|
|
Murat ÇETİN |
Yeni yıl ne getirsin? |
|
Çocukluğumdan beri her yılbaşında aynı dilekleri duyarım: Yeni yıl, barış, mutluluk ve huzur getirsin.
Kime mikrofon uzatılsa farklı kelimelerle de olsa, ki burada kelimeleri ne kadar değiştirebilirsiniz ki, aynı şeyleri söyledi.
Ve yine ben kendimi bildim bileli, dünyada, özellikle de Ortadoğu’da savaşlar bitmedi.
Buna rağmen, her yılbaşı aynı dilekler dillendirilmeye devam edildi: Savaşlar olmasın, insanlar ölmesin. Bütün dünya barış içinde yaşasın.
İşin garibi, bu dilekleri dile getirenlerin dünyadaki savaşları umursadığına dair, yılbaşları dışında ağızlarından pek bir şey duymazdık.
Yeni yıl, belki de bu samimiyetsizliği gördüğü için barış filan getirmiyordu. Yoksa taşa söylesen o bile getirirdi.
Belki dilekler o kadar da evrensel değildi. Zira konuşanların bir kısmı, temennilerinin başına “ülkemizde” ibaresini eklemeyi ihmal etmiyorlardı. Bu zaman zarfında, ülkemizde adına savaş denilen bir savaş olmadığına göre, dileklerin tuttuğu da söylenebilirdi. Ama o zaman da şöyle bir gariplikle karşılaşıyorduk: Madem savaş yoktu, niye herkes barış diliyordu.
Belki yeni yıldan, onun boyunu aşan isteklerde bulunuyorduk. Üstelik böyle her sene aynı şeyi dileyip, dileğimizin gerçekleşmemesi, yeni yılın inandırıcılığına da gölge düşürüyordu.
Aslında yapılması gereken, yeni yıldan getirebileceği şeyler istemekti.
Meselâ yeni yıl Doğu ve Güney Doğu Anadolu illerimize olağanüstü hal getirsin, denilebilirdi. Ki zaten o yıllarda Milli Güvenlik Kurulu tavsiye eder, Hükümet de olağanüstü hali uzatırdı. Böylece zaten gerçekleşecek bir şey, gerçekleşmiş yeni yıl dileği olarak hayat bulurdu. Ülkemizin geri kalan bölgeleri de unutulmaz, “Yeni yıl, ülkemize askerî vesayet getirsin” denilebilirdi.
Tabiî olan oldu. Artık bu dilekleri bundan sonra dileyebiliriz. Ve dileklerimizi çeşitlendirerek, “Yeni yıl ülkemize laiklik getirsin. Ama sivil anayasa getirmesin. Ulusalcılık getirsin. Ama demokrasi filan getirmesin” diyebiliriz.
Böylece yeni yıl da hep aynı şeyleri getirmemekten kurtulmuş olur.
17.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Âyinesi iştir kişinin |
|
Bazen insan hissettiğini ifade etmekte güçlük çeker. Duyguların dilini bilmek de kolay olmuyor. Hakkı savunma adına yanlışa düşme, gerçekleri konuşturmaktan ziyade duyguları tatmin etmeyi ön plana alma gibi durumların oldukça fazla yaşandığı dünyamızda zaman zaman insanları anlamakta zorluk çekeriz.
Zahirî anlamda hayırlı sonuçları elde etmek için çırpınan insanların gerçekte Kur’ân ve sünnet ölçüsünden uzaklaşması hadiselerini fazla yaşıyor olmaları, ak ile karayı birbirinden ayırt etmeyi çok zor hale getirmektedir. Bir bakıyorsunuz birileri öyle tantanalı ifadelerle kendi haklılığını anlatmaya çalışıyor ki, etkilenmemek mümkün olmuyor. Böyle durumlarda duygular adeta alt üst oluyor.
Duygular karmaşasının yaşandığı durumlarda akıl ve kalb birlikteliğiyle Kur’ân ve Sünnet ölçülerine yöneldiğimiz zaman, işlerin hiç de sadece duygularla ifade edilebilecek kadar basit olmadığını görebileceğiz. Zira bir de bakıyorsunuz hak nâmına söylenenlerin arkasında dünya değerleri sırıtmaktadır. Bir de bakıyorsunuz ki, söylenenleri ne Kur’ân, ne de Sünnet doğrulamaktadır.
Değerler karmaşasının oldukça fazla yaşandığı zamanımızda her şeyi kılı kırk yararak mihenge vurmak zorundayız. Her gelen dolmuşa binmemeyi, her gelen sese kulak vermemeyi, her beliren görüntüyle göz nurunu yormamayı prensip edinmek zorundayız.
Bir kişinin söylediklerinin sâfiyetini anlayabilmek için ihlâs ve samimiyetin ortada olup olmadığına bakmamız gerekmektedir. Her ne kadar insanların gerçek niyetini tamamen anlama gibi bir imkânımız yoksa ve her ne kadar insanların kalbini yarıp içinde gerçekten nelerin olup olmadığına bakma hakkımız bulunmamakta ise de, basiret gibi bir dürbünü kullanma imkânımız bulunmaktadır.
“Hüsn-ü zan, adem-i itimat” mizanıyla insanları değerlendirebilme melekesini kazanabiliriz. İnsanlar için iyi ve güzeli düşüneceğiz, ama söylediklerinin ve yaptıklarının ne derece doğru olduğuna temkinle yaklaşacağız. Böylece insanların güzelliklerinden ve doğrularından faydalanma imkânına kavuşacakken, diğer yandan da yanlışa düşebileceklerini, söylediklerinin ve yaptıklarının prensiplerimize aykırı olabileceğini hesaba katma imkânımız olacaktır.
Hep karşıdakilerini tenkit edip, kendi haklılıklarını ifade edenlerin düştüğü veya düşeceği kuvvetle muhtemel hatalara karşı uyanık olmamız gerekmektedir. Geçmişte yaptıklarını inkâr edip, “Ben o zaman yanlış yaptım, yanlış düşünüyordum” diyenlerin yeniden bir yanlışa düşme ihtimalini uzak görmemek gerekir.
Yüksek perdeden konuşup, düşüncelerini diğer insanlar için cankurtaran olarak görenlerin, “mükemmeliyetçi” tuzaklarına düşmemek için, ehakk için hakkın terk edilmemesi gerektiği yönündeki prensibi unutmamak gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki, en güzelini bulacağım, en iyisini yapacağım deyip, güzelliklerden ve iyiliklerden mahrum olan çok insanlar bulunmaktadır. Önemli olan hakta sebat etmektir. Hakta sebat olursa ehakka da kavuşmak zor olmayacaktır.
İnsanların kusur ve hatalarını tekrar etmekten kendi hata ve kusurlarını görmeyenlerin durumuna düşmemek istiyorsak, her şeye nefsimizden başlamamamız gerekir. İşi gücü yakınmak ve başkalarını tenkit etmek olanların menzil-i maksuda varmalarının mümkün olmayacağını hepimiz bilmekteyiz. Bizler için yakınmak yerine işe koyulmak, tenkit etmek yerine doğruyu bulmak için gayret etmek esas olmalıdır.
Konuşmak kadar çalışsaydık çözülemez gibi görünen bir çok problemi çözmemiz mümkün olacaktı. Bilmeliyiz ki, herkes kendisinden sorumludur. Önce yaptıklarımız konusunda vicdanlarımızın rahat olması gerekmektedir. Elimizden geleni yapmak esas olmalı bizim için. Konuşmakla değil, iş yapmakla hedefe varıldığını nefsimize kabul ettirmemiz gerekir. İnsanları tenkit etmek, her konu hakkında güya kurtarıcı fikirler beyan etmek en kolayıdır. “Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz” vesselâm...
17.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hakan YALMAN |
Nurlu günler yaklaşıyor |
|
Bir kaç gün önce Thomas Michel’den çok anlamlı bir mesaj geldi. Papa John Paul’ün İslâmî konulardaki danışmanı ve Cizvit papazları genel sekreteri olan ve dünya genelinde Risale-i Nur’un yayılmasında büyük emekleri olan bu zatın mesajının orijinal metni şöyle: ‘My thoughts and prayers are with you, my Muslim brothers and sisters, during these first 10 days of Dhul Hijjah. May the Merciful and Compassionate God accept your prayers and good works and extend to you and to your loved ones His abundant blessings.
Your brother,
Thomas Michel, S.J.’
