Geçmiş zamanların tasavvuf veya kelâm bilgisi; tarikat tanzimi ile bu zamandaki insanların ihtiyaçları karşılanamaz, soruları cevaplandırılıp akılları tatmin, duyguları terbiye edilemez.
Ancak, iman esaslarının ispat ve izahıyla, akıl, kalp ve vicdanlar tatmin edilebilir. İşte Risâle-i Nur, diğer âlimlerin eserleri gibi, yalnız aklın ayağı, nazarıyla ders vermez. Evliyâ gibi yalnız kalbin keşif ve zevkiyle de hareket etmez.1 İslâm filozoflarının ve ulemanın mesleğinde de gitmeyip, Kur’ân’ın mânevî mû’cizeliğiyle, her şeyde bir marifet penceresi (Yaratıcımızı tanıma penceresi) açmış. Bir senelik işi bir saatte görür gibi Kur’ân’a mahsus bir sırrı ortaya çıkarmış. Bu dehşetli zamanda İslâma hadsiz saldıranların hücumlarına karşı mağlûp olmayıp galebe etmesi2 de bunu apaçık gösteriyor.
Eski kelâmcılar; imkân ve hudûs delillleri, a’raz, cevher gibi meseleleri tartıştılar. O zamanın şartları gereği gayet zor anlaşıldıklarından halk değil, ancak yüksek tabaka istifâde edebilirdi. Bediüzzaman; bu delilleri; herkesin anlayacağı tarzda açıklamış; modern ilimlerle yoğurmuş ve bunların yanında, san’at, hikmet, gâye, yardımlaşma, temizlik, simâlarda ve eşyalardaki mühür, ruh ve vicdan delili, fıtrat delili, Kur’ân delili, peygamber delili, fizik, kimya, biyoloji, zooloji, botanik, astronomi, ekoloji ve sair bütün ilimlerin özlerinden çıkan delilleri, en kıvrak ve keskin zekâları dahi doyuracak ve tatmin edecek çapta kullanmıştır.
Meselâ, materyalist, pozitivist, tabiatperest felsefik akımlar; madde; tabiattan çıkardıkları fen ilimleriyle, yani tabiat kanunlarıyla; tabiatın Sahibini inkâra yeltendiler. Bediüzzaman da, tevhidi, yani Allah’ın varlığı ve birliğini; fen ilimleriyle ispat ve izah ederek şöyle bir metot takip etti:
Her şeyin üstündeki Allah’ın kudret damgasını; terbiye mührünü ve kaleminin nakışlarını görmekle, doğrudan doğruya her şeyden O'nun nûruna karşı bir pencere açıp, O'nun birliğine ve her şeyin O'nun kudret elinden çıktığına ve İlâhlığında ve Rubûbiyetinde (her şeyi terbiye etmesinde) ve mülkünde hiçbir şekilde, hiçbir ortağı, yardımcısı, olmadığını görür gibi kesin bir bilgiyle tasdik edip imân getirmektir.3
Evet, hakikat mesleği; tarîkat berzahına uğramadan, doğrudan doğruya lütf-u İlâhî ile hakîkate geçmektir ki, Sahabeye ve Tabiîne has, yüksek ve kısa yol budur. Bir adımda ve bir sohbette, zahirden hakikate geçebilirler.4 Yani, benimsenen Sahâbe mesleği ile Peygamberî mirastan gelen, berzah tarikine (ara yollara, perdelere) uğramadan, doğrudan doğruya zâhirden/görünüşten/yüzeyden hakikate geçip İlâhî yakınlaşmayı sağlar. Bu yol, gayet kısa ve gayet yüksektir. Harikaları az, fakat meziyetleri çoktur. Keşif ve kerâmet az görünür.5
Tasavvuf/tarikat yolunun zevkli ve renkli hayatlarını otobüsle yolculuğa benzetebiliriz. Pek çok manzaralar görür, maceralar geçirir. Hakikat mesleğinde ise, uçakla direkt hedefe ulaşılır. Kur’ân hakikatlerinden tereşşuh eden (sızan) Nurlar ve o Nurlara tercümanlık eden Sözler, bu özelliktedir.6
Dipnotlar: 1- Mektûbât, s. 340.; 2- Mesnevî-i Nuriye, s. 11.; 3- Sözler, Yeni Asya Neşriyat, s. 264.; 4- Kastamonu Lâhikası, s. 52.; 5- Emirdağ Lâhikası, s. 80.; 6- Mektubat, s. 340.
04.10.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|