerinde hala ve amcanın; “baba” yerinde, dayı ve teyzenin de “ana” yerinde olduğu net bir şekilde ifade ediliyor.
Aile bağlarının ilâhi bir mevhibe ve ihsan olduğunun idrakiyle düşünülür ve böyle hareket edilirse “sılayı rahim” tatbikatının toplum hayatına çok değerli ve güzel katkıları olacağı izahtan varestedir. Zira insanın arkadaşını seçme hakkı ve hürriyeti vardır, ama akrabasını seçme şansı ve hürriyeti yoktur. Onun içindir ki iyi de olsa, kötü de olsa akrabalar Cenabı hakkın insanlara bir mevhibesi, takdiri ve hediyesidir. Esas olan mevcut akrabalarıyla olan “sılayı rahîmi” tatbik etmek ve devam ettirmektir. Sosyal ve medeni hayat için bu elzemdir ve önemli bir şarttır.
Dini bayramlarımız “sılayı rahîm” için bulunmaz bir fırsattır. Akraba ziyaretlerindeki karşılıklı kullanılan o meşhur ve kültürümüzün esasının teşkil eden ifadeler:
“Hayırlı Bayramlar. “
“Bayramınız mübarek olsun.”
“Allah daha nice bayramlara kavuştursun.”
“El öpenlerin çok olsun.”
“Allah ne muradın varsa versin.” vb…
Bütün bunlardan daha çok ve geniş olan dua yüklü, anlam yüklü nice ifadeler köklü bir inancın, geniş bir kültürün, sağlam bir harsın ve geleneğin mayesidir, harcıdır ve esasıdır.
Bayram arifesinde yapılan kabir ziyaretleri de geçmişle mevcudun ve geleceğin köprülerinin devam ettirilmesi konusunda çok büyük bir hazine ve vazgeçilmez bir sünnet ve “İslâmi şiardır.” Ceberut devrinde tamamen yok edilmeye çalışılan ve büyük ölçüde üstü küllenen “İslâmî şeairlerin” canlanması, tatbikatı ve devamı açısından değerli inanç ve kültür hazinemiz olan bu iki dini bayramın çok fazla önemi vardır.
Hem vefat edenlerle olan manevi ve uhrevî irtibat, hem de vicahî olarak –yüz yüze- bakide kalan akraba ve dostlarla yapılan gerçek manada ki “sılayı rahîm” buluşması kalp, ruh, gönül ve his dünyamızda inanılmaz manevî dalgalanmalar, aşk ve heyecan meydan getiriyor. Büyüklerin hatıra tazelemesi, küçüklerin bu manevî atmosfere alışıp karışması. Karşılıklı stres atma. Hediyeleşme. Gönül alma. Barışma. Kucaklaşma. Hepsi tarifinde aciz kaldığımız büyük bir olay, saadet vesilesi ve uhrevi, dünyevi zevk hazinesi değerlerdir.
Bayram münasebetiyle, Ülkeden, ülkeye, ilden ile şehirden, köye, köyden adeta bir göç başlar. Hasretler biter. Gönüller coşar. Sevgi sel olup akar. Mutluluk kaynar ve çağlar inançlı gönüllerde.
Kâinatın kalbi olan Mukaddes Mekke beldesindeki Kâbe’de, Arafat dağında, Mina’da, Mescid-i Nebevîde milyonların yaptığı -reddedilmesini Rahmeti İlâhiyenin müsaade edemeyeceği- makbul dualarla süslenir ve taçlanır bu manevî halka ve zincir.
Bu yazıyı yazma sebebim ise; Soğuğa, zahmete, meşakkate rağmen akrabalarımla, dostlarımla sıcak yuvalarında, geçmiş ecdadımla da haşri bekledikler kabristan denilen berzah ve ahiret diyarına açılan ilk duraklarında mülâki ve beraber olmak ve de uzun süredir üzerinde çalışmakta olduğum “sünnetle yaşamak” projesi doğrultusunda sadece bu sünnete uymak niyetiyle gittiğim “ata ocağı” Antalya’nın şirin Gündoğmuş ilçesinde bu mutluluğu akraba ve dostlarımla birlikte yaşadım. Bir tek Sünnete bile uymanın şahsi ve ailevi hayatımızda ne kadar önemli olduğunu bir defa daha bizzat yaşadığım için sizlerle bunu paylaşmak istedim.
Fikrim ve gönlüm tazelendi. Yenilendim. Moral buldum. Sünnetle yaşamanın zevkini bir defa daha tattım.
Tekrar geçmiş bayramınızı tebrik ediyor, hepinize rızayı ilâhi dairesinde; saadetli ve mutlu bir hayat diliyorum. Cenabı Hak dünya durdukça bu gibi güzel haslet ve özelliklerimizi artarak devam ettirsin inşaallah. (Âmin)
12.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KAPLAN |
Ziyâdesiyle şaşakaldım... |
|
Efendim bakar mısınız şu ifadelere?:
“Yıl: 1965...