Yani mealen şöyle diyor: ‘Zil Hicce’nin bu ilk on gününde düşünce ve dualarımda sizlerle, hanım ve erkek Müslüman kardeşlerimleyim. Rahman ve Rahim olan Allah dualarınızı ve hayırlı işlerinizi kabul etsin, sonsuz rahmetini size ve sevdiklerinize ulaştırsın.’
Bu mesajı aldıktan sonra daha önce de değişik zamanlarda ve zeminlerde dile getirdiğim şu duyguları tekrar dile getirmek için çok güçlü bir arzu geldi. Bu duyguları pek çok kez Thomas Michel ile ve ortak duygular ile paylaşmıştık.
Hizmetimizin artık dünya genelini dikkate alarak planlanması gerekli olan bir dönemdeyiz. Dünyanın gittiği noktada zahiren karışıklık ve kargaşa olsa dahi derinde ve özde bir vahdet hali ve birlik ruhu olacağı gözleniyor. Zaman ve şartlar ortaya koymakta ve açıkça göstermektedir ki bu birliğin çimentosu ve ruhu Risâlet-in Nur yani nur-u Muhammedi'dir (a.s.m.). Avrupa Birliği şu an için Türkiye’nin gittiği istikamet olarak gözleniyor. Çoğunluğun inancının memleketimizin geleceği ve selâmeti açısından iyi olacağı yönünde olduğu değişik vesilelerle anlaşılıyor. İnşaallah gelişmelerde siyasî planlardan çok birliğin kâğıt üzerindeki hedeflerine uygun olur ve dünya barışına ve insanlığın bütünleşmesine hizmet eder. Bütün irade ve işleyişlerin içinde dünyanın istikrarlı bir şekilde gelişen ve bütünleşen bir yapısı var. “Medeniyetler çatışması”, “Tarihin sonu”, “Medeniyetler arası diyalog” gibi tezler gündeme getirilirken insanlık aleminin derinlerinde bir bütünleşme sürecinin yaşandığı gözleniyor. Yeni dönemde ırk, coğrafya, din, dil birliği gibi özellikleri ile tanımlanan milletlerle şekillenmiş kimlikler yerine insanların birer fert olarak değer kabul edildiği ve insanî değerlerin daha ön plana çıktığı dönemlere doğru gidiliyor. Artık dostluklar ve düşmanlıklar sadece mensubiyetler ve taraftarlıklarla değil, topyekün insanlığın sahip olduğu değerler ve değer yargıları etrafında şekillenmektedir. Özellikle, dünyada kargaşa çıkarmak ve bir satranç oyunundakine benzer hesaplarla insanlığı yönlendirmek amaçlı girişimler bu hesapların hedefinden çok insanlığın derin gelişimine hizmet eder hale gelmiştir. Meselâ, 11 Eylül dünyaya hakim güçlerin hesapladığı gelişmelerden çok, dünyanın genelinde insanlığı arayan, fazilet ve ahlâk gibi değerler etrafında birleşmiş ve zulme ya da emperyalizme karşı ve dünyanın her tarafına yayılmış bir topluluk bulunduğunu ortaya çıkardı.
Dünyanın çeşitli yerlerinde farklı dinlere, farklı ırklara, farklı kültürlere, farklı coğrafyalara mensup milyonlarca insan aynı doğrular etrafında bir araya geldiler. Aynı durum Rusya’da Risâle-i Nur’dan bazı kitapların yasaklanmasında yaşandı. İnsanların bu nura yönelmesine vesile oldu. Bu durum benlik ve ırkçılık ile oluşturulmuş ulusların kalın duvarlarla birbine kapatılmış uluslar düzeninin yerini temel insanî değerler etrafında birleşmiş ve dış görünüşte farklılıklar olsa bile daha derinlerde bütünleşmiş bir beşer tabakalarının aldığına da işaret ediyordu. İnsanlık ağacında felsefe dalının uzantısı olan; benlik, hakimiyet, kuvvet, sahiplenmek ve hükmetmek gibi ırkçı ve yayılmacı zihniyetin şekillendirdiği bir beşer tabakası oluşmuştu. Diğer taraftan aynı ağacın nübüvvet tarafında yer alan bilerek ya da bilmeyerek heva yerine Hüda’ya tabi olmuş ve insanı insan yapan erdemleri ırk coğrafya ve kültürlerden bağımsız olarak ön planda tutan bir beşer tabakası da hem Irak’da hem Amerika’da hem de dünyanın bütün ülkelerinde bir tabakanın uzantıları şeklinde bulunmaktaydılar. Bunları birbirlerinden haberdar olmadıkları halde bir araya getiren ve hiçbir kulis faaliyeti, propaganda veya başka siyasî girişimler olmaksızın aynı ortak noktada birleştiren özlerinde, ruhlarında ve belkide kısmen genlerinde var olan hakka taraftarlık olmalıydı.
Zaman ve şartlar, yaşadığımız olaylar devletler ve milletler şeklinde ve her iki tarafın da çoğunlukla hevaya tabi olduğu ve benlik ya da ırkçılık kavgası şeklinde yürüttüğü harplerin yerini insanlık tabakalarının, hakkın ve batılın yanında yer alanların mücadelesinin alacağını göstermektedir. Bu dönemden sonra özellikle hakkın ve Hüda’nın tarafında yer alanların bu tabakalaşmanın hızlanması ve belirginleşmesi yönünde gayret sarf etmesi gerekmektedir. Benim ülkemin ve benim insanımın tavrı doğru, diğer ülkelerin tavrı yanlıştır gibi siyasî ve tarafgir kabullerin yerini doğruya ve hakka nereden ve kimden gelirse gelsin taraftar olmak şeklinde bir anlayış almalıdır. Bu dönemden sonra biz dediğimizde Türkiye, Amerika, İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, İran, Irak, Gana, Japonya, Malezya,... kısacası bütün dünyada hakkın yanında ve zulmün karşısında yer alan, insanı insan yapan değerleri hayata hakim kılmaya çalışan herkes anlaşılmalıdır. Bu anlayışın karşısında ve hevaya tabi olan herkes Türk, Kürt, İngiliz, Fransız, Amerikalı,... hangi coğrafî tanımdan olursa olsun kimliği ister Müslüman, ister Hıristiyan ister Musevi isterse ateist olsun vahye dayalı dinlerin özellikle de İslâmın hakim kılmaya çalıştığı insanlıktan uzak ve ötekiler şeklinde tanımlanmaması gerekmektedir. Dünyanın ve insanlığın gidişi bu yöndedir ve dünya genelinde diyalog arayışı içindeki sivil güçlerin ön planda tuttuğu ana değer insanlık olmalıdır. Bu gün dünyaya anlatılacak İslâm da “hakikî insaniyet olan İslâmiyet” tanımı etrafında şekillenmiş olarak sunulmalıdır. Eğer bu yapılabilirse “Hakk’ın vaadettiği günler” çok yakında doğacaktır.
Avrupa Birliği düşüncesinin arkasında başka planlar olsa bile bu kadar teveccüh ve duâdan sonra inşaallah esas hedefine ve insanlığın birlik ve beraberliğine hizmet edecektir. Herkesin bir planı muhakkak vardır. Ancak, asıl önemli olan Kâinatı tanzim eden Zat-ı Zül’celal’in planının ne olduğudur.
17.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
TÜBİTAK bilim olimpiyatı ve Elif Büşra |
|
Türkiye’nin saygın bilim üretme kuruluşlarından TÜBİTAK, 12. Ulusal İlköğretim Matematik Olimpiyatında başarılı olan öğrencilere, geleneksel bir törenle ödüllerini verdi.
Ödül alan 55 liseden sadece bir tanesi devlet okulu. Yani devlet okulları başarısız. Peşinen sınıfta kalmış. Ancak müdahaleye gelince, devlet ve kurumları ile okulları oldukça “başarılı.” Meselâ başörtüsü yasağında dünya birincisi.
Dönelim ödül törenine. Ödül alanlar arasında bir kız öğrencimiz var: Elif Büşra Doğan.
Gündeme ve basına Elif’in haberi damgasını vurdu. Neden Elif diyeceksiniz? Çünkü Elif’in arkadaşlarından bir farkı vardı. Başörtülüydü. Özel gününde, başarısının taçlandırılacağı böyle bir törende, iç dünyasının ve inancının doğrultusunda kendine uygun gördüğü başörtüsü ile gelmişti.
