|
|
Sayın yazar, sen de gündeme hiç bomba gibi düşmüyorsun. Hiç gezmiyorlar gündem bomba imha ekipleri senin yazıların için. Bir köşede buruşturulup atılmış, kesip yapıştırılmış bir yazının etrafına "olay yeri inceleme" şeritleri çekilmiyor. Eğitimli köpeklerle gezen, sırtında "bomba imha ekibi" yazan polisler göremiyoruz çevremizde.
Gündemi hiç sen belirlemiyorsun. Bazen hazır belirlenmiş gündemin ortasına yerleşiyorsun. Bazen acemice gündem belirlemeye çalışıyor, ama başaramıyorsun. Belki gündem belirleme diye bir derdin bile yok, özründen büyük bir kabahatle suçüstü yakalanıyorsun.
Sayın yazar. Bir genel yayın yönetmeni yahut o kadar da genel olmayan ama yayını değilse de bir şeyleri yöneten yazarlar senden bahsetmiyor. Hatta adını bile bilmiyorlar. Bilseler iki saniye sonra unutacaklar. Balık hafızalı oldukları için değil, senin gündemi bombalama ve belirlememen yüzünden.
Hadi bunları yapmıyorsun. Bari polemiğe gir. Ama yapmıyorsun, sayın yazar. Polemikle, üstünde "işi olmayan giremez" yazan devlet dairesi odalarını karıştırıyorsun. Yahut polemikle mafyayı karıştırıyorsun. "Polemiğe giren, sağ çıkamaz" diyerek kötü adam kahkahası atan siyah gözlüklü badigardları hatırlıyorsun, nerden çıkartıyorsan.
Sayın yazar. Sen kimseden hiçbir şey alıntılamadığın için, kimse de senden hiçbir şey alıntılamıyor. Belki birilerinden birkaç cümle iktibas etsen, "tabak boş gönderilmez" prensibinin gereği, senin cümlelerin de birkaç yazıya girecektir. Sen aksini iddia etsen de, kimbilir belki başın göğe erecektir.
Sayın yazar, sen kimseye çamur da atmıyorsun. Muhtemelen kirlenmenin güzel olduğunu düşünenlerden değilsin. Bak benim zorlamamla, bir reklâm sloganı da olsa bir alıntı yaptın. Hadi bakalım, belki Omo tabağı boş göndermez.
21.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
Başörtüsü ve Yeni Asya |
|
Başından beri, başörtüsü yasağına karşı en kararlı mücadeleyi veren, meseleyi hiç eğip bükmeden, sırf bu sebeple maruz kaldığı baskılara da teslim olmadan yasağın kalkmasını ısrarlı bir şekilde talep edip bu talebin takipçisi olan tek yayın organı Yeni Asya'dır. Bunu okuyucularımız da, bizi yakından takip eden başkaları da çok iyi bilir.
Ancak Yeni Asya çözüm formüllerinin de doğru bir zeminde, yeni yanlışlara ve meselenin daha da kötüye gitmesine sebebiyet vermeyecek isabetli yöntemler ve akılcı stratejilerle gündeme getirilmesini savunuyor.
Sorunun şimdiye kadar çözülemeyişinde, yasakçı zihniyetin inadı yanında, "çözüm adına" uygulanan yanlış yöntemlerin de büyük rolü olduğu, yaşanan tecrübelerle sabit.
Hafta içinde gündeme gelen son girişimin de, bu tecrübelerden gerekli dersi çıkarmadan ortaya atılmış, "Çözüm getiriyoruz" derken işi bir kez daha çözümsüzlüğe götürme riski yüksek bir teşebbüs olduğunu düşünüyoruz. Bu yaklaşımımızı, konuya ilişkin yorumlarımızda ortaya koymaya çalıştık.
Bu hukuk ve vicdan dışı yasağın sona erdiği günlere bir an önce ulaşmak dileğiyle.
***
Çukurova TÜYAP'a katıldık
Hafta içinde gazetemizde çıkan ilânlarda duyurulduğu gibi, Yeni Asya Neşriyat olarak, Adana'da tertiplenen Çukurova TÜYAP Kitap Fuarına katıldık.
15-20 Ocak tarihlerinde açık kalan fuardaki standımızda indirimli fiyatlarla satışa sunulan yayınlarımız büyük ilgi gördü.
Bilindiği gibi, TÜYAP'ın İstanbul'daki kitap fuarlarına son yıllarda düzenli olarak katılıyoruz.
Bunun dışında, yine TÜYAP tarafından İzmir, Bursa ve Konya'da düzenlenen fuarlara da iştirak ettik. Çukurova fuarına ise ilk kez katılmış olduk.
Yayınlarımızı farklı kitlelere ulaştırma ve tanıtma yönündeki çalışmalarımız inşaallah bundan sonra da devam edecek.
***
Today's Zaman'da Yeni Asya
Today's Zaman gazetesi, ikinci sayfasında köşe yazılarından kısa iktibaslar yaparken, her gün dört ayrı gazetenin manşet haberlerini de genişçe bir özet halinde okuyucularına aktarıyor.
Bunlar arasında zaman zaman Yeni Asya'nın manşetlerine de yer veriliyor.
Meselâ son haftalarda Today's Zaman okurlarına, gazetenin ertesi günkü sayısında özetlenen manşetlerimizden bazı örnekler:
4 Aralık 2007-Tören işkencesi bitsin. Kars'taki okul açılışı için küçük çocukların eksi 30 derecede saatlerce bekletilmesi büyük infial uyandırdı.
7 Aralık 2007-Yasaklarla olmaz. Bakan Yazıcıoğlu misyonerlik faaliyetleri için konuştu: İletişim çağında yasaklarla bunların önüne geçilmez.
10 Aralık 2007-Başörtüsü çağdaş tercih. Yasemin Çongar: Başörtüsünü çağdaşlık ve modernliğe aykırı görmüyorum.
12 Aralık 2007-Üniversite özgür olsun, sadece bilimle uğraşsın. Yeni YÖK Başkanından ilk mesajlar.
9 Ocak 2008: Eski hatalar tekrarlanmasın. PKK köşeye sıkıştı. Ankara eski hataları tekrarlamazsa, terör bataklığını kurutmak kolaylaştı.
13 Ocak 2008-İslâm Konferansı AB'yi örnek alsın. İslâm Konferansı Teşkilâtı Genel Sekreteri İhsanoğlu: Avrupa Birliği İKT için en mükemmel örnek.
18 Ocak 2008-Avrupa: Başörtüsü yasağına hayır.
21.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Hepimiz için çetin imtihanlardan bir imtihan! |
|
Hepimiz şunu anlamalıyız: Başörtüsü, yalnızca bayanlar için değil; hepimiz için bir imtihandır. Bu ne demektir ve nasıl olur? Başörtüsü kadınlara farz olduğuna göre; erkekler için niye imtihan vesilesi olsun?
Şüphesiz ki, biz bu dünyaya imtihan olmak için gönderildik. Her hâlimiz, her fiilimiz, her sözümüz ile imtihandayız.
Rabbimiz mal verir imtihan eder, mal alır imtihan eder, çoluk-çocuk verir imtihan eder, alır imtihan eder, hürriyet verir imtihan eder, hürriyet alır imtihan eder; başörtüsü ile imtihan eder, başörtüsü yasaklanan çocuğumuzla imtihan eder... Sabrımız, sebatımız, vefamız, mücadelemiz, hizmetimiz, çalışmamız, gayretimiz, doğruluğumuz, hayâmız, iffetimiz ve "örtü"ye sahip çıkıp-çıkmayışımız ile imtihan eder...