Karşıma âniden çıkınca ziyâdesiyle şaşakaldım. Nasıl bir edâ takınacağıma hükûm veremedim, âdetâ hercümerç oldum... Buna mukâbil az bir müddet sonra kendime gelir gibi oldum, yüzünde beni fevkalâde rahatlatan bir tebessüm vardı… Üstümü başımı toparladım, kendimden emin bir sesle: ‘Akşam-ı şerifleriniz hayrolsun’ dedim…”
Yıl: 1975…
“Karşıma birdenbire çıkınca çok şaşırdım… Ne yapacağıma karar veremedim, heyecandan ayaklarım titredi. Ama çok geçmeden kendime gelir gibi oldum, yüzünde beni rahatlatan bir gülümseme vardı… Üstüme çeki düzen verdim ve kendimden emin bir sesle: ‘İyi akşamlar’ dedim...”
Yıl: 1985…
“Karşıma âniden çıkınca fevkalâde şaşırdım… Netekim ne yapacağıma hükûm veremedim, heyecandan ayaklarım titredi. Amma ve lâkin kısa bir süre sonra kendime gelir gibi oldum, netekim yüzünde beni ferahlatan bir tebessüm vardı... Üstüme çeki düzen verdim, kendimden emin bir sesle: ‘Hayırlı akşamlar’ dedim...”
Yıl: 1995…
“Karşıma birdenbire çıkınca çok şaşırdım… Fenâ hâlde kal geldi yâni... Ama bu iş bizi bozar dedim. Baktım o da bana bakıyor, (……)doğruldum, artistik bir sesle: ‘Seelaaaam’ dedim...”
Yıl: 2008…
“Âbi onu karşımda öyle görünce ç….ş falan oldum yâni.. Oğlum bu iş bizi kasar dedim, fenâ göçeriz dedim, enjoy durumları yâni… Ama: ‘Meraaaaaba’ deyivermişşşiiiimm…”
Yıl: 2028…
“Ven ay vaz si hör, ben çok yâni öyle işte birden.. Off, ay dont nov âbi yaa.. Ama o da bana öyle baktı, if so âşık beeeeee; ‘Haaaaay kaçtım ben”
Hâlâ vakit var gibi 2028 senesine..
Türkçemize Sahip Çıkalım …!
Diyerek bu yazıyı fakültemdeki odamın kapısındaki zarfa ben yokken bırakan ve değerlendirmem için de istirhamda bulunan öğrencimin gözlerinden öpüyorum…!
12.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
En büyük ihlali gören yok! |
|
Kurban Bayramının 3. günü, aynı zamanda “Dünya İnsan Hakları Günü”ydü. “İnsan Hakları Günü” de bir yönüyle bayram olduğu için, “iki bayram bir arada idrak edildi” demek de mümkün.
Dünyada “bağımsız” olan bütün ülkelerin “üye” olduğu Birleşmiş Milletler (BM) teşkilatı 60 yıl önce “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” adı verilen bir beyannameyi kabul etmiş. Bu beyanname, esasında insana ‘insan’ muamelesi yapılmasını istiyor. Bu beyannameyi imzalayan ülkeler kâğıt üstünde buna uymayı kabul etmiş, ancak sıra uygulamaya geldiğinde çeşitli bahanelerle atılan imzalar unutulmuş. Sözleşme ile imza altına alınan kararlar uygulama imkânı bulabilmiş olsa dünyada pek çok sıkıntı ve kavgaların sona ermesi mümkün olacak.
10 Aralık’ta kutlanan “Dünya İnsan Hakları Günü” vesilesiyle yazılı ya da sözlü açıklama yapan devlet erkânı, çok güzel sözler sarfettiler. Ama bu sözlerin arasında, çok önemli bir insan hakkı ihlalinden söz edilmedi!
Mesela, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, açıklamasında şöyle demiş:
‘’İnsan haklarının dünyadaki her birey bakımından hayatın doğal gerçeği haline getirilmesi hedefine ulaşılıncaya kadar bu alandaki çabaları devam ettirmek tüm ulusların ortak görevi olmaya devam edecektir. Türkiye, hak ve özgürlüklerin korunup geliştirilmesine yönelik uluslararası çalışmalarda her zaman öncü ülkeler arasında yer almayı amaç edinmiştir. İnsan haklarının evrenselliğinin muhafazası ülkemizin ulusal ve uluslararası alanda konuya bakışının vazgeçilmez temel unsurudur. Uluslararası insan hakları standartlarının herkes için geçerli kılınmasının önünde duran engellerin ortadan kaldırılmasına dair çabalarda Türkiye güvenilir bir ortak ve örnek bir uygulayıcı olmayı sürdürecektir. (...) Tüm vatandaşları için insan olmanın onuruna yakışan yaşam standartları sağlamak ve onları haksızlıklara karşı korumak devletlerin temel görevlerindendir.’’
TBMM Başkanı Köksal Toptan da ‘güzel’ bir açıklama yapmış: ‘’Anayasamızda Cumhuriyetimizin değiştirilemez nitelikleri arasında yer alan insan haklarına saygı, Türkiye’nin demokratik gelişimi ve hukuk düzeninin temelini oluşturmaktadır. İnsan haklarının korunması ve geliştirilmesi çağdaş dünyanın güçlü bir üyesi olan Türkiye’nin öncelikli hedefleri arasında yer almaktadır. İnsan haklarının yalnızca korunması değil, sürekli ileri götürülmesi ve geliştirilmesi için başta devlet olmak üzere herkesin üzerine düşenleri yapması ortak sorumluluğumuzun gereğidir.”