TÜBİTAK’ın düzenlediği 15. Ulusal Bilim Olimpiyatları ve 12. Ulusal İlköğretim Matematik Olimpiyatı ödül töreninde dereceye giren İstanbul Özel Şefkat Lisesi öğrencisi Elif Büşra Doğan’ın sahneye başörtüsü ile çıkması, bazı zevatı “sinirlendirdiği” söyleniyor.
Masum Elif Büşra, her öğrenci gibi elde ettiği beyin ürünü bilim olimpiyatı ödülünü almak ve bu mutlu anı ailesiyle beraber yaşamak için oradaydı. Heyecanlıydı. Sevinçliydi. İnancının onu başarıya götüren etkisinden çok memnundu.
Buraya kadar her şey normaldi. Tam bir şenlik havası hâkimdi. Bilimsel çalışmalara kafa yormuş körpe dimağlar vardı salonda. Onları destekleyen, bu güne hazırlayan başta aileleri olmak üzere öğretmenleri ve okullarını temsil eden yöneticiler ve öğrenciler vardı.
Hasretini çektiğimiz bir tablo. Türkiye’nin zekâ potansiyelini ortaya çıkaran bir yarışmada bilim potansiyeli yüksek harika çocuklar/gençler, yeteneklerinin meyvesi olan sonuçlarını kutlayacaklardı.
Bir anda bir gerginlik salona yayıldı. Elif Büşra’nın başörtüsü ve sahne alışı tedirgin etmişti resmî görevlileri. Bu negatif hal, ucu okul yöneticileri hakkında soruşturmaya gidecek kadar bir tepkiye sebep oldu.
Ev sahibi TÜBİTAK sessiz. Millî Eğitim telâşlı. Bu arada Elif Büşra Milli Eğitim Müsteşar yardımcısından ödülünü alıyor. Ancak yaşanan gerginlik gözden kaçmıyor. Bu tutum Büşra’nın psikolojisini de etkiliyor.
Gazeteler bilim olimpiyatını gölgelercesine, Elif Büşra’nın başörtüsüne, bakanın soruşturma açmasına ve milletvekili Hüsrev Kutlu’nun eşiyle birlikte Elif Büşra’ya destek fotoğrafına kilitlenmiş.
Bir bardak suda fırtına koparmak buna derler.
Beni tek düşündüren Büşra’nın psikolojisi. Ödül alan öğrencilerin ziyaret ettiği TBMM Başkanı programında maalesef Büşra’yı göremedik. Rivayet edilir ki, Büşra’nın katılmaması temin edilmiş.
Böylece Elif Büşra’nın bütün heyecanı kayboluyor. Destek beklediği büyüklerinin, gadrine uğruyor. Moralini etkileyecek şekilde onu dışlayan bir tutum sergileniyor.
Burada, ödül anındaki belirsizliğin veya tepki biçiminin üzerinden polemik yapacak değilim. Burada rejimin gaddar yüzünün bir kız çocuğumuza yansıması üzerinde durmak istiyorum.
Geleceğe ait hayalleri ve umutları, bir bilim şöleninde sarsılan kız çocuğumuz ve ailesi, elbette beklemedikleri bir tavırla karşılaşmanın şaşkınlığı içindeler.
Dün Kozan, Rize, bugün Ankara… Şükür ki Elif ödülünü aldı. Aleni bir müdahaleye maruz kalmadı. Ancak örtülü bir huzursuzluk salona yayılmış. Özel Şefkat Lisesi idarecileri ve refakatçi öğretmenleri şimdi soruşturma kapsamında şefkate muhtaçlar.
Suçları ne? Ülkenin hangi kaynağına zarar verdiler? Hangi dağa çıktılar? Ne tür bir suiistimal var? Eğitimin kalitesini mi düşürdüler?
Problem ne? Hiçbir şey. Peki, soruşturma niye? “Bu iş ilkokul düzeyine mi inecek?” demek ne kadar sığ ve şık olmayan bir tuhaflık?
Zaman, bu ayıpları söküp atacak. Elif kızım inşallah bir daha böyle bir muameleye maruz kalmayacak. Bu noktada, başörtüsüne niyet ve fikir olarak taraftar ilgililerin telâşını anlamak mümkün değildir.
Elif, “elif okuduk ötürü” demeye devam edecek. İnşallah günü gelecek Meclise de girecek. Böyle dolaylı engellemeler olmayacak.
Bu ayıplı demokrasi ve bandajlı insan hakkı son bulmalı. Başörtüsü yasağı tamamen kalkmalı. Şu anda başbakanın arayacağı bir aile daha var: Doğan ailesi.
17.12.2007
E-Posta:
[email protected].
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Cahız’ın Türkleri; Türklerin Cahız’ı |
|
Aradan yıllar geçti. O mekân artık eski mekân değil. Yıllar su gibi akıp giderken; surlarda gedikler açıyor. Rüzgârlar toprakları bile kaya yapıyor. Mekân ve insan değişmez mi? Ama büyük nisbette o yüzler yine aşina yüzler ve eski yüzlerdi. Yine aynı neşve ve muhabbetle sofranın çevresine oturduk. Yemekler yine aynı yemekler. Kepçenin bolluğundan ve lezzetin tadından bir şey eksilmemiş. Ama biz en az 10 yıl yaşlanmıştık. Onun verdiği ihtiyarlama demeyelim, ama yaşlanma ile birlikte metabolizmalarımızda değişiklikler var. İstesek de eskisi kadar çala kaşık sofraya uzanamıyoruz.
Geri durmamız, geri durmak için kendimizi zorlamamız kibarlığımızdan değil, ama sıhhatimizin kırılganlığından naşi. Bundan dolayı sofra bize değil ama biz ona biraz mesafeliyiz. Yılların değiştiremediği hususlardan birisi de hane sahibinin heşuş ve beşuşluğu. Yani açık hava gibi güleryüzlü. Bunun kaynağı, derinlerdeki içhazinesi.
Bilmem anladınız mı, bir zamanların Ebuzziyafesi’nden bahsediyorum. O Halilurrahman veya Hatem-i Tai sofrasından kimler geldi kimler geçti? Ebuzziyafe Kastamonu’nun Hatem-i Tai’sidir. Ebuzziyafe’nin terkibi ve kimyası sorulsa söyleyeceğim şudur: Kitap, yemek ve ikisini buluşturan cömertlik. Üçü bir araya geldiği zaman dostluk ve yarenlik iksiri oluyor. Bundan dolayı da, İstanbul’daki mutena sosyete mahfillerinin toplayamadıklarını Ebuzziyafe Şevket Demirci Bey toplamıştır. Sofrasından nice başbakanlar, generaller, işadamları, bakanlar geçmiştir. Bizim gibi sade vatandaşlar da hiç eksik olmaz. Ben Ebuzziyafe’nin eski bir mensubuyum. Gaziosmanpaşa günlerinde hafta geçmezdiki oraya damlamayalım. Orası dostlar meclisi idi. Nefes aldığımız mekân. Eskiden biz orasını Haktaş Dökümcülük olarak bilirdik, karşıyakaya geçince tekâmül olmuş. Herşey gibi Şevket Bey gönlüne yakın bir isim daha bulmuş: Gönül Yolu. Son yıllarda Şevket Bey de bizim gibi birçok hastalıkların pençesine düşmüş. Hastalıklar arkadaşı olmuş. Bununla birlikte eski kimyasından bir şey kaybetmiş değil.
***
Şevket Bey’in cömertliği ve ikram sahibi olması mahirane sofralardan ibaret değildir. O sadece mide dostu değildir. Her ne kadar gönlün yolu mideden geçer deseler de o mide ile gönül yolunu cemetmiştir. Kitap edinmesini ve bunun yanında dostlarına hediye etmesini de pek sever. Eskiler, ‘iyi bir kitap iyi bir yemek fiyatına eşittir’ derlerdi. Demek ki mide ile gönlü veya zihni doyurmanın bedeli aynı. Ebuzziyafe Şevket Bey’e gidenler önce iyi bir karınlarını doyururlar. Bu dergâhta naz yoktur. Önüne konulan leziz yemekler yenecektir. Bazen de yemeyenlere şiddete varmayan ince bir zorbalık kullanılır. Bu tatlı bir zorbalıktır. İnsan bazen naz eder ya bu zorbalık o gereksiz ve sevimsiz nazı kırmak içindir. Yemeyi yedikten sonra envai çeşit meyva faslına geçilir. Sofrada mevsim meyvalarının herbiri vardır. Misafirden hiçbiri esirgenmez. Ardından duble bardaklarda çay servisi yapılır.
