Ufkunu kaybetmiş bir ülke...
Seçim, siz de biliyorsunuz, geçen yıl 22 Temmuz’da yapıldı, Adalet ve Kalkınma Partisi yüzde 47 oy aldı.
Yeni hükümet kurulur kurulmaz, Radikal Ankara Temsilcisi Murat Yetkin’le birlikte hükümetin önde gelen bir dizi bakanına gittik. Amacımız hem onları kutlamak, görevlerinden ötürü başarı dilemek hem de siyasi havayı, hükümetin geleceğe ilişkin planlarını vs. koklamaktı.
Ciddi bir hayal kırıklığıyla geri döndüm Ankara’dan. Benim gözlemime göre hükümet kendisini yeni bir hükümet gibi görmüyordu, o yüzden de yeni bir vizyona ihtiyaç içinde de değildi, eskinin devamıydı, hükümette bazı isimlerin görevleri değişmiş olsa da eskinin işleri aynen devam ediyordu, edecekti.
Önemli görevdeki bir bakan, o zamanlar heyecan yaratan bir beklenti olan yeni anayasadan, yeni anayasanın getireceği ekonomik özgürlük vizyonundan vs. söz etti ama bize anlatırken söyledikleri kendisini ne kadar ikna ediyordu, bilinmez. Bir başkası umudunu ‘Acil Eylem Planı’na bağlamıştı ama ortada bir eylem planı yoktu, plan, hükümet kurulduktan sonra oluşturulmaya çalışılıyordu. (Sonra açıklandı ama hiç heyecan yaratmadı.)
***
Çok partili demokratik hayatımızın en yüksek oy oranlarından birini alarak seçim kazanmış bir partinin, bu seçimin üzerinden daha bir yıl bile geçmeden moral anlamda yerlerde sürünmesini, siyasi yenilgi üstüne siyasi yenilgi alıp ülkeyi bir anlamda sanki yönetimsiz bırakmasını nasıl yorumlamalıyız?
Seçimi kazandığı gece hükümetin hedef diye ortaya koyduklarıyla bugünün tartışma gündemine, aradan geçen zamanda hükümetin yapmaya kalkıştıklarına bir bakın Allah aşkına?
Nerede ‘sivil’ anayasa? Ne oldu Ak Parti’nin anayasa taslağına? Nerede Avrupa Birliği reformları? Nerede ekonomideki ikinci nesil reformlar?
Hiçbiri yok meydanda.
Türkiye’de günlük işler yapılıyor. Geçmişten gelen projeler sürdürülüyor. Ama geleceği planlamak adına, ülkeye bir ufuk göstermek ve o ufkun etrafında bir tartışma gündemi oluşturup konsensüs aramak adına hiçbir şey yapılmıyor.
Neden yapılmıyor?
Çünkü ortada bütüncül bir strateji, bir hedef ve bizi o hedefe götürecek bir vizyon yok.
***
Şurası çok açık: Hükümet, Avrupa Birliği’ne inancını kaybetmiş durumda. Bunu açıkça söyleyemiyor ama hissediyorsunuz, hükümet de, belki bizzat Başbakan’ın kendisi de, içten içe bir kısım AB karşıtı gibi düşünüyor: ‘Biz ağzımızla kuş tutsak da bunlar bizi almayacaklar.’
Böyle düşünüldüğü için AB’nin tam da aranan şey olduğunu, yani orta dönemli bir strateji olduğunu, AB hedefinin kendisinin bir vizyon sunduğunu görmüyor hükümet, göremiyor.
AB hedefinden de çark edilemiyor, bu hedefe doğru da yürünemiyor. İki cami arasında binamaz kalınınca da böyle oluyor işte.
Bakın AB hedefini ve ufkunu savunan tek kişi kaldı memlekette: Cumhurbaşkanı Abdullah Gül. Bir o vazgeçmedi bir de belki bir ölçüde Dışişleri Bakanı ve Başmüzakereci Ali Babacan.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, kendisi çıkıp bağıra bağıra aksini iddia etse bile, AB hedefini unuttu. AB onun için bir hedef değil, gidilmesi gereken bir yer değil.
Peki AB olmasın, bari yerine veya yanı sıra bir stratejimiz olsa, buna uygun vizyonumuz olsa.
Hükümetlerin görevi değil midir, halkının önüne bir hedef koymak, buna göre bir vizyon oluşturmak ve ülkeyi böyle bir pozitif gündemle yönetmek? Şunu biliyoruz: Ne zaman hükümetlerin vizyonu sona erse, ülke pozitif gündemden muhalefetin belirlediği ve iktidarın da hep savunmada olduğu bir negatif gündeme geçiyor.