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dan da günün mânâ ve ehemmiyetine uygun bir açıklama gelmiş: ‘’Bugün sadece 60 yıl boyunca elde edilen hakları gururla hatırlama günü değil, bu süre zarfında hak ihlallerinin tekrarlanmaması için ulusal ve uluslararası alanda ortak çabaların arttırılması ve hak ihlallerine karşı hep birlikte yüksek sesle karşı koyma günüdür. Bugün insan haklarının evrenselliği ilkesine olan bağlılığımızı yineleme, küreselleşen dünyada küresel adaletin geliştirilmesine, Beyanname’de yer alan tüm hakların herkes için eşit olarak uygulanmasına kendimizi yeniden adama günüdür.”
Genel çerçevesiyle bu sözlere, tesbitlere, taleplere itiraz etmek mümkün mü? Hele Başbakan Erdoğan’ın “(Bu gün) Hak ihlallerine karşı hep birlikte yüksek sesle karşı koyma günüdür” tesbiti doğru değil mi? Ama aynı şekilde, bu doğru sözlerin icra safhasına konulmaması da çok derin bir çelişki değil mi?
Bugün itibarıyla Türkiye’de devam eden; en başta ‘kanunlara dayanmayan başörtüsü yasağı’ ve diğer hak ihlalleri varken bu açıklamalar bir mânâ ifade eder mi? Türkiye’de yaşayanlar, Türkiye’yi ‘idare edenler’den güzel söz değil, güzel icraat bekliyor...
Lütfen ‘en büyük ihlal’ olan kanunsuz başörtüsü yasağını görelim ve buna çare olacak adımlar atalım. Çünkü, doğru tesbitler; kanunsuz yasakları sona erdirmeye yetmiyor...
12.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
KISA KISA |
|
Rumeysa Hanım: “Bu zamana kadar ki gerek adak, gerekse oruç borcumun sayısını bilmiyorum. Ödemek için nasıl bir yol izlemeliyim?”
Kula borcumuzda hassas davranıp, Allah’a borcumuzda duyarsız kalmamalıyız. Allah’ın affedici olması Allah’ın büyüklüğüdür, merhametidir, mağfiretidir, şefkatidir, sevgisidir; bu başka mesele. Bizim gerek Allah’a, gerek kula borcumuza karşı duyarlılığımız ise bizim özgün ve saygın kulluğumuzun güzelliğindendir, olgunluğundandır. Kullukta bilerek ihmalkâr davranmamalıyız. Bilmeyerek yaptıklarımızdan veya farkında olmayarak unuttuklarımızdan ise Allah’ın merhameti gereği inşaallah muaf sayılmaktayız, yani sorumlu değiliz.
Bunu bize Kur’ân bir duâ üslubu içinde şöyle müjdeler: “Ey Rabbimiz! Unutur veya hatâya düşer de bir kusur işlersek, bizi onunla hesâba çekme! Ey Rabbimiz! Bizden evvelkilere yüklediğin gibi, bize de ağır vazifeler ve musîbetler verme. Bize güç yetiremeyeceğimiz şeyi yükleme. Günahlarımızı affet! Bizi bağışla! Bize merhamet et.”i
Allah’a olan borçlarımızı unutmamak için mümkünse yazı dilinden istifâde edebiliriz. Yani borca konu olan ibâdeti not eder ve kazâ edinceye kadar notumuzu imhâ etmeyiz. Not etmek, unutmaya karşı bir tedbirdir. Notumuzda olmayan geçmiş ibâdet borçlarımız için ise, gâlip kanaatimizi esas alırız. Çünkü dayanacak başka bir dalımız yoktur. Bizi bizden başkası bilemez. Kanaatimizi kullanırken yanılma payını da hesaba katarız. Yani üç gün mü, beş gün mü oruç borcumuz olduğunda tereddüt yaşıyorsak, ibâdette ve hayırda israf olmaz düsturuyla, beş günü esas alırız. Allah kabûl etsin.
***
Tûbâ Hanım: “Yemek seçmek nimete hürmetsizlik sayılır mı?”
Nimete hürmetsizlik, nimeti şükürsüz ve nankör kullanmak ve israf etmekle, saçıp savurmakla söz konusu olur.
Yemek seçmek ise, yemekle ilgili tercih belirlemek demektir; tercih olarak kaldıkça mâsûm bir fiildir. Esâsen, irâdemizin işi budur! Tercih yapmakta sakınca yoktur.
Bu bize, şüphesiz, tercih etmediğimiz yemekleri horlama ve hakir görme hakkı vermez. Yemekleri horlamak elbette nimete hürmetsizlik sayılır.
***
Fatma Hanım: “Kazancına haram karıştırdığını bildiğim birinin hediyesi kabul edilir mi?”
İnsanlarla sosyal ilişkilerimizi sürdürmek için uzatmamız gereken ellerden birisi hediyeleşmektir. Hediyeleşmek menfaat veya başka bir maksat gözetmeksizin, sırf Allah rızası için yapılırsa, sünnettir.