İktidar imtihanda, iktidarı destekleyenler imtihanda.
Her halimizle zerre zerre, adım adım, hâl hâl, tavır tavır, söz söz imtihandayız! İlâhî fermanları dinleyelim: "İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece 'İman ettik' demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?"1
"İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?"2
"O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır."3
"Gerçek şu ki, biz insanı karışık bir damla sudan yarattık; onu imtihan edelim diye kendisini görür ve işitir kıldık."4
Hiç şüphesiz "Âhirzaman fitnesinin" hâkim olduğu günümüzde imtihanı kazanmak kolay değildir... Maddî bir gelir, dünyevî, geçici bir makam ve mevkî için açılan basit imtihanlar için günler, aylar, seneler çalışıyor, ter döküyoruz!
Ve unutmayalım: Hayatımızın her ânı için hesap vereceğiz. Bu husustaki âyetleri de takip ediyoruz:
"Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onun mükâfatını görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onun cezasını görür."5
Farkında değil miyiz ki; "Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan Cihan Harbinden daha büyük bir hadise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme dâvâsından daha ehemmiyetli bir dâvâ, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir dâvâ açılmış ki, her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek dâvâyı kazanmak için bilâtereddüt sarf edecek.
"Herkesin, iman mukabilinde, bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlarla müzeyyen ve bâkî ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvâsı başına açılmış."6
"De ki: Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, muhakkak sizi bulacaktır. Sonra da görüleni ve görülmeyeni bilen Allah'a döndürüleceksiniz de, O size bütün yaptıklarınızı haber verecektir."7
"Şüphesiz rızık veren güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah'tır."8
Dipnotlar: 1- Kur'ân, Ankebût, 2.; 2- A.g.e., Kıyâme, 36.; 3. A.g.e., Mülk, 2.; 4-A.g.e., İnsan, 2.; 5- A.g.e., Zâriyât, 7-8.; 6- Asây-ı Mûsâ, s. 20-21.; 7- Kur'an, Cuma, 8.; 8- A.g.e., Zâriyat, 58.
21.01.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Terörün ilâcı |
|
Her şeyin bir bedeli, karşılığı, gerekleri ve sonuçları vardır. İman gibi dünyanın en büyük nimetine ermenin bedeli, karşılığı, gerekleri ve sonuçları ise hiçbir şeyle karşılaştırılamayacak kadar büyük ve önemlidir. Dünyada da bir nev'î cennet hayatı yaşatan ve sonuçta cennet gibi paha biçilmez bir mükâfatı netice veren bir nimetin bedeli ve gerekleri de az olmasa gerek.
Bu gerekleri görevler olarak özetlemek mümkün. Kısaca inanan insan Allah ve Resûlünün emirleri çerçevesinde bir hayat sürecek ki bu büyük nimetlere kavuşabilsin.
Ülkemizin son zamanlarda barışa hasret kaldığını düşününce hemen arka bahçemizdeki bu zenginlikler hatırımıza geliyor, bunlardan gerektiği gibi istifade edemeyişimize üzülüyoruz. Ortada bir yangın var, itfaiye de hemen yanıbaşımızda. Ama itfaiyeden istifade edemiyoruz da sağda solda su arıyoruz.
Anarşinin, terörün ilâcı hiç şüphesiz barışı ve hoşca geçinmeyi sağlayacak esaslardır. İşte onlardan bir tanesi: Sevgili Peygamberimiz (a.s.m.) buyururlar ki: "İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de tam iman etmiş olamazsınız."
Demek iman cennete girmenin, birbirimizi sevme de imanın gereği.
Böylesine bir hazineden niye istifade etmeyiz? İnsanlar birbirini severlerse neler olur?
Kardeşlik, kaynaşma, dayanışma, yardımlaşma olur. Tekvücut oluruz. Tekyürek olarak atar, sevgimizi, acımızı paylaşmasını biliriz. Bunu kim istemez?
Peki, insanlar birbirini sevmezlerse neler olur? Sevginin olmadığı yerde kin vardır, düşmanlık vardır, kargaşa vardır, karışıklık vardır, huzursuzluk vardır. Bunca rezalet, kötülük akıllı insanların arzu edebileceği şeyler midir?
İşte terörden canı yanmış Türkiye'nin ilâcı: Sevgi. Peygamberimiz de (a.s.m.) sevgiyi imanın gereği olarak görüyor. "Ben Allah'a, peygambere, ahirete inandım" diyen insan mü'min kardeşini sevmek zorunda.
Yunus Emre'nin "Yaratılanı severiz Yaratan'dan ötürü" dediği gibi sadece insanı değil, dağı, taşı, bitkiyi, hayvanı dahi Yaratıcısının harika bir san'at eseri olarak sevecek.
Ne dersiniz, ya hastalığı teşhis edemiyoruz, ya da teşhiş ediyor, ilâcı yanlış yerde arıyoruz.
Bütün dünya zenginliklerimizden istifade için can atarken biz niçin bu hazinelerimizin kıymetini bilemeyiz, ilâçlarımızı kullanamayız?
21.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
İhtilâlin insafsız giyotini |
|
Büyük Fransız İhtilâlinden (1789) dört yıl sonra, Kral 16. Lui giyotinle idam edildi.
İhtilâlin ardından, kraliyetin yetkileri büyük ölçüde kısıtlanmış, tırpanlanmıştı.
Kral, bu durumdan elbetteki memnun değildi. Kilise yönetiminde de aynı hoşnutsuzluk vardı.
Fakat, adı üstünde "ihtilâl"dir bu; fırsat bulduğunda, kendi çocuğunu bile öldürüp yemekten çekinmez.
Nitekim, öyle oldu. Daha önce ihtilâl yanlısı ve hürriyet sevdalısı olan Madam Roland ile "Kadın Bildirgesi"ni kaleme alan Olympe de Gouges de aynı âkıbete uğramaktan kurtulamadı. Kral'dan sonra, bu iki hürriyet kadını da giyotinden geçirilerek idam edildiler.
Madam Roland, giyotine doğru giderken, son söz olarak şunu söyledi: "Ey hürriyet! Senin adına ne cinayetler işleniyor."
* * *
Gizli işler çevirmekle suçlanan ve "vatana ihanet" cezasıyla idama sevk edilen Kral Lui'nin son sözlerinin de, şu şekilde olduğu rivayet ediliyor: "Ben masum olarak gidiyorum. Dökülecek kanların Fransa'ya yeni musibetler getirmemesini dilerim."
Kral'ın idamından aylar sonra, yani aynı yılın 16 Ekim'inde aslında bir Avusturya prensesi olan karısı Kraliçe Marie Antoinette de, yine aynı yöntemle idam edildi.
Bu da, haliyle iki ülke arasında ciddî bir rahatsızlığa sebebiyet verdi.
* * *
İdam edilen Kral'ın, yeni yönetimi rahatsız edecek ölçüde bazı hata ve günahlarının olması kuvvetle muhtemeldir. Ancak, o yine de bir vatan haini değildi. Dolayısıyla, onu idama götüren sebepler bahaneydi.
Asıl sebep, yeni yönetim şeklinin ortak kabul etmemesi, bütün yetkinin kendisinde olmasını istemesiydi.
Bu realite, hemen bütün iktidarlarda vardır. Hiçbiri, elindeki yetkileri başkasıyla, yani başka türlü yönetim anlayış ve alışkanlıklarıyla paylaşmak istemez.
Dahası, yeni rejimler, eskisini daima kendisi için tehlike, hatta tehdit gibi görür.
Bu sebeple, eskiye karşı olmadık suçlamalar yöneltilir. Tâ ki, büsbütün tehlike olmaktan çıksın.