Şevket Bey anılınca aklıma Hatemi Tai gelir. Bir gün Hazreti İbrahim Aleyhisselam gibi misafirleri gelmiş ve sofraya oturmuşlar. Birisi ‘ciğer’ sevdiğini ağzından kaçırıvermiş. Bir müddet sonra sofraya bir düzüne pişmiş ciğer düşmüş. Bu meraklarını celbetmiş ve ciğerlerin kaynağını sormuşlar. Meğerse Hatem-i Tai misafirine izaz ve ikramda bulunmak için ağılda ne kadar ciğer sahibi hayvan varsa kesmiş ve misafirlerinin önüne getirmiş. Adam boşboğazlığına çok üzülmüş. Hatem-i Tai misafirini sevindirmenin onurunu ve şerefini yaşarken misafirin payına da sebeb olduğu kesilen hayvanların üzüntüsü ve kederi düşmüş.
Ve Şevket Bey’in zoruyla karnınızı tıka basa doyurduktan sonra veda serenadına gelinir. Gecenin bir vaktinde ve çekilme izin verildiğinde; ayrılık vakti gelip çattığında ilgi alanlarına göre misafirlere diş kirası ikram edilir. ‘Diş kirası’ bizim neslin unuttuğu meziyetlerden birisidir. En son, yıllar önce Hicaz’da son bir defa tanık olmuştum. Şevket Demirci Bey’in diş kirası da cömertliğiyle mütenasip olarak hem maddi hem de manevidir. Maddî ve manevî diş kirasını cem eden şey elbetteki kitaptır. Şevket Demirci mevsimin meyvasını ve balığını nasıl titizlikle seçerse, aynı şekilde kitap piyasasını aynı titizlikle takip eder. O kadar kitabı özel kütüphanelerde görmek neredeyse imkânsızdır. Özellikle Gaziosmanpaşa’da iken onbinleri aşan kitap vardı.
***
Yeni mekânında bu kitapların bir kısmını Kastamonu’da; memleketinde yaptırdığı villasına nakletmiş. Sanırsınız ki geri kalan kitaplar hiç eksilmemiş. Mesmuatıma göre, belediyelere de kitap ikmali yapıyormuş. Kitapların arasında Şevket Demirci adeta Arapların meşhur edibi Cahız’ı hatırlatır. Cahız çok yönlü birisidir. Eşinin onun kitap edinme merakından bizar olduğu ve şöyle yakındığı söylenir: “Bu kitaplar benim için üç kumaya bedel.” Kitapla o kadar hemhal olmuş ki sonunda depremzedeler gibi kitapzede olmuş. Yıllarca didinerek, elinde avucunda ne varsa biriktirerek ve dişinden tırnağından arttırdıklarıyla inşa ettiği kütüphanesi üzerine devrilmiş ve o anda ecel gelip çatmış ve Cahız dünyadan cüda olmuş. Bugün yaşasaydı mutlaka onu ‘kitap şehidi’ ilân ederlerdi. Allah esirgesin, Şevket Demirci için elbette bunları temenni etmeyiz. Ama Cahız gerçekten de kitabın kıymetini bilen nadir insanlardan birisidir. Türkleri de çok severmiş. Zekeriyya Kitapçı’nın kulakları çınlasın (Bu mesele onun sahasıdır da ondan); bu sevgisini bir kitapta Fezailu’l Etrak yani ‘Türklerin Faziletleri’nde ebedileştirmiştir.
Cahız’ın Türkleri varsa Türklerin de Cahız’ı var. Akibetleri benzemesin, ama Şevket Demirci de kitap kurdu olma açısından Türklerin Cahız’ı olmaya adaydır...
17.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Şeytanın hileleri |
|
Hz. İbrahim bir erkek çocuğu ihsan ederse onu kurban edeceğine dair Allah’a söz vermişti. Bu sözü üç defa peşpeşe gördüğü rüyalarda hatırlatılmış, o da oğlu İsmail’i kurban etmek üzere yola çıkmıştı.
İsmail’i yıllarca beklemiş, sonunda Rabbi bahşetmişti. Biricik evlâdına şimdi nasıl kıyacaktı?
Ama o Rabbine bir defa söz vermişti. Oğlunu çok seviyordu. Ama Rabbini herkesten çok seviyordu. En çok sevdiği Rabbi için biricik evlâdını fedâ edecekti.
Rüyanın Rahmanî olduğunu anlar anlamaz hemen harekete geçti Hz. İbrahim. Hanımı Hacer’e, oğluyla ziyafete gideceklerini, en güzel elbiselerini giydirmesini istedi. Giydirdi, kuşattı, saçlarını taradı ve güzel kokular sürdü annesi.
Hz. İbrahim eline bir iple bıçak alıp oğluyla birlikte ormanın yolunu tuttu.
Olup bitenlerden, olacaklardan bir Allah’ın, bir Hz. İbrahim’in; bir de imtihan sırrı gereği yaratılmış şeytanın.
Durumu öğrenen şeytan belki de ilk defa bu kadar paniğe kapılmıştı. Şimdi Hz. İbrahim bu emri yerine getirirse üzülmez miydi? Âdemoğullarını saptırmayacak mıydı? Hemen kolları sıvadı ve önce Hz. İbrahim’in yanına varıp şefkat damarına dokunup Allah’a verdiği sözden caydırmaya çalıştı.
“Ey İbrahim,” dedi “Ne kadar da çıta gibi bir delikanlı şu İsmail! Boylu poslu! Güzel simalı! Bu fidana nasıl kıyacaksın?”
Hz. İbrahim’e acıdığından, Hz. İsmail’i sevdiğinden söylemiyordu şüphesiz bu sözleri şeytan. Maksadı onu Allah’a isyan ettirmekti. Bunun için her üçü arasında mekik dokuyacak, herbirine değişik vesveselerle yaklaşacaktı.
Hz. İbrahim’in, “İsmail’in yakışıklılığı, sevimliliği doğru. Ama ben bunu yapmakla emrolundum” demesi şeytanın oradan uzaklaşmasına yetti. Hemen Hz. Hacer’in yanına gitti: “Biliyor musun ey Hacer, İbrahim İsmail’i nereye götürüyor? Kesmeye” dedi. “Sen ise hâlâ buralarda oyalanıp duruyorsun. Birşeyler yapsana!”
“Defol!” dedi Hz. Hacer. “Hiçbir baba evlâdını keser mi? Yalan söylüyorsun.”
“Ne yalanı. Öyle birşey olmasaydı İbrahim eline hiç iple bıçağı alıp gider miydi?”
Bu sözleriyle şeytan onun kafasını karıştırıp şefkatini tahrik etmek istiyordu.
“Peki, “ dedi. “Niçin kesecekmiş?”
“Rabbinin öyle emrettiğini zannediyor.”
Hz. Hacer şeytanın lâfını ağzında koydu: “Eğer böyle birşey söylüyorsa kendiliğinden söylemez. Ona mutlaka Allah emretmiştir. Çünkü peygamberler yalan söylemez, Allah’a isyan etmezler.”
Şeytan Hz. Hacer’i de şaşırtamamıştı. Sıranın Hz. İsmail’e geldiğine inanıyor, “Nasıl olsa bir çocuk. Onu kolayca kandırabilir, isyan ettirebilirim” diye düşünüyordu. Hemen yanına koştu.
Bakalım bu mücadele nasıl geçecekti. Bir sonraki makalemizde de inşaallah bunun üzerinde duralım.
17.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Uyuşukluk zindanına giden iki tehlikeli yol |
|
Gerek fert, gerek cemiyet/cemaat, gerekse toplumların ilerlemelerini, hizmetlerini engelleyen ve onları tembellik/uyuşukluk zindanına götüren iki tehlikeli yol var: “Meylüttefevvuk (üstün olma meyli) ve aculiyet”
Mü'min, Yaratıcının hoşnutluğunu kazanmak, fazilet ve hizmet için değil de, hemcinsleriyle yarışa girip, onları geçmek için çabalamasıdır. Aslında hizmette biribirine zahmet vermek yoktur. Ne var ki, hizmetin yerini zapteden meylüttefevvuk baskısı hücuma başlar. Himmetin, gayretin, çalışmanın başına vurur, atından düşürttürür.1 Bu cümleler ne anlama geliyor?
Allah için değil de, “üstün olma meyli” ile hareket eden, o makamlara göz diker. Bunları elde etmek için çeşitli ayak oyunları, hileler, dolaplar, numaralar çevirir! O makamlara lâyık olanları yıpratmak, çürütmek gerektir ki, yerlerini alabilsin! Bu hem kendisini yıpratır, hem enerjisini boşa harcatır, hem de başkalarını engeller.