Anlayacağınız, yaşadığımız kavgaların bir de bu yönü var: Hükümetin bize geleceği göstermek konusunda barutunun bir bitmiş olması...
Radikal, 3 Ekim 2008
|
İsmet Berkan
04.10.2008
|
|
AKP ve yeni anayasa
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, yeni yasama yılı nedeniyle TBMM’de yaptığı konuşmada önemli çağrılarda bulundu.
Bunlardan biri, Cumhurbaşkanı’nın yeni anayasa konusunda yaptığı çağrıydı. Cumhurbaşkanı Gül, yeni anayasa düzenlemesinin milli birlik ve toplumsal dayanışmayı güçlendirici biçimde, dışlayıcı olmayan, kapsayıcı bir yaklaşımla yapılmasını istedi. Gül, yeni anayasa düzenlemelerinin temel hak ve hürriyetleri güvence altına alan, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti anlayışını kuvvetle teyit eden bir nitelikte olması gerektiğini vurguladı. Cumhurbaşkanı Gül’ün bu sözleri yeni yasama döneminde yeni anayasa beklentisi içinde olduğunu gösteriyor.
***
GÜVENSİZLİK AŞILAMADI
Gül’ün çizdiği genel çerçeve ile AKP’nin yeni anayasa düşüncesi ne kadar örtüşüyor? AKP’nin, Cumhurbaşkanı’nın dikkat çektiği niteliklerde yeni bir anayasa hazırlaması mümkün mü? Geçtiğimiz yasama döneminde yeni anayasa konusunda AKP iyi bir sınav vermedi. Yeni anayasa hazırlıkları sırasında AKP’nin tutumu Anayasa’nın temel niteliklerini güçlendirmek, kapsayıcı olmaktan uzak.
AKP, anayasa konusunda diğer siyasi partiler üzerinde ve toplumun önemli bir kesiminde güven yaratmadı. Aksine güvensizlik yarattı.
AKP bilim adamlarına hazırlattığı yeni anayasayı doğru dürüst tartışmaya açmadığı gibi, içinden sadece iki maddeyi Meclis’ten geçirdi.(...) AKP neden yeni bir anayasaya ihtiyaç duyulduğu konusunda kamuoyunu ve ana muhalefet partisini tatmin edecek bir açıklama yapmadı. (...)
***
TOPTAN’IN ÇAĞRISI
TBMM Başkanı Köksal Toptan da anayasa değişikliği konusunda Meclis’te uzlaşma sağlanmasını amaçlayarak partiler arası “Uzlaşma Komisyonu” kurulmasını önerdi.
MHP’nin kabul ettiği bu öneriye CHP karşı çıktı. (...) Cumhurbaşkanı Gül ile TBMM Başkanı Toptan’ın iyi niyetli çağrılarının geniş kapsamlı toplumsal uzlaşmaya dayalı somut adımlara dönüşmesi için AKP iktidarının güven artırıcı bir ortam yaratması gerekiyor.
***
TBMM’NİN İŞLEVİ
Yeni anayasa çalışmalarında olduğu gibi, diğer bazı önemli konularda da TBMM’nin uzlaştırıcı ve işbirliğine açık bir zemin oluşturması önemlidir. Örneğin Cumhurbaşkanı Gül, yolsuzluklarla mücadelenin önemine ve şeffaflığa dikkati çekti. TBMM Başkanı Toptan ise son Deniz Feneri olayı dahil bu konuda daha net bir tutum aldı. Yolsuzluklarla mücadele konusunda Meclis’in araştırma komisyonlarıyla daha etkin bir çalışma göstermesi ve dokunulmazlıkların sınırlandırılmasını sağlaması atılabilecek en somut adımlar olur.
Gül ve Toptan yolsuzlukla mücadelenin bu yönüne de ağırlık verirlerse sonuç almak daha kolay olur.
Milliyet, 3 Ekim 2008
|
Fikret Bila
04.10.2008
|
|
Türk’üm, doğruyum!
Hani Kadıköy’de bir “Kuva-yı Milliye Derneği” vardı, bazı yöneticileri Ergenekon davasında yargılanmak üzere tutuklu bulunuyorlar...
Hani yeni evli çiftlere bir de “özel nikâh” kıyan, tabancaya el bastırarak “Türk ana babadan gelen, soyunda dönme olmayan Türk oğlu Türk’üm” dedirten ve varlığını Türk varlığına armağan etiren kuruluş canım...