Bize rüşvet, menfaat vs. gibi bir maksat için değil, sırf Allah rızası için hediye verdiğini tahmin ettiğimiz birisinin hediyesi reddedilmez, alınır. Karşılığında biz de o anda veya münasip bir zamanda –bize verilen hediyeyi tazmin edecek şekilde- ona hediye verirsek; böylece hem bize gelen hediyenin bedelini ödemiş, hem onun gönlünü onure etmiş, onu taziz eylemiş, insanlık izzetine uygun davranmış, hem de onun bize verdiği hediye üzerinde böyle –helâl olup olmama- endîşelerimiz varsa, onun hediyesini kendimize kendi fiilimizle helâl kılmış oluruz.
Böylece insanlarla sosyal ilişkilerimizi bozmamıza gerek kalmaz. Yeri geldiğinde ise haram kazanmanın ne derece vahim bir hatâ olduğu konusunda onu bilgilendiririz, onu kırıcı olmadan ikna etmeye çalışırız. Böylece ona helâlinden kazanma sevgisini aşılama kapımızı açık tutmuş oluruz.
i Bakara Sûresi: 286
12.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Peygamber vefası |
|
Yapılan iyiliklerin kadir ve kıymetini bilme, sevgi ve saygıyı, dostluk ve bağlılığı unutmama vefa demektir.
Dünkü makalemizde Allah’a karşı vefadan söz etmiş, ilk önce Allah’a karşı vefalı olmak zorunda olduğumuzu belirtmiştik. Sonra da diğer insanlara karşı vefalı olmak zorundayız. Bize nice iyilikleri bulunan bir yakınımızın, bir dost ve arkadaşımızın en lâyık olduğu karşılık şüphesiz vefadır.
Vefa her şeyden önce insanlığın, erdemliliğin gereğidir. İnsana değer kazandıran, yücelten hasletlerin başında gelir.
Her hususta olduğu gibi vefada da Resûli Ekrem (a.s.m.) en öndeydi, mükemmel örnekler sunmuştu. Sevdiklerini, dostlarını, dostlarının dostlarını ve onlarla ilgisi bulunan herkesi içine alacak kadar genişti vefası. Aradan yıllar geçse bile iyilikleri unutmaz; tanıdıklara, dostlara yakın alâka ve hürmet gösterirdi. Annesinin Ebva’daki kabrini arkadaşlarıyla birlikte ziyaret etmiş, gerekli düzeltmeleri yapmış, onun şefkat ve merhametini hatırlayıp gözyaşlarını tutamamıştı. Süt annesi Halime’yi “Anneciğim!” diye karşılamış, süt babasıyla birlikte geldiklerinde gömleğini çıkarıp oturmaları için yere sermişti.
Huneyn’de mağlûp olan, fakat sonradan Müslüman olup af için sığınan Hevazinlileri affedişinde de vefakârlığını görmemek mümkün değil. Süt annesi Halime’nin kabilesinden olmaları affedilmelerine yetmişti. Hevazin heyetinden birisi şöyle şefaat diliyordu: “Ya Muhammed! Bizde senin süt anne ve senin mürebbiyen var. Eğer biz, Numan bin Münzir veya Gassanlı Harise bin Ebî Şimr’e süt annelik etseydik de sonra onlarla böyle bir duruma düşseydik, onlar bize acır ve affederlerdi.” Bunun üzerine Allah Resûlü (a.s.m.) büyük bir vefakârlık örneği göstererek, “Ben payıma ve Abdülmuttalip oğulları payına düşenleri serbest bırakıyorum” buyurmuş, öğle namazını kıldırdıktan sonra da bir konuşma yapmış, Ensar da hisselerine düşen esirleri serbest bırakmışlardı. O gün tam altı bin kişi hürriyetine kavuşmuştu. 1
Allah Resûlü (a.s.m.) sadece bir hafta kadar emzirmiş olan diğer süt annesi Süveybe’nin de hal ve hatırını sorar, yiyecek ve içecek gönderirdi. Huneyn Savaşı sonrası süt kızkardeşi Şeyma’ya hatırı sayılır derecede iyilikte bulunmuş, onu hediyelerle uğurlamıştı. “İkinci annem” dile nitelediği dadısı Ümm-ü Eymen’e büyük her zaman ilgi ve saygı gösterirdi.
25 yıl aynı yastığa baş koydukları, sevgi ve saygılarını paylaştıkları, maddeten ve manen en büylük destekçisi, değerli eşi Hz. Hatice’yi ömrü boyunca hiç unutmamış, dostlarına bile hürmet göstermeyi vazife bilmişti. Bir kurban kesse etinden Hz. Hatice’nin arkadaşlarına da gönderirdi. Birgün yanına yaşlı bir kadın gelmiş, onunla ilgilenmiş, hal ve hatırını sormuş, Hz. Aişe, bu kadar ilgi göstermesinin sebebini sorunca da “Hatice hayattayken de bize gidip gelirdi. Vefakârlık îmandandır” 2 cevabını vermişti.