* * *
Nitekim, bizde de buna benzer bir durum yaşandı. Cumhuriyet'in kurulmasından hemen sonra, bir Osmanlı düşmanlığı furyası başlatıldı ki, sadece Türkiye halkı değil, insanlık âlemi dahi hayretler içinde kaldı.
Oysa, bunun yapılması, yani geçmişin karalanması yerine, yeni rejim kendi iyiliklerini anlatsa, güzelliklerini göstererek kendini halka benimsetse, çok daha insanî olur.
Fakat, ne yazık ki, yeni gelen pekçok iktidar zümresi, sıkıştığı anda geçmiş iktidarları karalamaktan kurtaramıyor kendini.
Bu bir içtimaî hastalıktır ki, halen de bundan kurtulabilmiş değiliz.
* * *
İhtilâl'in mantığıdır bu: Fikren galebe edemediği, yahut zaafa düştüğünü anladığı anda, kuvvete, şiddete müracaat etmekten çekinmez.
İhtilâlciler, geçmişte giyotinli, darağaçlı idam yöntemlerini kullanmışlar. Bununla muhaliflerine gözdağı vermişler. Onları ürkütmeye, yıldırmaya, susturmaya çalışmışlar.
İdamın zor olacağını, yahut faydasız olacağını anladıktan sonra ise, bu kez muhtıra silâhına yöneldiklerini görüyoruz.
Haliyle, bu da bir süreçtir. Zaman içinde şekil ve taktik değiştiriyor.
Ancak, bugünkü dünyanın geldiği noktada, artık darbelere hiç tahammül edilmediği gibi, muhtıralara da sıcak bakılmıyor.
Dünya genelinde, hürriyete susamışlık ve demokrasiye bir iştiyak var.
Genel gidişat bu yönde seyrediyor. Geçici arızalar olsa bile, insanlık gerçek hürriyet ve tam demokrasinin tadına varmak, erdemine vasıl olmak istiyor.
Fransa'da, güya hürriyet uğruna darbe yapılmıştı. Ancak, adâletten saptığı için, diğer Avrupa ülkeleriyle birlikte kapitalizme ve sömürgeciliğe yöneldi. Başka milletleri esir ve köle gibi görmeye başladı. Servetlerini asırlarca gasp ve yağma etti. Çirkin yüzünü dünyaya gösterdi.
Bizdeki darbelerde ise, öylesine kanlı zalimlikler sergilendi ki, aradan beş sene bile geçmeden, vaktiyle alkışlayanlar bile onlara lânet okumaya başladı.
Zulme uğrayanlara ise, rahmet okunmaya devam ediyor.
21.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şükrü BULUT |
Türkiye'nin 'Kürt sorunu' var mı? |
|
Zaman zaman gündemimizin PKK terör örgütüne kilitlenmesini, hadiselerin normal seyrine bağlayanlar o kadar çok ki. Hele hele, saldırgan global ifsad cereyanlarının bizdeki münafıklarla işbirliği yaparak, PKK meselesini bir Kürt sorunu olarak takdimine aldanan milyonları gördükçe, hayıflanmamak elde değil.
Evvelâ, "Kürt sorunu" denilen slogan kalıbın içine bakıyorum, Tedaî ettirdiği mânâların hiçbirisiyle karşılaşmadığımıza göre, "Kürt Sorunu" hangi anlama geliyor ki? Bugünkü Meclisimizde yüz elliyi aşkın Kürt kökenli milletvekilinin varlığı Avrupa'da da biliniyor. Bürokrasinin tepe noktasından ülkenin Cumhurbaşkanlığı makamına kadar gelebilmiş bunca Kürdün yaşadığı bir coğrafyada "Kürt sorunu" kelimesinin altına gizlice yerleştirmek istenilen mânâya dikkat etmek gerekmiyor mu?
Ayrıca, bilinen şu bilgileri de hatırlayalım. Türkiye mezcindeki Kürtleri doğuda arayanlara şu hususları sormak gerekir: Doğudaki Kürtlerin en az üç misli ülkenin batı ve diğer şehirlerinde yaşamıyorlar mı? Üç tane Van, beş tane Mardin, Muş, Bitlis ve Diyarbakır'ın, Ankara, İstanbul, Bursa, İzmit, İzmir, Antalya, Denizli ve Manisa'da yaşadıklarını kabullendiğimizde, Kürtleri hangi coğrafyaya bağlayacağız? Bu şehirlerde doğmuş Şarklıların çocukları; kültürel, evlilik ve diğer yollarla "batılı" olduklarına göre, Kürtlerden kimleri kastediyorsunuz?
Kürt sorununun ırkçılık bağlamında ele alınması imkânsızlaştığına göre, bu fitneyi çıkaran merkezlerin asıl maksatlarını araştırmak gerekiyor. Doğu ve güneydoğu coğrafyamızı uluslararası zındıkaya peşkeş çekmek isteyenler, sakın kendi elleriyle ve imkânlarıyla organize ettikleri tezgâhı "Kürt sorunu" olarak bize sunmaya kalkışmasınlar? Türkiye'nin bölgesinde dünya barışını sağlayacak bir güç olmasını istemeyenlerin kimler olabileceği sorusunun cevabı da bizi doğru neticeye götürebilir.
Medenî ülkelerin ırka dayalı milliyetçiliği lânetledikleri bir zamanda, global tahripkâr cereyanlar Türkiye içindeki hanedanlarla işbirliklerini gizleseler de, matematiksel hesaplar onları deşifre ediyor. Bir asrı geçkindir tatbikata konulmak istenen "Ortadoğu Projesi" veya Türkiye'nin böğrüne uydu bir Kürt devleti kurma projesinin önündeki en büyük engelin İslâmiyet olduğunu, PKK örgütünü kullanan neoconlar da biliyor. Kürtlerin dindarları, Peygamberlerinin lânetlediği ırkçılığa yanaşmayınca, onlar da Marksist-Leninist örgütleri devşirerek çeşitli isimler altında parti ve örgütler kurma yoluna gittiler. Hatta denilebilir ki, Hizbullah senaryosuyla bu yolda mani teşkil edecek bölgedeki dindarları ya safdışı bıraktı veya bölgeden kovdular. Akıllarınca PKK için dikensiz bir gül bahçesi hazırladılar. Bu coğrafyada yaşayan din düşmanı Kürt militanlarıyla belli bir mesafe de kat ettiler.
Türkiye'de, hür bir ortamda milletin önüne konulacak bir sandığa, kaç kişinin PKK'nın Kürt halkının temsilcisi olduğu yönünde rey vereceğini merak edenler; Menderes ve Demirel dönemlerindeki milletvekili çizelgelerine baksınlar. Amerikalı neocon ve neoliberallerin baskısı ve maalesef idarecilerimizin rızasıyla Meclise giren PKK uzantılı partinin Kürt milletinin veya doğu coğrafyasının temsilcisi olamayacağı açıkça ortada iken, gündemimizin bu meseleye kilitlenmesi abesle iştigal değilse nedir? Tarihte olduğu gibi, suikast, katliâm ve başka zulümlerle PKK örgütünü siyasallaştırmak isteyenler her zaman olacaktır. Hadiselerin üzerine zındıklarca örtülen şalın ne kadar şeffaflaştığını merak edenler, manzaraya bir de Brüksel, Stockholm ve Berlin gibi merkezden baksınlar. Kürt halkının devletten beklediği adalet, hürriyet ve insanlığa saygı yalnızca Türkiye'nin doğusundakilere lâzım değil ki. Yetmiş milyon insanımızın şer senaryolardan kaos, komite istibdadı, hukukun siyasallaşması ve organizeli hırsızların ülkeyi basmasından feryat ettiğini hepimiz duyuyoruz.
Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, Türkiye'de "Kürt Sorunu" diye bir problem yoktur. Medenî milletlere yakışmayan bir Türk ırkçılığı yapılıyor ki, bunu tezgâhlayanların ne Türk ve ne de Müslüman olmadıklarını yüz seneden beridir biliyoruz. Türk milletinin tarihî vazifelerini yerine getirmemesi için, düşmanlarınca icad edilen ırka dayalı "Türk milliyetçiliğinin" hem içerde ve hem de dışarıda bize ne denli zarar verdiğini, dış basından da takip edebilirsiniz. Hükümetin medya ile anlaşarak çok önemli bir gündem gibi takdim etmeye çalıştığı bu müşkülün çözümü o kadar basit ki. Yüz elliyi aşkın Kürt kökenli milletvekillerinin öncülüğünde sivil toplum örgütleri, dinî cemaatler ve doğulu işadamlarının yardımıyla yapılacak küçücük bir çalışma, neoconların PKK balonunu anında bitirir.
Amerika'nın birinci Körfez Savaşıyla zoraki de olsa kurdurduğu Kuzey Irak Kürt devletine benzer anti İslâm bir Kürt oluşumunun bu ikinci Körfez Savaşı akabinde ülkemizin doğu ve güneydoğusunda kurdurulacağı önceden plânlanmıştı. 1 Mart tezkeresi kabul edilseydi, Amerikalı neocon ve neoliberaller bu kadar zahmet ve masraflara girmeyeceklerdi. Hükümetin ayağına kimlerin basmakta olduğunu görmek için yalnızca bakmak yetiyor. Ulusalcı laik Kemalistlerle neoconların kayıkçı kavgalarına aldananlara, 12 Eylül öncesindeki Dev-Sol, Maoist-Leninist ve diğer devrimcilerin yeni değişim ve dönüşümlerini göstermek; yeter kanaatindeyiz. Kürt halkı ekseriyetle dindar olduğundan, Kemalistler de saltanatlarının istikbali için neoconlarla rahatlıkla anlaşabilirler. Artistlerin konuştuklarına değil, senaryonun yol aldığı istikamete bakanlar, ekranların manyetik alanından kurtulmuş olurlar. Netice olarak, ümit ediyoruz ki, hükümet inisiyatif kullanarak bir adım ileriye çıkar ve yukarıda arz ettiğimiz üzere PKK'nın Kürt halkının temsilcisi olmadığını ve Türkiye'nin Kürt sorunu diye bir müşkülünün bulunmadığını, başta Avrupa ve İslâm âlemi olmak üzere dünyaya ilân eder.
21.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Talabani, Maliki ve İran |
|
İran-Irak savaşının sebebi Şattu'l Arap su yolu ve Saddam'ın Kuveyt'i işgalinin nedeni de Rumeyla bölgesi petrolleri idi. Kissinger 30 yıl önce İran'ın Amerikan peykinden ayrılması halinde Osmanlı'dan sonra İran'a ilhak edilen petrol zengini Ahvaz bölgesinin Basra ile birleştirilerek bağımsızlığa kavuşturulması projesini geliştirmişti. Bu bölgeye, ' İran Arabistan'ı' da deniliyor. Arap Irak'ı, Acem Irak'ı olduğu gibi bir de buna mukabil İran Arabistan'ı var. Anlayacağınız kavga istendikten sonra esbab-ı mucibesi hazır. Batılılar da bu meseleleri kurcalıyorlar. Zira bizim ülkelerimizi yöneten liderler aydın değil. Zenginliğin ve gücün entegrasyonda değil de baş çekmekte olduğunu varsayıyor ve zannediyorlar. Bunu da bağımsızlık addediyorlar. Bu da bizim Tih çıkmazımız oluyor.
Şattu'l Arap su yolu meselesi aslında Cezayir anlaşmasıyla birlikte tatlıya bağlanmıştı. Şah, Mustafa Barzani'ye desteğini çekmiş, buna mukabil Irak ise İranlılara Şattu'l Arab'a ortak etmişti. Ama Saddam Hüseyin devrimin akabinde, aynen Versay Anlaşmasında Almanya'nın gıbnı fahişe yani aldatılmaya maruz kalması ve Hitler'in buna feveran etmesi gibi bu anlaşmanın Irak'ın haklarını elinden aldığını ve dolayısıyla tanımadığını söylemişti. Buradan savaş haline intikal etmek istiyordu. Nitekim de öyle oldu.
Şimdi, ABD'den sonra İran'ın bölgedeki bir numaralı dostu olan Celal Talabani nedense durduk yerde Cezayir anlaşmasını gündeme getirdi ve kimse de buna bir anlam veremedi. Talabani'nin çıkışı muamma olarak kaldı. Neden Saddam'dan sonra Saddam'la savaşan Talabani Saddam gibi İran'a bir çıkış yapmıştı? Cezayir anlaşmasını askıya almaktan söz ediyordu. Halbuki 2002 Londra Konferansında İran yanlısı Şii partilerle gelecekte Irak'ın alacağı şekil üzerine anlaşmışlardı. Talabani 2002'deki Londra Konferansında Irak'ta Şiilerin çoğunluğu teşkil ettiklerini kabul etmişti. Buna mukabil, İran destekli Şiî partiler de Celal Talabani ve Mesut Barzani'nin istediği federasyon şartını onaylıyorlardı. Keza Şiiler, Kürtlerin istemiş oldukları Kerkük'ün Kürt bölgesine bağlanması isteklerini de meşrû kabul ediyorlardı. Şiilerle Kürtler bunun üzerine güçlü bir ittifaka girerek Amerikan öncülüğünde Irak'ı tahrip ettiler. 'Ba'de harabi Basra' haline getirdiler.
***
Bu anlaşmada bir kayma mı var? Bundan dolayı mı Celal Talabani Cezayir anlaşması üzerinden rahatsızlığını dile getiriyor? Evet, ortalıkta garip şeyler oluyor. Bu çerçevede Talabani, Cezayir anlaşmasını kabul etmediklerini açıklarken Bağdat'ta, Şiî-Kürt ittifakının yerine bir Sünnî-Şiî ittifakının geçirilmekte olduğuna dair işaretler var. Beşli koalisyon dağılıyor mu? Esasen son çıkışların ve çalımların arkasında Maliki ile Talabani arasında bir dizi anlaşmazlığın yattığı sanılıyor. Bunlardan birisi, Türkiye'nin Kandil Dağı ve çevresinde yapmış olduğu hava sortileri. Bu hem Amerikalılar, hem de Irak hükümeti nezdinde Kürtlerin yalnız kaldığının ve şapa oturduklarının göstergesi. Maliki hükümeti kılını kıpırdatmıyor. Sonra Amerikalılar onay verdiği ve İran'ın da çıkarlarına ters düşmediği müddetçe Maliki hoş ne desindi? Ama Kürtler yalnızlığa terk edildiklerini, Maliki tarafından ihanete uğradıklarını ve arkadan hançerlendiklerini düşünüyorlardı. Kürtlerin Türkiye tarafından dövülmesi Talabani ve Barzani hariç pek açıktan olmasa bile herkesin içten içe tasvibine mazhardı. Bunun nedeni Kürtlerin Amerikan işgali gölgesinde şımarmalarıydı. Talabani, Maliki'den Türk operasyonlarına karşı tepki göstermesini istiyordu. Maliki ise buna yanaşmıyordu. Dolayısıyla Türkiye'nin müdahaleleri Irak'ın iç dengelerini sarsmış oldu.