Bu arada kıskançlık gibi olumsuz duygular devrededir. Peygamberimizin (asm) devdarlığı hizmetinin kendisine verilmesi için devesinin kolanını kesen sahabiyi düşününüz! Nerede ise, onu öldürecekti!
Aslında Kur’ân, iman hizmetlerde müzaheme/biribirine zahmet verme yoktur, olmamalı. Çünkü, hizmet eden kendi imanına, Kur’ân’ına, dâvâsına çalışıyor; kendi görevini yapıyor; başkasına hizmet etmiyor!
Meylüttefevvuk; hedef sayısız nimetleri ve rızıkları veren kâinatın Yaratıcısının rızası değilse, üstün olma, makam-mevki, şan, şöhret, para-pul için çaba sarf etmeyi ifade eder. İnsan, dünyanın en üst makamlarını elde etse, şöhretin zirvelerine de ulaşsa, eğer bu duygusunu ahirete, sonsuz hayata yönlendimezse asla tatmin olamaz.
Ayrıca bu olumsuz haslet, en müthiş düşmanlarımızdandır ve bizi uyuşukluk zindanına atar. Bu düşmana karşı, “Kûnû!” (Allah için olunuz, Allah için çalışınız, Allah iç in gayret ediniz!) hakikatini göndermeli. Eğer, Allah için çalışılırsa, “Hedefe ulaştıran en büyük kuvvet, en kısa yol ihlâs” elde edildiği anlaşılır. Bu ihlâs yolu, tembellik zindanına değil; rızaya götürür.
Bu da, kardeşlerin nefisleri; nefse şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercihi gerektirir. Bu da fenâ fi’l-ihvân, tefânî prensibinin hayata geçirilmesiyle mümkün. Yani, birbirinde fâni olmak; kendi nefsini, hislerini (duygusallığı) unutup, kardeşlerinin güzel özellik, duygu ve hasletleriyle fikren yaşamaktır.
Bu kardeşliği, hilleti/dostluğu getirir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeşliği...2
***
Atalet zinadanına atan bir diğer sebep aceleciliktir. Bundan anlamı; bir işi sonuçlandırmak için biribirini gerektiren zincirleme sebepleri göz ardı etmektir. Merdivenin basamaklarını ikişer, üçer atlamak gibidir. Bu durum müşevveş eder, himmetin ayağını kaydırır.
Buna karşılık, şu âyet meali hakikatince hareket etmek icap eder: İbadette, musibette ve günahtan kaçınmakta sabırlı olun; sabır yarışında düşmanlarınızı geride bırakın; her an cihada hazırlıklı bulunun.3
Şu örnek penceresinden de bakabiliriz: Farz edelim ki, tarlayı ektik. Gerekli çapalama, gübreleme, sulamadan sonra belli bir müddet sabırla beklemek gerekir. Eğer bir an önce mahsül alalım düşüncesiyle hareket edilir ve hormon verilirse, sağlıklı sonuç çıkmadığı gibi, sağlıkları tehdit eden ürün elde edilir.
Dipnotlar: 1. Münazarat, s. 136.; 2. Lem’alar, s. 166-167.; 3-Kur’an, Âl-i İmrân, 200.
17.12.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Susurluk'tan Şemdinli'ye |
|
Hakkâri'nin Şemdinli ilçesinde 9 Kasım 2005 tarihinde meydana gelen dehşet verici bombalı hadise ile ilgili dâvâ, önce sivil mahkemelere taşındı. Dâvâ uzun süre görüşüldü. Dâvâlılar hakkında ağır hapis cezaları öngörüldü.
Ancak, nihaî sonuca bir türlü varılamadı ve söz konusu dâvâ bu kez Van'daki Askerî Mahkemeye intikal ettirdi.
Geçtiğimiz hafta görüşülen ilk celsede sonuca varan ve kararını açıklayan Askerî Mahkeme ise, ağır hapis cezası ile muhakeme edilen bütün sanıkları beraat ettirdi.
Ne var ki, Askerî Mahkemenin bir nev'î "kesip attığı" bu dâvânın halk nezdinde ve kamu vicdanında onaylandığı ve müsbet mâkes bulduğunu söylemek, neredeyse imkânsız.
Evet, ortada işlenmiş çok ciddî bir suç ve cinayet hali olmasına rağmen, hiçbir suçlunun tesbit edilememiş olması, maalesef kamu vicdanındaki kanamayı daha da şiddetlendirmiş oldu..
Ve bu dert, benzer mahiyetteki ikinci bir derdin üstüne eklenerek, adeta yaraya tuz–biber ekildi: Biliyorsunuz, daha "Susurluk dâvâsı"nın yarası sarılamamışken, şimdi de "Şemdinli dâvâsı" aynı yaranın üstüne bindirildi.
Oysa, bu ikinci vak'anın olduğu günlerde, medya ordusunun huzurunda konuşan zamanın başbakanı ile yardımcısı (Erdoğan ile Gül), özellikle Susurluk dâvâsına atıfta bulunarak, bundan böyle durumun çok farklı olacağını ve bu tür olayların karanlıkta bırakılmayacağını, nereye kadar giderse gitsin takip edileceğini ve faillerin ortaya çıkarılacağını çok açık bir dille anlatmışlardı.
Ama, işte görüyoruz ki, Şemdinli Susurluk'tan da beter bir şekilde karanlıkta kaldı. Sür'atle de kapatılmaya çalışılıyor.
Bu durumda, Gül ve Edoğan tarafından vaktiyle sarf edilmiş bulunan o "kararlılık ifadeleri" de, ne yazık ki havada kalmış oldu. Üstelik, bundan sonra sarf edilecek benzer sözlerine de, daha hiçbir güven kalmadı.
Biz burada illada birilerini suçlamak gayretinde değiliz. Mahkeme kararlarının da yüzde yüz karşısında değiliz.
Asıl mesele şudur: Şemdinli'de büyük bir hadise yaşandı ve burada insanlık dışı bir cinayet işlendi. Devlet ve hükümet, kararlılıkla bu hadisenin üstüne gitmeli. Hadiseyi aydınlatmalı ve failleri mutlaka tesbit edip cezalandırmalı.
Hem bunu yapacak iradeyi gösterememek, hem da çıkıp orta yerde ahkâm kesmek, kusura bakılmasın ama, hiç şık olmuyor; dahası, güven kaybına, hatta güven bunalımına yol açıyor.
GÜNÜN TARİHİ 17 Aralık 1971
Bundan 36 sene evvel bugünlerde hayata vedâ eden Eşref Edib Fergan merhumun, 1963 yılı Ramazan'ında Üstad Bediüzzaman ve dâvâsı hakkında kaleme almış olduğu uzunca makaleden bölümler aktarmaya devam ediyoruz.
Risâle–i Nurların, vatana millete zararlı, dolayısıyla kànunlara aykırı hiçbir tarafının bulunmadığı gerçeğinin, bilirkişi raporlarıyla ve âdil mahkeme kararlarıyla da kesinlik kazandığını anlatan Eşref Edib'in makalesi, şu sözlerle devam ediyor:
...........................
...Bu itibarla, Risâleler alabildiğine çoğaldı. 'İhvan–ı Safâ' risâleleri gibi bir mahiyet aldı.
130 parçadan ibaret olan bu Risâleler, binlerce sahife teşkil eder. Bazı Risâleler kısa makaleler şeklinde, bazısı da birer kitap halindedir.
Elyazması Nur Risâleleri, para ile satılmaz, meccânen dağıtılırdı. Eski harflerle (Osmanlıca) kitap basımı kànunen yasak olduğu için, bu Risâleler elyazısıyla mütemadiyen istinsah ediliyor, çoğaltılıyordu. İşini gücünü terk edip, hayatını bu hizmete vakfedenler vardı. Kur'ân–ı Kerim'i yazan hattatlar gibi, Nur Risâlelerini istinsah edenler de ecir ve sevaba nail olduklarına itikad ederlerdi. Son zamanlarda bu Risâleler yeni harflerle de basılmaya başladı.
İşte, ortada bu Risâlelerden başka hiçbir şey yoktu. Ne tarikat, ne cemiyet, ne de bir siyasî parti.
...Üstad Bediüzzaman, müddet–i hayatında günde bir kap yemekten fazla yemek yemiş değildir. Çoğu zaman, ekmeğini suya bandırarak geceyi geçirdi.