Bunun bir başkanı vardı, Fikri Karadağ.
Kendini çevresine “paşa” olarak tanıtırmış hani... “Haydarpaşa Garı’nın arkasındaki araziyi ele geçirip üs yapmayı planlayan” adam.
Çevresine de “lojmanlar” yapacakmış, lojmansız olmaz! Keşke güney kıyılarımızda bir de “yazlık kamp” planlasaydı, kampsız da yaşanmaz.(...) Bu adam, Kur'ân-ı Kerim’i de yeniden yazmayı ya da yazdırmayı düşünürmüş! Yeni öğrendim ve dehşete kapıldım...
Çünkü kutsal kitap Arapça, ve de biz Türk’üz ya... Üstelik Kur'ân’da Atatürk devrimlerinden de hiç söz edilmiyor...
Bir milliyetçi partimizde de eskiden “şamancılar” vardı... “İslam bir Arap dinidir, bize uymaz, biz atalarımızın dinine, şamanizme dönelim” diyorlardı... Başbuğlarının tepkisi üzerine kısa sürede tasfiye edildiler.
Bu ve benzeri kişiler yatıp kalkıp dua etsinler, çünkü Türkiye’de bu tür tasfiye işlemleri alt tarafı “partiden kovmak” şeklinde gerçekleşiyor. Ergenekon tutuklularının bile beraat etmeleri, teknik olarak mümkün.
Almanya’da, bunları öldürüyorlardı! Hemen her faşist hareketin içinde bir “goygoycular” kanadı, bir de “radikal” kanat bulunur.
Örneğin Almanya’da, “Hazret-i İsa bir Yahudi olduğundan” Hıristiyanlıktan vazgeçmek, atalarının dini olan “çoktanrılı Kuzey mitolojisine” dönmek isteyenler vardı, Odin, Wotan, Siegfried falan muhabbetleri... (Tuhaftır, Yunan faşistleri arasında Türk kesmek isteyen çok da, Zeus’a tapmak isteyeni duymadık.)
Fakat solu yok etmek isteyen Alman sermaye sınıfına karşı asıl büyük tehlikeyi oluşturanlar, Nasyonal Sosyalizm kavramının içindeki sosyalizm unsurunu saf saf ciddiye alanlardı...
Hem ulusalcı olacaklardı ama hem de solcu... (Alo? Bu size bir şeyler mi hatırlattı?)
Bu fraksiyonun başını, SA kıtalarının komutanı, emekli yüzbaşı Ernst Röhm çekiyordu. Hitler’e “sen” diye seslenebilen tek kişi.(...)
Sonunda Hitler’in tepesi attı, 30 Haziran 1934 gecesi, Röhm yandaşı tam 85 kişi, Münih yakınlarındaki Bad Wiessee’de bir otelde, (...)takır takır vuruldular. Bu ünlü geceye tarihte “Uzun Bıçaklar Gecesi” denir. Röhm de tutuklandı ve iki gün sonra temizlendi. Parti içinde Hitler’e muhalefet eden Gregor ve Otto Strasser kardeşler de öldürüldüler. Eski başbakan Kurt von Schleicher de “aradan çıkarıldı”.
Alman anadan doğmuş, Alman babadan olmuş, ulusalcı Alman oğlu Alman’lardı ve varlıklarını Alman varlığına armağan etmişlerdi!
Ülküleri yükselmek, ileri gitmekti ama küçüklerini severler, büyüklerini sayarlar mıydı, bilmiyorum.
Sabah, 3 Ekim 2008
|
Engin Ardıç
04.10.2008
|
|
Kaç tezkereye daha ihtiyaç var?
Kuzey Irak’ta PKK unsurlarına karşı askerî operasyonlar yapmak için geçen yıl Meclis’ten alınan bir yıllık yetkinin süresi doldu. Haftaya tezkere yeniden Meclis’in gündemine gelecek.