Evet, vefakârlık imandandır. Konuya İnşaallah yarın da devam edelim.
Dipnotlar:
1. Müsned, 4:327.
2. Buharî, Kitabü Menakıbi’l-Ensar: 20; Müslim, Kitabü Fezâili’s-Sahabe: 12.
12.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Siyasi değişimlerde iç ve dış faktörler |
|
Tanzimat’tan bu yana siyasî tarihimizin dönüm noktasını teşkil eden hadise ve karar ve icraatlarda hem iç, hem de dış faktörlerin etkisi olduğu muhakkaktır. Sadece etkileme oranları farklıdır ve bazan da sıralama değişikliği olmuştur.
Melesâ, bir hadisede dış faktörlerin rolü ve etkisi ağır basarken, bir başka hadisede ise içteki gelişmelerin tazyiki ön plâna çıkmıştır. Ki, bunlar da zahirî sebepler olup, aslolan neticedir ve neticeden hasıl olan meyvelerdir.
Bu sebeple, peşin hükümlülükten uzak durmak gerek. Meselâ, bir şey Batı’dan, Avrupa’dan, yahut Amerika’dan geldi diye, onu peşinen hemen reddetmemeli. O işin mahiyetine ve gelişme seyrine bakmalı. Bizim için faydalı tarafı olup olmadığını değerlendirmeli. İyiliği, hasenatı ağır basıyorsa kabul görmeli; yok, şerli ve zararlı tarafı daha ziyade içimize sirayet ediyorsa, onu veyahut o kısmını reddetmeli. Aksi halde kendi yitik malımızı da başkasından geliyor diye- reddetmek durumunda kalırız ki, bunun mâkul karşılanacak hiçbir tarafı yoktur.
Şimdi de, bu teorik ölçüleri pratiğe dökmeye çalışalım.
1839’da ilan edilen Tanzimat-ı Hayriye üzerinde bir “ihtiyac-ı dahilî”nin etkisi olduğu muhakkaktır. Zira, eskimiş, köhneleşmiş olan kurum ve kuruluşlarda bir reorganizasyona gidilmesi gerekiyordu. Buna mukabil, bu fermânın ilânında dış baskıların, bilhassa gayr-i müslimlerin hâmisi rolünü üstlenen Avrupa devletlerinin tesiri de âşikârdır.
Aynı durum, şüphesiz ki 1856’daki Islâhat Fermanı için de geçerlidir.
1876’daki Kânun-u Esâsî’nin kabulu ile I. Meşrutiyetin ilânında ise, farklı bir durum söz konusu. Zira, bu büyük değişimler ve dönüşümlerin üzerindeki dahilî ihtiyaç ve taleplerin hissesi birinci plânda gelir. Evet, o tarihte Anayasayı hazırlar da, Meşrûtiyeti haraketle isteyenler de Ahrâr-ı Osmaniye denilen Yeni Osmanlılardı. Onların çoğu hürriyet, meşrûtiyet ve adâlet âşığıydı.
Kısa zaman sonra kesintiye uğrayan bu süreç, otuz küsur sene sonra 1908’de ancak dirilebildi. Bu tarihte ilân edilen II. Meşrûtiyet, şüphesiz yine dış baskılardan çok şiddetli iç taleplerin ve azimli mücadelenin bir meyvesi olarak ortaya çıktı. Bu nâzik ve nâzenin meyveyi kirletip çürütenler ise, ekseriyetle hariçteki zalimler ile onlara âlet olmuş içteki ahmaklar olmuştur.
1923’teki Cumhuriyet’in ilânı, mutlak ekseriyetle İstiklâl mücahitlerinin bir eseridir. İlândan hemen sonraki icraatlerin üzerinde ise, hemen bilkülliye ecnebî damgasını görmek mümkün. Hatta öyle ki Cumhuriyetin ilânından birtaç ay evvel alelacele yapılan genel seçimlerin üzerinde bile, Lozan gizli antlaşmasının koyu ve karanlık gölgesi vardır. Bilâhare yapılan icraatlerin ruhunu teşkil eden Batıcılık cereyanı ise, zaten izâhtan vâreste derecesinde baskın gelmiştir.
1945’teki çok partili sisteme geçiş hadisesinde dış etkenlerin rolü büyük olmasına rağmen, yine de çok hayırlı bir gelişmenin dönüm noktasını teşkil ediyor. Türkiye’yi BM’nin kurucu üyesi olarak aralarında görmek isteyen demokratik Avrupa ülkeleri, bize de demokratik sisteme geçiş mecburiyetini dayatmışlardır.
Bu yeni dayatma ise, kesinlikle Lozan dayatmalarıyla büyük çapta bir zıtlık teşkil ediyor. Dolayısıyla, güzel ve ahsen olmuştur.
Bugün aynı ülkelerin bizim önümüze koydukları AB normları, yahut Kopenhag Kriteleri de, emin olun ki aynen 1945’lerdeki taleplerin bir devamı ve uzantısı mahiyetindedir.
Aynı şekilde, bugün AB üyeliğine karşı gelen zihniyet, 1945’te yaşanan o harikulâde gelişmelere de karşıdır. Onu, bu açıdan iyi tanımalı.