Gece gündüz ibadetle meşguldü. Yanında, Kur'ân'dan başka hiçbir kitap yoktu.
Bütün ilhamını Kur'ân'dan alırdı. Kendi yazmaz, dikte eder, talebeleri yazardı.
Hapishanede tecrit edildiği, kimseyle görüştürülmediği halde, Nur Risâleleri yazılıp intişar ederdi. Talebeleri de, Nur Risâlelerini yazmak suçuyla mahkûm olarak hapishaneye, Üstad'ın yanına girmeyi en büyük zevk ve sevab addederlerdi.
Zahiren bakanlar, Üstad'ı bir tarikat ehli zanneder. Halbuki, tarikatla bir alâkası yok. O bütün kuvvetini iman ve Kur'ân hakikatini neşr ve iman hizmetine vermişti.
Üstad'ın talebelerine verdiği dersin fâtihası şudur: "Biz ehl–i tarikat değil, ehl–i hakikatiz. Rehberimiz Kur'ân, şiârımız iman ve irfandır.
Filhakika, bir Nur Talebesinin imanı şâyân–ı hayret derecededir. İman hakikati karşısında, hayatın hiç kıymeti yoktur.
Bütün gayeleri iman ve irfandır. Dünyevî hiçbir ihtirasları yoktur. Bu derece ahlâk ve fazilet sahibidirler.
Farzları ifaya son derece itina ederler. Menhiyattan (günahlardan) şiddetle içtinap ederler. Çalışkandırlar. Hayatlarını kazanırlar. Büyük feragat sahibidirler. Ayrıca, Komünizm ve Masonluğa karşı fikrî mücadeleyi en büyük vazife telâkki edeler.
(Devamı var)
17.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet C. GÖKÇE |
Zekâtta “Fîsebilillâh” kavramı |
|
Çok önemli bir kaynaşma, dayanışma ve kucaklaşma kurumu olan ‘zekât’ ve sadakaların nerelere ve kimlere verileceği hususu, ilahi beyanda net bir biçimde ortaya konmuş olmasına rağmen bazen bir takım tereddütler meydana geldiği de bir vakıadır.
Tevbe Suresi’nin 60. ayetinde şöyle buyurulmaktadır:
“Zekâtlar sadece fakirlere, düşkünlere, zekât işindeki görevlilere, kalpleri kazanılmak istenenlere, esirlik ve kölelikten kurtulmak isteyenlere, borçlulara, Allah yoluna ve bir de muhtaç kalmış yolcu ve gariplere mahsustur. Allah tarafından kesin olarak böyle farz buyuruldu. Allah her şeyi bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.”
Ayet-i kerimenin satır aralarını incelediğimizde, zekât ve sadakaların verileceği sekiz sınıfın hepsi aynı yapıdaki kelimelerle ifade edilmemiştir. İcaz ve i’caz özelliğine sahip olan Kur’ân-ı Kerim’in her bir harfinin, her bir sözcüğünün ve her bir cümle yapısının bildiğimiz ve bilemediğimiz; kavradığımız ve kavrayamadığımız pek mesaj ve manayı taşıdığı muhakkaktır. Buna göre, sekiz sınıfın yedisi kişi kipleriyle dile getirilirken sadece “fi sebilillah” kavramı genel bir ifade olarak ortaya konmuştur. Yani, “fakirler”, “düşkünler”, “zekât işindeki görevliler”, “kalpleri kazanılmak istenenler”, “esirlik ve kölelikten kurtulmak isteyenler”, “borçlular” ve “muhtaç kalmış yolcu ve garipler” tabirleri hep net olarak insan, kişi ve şahıs ifade ederken “Allah yoluna” manasına gelen “fi sebilillah” tabiri genel bırakılmıştır. Bu tabir, herhangi bir kişi ya da kurum ve kuruluşla kayıt altına alınmamıştır.
*Bu sınıflardan “fakirler” ve “düşkünler”den maksat, geçimlerini temin edemeyen ve etmekte zorlanan kimselerdir. Düşkünler, fakirlere nispetle daha da zor durumda olan insanlardır. Zekât nisabı sayılabilecek bir meblağa sahip olamadıkları gibi; geçimlerini teminde de zorlanmaktadırlar. Toplumumuzda bu tür insanların sayısı oldukça fazladır.
*Zekât toplayan görevliler, bu iş ile vazifelendirilmiş olan kimselerdir. Bu memurların bir kısmı toplama, bir kısmı da dağıtma işinde görev alır. Bunların cüzi bir maaşlarının olması zekât almalarına engel değildir. Tam aksine; zekâttan onlara pay ayırmak, görevlerini severek yapmalarını temin edecektir.
*Kalpleri kazanılmak istenenler zümresinde Hz. Peygamber’in çok dikkat çekici bir uygulaması olduğunu görüyoruz. Zekât ve sadakalardan kendilerine pay ayrılan bu sınıftaki insanların bir kısmı, kendisinin veya kavim ve kabilesinin bu sayede Müslüman olacağı umulan kimselerdir. Diğer bir kısmı ise, dilinden ve elinden zarar gelebilecek insanlardır. Böylece kötülüklerinin önüne geçilmiş olur. Bir kısmı ise, İslâmda sebat etmeleri amacıyla destek görmüşlerdir. Günümüz şartlarında da bu kalemden, uluslar arası ilişkilerde, bir kısım mahfilleri İslâm lehine dönüştürmek maksadıyla bir takım düzenlemeler düşünülebilir.
*İslâmın geldiği dönemde var olan kölelik kurumunun, İslâm ruhuyla bağdaşmadığı bilinen bir gerçektir. Bu yüzden geldiği andan itibaren, köleliği kaldırıcı tedbirlere başvuran İslâm dini, zekât faslında bile bunu düşünmüş ve özgülüklerine kavuşmaları için bir takım girişim, anlaşma ve teşebbüsleri olan bu esirlere bu noktada elini uzattığı gibi borçluları ve bir de muhtaç kalmış yolcu ve garipleri de ihmal etmemiştir. Onların da bu sıkıntılı durumlarından kurtulmaları için İslâmiyet zekât köprüsüyle kendilerine ulaşmıştır. “Düşmez-kalkmaz bir Allah” özdeyişinde geçtiği gibi; kişi bazen durumu çok iyi olduğu halde, işlerini meşru yürüttüğü halde, meşru bir seyahatte bulunduğu halde umulmadık olumsuz sürprizlerle karşılaşabilir. Bu duruma düşmüş kimseleri sıkıntıdan kurtarmak İslâmî ve insani bir ödevdir.
*Zekâtın “Allah yoluna” harcanması gerektiğini ifade eden “fi-sebilillah” kavramı son derece kapsamlı ve alanı geniş bir tabirdir. Zarfiyet ifade “fi” edatıyla kullanılması ise ayrıca dikkat çekicidir. Buna göre “Allah’a yaklaşma, O’nun rızasına erme maksadı güdülen her ihlâslı amel, “Allah yolu” sayılır. Bir kısım müfessirler bu tabiri “cihad” ile sınırlandırmış iseler de, cihadın maddi ve manevi olduğunu da unutmamak gerekir. Fakat kanaatimizce, “Allah yolu”nu “cihad” şeklinde sınırlandırmak, İlahi Kelamın icazına aykırıdır.
Örneğin:
a) Allah rızası doğrultusunda eğitimi üstlenilen öğrencinin eğitim masraflarına katkı sağlamak “Allah yolu”dur ve zekât, bu alanda kullanılır. Bu öğrencinin iaşesi ve ibatesi ile giyim ve kuşamı uğruna yapılan her türlü harcama da “Allah yolu”dur ve zekâtta payı vardır. Hatta bu öğrencinin velisinin muhtaç durumda “olmaması” durumu değiştirmez. Çünkü tahsilde olan ve muhtaç durumda bulunan öğrencinin kendisidir.
b) Hedefi İslâmın i’lası ve ihyâsı olan ve İslâma yönelen çeşitli tehlikeleri bertaraf etmeyi amaçlayan her türlü fikri ve iktisadî faaliyet “Allah yolu”dur ve bütün bu önemli faaliyetlerin zekât bütçesinde payı vardır.
Genel çerçevesini verdiğimiz bu noktayla ilgili örnekler elbette çoğaltılabilir.
Zekat ve sadakalarımızı daha bilinçli vermemiz dileğiyle…
17.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Tebdil-i mekânda ferahlık var |
|
Bir san'atçının “Böyle giderse Türkiye’yi terk ederim” demesi tartışma konusu yapıldı. “Gitme, kal!” diyenler olduğu gibi; “Giderse üzülmeyiz” diyenler de çıktı. Daha da ileri gidip, “İstersen ‘dağ’a çık!” tavsiyesinde bulunanlara da rastlandı.