***
İkinci temel anlaşmazlık nedenlerinden birisi Kürt bölgesinin Bağdat'a danışmadan yabancı petrol şirketleriyle arzusu istikametinde ikili anlaşmalar parafe etmesiydi. Petrol arayacak ve çıkaracak yabancı şirketlerle Bağdat'ın haberi olmadan ikili anlaşmalar yapıyorlardı. Bu ise Irak hükümeti açısından bardağı taşıran son damla oldu. Ve Irak Petrol Bakanlığı bu anlaşmaları kabul etmeyeceklerini ve bu anlaşmanın kendileri üzerinden geçmesi gerektiğini duyuruyordu. 'Eşeğini dövemeyen semerini döver' hesabı Talabani bu durumda Maliki'ye diş geçiremeyince soluğu patronuna yüklenmekte aldı. Patronuna yani İran'a saldırıya seçti ve Cezayir anlaşmasına göndermeyle bunu denedi. Bu durum, geçmişte Türkiye'nin Irak Kürtleriyle ve Kerkük'le ilgili çekincelerini dile getirdiğinde Celal Talabani'nin 'Biz de Diyarbakır dosyasını açarız' şeklindeki şantajlarını andırıyordu. Maliki'ye diş geçiremeyen Talabani bir blöf yaparak 'Biz de Şattu'l Arap dosyasını açarız' diyordu. Ne bileyim eski dışişleri bakanlarından İlter Türkmen ve gazeteci Semih İdiz gibiler de habire 'Neden Celal Talabani'yi boykot ediyoruz sanki' diye tutturuyorlar. Onunla da normal ilişkiler geliştirmememizin bir eksiklik olduğunu söylüyorlar. Gerçekten de kaypak Talabani gücünü bu tür kaypak ilişkilerden almıyor mu? Osmanlı olsaydı Talabani gibilerine Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa'ya yaptığı gibi yapardı. Bu, Arnavutları veya Kürtleri cezalandırmak değil, düpedüz bozuk ve kaypak siyasetçilere yüz vermemektir.
21.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Amerika gibi! |
|
Yaşadığımız asır, bir bakıma 'imaj' asrı. Derdini anlatmayanın derman bulması zor. Ülkeleri yönetenler, en önce yaşadıkları ülkenin 'gerçek'lerini tanıyacak, sonra da bu gerçekleri bütün dünyaya tanıtmaya çalışacaklar. Bu yapılmadığı sürece, 'muasır medeniyet seviyesi'ne ulaşmak neredeyse imkânsız.
Tabiî ki 'muasır medeniyet seviyesi' kavramı da tartışmalıdır. Kimilerine göre, bu maddî zenginlik, kimilerine göre de başka bir 'değer'dir. Başka bir değerlendirmeye göre de bu seviyenin ölçüsü, müstehcenliğin serbest olması ya da 'sarhoş olma hakkı' olarak görülebilir.
Ama ortada bir hakikat var: Manevî kanadın ihmal edildiği bir maddî 'uçuş' hedefine ulaşamıyor. Geşmiş yıllarda manevîyatı dışlayan 'ikinci Avrupa' anlayışı, bu yanlışın bedelini ağır bir şekilde; nesilleri kaybetmek olarak ödediği için son yıllarda attıkları adımlarla 'akıl için yol bir'e yaklaşıyor.
Zaman zaman ifade edildiği üzere Türkiye, artılarını ve eksilerini dünyaya anlatmakta başarılı olamıyor. Bunun bir sebebi de Türkiye'yi 'idare edenler'in; ülkemizde yaşanan pek çok hadiseyi hakkıyla bilememesi, tanıyamaması. Meselâ, bir 'turizm bakanı'nın, yaşadığı ülkeyi tanımadığını düşünün... Böyle bir yönetici, ülkesini başarılı bir şekilde dünyaya tanıtabilir mi? Aynı şeyi, diğer bütün görevliler için de tahayyül edebilirsiniz.
Ülkemizin de dünya nezdindeki tanınmışlığı ve itibarı maalesef arzu edilen seviyede değildir. Bunun onlarca sebebi olabilir, ama en büyük yanlışlık; yöneticilerimizin tatillerini 'değerlendirmek' için ekseriyetle 'yurt dışı'nı tercih etmesindedir.
1995 yılından beri İstanbul'da yaşayan ve aslen Amerikalı olan bir 'yazar'ın değerlendirmeleri bu gerçeği bir defa daha hatırlatmış oldu.
Aynı zamanda İTÜ'de ders veren Mark Petrovich, "Türkiye'ye ilk geldiğinde hissettikleri"ni şöyle özetlemiş: "1995'te geldim. Geceydi. Uçaktan indim, taksiye bindim, Bakırköy'e gittim. Sabah oldu. Dışarı çıktım. Bir de baktım her yerde bankalar, Burger King'ler, BP filan... Amerika gibi! Çok şaşırdım. Dedim 'Bu ne lan?!'"
"Neden şaşırdınız?" sorusunun cevabı da şöyle olmuş: "Ben kahvehaneler var; çarık giyen, şalvarlı adamlar nargile içiyorlar buralarda zannediyordum." (Star, Pazar eki, 13 Ocak 2007)
Bir Amerikalının, Türkiye'ye geldiğinde gördüğü 'tabelâ'lardan Amerika'da olduğunu sanması sarsıcı ve bir o kadar da doğru bir tesbit değil mi? Aynı şekilde 'köy'den gelen bir kişi de Amerika'ya gittiğini düşünebilir. Çünkü her yer 'kültür istilâsı'nı gösteren tabelâlarla dolu vaziyette.
Bir 'yabancı'nın, "(Türkiye'de) Bütün kıyı şehirlerini gezdim. Karadeniz, Ege, Akdeniz'i dolaştım. Doğu'yu da dolaştım" demesi de Türkiye'yi idare edenlere örnek olmalı. Tabiî bir ölçüde bize de. Şehirleri gezmek elbette maddî imkânlarla da alâkalıdır, ama önce ilgi ve merak olmalı.
Amerikalı Mark Petrovich'in "Amerika'ya dönmeyi düşünüyor musunuz?" sorusuna verdiği cevap yüreğimize su serpebilir: "Immm, hayır."
Ah, bir de 'sade vatandaş'ın memnun olabileceği şartları temin edebilsek... Hak ve hürriyetleri kâmil mânâda tesis edebilsek...
21.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kemal BENEK |
Rektörleri jandartmayın! |
|
Mesele başörtüsü olunca esip gürleyen de çok oluyor.
Yeni YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan'ın ilk sözü "Yasakları kaldıracağım" olmuştu. Aynı gün bazı rektörler cevap verdi. "Kaldırtmayııızzz!"
YÖK Başkanı ne dese rektörler anında bağırıyor: "Yaptırmayız, dokundurtmayız, elletmeyiz."
Ne denildiğine bakılmaksızın verilen cevaplar belli bir şartlanmışlığın, önyargının sonucu.
Tıpkı çocuklar gibi. Ebeveynlerin "Onu yapma, buna dokunma" ikazları çocukta ani refleks oluşturuyor. Belli bir yerden sonra uyarı ne olsa tepki tersi oluyor.
Gazeteci bir dostumuz da oğluna "yapma, etme" uyarılarında fazla bulununca bu sefer farklı bir kavram kullanır ve "jandarma" diye yüksek sesle bağırır. Oğlu da cevap verir: "jandarcam."
Sakın rektörlere de "jandarma" demeyin. Her an jandarabilirler.