Asker tezkerenin uzatılmasından yana. Hükümet kanadından yapılan açıklamalar da askerin görüşüne paralel. Anamuhalefetin itirazı ise ihtimal dışı. Dolayısıyla tezkerenin uzatılacağı neredeyse kesin gibi. Askerî birliklerin ülke dışına gönderilmesi gibi önemli bir kararın sessiz sedasız ve en önemlisi geçen bir yılın muhasebesi yapılmadan alınması tuhaf değil mi? Bu, hükümetin gücünü, özgüvenini ve vizyonunu mu gösterir yoksa, bundan önceki hükümetler gibi askerî yöntemlere teslimiyetini mi? Tezkerenin uzatılmasına ilişkin askerin talebi anlaşılır bir tutum. Anlamakta zorluk çektiğimiz, hükümetin bu talebe sorgusuz sualsiz yaklaşımı. Demokrasilerde bu tür kararlar ‘siyasi’dir; sonuçlarına siyasetçiler katlanırlar. Dolayısıyla nihai karar mercii de siyasettir. Muhtemeldir ki hükümet temsilcileriyle askerî erkan konuyu görüşmüş, uzatmanın gerekçeleri masaya yatırılmıştır. Ama bütün bunlar bir ‘gizlilik’ perdesiyle örtülüdür. Dolayısıyla biz ‘vatandaşlar’ bu kararların hikmetini bilemeyiz, anlayamayız ve tabii ki de sorgulayamayız!.. Şeffaf demokratik toplumlarda olduğu gibi askerin tezkere talebi millet önünde gerekçelendirilmeli. Sadece ‘medya-siyaset ilişkisi’ değil ‘asker-siyaset ilişkisi’ de Başbakan’ın ifadesiyle ‘milletin önünde’ tartışılmalı. Tezkere Meclis’e gelmeden askerin bir yıllık ‘sınırötesi operasyon’ döneminde başardıkları ve başaramadıkları siyasi irade tarafından incelenmiş midir? Bu muhasebeden siyasi iradenin milletle paylaşacağı bilgiler ve sonuçlar yok mudur?
Militarizm, askerî bürokrasinin her yaptığında bir hikmet olduğu düşünülmeye başlandığında artık toplumsallaşmış ve kurumsallaşmış demektir; bu noktadan sonra önü alınıp demokrasiye yönelmek zorlaşır. Tezkerenin yenilenmesine bence gerek yok. Gerek olduğuna ilişkin beni ikna edecek ‘yeni’ hiçbir bilgi ve açıklama yapılmadı. Geçen kış yapılan kapsamlı sınırötesi kara operasyonunun ‘başarısı’na muhalefet partileri de ikna olmamıştı. Şimdi, PKK’ya karşı askerin başarı ve başarısızlıklarını tartışmadan tezkerenin geçmesi doğru değil. Önce bir yılın hesabını görelim. PKK’ya katılımlar engellendi mi? Örgüte katılanların ‘eve dönmesi’ sağlandı mı? PKK’nın toplumsal zemini yok edildi mi? Askerî operasyonlar PKK’yı bitirdi mi? Bitirmediyse hâlâ, daha kaç on yıla ve kaç tezkereye ihtiyaç var?
PKK ile mücadelede mevcut yaklaşıma yıllardan beri ‘açık çek’ verildi milyarlarca dolar kaynak ve binlerce şehit pahasına... Artık asker de terörle mücadelede sadece askerî yöntemlerin başarılı olmadığını ve olmayacağını ifade ediyor. Dolayısıyla tezkereyi Meclis’e getirmeden önce hükümetin yeni yöntemler ve yaklaşımlar üzerinde biraz kafa yormasında, sorunun siyaseten çözümüne bir şans vermesinde fayda var. Bölge halkının barış ve refah istediğinden hiç kuşkum yok. Bunun yolunu bulmalı siyasetçiler. Son yirmi yıldır konuyu havale ettikleri asker bir çözüm getiremedi, getiremeyecek de. Risk alabilecek vizyoner siyasetçilere ihtiyaç var. Kürt meselesinde adım atmak günlük siyasal çıkar beklentilerine feda ediliyor. Türk milliyetçilerinin reaksiyonundan siyaseten çekinenler adım atmıyor, işi kolaycılığa vuruyor ve askere havale ediyor. Olan şehitlere, dağa çıkan çocuklara ve ülkenin kaynaklarına oluyor. (...)
Zaman, 3 Ekim 2008
|
İhsan Dağı
04.10.2008
|
|
Avusturya’dan ders almak
Avusturya’daki seçim sonuçları, üzerinde uzun uzun düşünmeye değecek kadar geniş bir arka plana sahip.