Hülâsa, Türkiye sadece kendi iç dinamikleriyle, 1945’te tek parti rejimini sonlandırmaya ve demokratik bir sisteme geçmeye güç kuvvet yetiremedi. Bugünkü durum da hemen hemen aynıdır: Yine tek başına mevcut ayak bağlarından kurtulamaz, temel insan hak ve hürriyetlerini kâmilen işletemez. Bunun için, hürriyet, adâlet ve demokrasiyi şiâr edinmiş olan AB üyesi ülkelerin desteğine ihtiyaç var. Tâ ki, bir seksen yıl daha lüzumsuz zaman kaybına uğramayalım.
Tarihin yorumu 12 Aralık 2002
Türkiye Kopenhag Zirvesinde
Türkiye’de yeni bir hükümetin tek başına iktidara geldiği 3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra, AB üyesi ülkeler nezdinde Türkiye hakkında son derce iyimser bir hava meydana gelmiştir. Zira, ortada aşılmaz gibi duran bir engel görünmüyordu.
İşte, bu iyimserlik atmosferi içinde 12 Aralık (2002) günü toplanan AB üyesi ülke temsilcileri, gündemin ana maddeleri arasında Türkiye’nin üyelik durumunu da aldılar ve neticede şu karara vardılar: “Kopenhag Kriterlerini yerine getirdiğine karar verilirse, 2004 Aralık ayında Türkiye ile müzakerelere başlama kararı da değerlendirmeye alınacaktır.”
Nitekim, aynen öyle oldu ve belirtilen tarihte Türkiye için müzakere takvimi başlatıldı. Ne var ki, Türkiye’nin bu takvime uygun bir hazırlık ve heyecan içinde hareket ettiği pek söylenemez.
Peki, neydi bu kriterler?
22 Haziran 1993’te yapılan Kopenhag Zirvesinde, Avrupa Birliğinin Doğu Avrupa’ya doğru genişlemesi kararına varıldı ve yeni üyeler için bazı şartlar ortaya kondu.
Bu şartlar, yahut kriterler, siyasî, ekonomik ve sosyal mevzuatın benimsenmesi olarak üç grupta toplandı.
Bunları da, genel hatlarıyla, üye ülkelerin çok partili bir demokratik sistemle yönetiliyor olması, hukukun üstünlüğüne saygılı, idam cezasının olmamamıs, azınlıklara herhangi bir ayrımcılığın bulunmaması, ırk ayrımcılığının yasaklanmış olması, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Sözleşmesinin tüm maddelerinin itirazsız kabul edilmiş olması gibi hususiyetlerin dikkate alınması ve uygulamalarla ispat edilmesi şeklinde özetlemek mümkün.
12.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
Melekler, Meryemler |
|
Müslüman olanların kısm-ı azamı, bilhassa bayanlar Muhammed (asm) isminin “m” harfini almaktadırlar. Bu itibarla Müslümanlığı seçen pek çok bayanın isminin başında Melekler, Meryemler, Miyaseler, Mebrureler, Mahbubeler vesâire olarak bulunmaktadır. Bu isimlilerden ikisi ile Kasım ayında bulunduğum Hollanda’da mülakatlar ve sohbetler yaptık. Hizmete vesile olur, çorak ve yanık gönüllerde ma’kes ve inşirah olur fezlekesiyle takdim etmekteyim. İnşaallah zaman seyli içinde, o diyarlardaki Hasibeleri, Sevgileri, Yaseminleri, Hilalleri, Tuğbaları, Adaletleri, Rükiyeleri, Afifeleri ve hasılı Kur’ân hizmetinde, Nur hizmetinde her şeyle boğuşarak yürüyen ve yürüdüğü yerde inancın zaferine ulaşanları yazacağız inşaallah.
Hollanda’nın Rotterdam şehrinde “okumanın önemi” başlıklı bir hanımlar seminerinde bizimle Avrupa şivesiyle Türkçe konuşan bir bayanla karşılaştık. Suâl cevap faslından sonra, aslen Hollandalı olduğunu, Müslüman olduktan sonra Melek Feer ismini aldığını, bir arkadaşı ve bir hanımefendi tarafından irşad edildiğini, fakat aslında kendilerinin bir arayışın içinde olduğunu, tek Allah’ı aradığını, içindeki manevi boşluğun nasıl dolacağını, kilisenin kendisini tatmin etmediğini söyleyen Melek kardeşimiz Müslüman olduğundan dolayı yüzü gülüyordu.
Kendisiyle mülakatımızda dikkatimi çeken ayrı bir husus da, Türkçe konuşması idi. Çünkü çok Müslüman olanlar var, fakat Türkçe konuşmuyorlardı. Demek 450 caminin bulunduğu 16 milyonluk Hollanda’da Türkçe konuşanlar çok. İkinci tespitim de; Risâle-i Nur eserlerini okumakla, güzel Türkçe’ye ulaşmaya çalıştığını söyledi. Biz de kendisine kısa yoldan anlamalı günde 5 sahife ve sürekli okumanın, günde 50 sahifenin yıllık rakam ve faydalarını anlattık. İşte yerdeki Melekler, bir tanesi böyle...