Gölgesinden korkan İsrailli
İsrail Ankara Büyükelçisi Gabby Levy'nin Sağlık-İş ziyaretinde yaşanan polemik Mustafa Başoğlu'yla yaptığımız röportajda yer almıştı. O ziyarette misafirperverliği ile öne çıkmış bir millet olarak hiç de alışık olmadığımız bir ayrıntı daha yaşanır. Başoğlu misafirlerine ikramda bulunmak ister. Önce kutudaki çikolatalardan uzatır. Büyükelçi Levy ve yanındaki iki bayan ikramı geri çevirir.
Büyükelçi cebinden kâğıda sarılı bir çikolata çıkarır. "Bak benim çikolatam var, almıyorum teşekkür ederim" der.
Başoğlu bu duruma bozulur ve "Merak etme bak ben ev sahibi olarak bir tane yiyorum bunda zehir falan yok" karşılığını verir. Daha sonra çay servisi gelir. Büyükelçi, "içmiyoruz" diyerek çayı da geri çevirir.
Başoğlu'na sordum:
-Siz büyükelçinin cebinden çıkan çikolatadan yediniz mi?
-Hayır ikram etmedi. Zaten bir tane vardı.
-Büyükelçiye iade-i ziyarette bulunduğunuzda ikramlarını alacak mısınız?
-Alırım ya ne olacak. Adamlar beni zehirlerlerse millet daha çok kızar.
Senin sorunun neresini düzelteyim?
Soru sormak da maharet ister. Sırf iş olsun ya da gündem olsun veya zora sokma niyetiyle olsun sorulacak sorular sahibini ele veriyor. Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik de benzer sorulara fıkra ile karşılık verdi:
Tarih dersinde bir öğrenci demiş: "Ben öğretmene öyle bir soru soracağım ki, öğretmen bana cevap veremez." Demiş ki: "Hocam, hangi padişahın kızının Kerbelâ'da köpekler tarafından yendiği iddia edildi?"
Hoca da cevaben: "Evlâdım, padişah değil peygamberdi, Kerbelâ değil Kenan'dı, kızı değil oğluydu, köpek değil kurt idi. Senin sorunun her tarafı yanlış, hangi tarafını düzelteyim?"
CHP'nin sermayesi
Milletvekillerinin rutin işlemlerinden biri de yazılı ve sözlü soru önergeleridir. Muhalefetin en çok başvurduğu mekanizmalardan biridir. Geçen hafta Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'e soru yönelten isimler arasında CHP İstanbul Milletvekili Necla Arat da vardı.
Üç soru soran Arat'ın gündemi-tahmin edileceği gibi-yine başörtüsü ve laiklikti.
Arat'ın ilk sorusu New York Alfred Üniversitesi'nin İstanbul Yerleşkesi'ni açmasıyla ilgili. Arat, "türbanlı, peçeli, çarşaflı öğrencilerin öğrenim gördükleri, kadın öğretim üyelerinin de başları kapalı olarak ders verdiklerini" iddia ederek sordu: "laiklik ilkesine aykırı bu durum karşısında bakanlığınızca alınmış önlemler var mıdır?"
Diğeri Camiler Haftası ile ilgili. Arat, ilköğretim okulları ile lise ve dengi okul derslerinde "Camiler Haftasıyla ilgili anlatımlar yapılması; seminerler, münâzarâlar düzenlenmesi; ödevler verilmesi; imkânlar dahilinde camilere gezi programları düzenlenmesine ilişkin bir genelge yayınlamış mıdır?" diye sordu.
Üçüncüsü de aynı mantığın eseri. Arat, bir dekanın karma eğitimi eleştiren sözüne karşılık bakanlığın herhangi bir girişimde bulunup bulunmadığını merak etti.
Acaba başörtüsü ve laiklik tartışmaları bitse CHP neyi konuşacak, neyi soracak?
Yersen.
Başörtüsü yasağını sona erdirmeye niyetlenirsen;
Sun'î gerginlikler çıkartılabilir.
Medya korkutabilir.
Bildiriler yayınlanabilir.
Başsavcı konuşabilir.
Partiler hakkında kapatma tehditleri oluşabilir. Her şey olabilir. Tabiî yersen.
21.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Başörtüsüne "yasal" oyun |
|
Ankara geçen haftayı Başbakan'ın son "başörtüsü çıkışı" tartışmalarıyla geçirdi. Erdoğan'ın "Yasak bir cümle ile çözülür; CHP olmazsa MHP ile de olur" beyânının ardından, 28 Şubat "postmodern darbe"nin siyasî aktörü Anasol-M koalisyonunda başörtülü milletvekilinin başını açtırma imajından kurtulmaya çalışan Bahçeli'nin, "bir cümlelik" Anayasa'nın 10. maddesini derhal değiştirme teklifi, iktidar partisini zora soktu.
Başta AKP adına yeni anayasa taslağı hazırlamakla görevli Prof. Dr. Ergun Özbudun ve Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu olmak üzere, iktidar partisi yetkililerinin "MHP'nin önerisinin bir yenilik getirmediğini ve başörtüsü yasağını kaldırmayacağını" açıklamaları bunun göstergesi.
Nitekim toplanan AKP MYK'sinde MHP'nin teklifinin önce "olumlu bir yaklaşım" olarak görülüp, peşinden "yetersiz" denilmesi; bizzat grup başkanvekillerinin ifâdesiyle, "sorunu çözeceği konusunda kuşkular var" denilerek yasağın bir defa daha "yeni anayasa"ya havale edilmesiyle ilk kırılma işâretleri oluyor.
Her fırsatta önüne çıkan, "ürkek değil erkek politikalar" sözünün altında kalan MHP'nin de âdeta "bizden bu kadar" deyip, "teklif var, ısrar yok" diye önerisinde diretmesi, kanunsuz ve keyfî başörtüsü yasağını "kanun"la çözmenin tekrar çıkmaza girdiğinin sinyalini veriyor.
Doğrusu, baştan beri başörtüsünde çekingen ve "neme lâzımcı" davranan AKP siyasî iktidarı, bir dizi zikzak çizdi. Bizzat Başbakan Yardımcısının ifâdesiyle, başörtüsü "Türkiye'de yüzde bir buçuğun meselesi" olarak görüldü. Sıkıştıklarında ise, "yasal yasak var" diyerek yasadışı yasağa sığındılar; hep "mayınlı" gördükleri araziden uzak kaldılar.
Başbakan, sırf başörtülü oldukları için, kaymakam ve millî eğitim müdürlerince törenlerde sahnelerden indirilen, ödülleri verilmeyip geri çevrilen mağdurlara tesellî telefonlarıyla yetindi.Gelinen noktada Erdoğan'ın, "İnşallah sonucu olumlu olur" deyip, üniversitelerde başörtüsünün serbest bırakılması için yeniden "ceza hukukuna ve genel adaba aykırı olmamak üzere üniversitelerde kılık kıyafet serbesttir" ibâresinin anayasa konulmasına yönelmesi, siyasî iktidarın, hiçbir yasaya dayanmayan yasadışı yasağı çözmede saplandığı yanlışlığı bir defa daha ele veriyor.
Çünkü "MHP'nin teklifi" ve hatta AKP'nin anayasaya ekleyeceğini söylediği sözkonusu ibâre, "kamu hizmetlerinde yararlanmada eşitlik ilkesi"ni esas alıyor. Zaten daha önce Anayasanın 10. maddesinde yer alan, "devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uymak zorundadır" hükmüne, "her türlü kamu hizmetlerinin sunulmasında ve bunlardan yararlanmasında" cümlesini ekliyor.