Belki tartışma daha da alevlenebilirdi, ama dün sabah saatlerinde Kuzey Irak bombalanınca bu tartışma sönmeye yüz tutabilir.
Tabiî ki san'atçı olsun ya da olmasın bir ‘kişi’nin, yaşadığı ülkeyi terk etmeyi göze alması dikkate alınması gereken bir ‘tepki’dir. Hadise, çok farklı şekillerde yorumlanabilir. Çünkü, yaşadıkları hadiseler sebebiyle ‘ülke’yi terk etmeyi düşünenler sadece ‘san'atçı’lar değil. Yeri gelir bir ‘çiftçi’ de, muhatap olduğu yanlış ve haksız uyglulamalar karşısında böyle tepki gösterebilir.
Kimin haklı olup olmadığını bir yana bırakıp şöyle sormak da mümkün: “Nasıl bir ‘ülke’de yaşıyoruz ki, yeri geliyor bir san'atçı, yeri geliyor bir öğrenci, yeri geliyor bir esnaf, yeri geliyor bir siyasetçi; ‘ülkeyi terk etmek’ten bahsediyor? İnsanları böyle düşünmeye iten asıl sebep ne ola?”
Bu tepkilerin temelinde demokrasi eksikliği olmasın? (Bilhassa 28 Şubat 1997 sonrası yapılan uygulamalar sebebiyle ‘hicret’ edip, okumak maksadıyla yurt dışına giden başörtülü öğrencileri de unutmayalım...)
Genel yaklaşım bu olmakla birlikte, özelde sözsonusu san'atçının ülkeyi terk etmekten bahsetmesi bir çelişkidir. Belki uygun bir değerlendirme olarak görülmez, ama eğer Türkiye’de ‘sizler’ ve ‘bizler’ diye iki ayrı anlayışın temsilcileri var ise, asıl sıkıntı çekenler sözkonusu san'atçı gibi yaşayanlar değildir. Asıl sıkıntı çekenler, ‘kaymak tabaka’dan olmayan ve belki de ‘sade vatandaş’ olarak tarif edilen kişilerdir.
Gerek maddî ve gerekse manevî olarak sıkıntı çekenler kimdir? “Çoğunluk, halk, vatandaş benim gibi düşünmüyor. O halde onlar suçludur, haksızdır” anlayışı en başta san'atçıya yakışır mi? Çünkü ülkeyi terk etmekten bahseden san'atçı, bu gerekçeyi öne sürüyor. Peki, bu memlekette sıkıntılı ve problemli olsa da işleyen bir demokrasi yok mu? Eğer san'atçının ifade ettiği gibi düşünenler ‘haklı’ ise, seçimler niçin yapılıyor? “Halk benim gibi düşünmüyor, ben yalnız kaldım, o halde bu halk suçludur” anlamına gelecek bir yaklaşım; hangi muasır medeniyet seviyesine ulaşan ülke san'atçılarında vardır?
Aksine, san'atçılar hemen her ülkede ‘yalnız’dırlar. Buna rağmen başka ülke san'atçılarından bu anlamda bir ‘terk’ nidası duyulmuyor.
Tekrarlayalım: Kimin kalacağına, kimin gideceğine müdahale edecek değiliz.
Hatta, hadisenin şöyle bir yönü daha var: san'atçımız, bir müddet ‘dışarda’ kalırsa belki de Türkiye ve dünya gerçeklerini daha iyi anlar. Ve ilk iş olarak, yaşadığı topluma ‘yabancı’ olmaktan, onlara uzak durmaktan vazgeçer. Vazgeçer ve Türkiye’nin sadece ‘piyano’dan ibaret olmadığını öğrenir.
Yer ve mekân değişikliğinde huzur ve ferahlık olduğuna göre; san'atçımızın bir müddet için tebdil-i mekân etmesinde ruh ve beden sağlığı açısından fayda da olabilir. Türkiye ve dünya gerçeklerini görmüş şekilde bir ‘dönüş’ü de dört gözle bekleriz.
17.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kemal BENEK |
Koç gibi Kurt |
|
CHP ve Baykal’ın durumu malûm. Atadan CHP’liler bile isyan etme noktasına geldi. Memnuniyetsizler içinden şimdilik Haluk Koç, Baykal’a karşı adaylığını açıkladı. 5 yıl Baykal’ın sağ kolu işlevini gören Koç, şimdi ise genel başkanına demediğini bırakmıyor. En çarpıcı sözleri ise 367 hadisesiyle ilgili oldu.
“367’yi bireysel olarak pek inandırıcı görmedim. Aklım yatmasa da, bu bir parti politikası olarak uygulandı” diyen Koç’a tepki de arkadaşlarından geldi. Mustafa Özyürek, “O gün kendisi de bu görüşü savunuyordu. Mahkemeye başvuru dilekçesinde onun da imzası var” derken, Mehmet Sevigen, “O gün öyleydi de bugün böyle, diye bir şey olmaz. Madem inanmıyordu, niye savundu?” dedi.
Bu demektir ki Koç, Baykal’ı devirse CHP’de değişen hiçbir şey olmayacak. Parti içi muhalefete düşünce kuzu olan Haluk Bey, Genel Başkan olunca “Koç gibi Kurt” olacak.
Kadın kadına sansür
Bütçe görüşmeleri yoğun bir mesaiden sonra bitti. Geçen hafta genel kurulda “Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü ile Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü bütçesi” görüşülüyordu. Kadın milletvekilleri tek tek kürsüye geldi.
MHP’den Şenol Bal, AKP’den Gülşen Orhan ve Dilek Yüksel, DTP’den Sevahir Bayındır, CHP’den Nevin Gaye Erbatur, DSP’den Ayşe Jale Ağırbaş konuştu. Devlet Bakanı Nimet Çubukçu cevap verdi.
Sözleşmeler hatırlatıldı. Kadınların ezildiği, şiddete maruz kaldığı, kadın erkek eşitsizliğine dikkat çekildi. Nene Hatun’un tarihteki kahramanlığı bile anlatıldı.
Kadınlarla ilgili her şey konuşuldu ama bir konu vardı ki kadın milletvekilleri görmezden geldi. Gündemlerine almadılar. Usulen, bir cümleyle bile olsa hatırlatmalarını bekledik ama boşuna.
O konu ne miydi? Aklınıza gelen ilk konu işte.
Ya Say, ya terk et!
Başörtüsünden şikâyet eden, kendini azınlıkta gören piyanist Fazıl Say, yurt dışına taşınabileceğini söyledi. Gündem bolluğu içine bir de bu konu girdi. Merkez medya bu sözleri büyüttü. Herkes konuştu.
Ancak benim anlamadığım bir husus var. Fazıl Say, röportajında “konserler nedeniyle devamlı seyahat ettiğini ve ayda ortalama 4 gün evde kalabildiğini” anlattı. Babası Ahmet Say da “Fazıl, yılın 330 günü yurtdışında” dedi. Baba ve oğulun ortalamasına göre Fazıl Say bir yılda sadece 42 gün Türkiye’de kalabiliyor.
Fazıl Say nasıl oldu da bu kadar sitemkâr konuşabiliyor? Ne gördü? Hangi çarşı ve sokağı gezdi? Hangi bakkal ve markette alışveriş yaptı? Dışlanmaktan şikâyet ediyor ama bu kadar sınırlı bir sürede dışlanmaya zaman bile kalmaz ki!
Eğer Cumhuriyet veya benzeri gazeteleri okuyorsa az bile demiş.
Say, Hande Ataizi ile birlikteyken magazin basınında epey reyting almıştı. Ayrılıktan sonra bir anda unutuldu. Gündeme gelmek için böyle konuştuysa başarmış demektir. Ancak Say’a bir şey hatırlatalım. Artık bu tür “klasik beste”ler tutmuyor. Yenilerine ihtiyacı var!
Hilvan’daki çocuk, zenci vatandaş!
NTV’deki Bamteli programının yapımcısı Tayfun Talipoğlu’nu insan hakları panelinde dinledik. Anadolu topraklarını karış karış gezen Talipoğlu konuşmasında ilginç şeyler anlattı.