Meryemler hususuna gelince; Rotterdam’daki geniş arazi üzerinde Müslüman kardeşlerimizin kendi öz imkânlarıyla ortaya çıkan Mevlana Camii ve Külliyesi mütevelli heyetiyle ve imamıyla konuştuk görüştük. Bize cami ve külliyesini gezdirmekle kalmadılar, bir de bize inşirah veren bir gelişmeyi naklettiler. Meryem isminde bir bayan kendileri ile kurulan manevi köprü neticesinde Müslüman olur. Hıristiyan kuruluşlar toplu halde cami ziyaret etmek isterler. Bu ziyaret esnasında onlara rehberlik görevini bu Müslüman olan kardeşimiz Meryem üstlenir ve gelen gayr-ı müslimlere Hz. Allah’ın tek oluşunu, Efendimiz Hz. Muhammed’i (asm), Kur’an-ı Hakim’i, namazların nasıl kılındığını, ibadetlerin nasıl yapıldığını örneklerle anlatır ve bu gelen kafileler içinde Müslüman olanlar yeniden Meryem ve Melek ismini alırlar.
Organizatör Rıza Deniz beyle gittiğimiz SPİOR “Hollanda’da İslam kurumları genel merkezi” bir nevi Hollanda hükümeti ile İslâm kuruluşları arasındaki resmi köprü. Bu resmi teşkilatın genel sekreteri sonradan Müslüman olan Meryem hanımefendi. Kendisi ile yaptığımız sohbette, kendilerinin Hollanda hükûmeti tarafından İslâmiyet hakkında ve yeni yeni kurulan İslam sivil toplum kuruluşları hakkında sağlam bilgi ve kaynak verdiğini ve geniş araştırma içinde olduğunu söyledi. Burada çeşitli dilleri bilen yetkililer var. Kendilerini İslam hakkında ve kuruluşlar hakkında yetiştirmektedirler. Müşterek sohbetimizde karşılıklı olarak Avrupa ve dünyadaki İslami gelişmeler hakkında verilen bilgiler, rakamsal dokümanlar çok memnuniyet verici idi. Takdir ettiğim hususa gelince; Meryem Müslüman olacak ve Müslümanlar hakkında Hollanda’da bilgiler verecek.
Bu itibarla ömrümüzü verdiğimiz müjdeler ve istikbale ait muhteşem gelişmelerde yepyeni Meryemlerin ve Meleklerin çok hizmeti olacaktır ve olmaktadır. Onlardaki hizmet aşkı ve İslami arayış şekli, arı ve örümcekle yarış gibidir. Alkışladım, duâlar ettim ve gıpta ile baktım.
12.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Büyük bayramlara... |
|
Gerçek Bayram, Müslümanların Bayramın mânâsının idrâkine, İslâm âlemi bayramın şuuruna ermesiyle tecelli edecek.
Haccın, “teârüfle”, Müslümanların birbirlerini tanımaları, bilmeleri ve mânevî temeller üzerine kurulu kardeşlik ve birlik bağlarıyla beraberlik ve fikrî bütünlüğün sağlanmasıyla “tevhid-i efkâr”a ulaşılacak
“Teşrik-i mesâiye” denilen inanç birliği üzerine inşa edilen her türlü siyasî, sosyal, iktisadî, kültürel birliktelikler bu mânâ ile oluşacak. “Teâvün”le maddî ve mânevî yardımlaşmayla, “siyaset-i âliye-i İslâmiye” denilen İslâm’ın ve Müslümanların yüksek siyaset ve ferâsetine, “maslahat-ı vâsiâ-i İslâmiye” ifâdesiyle özetlenen geniş ve her türlü ortaklık ve işbirliğini netice veren mânevî ittihad ve maddî ittifaklara imza atılacak…
İslâm dünyasının dörtbir yanında devam eden ve milyonlarla Müslümanı İslâm âleyhinde istimale sürükleyen maddî ve mânevî ecnebî işgal ve zulümler ancak o zaman sona erecek… (Sünûhat, 71)
Bayramların gerçek Bayram olması için, Bediüzzaman’ın geçen asrın başlarında Şam’daki Camii Emeviye Camiinde on bini aşkın cemaate irâd ettiği hutbedeki, İslâm hakikatlerinin anlaşılmasını engelleyen mâniler” o zaman ortadan kalkacak…
İNSANLIĞIN UYANMASI VE HÜRRİYET FİKRİ…
İnsanlıkta “fikr-i hüriyet” (hürriyet fikri) ve meyl-i taharri-i hakîkatın (hakîkatı araştırma meylinin) başlamasıyla, ecnebîlerdeki “taklitçilik” o vakit, zevâl bulacak. Ecnebilerin “cehâlet”, “vahşet” ve “taassupları”ndan kurtulması, ancak bu medeniyetle kırılıp dağılacak.”
Çirkin neticeleri sırıtan ve aklı başında vicdanı yerinde insanlığı tiksindiren her çeşit istibdat, kötü ahlâk, baskı ve zulüm o zaman yok olacak.