Ve bu durum, yasa yapma yetkisi olmayan ve "gerekçeleri" hiçbir suretle "yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde yorumlanamayacak" Anayasa Mahkemesi'nin, başörtüsünü yasaklama "bahaneleri"ni ortadan kaldırmıyor. Zira Prof. Özbudun'un da belirttiği gibi, Anayasa Mahkemesi'nin "yasaklamaları", "anayasanın eşitlik ilkesine aykırılık"tan değil, "laikliğe aykırılık"tan konulmuş. Yasakçılar da "laiklik ilkesi" bahanesiyle hiçbir yasa olmamasına rağmen tepeden bu yasağı yönetmelik ve tâlimatlarla dayatmaktalar. Bu durumda, MHP'nin de, AKP'nin de anayasaya ilâve etmek istediği ibâreler ve esasen hangi "cümle" olursa olsun, temelde yasak olmayan kılık kıyafet serbestisini ve başörtüsünü "anayasa" ve "yasa" maddesiyle "serbest" bıraktırmak, bir başka tehlikeyi başa belâ ediyor...
Evvela, iktidar partisi sözcülerinin de ifâde ettiği gibi, "eşitlik" ilkesi, bu kez başörtülülerin de başlarını açmasıyla eşitlenmesi gibi bir vartayı beraberinde getiriyor. Daha da vâhimi, bu "muğlak" ifâdelerle, "üniversitelerde başörtüsünün serbest olduğu" daha şimdiden "olmaz!" diye direten yargı organlarınca kabul edilse bile, yükseköğretim dışındaki bütün alanlarda başörtüsü yasağının resmen "anayasal suç" haline getirilmesi gibi bir tehlikeyi ortaya çıkıyor.
Şimdiki yasak, Özal'ın hiç gereği yokken, 1980'lerin sonunda başörtüsünün üniversitelerde serbest bırakılması hakkında "yasa" çıkarmasıyla, "yasakçılar" tarafında icâd edilmedi mi? Her ne suretle olursa olsun, hakkında yasa olmayan bir şeyi, yasayla serbest bırakmak, yasakçıların her fırsatta yeniden yasaklanması için "yasa" perdesinde bahaneler getirmez mi?
Görünen o ki, hakkında hiçbir yasal yasak bulunmayan başörtüsü, her an yasanın "değişik" yorumlanmasıyla, her an yasaklanabilecek bir kritik ve vartalı bir alanın içine itilme riskiyle karşı karşıya.
Siyasî iktidar kontrpiyede, riski göze alamıyor. Daha şimdiden caymakta; tökezlemekte ve yan çizmekte. "Kökten çözüm"ü değil, problemi daha kökten körüklemekte. Ve başörtüsü hakkı, yeniden ertelenme ve ötelenme akıbetine uğramakta.
Başbakan'ın "son çıkışı"nın vardığı varta bu.
21.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Yaratılış aydınlığı |
|
Yaratılış var olmaya başlamaktır. Biz insanlar ruhlar âleminde vardık. Ama Rabbimiz bize insan libasını giydirerek yeni bir hayat için bu dünyaya gönderdi. Biz insanların atalarından önce nebatlar dünyanın her tarafında yaratılışın şarkısını terennüm etmekteydiler. Var olmaya başlayan her şey adeta bu dünyanın en yüce misafirini beklemeye başlamıştı.
Sayısız renklerdeki çiçekler ve yeşilin değişik tonları en güzel bir şekilde San'atkârı göstermeye başlamıştı bile. Onlar adeta hullelerle süslenmiş bu san'at eserlerini temâşâ edecek olanları beklemekteydiler. Yine bizlerden önce dünyaya yerleştirilen hayvanlar da yeni bir âlemde olmanın tadını çıkarmaya başlamışlardı. Onlar da hizmet edecekleri "eşref-i mahlûkat"ı karşılamanın ve görevlerini en iyi bir şekilde yapmanın heyecanını göstermeye başlamışlardı.
Her şey mükemmel bir nizam ve intizamı göstermekteydi. Henüz şerli beşerin bulaşık eli hiçbir güzelliği bozmamıştı. Ama beşersiz de yaratılış yarım kalacaktı. İnsanoğlu yaratılacak ve onun yaratılmasıyla kâinat yaratılış maksadına kavuşmuş olacaktı.
Yaratılış hikmeti insanın varlığını gerektiriyordu. İnsan bambaşka bir mahlûk olacaktı. O hem mükemmel bir şekilde yaratılacak ve yaşayışıyla Rabbine en güzel bir şekilde kulluk edebilecek, hem de isyanıyla en büyük zulmü irtikap edebilecekti. Zira karanlık olmazsa aydınlığın değerini anlamak zor olacaktı. Bu sebeple küfür ve isyan zulmü yaratılacaktı ki, insanda itaat ve kulluğun değeri anlaşılsın.
İnsanın eşref-i mahlûkat olarak değerini kazanması için makamı sabit olmayacaktı. En büyük yükselişler için bazı alçalışlar olsa da önemli değildi. Aranan maden elmastı. Ancak bazen kömür de kendini gösterecekti. Olsun, çünkü kömürü görmeye tahammül etmeseydik elmasa kavuşma imkânımız olmayacaktı.
Hâsılı bin bir çeşit mahlukatla doldurulan dünya âlemine dahil oluşumuz yepyeni bir dirilişti bizim için. Dirilişimizle hayat yepyeni bir mânâ kazanmaya başlamış, dünya sultanını ve mimarını bulmuştu. Bu diriliş safhası, Âdem (as) babamızla başladı ve hâlen devam etmektedir.
İnsanlık tohumları dünya tarlasına atılmaya başlanmıştı Hz. Âdem ile birlikte. Elbette bütün tohumlardan verim alınmayacaktı. Ancak filizlenen tohumlar kaybedilenleri telâfi etmek için yeterli olacaktı. Yaratılış tarlasından çok değerli meyveler alınacaktı şüphesiz. Görülebilen bazı aksaklıklara rağmen değerdi dünyanın imtihan salonu olarak yaratılması...
Asırların ufkunda Nebîler birer güneş gibi kâinatı aydınlatmaya başlamıştı. Bu güneşlere karşı çıkıp karanlıklara sığınanlar da olmuştur, ama insanlık onlar sebebiyle kaybetmemiş, kazanılanların yanında onların esamesi bile okunmaya değer görülmemiştir.
Kâinatı aydınlatan güneşlerin aydınlığıyla aylar, yıldızlar da parlamış, böylece insanlar insan olarak yaratılmanın zevkini almışlardır. Yaratılan mânevî güneşler, aylar, yıldızlar misafir olarak gönderildiğimiz dünyamızı ziyâlarıyla aydınlatmıştı. İman nuru yaratılışın mânâlarını perdeleyen karanlıklarını yok etmiş, İslâm âb-ı hayatı çorak gönüllere hayat vermişti. Böylece arz çiçeklerle süslenmiş, yeni canlılar berrak sularla büyümüş, toprak ana şefkatiyle sevdiklerini bağrına basmış, binbir san'at-ı İlâhiyenin ortaya çıkmasına menşe olmanın hazzını almıştı.
Yaratılanların şuur sahiplerince mânâlandırılması neticesinde akıllara durgunluk veren güzel manzaralarla yaratılanların âlemi şen şakrak olmuş, neşe her tarafı sarmaya başlamıştı. Neticede ölüler dirilmiş, karanlıklar aydınlanmış, üzüntüler yerini sevinçlere bırakmış, düşmanlıklar dostluklara inkılâp etmiştir. Derken yaratılış hedefine ulaşmış, iplerin kimin elinde, anahtarların kimin yanında olduğu şuur sahiplerince anlaşılmıştır.