Yaklaşık bir buçuk yıldır koalisyon hükümetiyle yönetilmeye çalışılan ve sonunda yönetilemeyen Avusturya, AB’nin en zengin, esasen en az derdi olan ve az nüfuslu ülkelerinden birisi. Temel sorunlarından birisi ‘göçmenler’ ve içerdeki yabancılar olsa da, meselenin ekonomik daralma kaynaklı bir zemini bulunuyor. Bu zeminin yeniden düzenlenememesinin sorumluluğunu başkalarında arayanlar, seçmenleri ikna etmiş görünüyor. İkinci Dünya savaşından beri Avrupa’daki en yüksek aşırı sağ oranı artık Avusturya’da. Eski Nazilerin kurduğu Özgürlük Partisi ile yeni Hitler diye anılan Haider’in liderliğindeki Avusturya’nın Geleceği için Birlik Partisi’nin toplam oyları % 30’a ulaştı. Halk Partisi, Sosyal Demokrat Parti ve Yeşiller ise, ciddi oranda oy kaybına uğradılar.
Avusturya’daki alışılmış refahın sürdürülememesi endişesi ile sosyal katmanlar arasındaki dengenin sağlanamaması, aşırı sağ partiler tarafından iki temel nedene bağlanarak açıklanıyor. Bunlardan biri ve esas sorumlu olarak AB gösteriliyor. Brüksel merkezli kararların Avusturya’yı boğduğu, merkezi ekonomik düzenlemelerin hatta Avusturya’ya göre fazla liberal olan modellerin yapısal sorunlar oluşturduğu ileri sürülüyor. Dolayısıyla hayat pahallılığı ve işsizlik eğiliminin sorumlusu olarak AB gösteriliyor. Sekiz milyonluk Avusturya, ortak pazarın dışında kalsa daha iyi olacak mıydı, bunun hesabı yapılmadan seçmene Avusturyalıların ‘dış düşman’ı olarak AB gösteriliyor. Tabii bu durumda AB’nin insan hakları, eşitlik, adalet gibi kavramları da bu düşmanlık algısının içinde olumsuz bir yer bulabiliyor. Bu eğilim Avusturya’da kendisini aşırı sağda ifade ederken bazı ülkelerde sosyalist, sosyal demokrat, halkçı parti gibi partilerde pekálá görülebiliyor, hatta resmi politika bile olabiliyor.
Aşırı sağ partilerin oy toplarken hasatından yararlandıkları ikinci tarla ise ‘yabancı’lar, yani iç düşmanlar. Yabancı derken Türkler daha doğrusu Müslümanların en yabancı sayıldığı hatırlatılmalı. Sosyal ve ekonomik sorunların büyük ölçüde koyu tenli yabancılardan, dini ve etnik kökeni çoğunluk olduğu varsayılandan farklı olandan kaynaklandığına toplumu inandıran aşırı sağcılar, özlerine dönerek Alplerin beyaz Avusturya ülkesini kurmayı vaat ediyorlar. Halk da oy veriyor. Bu arada, bu politikalarını göçmenleri de korumak için yaptıklarını ileri sürüyorlar. Yani ayrımcılığa maruz kalmamak için ya Avusturyalılaşacaklar ya kendilerine başka yurtlar arayacak ya da köken ülkelerine geri dönecekler. Ya sev ya terk et gibi. Ne yazık ki bu eğilim de başka ülkelerde sadece aşırı partilerde görülmüyor. Neredeyse devletlerin resmi ideoloji olarak benimsenmiş ve kabullenilmesi emredilmiş ‘farklılık yok’ anlayışının her siyasal partide gözlendiği ülkeler var.
Aşırı milliyetçilik Avrupa, Avusturya ve Avusturya’daki ‘öteki’ler için tehlikeli bir tırmanışta. Bu duruma gelinmesinde gayet tabii sosyal demokratların ve hükümet uygulamalarının sorumluluğu çok büyük. Bununla birlikte ne yapılmadığında ne tür sonuçların ortaya çıktığını görmek bakımından Avusturya iyi bir örnek. Böyle giderse, Türkiye’nin girmek için uğraştığı AB’ni ilk terk eden Avusturya olabilir. Hani insanın, ‘onlar çıksın biz girelim’ diyesi geliyor; geliyor gelmesine ama acaba benzer eğilimler Türkiye’de yok mu ve benzer hatalar yapılmıyor mu diye sorası da geliyor. Avusturya’daki ‘öteki’ler için endişe duyanların kendi ‘öteki’leriyle yüzleşmemesi halinde, kendileriyle hesaplaşmak zorunda kalacakları ortada.
Avusturya gerçekten izlenmesi gereken bir örnek.
Star, 3 Ekim 2008
|
Beril Dedeoğlu
04.10.2008
|