Bunun için İslâm’ın doğru anlaşılmasına çekilen sedlerin yıkılması; “doğru İslâmiyet ve İslâmiyete lâyık doğruluğun” yaşanması, öncelikle fenlerin bazı müsbet meselelerinin İslâmiyetin zâhirî mânâlarına aykırı olduğu uydurmasının açığa çıkarılması gerekmektedir.
“İslam’la fenlerin aykırılığı” uydurmasının izâle edilmesi; bu yanlış “anlama” ve algılatmanın bertaraf edilmesi; İslâma ve Müslümanlara haksız itham ve saldırıların önüne geçilmesi lazımdır.
Bütün kemâlâtın, maddî ve mânevî medeniyet ve gelişmenin üstadı olan İslâm hakikatinin hakikî bir medeniyetle, müsbet ve doğru fenlerle teçhiz edilmesidir.
Zira “İslâmiyet, fünunun (müsbet ilimlerin, fenlerin) seyyidi (reisi) ve mürşidi ve ulûm-u hakikiyenin (hakiki ilimlerin) reis ve pederidir. (Muhakemât, 8)
Ve bugünkü Avrupa, fen ve medeniyetinin temelini yine Müslümanlardan almıştır. Bu bakımdan Avrupa’nın en büyük üstadı Endülüs İslâm devletidir. (Mektûbat, 313)
“Medeniyet ve san’atın (sanayin) hakikî üstadı ve vesilelerin ve mebâdilerin (ilklerin, başlangıçların), tekemmülüyle (olgunlaşmasıyla) cihazlanmış olan şedid (şiddetli) bir ihtiyaç” ve Müslümanların belini kıran tam fakirlik susmaz ve kırılmaz bir kuvvettir.
Keza, tam uyanmakla ve müsâbaka şevkiyle ve teceddüd (yenilenme) meyliyle ve temeddün (medenileşme) meyelânıyla (talep ve arsuzuyla) teçhiz edilen “hürriyet-i şer’iye” ile ifâde edilen Kur’ân terbiyesindeki meşveret ve hürriyetin hâkim olması bir başka sebeptir.
Bu hürriyetin esası ile “müstebitlere (zâlimlere, diktarörlere) dalkavukluk etmemek ve biçârelere tahakküm ve tekebbür (üstünlükle baskı) etmemek” bir diğer sâiktir.
Bütün bunlarla İslâm’ın izzeti korunacak, maddeden terakki sağlanacak ve buna bağlı olarak “hakiki medeniyet”e girmekle “i’lâ-yı kelimetullah” vazifesi yerine getirilecektir. Allah’ın ismi yüceltilecek, İslâm’ın üstünlüğü ilân edilecektir.
BİRBİRİNE KARDEŞ, MADDÎ VE MÂNEVÎ
YARDIMCI…
Bundandır ki bu esaslarla hizmeti, Bediüzzaman, zamanın “mânevî cihadı” olarak görür; İslâm’ın Müslümanlara imanın izzetinin icâbıyla “kat’î emir” olarak telakkî eder. Ve İslâm âleminin istikbâlde bu “kat’î emri” tam yerine getireceğine şüphe edilmeyeceğini müjdeler. (Hutbe-i Şâmiye 40, 41)
Çünkü o vakit, “hiçbir kanun-u adalete ve insâniyete ve hiçbir dustur-u hakîkate (hakikat ölçüsüne) ve hukuka muvafık (uygun) gelemeyen boğuşmalar”ın, “nifak haysiyetiyle her tarafa dönen zındıka”nın “dehşetli bir firavunluğu”nun ve “hodgâmlığı”nın (çıkarcılığın) hükmettiği” bir oyunu olduğu âşikâr görünecek.
Bediüzzaman’ın “Leyle-i Kadir’de kalbe gelen hakîkat”tan, “Hutbe-i Şâmiye”deki derse, “Hutuvât-ı Sitte”deki “vesveseler”e karşı verdiği cevaplardan, Kastamonu Lâhikası’ndaki “Gerçekten insan çok zâlim ve câhildir” (Ahzâb Sûresi, 72), “Zulmedenlere en küçük bir meyil göstermeyin; yoksa Cehennem ateşi size de dokunur” (Hûd Sûresi, 110) âyetleri ışığındaki tefsirin mânâsı anlaşılacak.
O vakit, bugün dünyanın, Asya ve Afrika’nın birçok mazlum bölgesinde, Afganistan’da, Filistin’de, Irak’ta, Keşmir’de okunacak…
O vakit, insanlık üzerindeki kara bulutlar dağılacak, “hakîki medeniyet”in çiçek açtığı, “Kur’ân medeniyeti”nin hâkim olduğu bayramlar olacaktır.
“Cemâhir-i müttefika-i İslâmiye (İslâm Cumhuriyetleri birliği) de ve ona esas olacak kudsî kanun-u esasiyelerinin (temel yasaların) menbâı olan Kur’ân-ı Hakîm’in istikbâle tam hâkim olması mânâsı da o zaman tezâhür edecek…
Müslümanları birbirine kardeş ve maddî ve mânevî yardımcı yapan İttihad-ı İslâmın “Büyük Bayramı” bu bayram olacak…
Gerçek büyük bayramlara dua ve niyâzıyla…
12.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|