Rahmet deryasının kudretli sahibi olan Rabb-i Rahîmi tanıyanların bu dünyadaki huzuru da yaratılışıda anlamakta ve en güzel bir şekilde ifade etmekte olacaktı. Yaratılışın en taze, en lezzetli meyvesi olan Hz. Muhammed'in (asm) nurunun aydınlığını görmek ve onunla aydınlanmak için yaratılışın mekânı ve zorlukların kaynağı olan dünyada ne kadar da sıkıntı çeksek yine az olacaktı...
21.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hakan YALMAN |
Başörtüsü, meşrûiyetini Kur'ândan alıyor |
|
Memleketimizin azametli fakat bahtsız oluşuna yol açan en önemli sebeplerden biri gereksiz konuların zihinleri fazlasıyla meşgul etmesi ve asıl meselelere harcanacak enerjinin zayıflamasıdır. Başörtüsü ya da türban ayrımının ya da başörtüsünün sembol olup olmadığının memleketimizdeki tesettür problemi ile en ufak ilgisi yoktur. Bütün dünyanın muasır medeniyet noktasına yöneldiği ve bu vatanın da bahtının yeni yeni açılmaya başladığı bir zamanda insanları mağdur eden uygulamaların herkes için moral bozucu olduğunu ve çok hız kestiğini görmek gerekiyor. Şu an hepimizin temel vazifesi bahtımızın açılması ve ülkemizin maddî terakkisi ile ila-yı kelimetullah noktasında eski şevketine kavuştuğu günler için sözlerimizle ve fiillerimizle duâ etmektir. Oysa başörtüsünün koca memleketin temel meselesi olduğu ve çarpıtılarak gündeme getirildiği bir durumda kırılmış kalpler ve aleyhte duygular arttıkça bir millet olma şuuru ve ortaklık duygusu zaafa uğrayacaktır. Tesettür gibi geniş ve Settar isminin genişliği ile alâkadar olan ve kâinatın tamamını ilgilendiren bir kavramı sadece hanımlar ve yalnızca başın örtülmesi ile alâkalı olarak ele almak, kavramı çok sığ hale getirmektedir.
Başörtüsü tartışması gerçekten, zemininden çok uzaklarda cereyan ediyor gibi. Zaten kullanılan kelime de fiili basitleştiren ve gerçek anlamının çok uzaklarına taşıyan bir anlam içeriyor. Kelime yalnızca bir organın örtülmesine hizmet eden bir nesneyi ifade ediyor. Yani her şey gibi Yaratıcıdan bağlantısı koparılmış, mânâsı ismen algılanan genel varlık sahnesinden nasibini almışlığın ifade edildiği bir terminoloji ile ortaya konuyor. Âlemleri Yaratan ve her nefes alış verişimiz, kâinatın başlangıcından bugüne gelişimiz kontrolü altında olan bir Zat-ı Akdes'in emrini yerine getirme fiili tamamen ismileştirilip ve siyasîleştirilip dünyevî zeminlerde tartışma konusu yapılıyor.
Başörtüsü meşrûiyetini ne insan hakları evrensel beyannamesinden, ne Türkiye Cumhuriyeti Anayasasından, ne de yönetmeliklerden almaktadır. Onun asıl meşrûiyet kaynağı kâinat anayasası Zat-ı Ezeli'den bizlere mukaddes bir hitap ve hayatımızı yönlendiren emirler manzumesi olan Kur'ân-ı Azimüşşan'dır. Bu göz ardı edilince gerek karşısında yer alanlar, gerekse savunanlar tartışmayı dünyevî zeminlerde yürüterek bir çözüm yolu bulma arayışı içinde çırpınmakta, ancak bunu da başaramamaktadırlar.
Kamusal alanın ne demek olduğu konunun özü açısından hiçbir anlam taşımamaktadır. Konuyu savunanların da olayı dünyevî bakışlarla aynı zemine taşıması, olayın kudsiyetini gölgelemek ve aslî kaynağını göz ardı etmek gibi mahsurlar taşıyor kanaatindeyim. Başını örtmek ya da örtmemek tercihi ile yüz yüze gelen bir bayanın aklına gelecek ilk soru bulunduğu yerin kamusal alan olup olmadığı, bunun bir sembol olup olmadığı, kanunlara uyup uymadığı, hatta evrensel tabiî hukuk kuralları dışındaki kurallara uyup uymadığı değil; bunun Allah'ın emri olup olmadığı olacaktır. Şu anki tartışma zemininde gündeme getirilen konular başörtülünün iç âleminden, psikolojisinden, kaygılarından, beklentilerinden çok uzakta cereyan ediyor diye düşünüyorum. Bütün âlemi sonsuz kudreti ile çekip çeviren Rububiyet-i Mutlaka tarafından gelen bir emir ile toplumun ve devletin baskıları arasında yaşadığı çelişkiler, iç âleminde hissettiği bocalamalar çaresizlikler, yalnızlıklar, tereddütler yaratılışları zayıf, nazik ve hissî olan toplumun bu kesiminin ruh âleminde ciddî yaralara yol açmaktadır. Ne başını açan, ne de kapatanın kendine huzurlu ve refah dolu bir ülkenin mensubu olarak hissettiği ideal vatandaşlık duygularını yaşamaktadır. Aslında her fert gibi o da insanlığını, medeniliğini, kendine güveni ve bunlarla uyum içerisinde algılamak istediği kulluğunu aramaktadır. İnsanlığın dünyevî bakışla bile ulaşmayı başardığı, bana göre esas itibariyle vahyin kontrolünde şekillenen insanî değerler insan hakları, dünyanın refah ve mutluluğu, tam hürriyet ve evrensel tabiî hukuk uzantısında şekillenmiş hukuk kurallarının üstünlüğü aslında ona bu imkânları sunmaktadır. Ancak asırlardır süren hakkın yerine kuvvetin üstün olduğu benlik etrafında şekillenmiş anlayış bunu engellemektedir.
Tesettüre engel olan herkes bilmelidir ki, iliklerine kadar işlemiş zerreleri dahi O'nu zikreden her nefes alış verişinde yardımına koşan, her dakika kalp atışlarını kontrol eden bir rahmetin, depremler, salgın hastalıklarla, savaşlar ve musibetlerle onları terbiye eden bir Celâlin karşısında yer almaktadırlar. İnsanlık tarihine bir göz attığımızda bu tavır dehşet verici ve insanı titretecek karşılıklar görmüştür.
Bu konuyu tartışan ve içinde yer alan herkes önce kendi konumunu iyi algılamalı, dünyevî konumlarının ötesinde uçsuz bucaksız bir uzay boşluğunda esamesi okunmayan bir gezegende uçaktan bile bakıldığında görülemeyen, sistemin bütününde sinekten daha ehemmiyetsiz varlıklar olduklarını unutmamalıdırlar. Dünyevî konumlar yalnızca günlük yaşantının darlığında izafi bir anlam ifade etmektedir. O yüzden bir konuda kimin ne düşündüğünden ve söylediğinden çok, varlığın asıl Sahibinin ne dediği önemlidir. Sonucu belirleyecek de O'nun hükmüdür. Bu yüzden, varlığın geneli karşısında aciz ve zayıf olan ve bu durumlarını hiçbir dünyevî makamın değiştiremediği insanlar birbirine dayanmalı hoşgörü, esneklik ve anlayışla hayatı ve sosyal ortamları kendilerine zehir hükmüne geçirmeden Kadir-i Külli'şey'e dayanmakla yarınlarından emin olmanın tarif edilmez huzurunu bütün insanlık olarak hissetmelidirler.
21.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|