Notlarımızdan bazıları şöyle: “Son programda ‘insan hakları’ konusunu işledim. Urfa’dan İstanbul’a kadar uzanan bir coğrafyada öğrencisinden işçisine, emeklisine kadar bir çok kişiye insan hakları kavramını sordum. Filmi hazırlarken dehşet bir şeyi gördüm. Urfa’nın Birecik ilçesi YİBO’sunda okuyan kız çocuğu ve Hilvan’da top oynayan çocuk, Marmara Üniversitesi hukuku bitirmiş bir kızdan daha iyi insan hakları tarifi yaptı. İstiklal Çaddesinde röportaj yaptığımız 10 kişiden 8’i hiçbir şey bilmiyor. Ama öğrenmeye aç küçücük çocuklar canavar gibi.”
“AB ve ABD’nin bize insan hakları dersi vermesi çok ağırıma gidiyor. Manisa Kırkağaç’ta kavuncunun önünde durduğumda caminin yanında bir zenci vatandaş gördüm. Röportaj yaptım ve hiç ummadığım bir şey çıktı ortaya. Adam dedi ki ‘Tayfun bey sana bir şey söyleyeyim mi. Ben bu ülkede aynaya bakmasam hiç zenci olduğumu hissetmiyorum.”
“Sabahın köründe magazin programında bu ülkede laiklik sorunu tartışılıyor. Kimse demiyor ki ‘kızım sizin işiniz bu değil, başka işle uğraşın.’ Dobra Dobra programında Şenay Düdek var yanında Zekeriya Beyaz. Kadrolu İsmail Nacar da telefonda. Birbirlerine demediklerini bırakmıyorlar. Birden bire Şenay Düdek ayağa kalktı ‘İsmail Nacar söyleyin bakalım siz Atatürk ilkeleri doğrultusunda bir Müslüman mısınız?’ İki adam da ‘yav kızım böyle bir Müslümanlık yok’ demedi. Hepimiz bu tür programlardan şikâyetçiyiz ama hiçbir şey yapmıyoruz. Arayın tepkinizi iletin.”
17.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Başörtüsü yasağı YÖK’ün meselesi... |
|
Son beş yıldır AKP hükümeti, özellikle inanç ve manevî değerlere dair meselelerde neye el attıysa, “kırılgan” tavrıyla daha da zorlaştırıyor; temel hak ve hürriyetleri daha da içinden çıkılamaz hale getiriyor.
Şimdiye kadar, özellikle Çankaya’nın bahane gösterilip “yapmak istedik, yaptırmadılar” taktiğini sürdüren siyasî iktidar, Cumhurbaşkanı seçiminden sonra bu taktiği bir başka şekilde devam ettiriyor...
Ne var ki sırf siyasî rantı hedefleyen ve “seçmene selâm” göndermeyi amaçlayan bu popülist politikalar, yasakçı zihniyetin elindeki kozları çoğaltıyor, yasakları daha da azdırıyor, problemi içinden çıkılmaz hale getiriyor.
Bu yanlış politikalarla mevcut anayasada yer alan “din dersleri” bile tartışma konusu edildi. Devletin dinle ilgili tek yetkili kurumu olan Diyanet’in açık fetvalarıyla dinî bir vecîbe olan “başörtüsü” demokratikleşme ve özgürlüklerin genişletilmesi adına yapılan yeni anayasa tartışmalarını bile tıkadı.
Ve yasakçı YÖK’ten onca şikâyetten sonra Cumhurbaşkanının atadığı yeni YÖK Başkanının tavrı, tâvizlerle illetli, kırılgan ve ürkek politikaların neye mal olduğunu bir defa daha ortaya çıkardı.
Bir öğrencinin TÜBİTAK’ta aldığı ödüle Millî Eğitim Bakanı’nın “tepki” gösterip “soruşturma” açtırması, yeni YÖK Başkanının çok geçmeden çark eden sözleri ve Başbakan’ın “uyarıları”, son beş yıldır siyasî iktidarın açmazını ele verdi...
* * *
Üniversitelerdeki bütün yasaklara karşı olduğunu söyleyen yeni YÖK Başkanının, konunun “yasakçı medya”da serrişte edilmesi üzerine, “yasaklar’ derken türbanı ve başörtüsünü kastetmedim” deyip çark etmesi dikkat çekici. Üniversitenin sorunlarından bahsedilirken sadece “başörtüsü ve katsayı sorunu”nun anlaşıldığını belirterek, “Ben farklı şeylerden bahsediyorum” diyerek cayması ibret verici...
Sonuçta yeni YÖK Başkanı Prof. Yusuf Ziya Özcan’ın bu tavrı, yasakçıları daha da cür’etlendirdi. Yasakçı rektörler yeni YÖK Başkanının ve hükümetin kırılgan tavrını fırsat bilerek, yasağın yasal olduğunu ileri sürdüler. Öylesine ki bazı rektörler “Kimsenin gücü başörtüsü yasağını kaldırmaya yetmez” diye meydan okudular.
Anayasa Mahkemesinin, iptal edemediği Yüksek Öğrenim Kanununun Ek 17. maddesi hakkındaki gerekçesini yeniden yasağa dayanak yaptılar; Anayasanın 153. maddesinin açık hükmüne aykırı olarak...
Yeni YÖK Başkanı Özcan, çekingen ve kırılgan tavrını Meclis Başkanı ile görüşmesi sırasında da sürdürdü. Meclis Başkanı Toptan’ın, kameralar önünde “YÖK’le ilgili söyleyecekleriniz varsa...” önerisine, önce, “Hayır, mümkün olduğu kadar bu işten kaçınıyorum” diyerek karşı çıktı.. Toptan’ın, “Arada sırada bu konularda katılım için cevap vermek de lâzımdır” ısrarı üzerine, “Yok Hocam, Cumhurbaşkanı ve Başbakan tavsiye etti; ‘Aman Hocam... Bir şey söylersin, ipimizi çekerler’ dediler...” diye cevapladı.
Hemen sormak lâzım; Türkiye’de yüksek öğretimden sorumlu anayasal bir kurumun başkanı, millet iradesinin temsilcisi parlamento başkanıyla görüşmesinde, yüksek öğretimin meselelerini konuşmayacak da neyi konuşacak? Özgür ve demokratik eğitimin merkezi olması gereken üniversitelerde yasadışı dayatılan başörtüsü yasağının izalesi, ülkenin Meclis Başkanıyla paylaşılmayacak da kiminle paylaşılacak?
Yüz binlerce meslek okulu mezununun mağdur olduğu “katsayı” engelinin çözülmesi ele alınmayacak da hangi konu ele alınacak? YÖK Başkanı, Meclis Başkanından Türkiye’de demokratik özgür eğitimin önünü tıkayan üniversitelerdeki yasakların kaldırılmasını öncelikle talep etmeyecek de neyi talep edecek? Türkiye’nin “tank ihâlesi”ni mi, yoksa TRT’nin yılbaşı gecesi birkaç şarkı karşılığında Tarkan’a vereceği bir buçuk milyon YTL’yi mi?..
* * *
Hakikaten merak konusu; anayasanın 130. ve 131. maddelerinin düzeltilmesini, YÖK’ün tepeden dayatan yasakçı bir konumdan çıkarılması ve bütün demokratik ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de Yüksek Öğretim Kurumunun yetkilerinin “koordinasyon”la sınırlandırılması için, siyasî partiler nezdinde arabulucu olmasını millet irâdesinin temsilcisi Meclis Başkanından istemekten YÖK Başkanını sakındıran nedir?
Aslında bu tavrıyla yeni YÖK Başkanı daha baştan kendini bağlıyor.“Üniversitelerdeki tüm yasaklar kalkmalı” diyen ve hemen peşinden ilk iş olarak başörtüsüne karşı çıkan bir öğretim görevlisini arayarak sahip çıkan yeni Özcan, bu tavrıyla daha baştan yasağı kendine koyuyor.
Böylece, daha koltuğuna bile oturmadan, bütün yasakların kaldırılacağını söyleyerek kendisine özgürlükçü bir imaj vermeye çalışan Özcan’ın, daha işin başındayken, siyasî iktidardan gelen “aman dikkat!” uyarılarıyla konuyu konuşmaktan bile çekinmesi, özgür bir üniversite hayalini bir defa daha suya düşürüyor.
Yüz binlerce öğrenciyi, hak kazandıkları okullarıyla inançlarının gereği arasında takasa zorlayıp eğitim hakkından eden “başörtüsü yasağı”nın kaldırılması, üniversitelerde özgürlüklerin genişletilmesi YÖK’ün, YÖK Başkanının meselesi değilse, meselesi nedir?..
Anlamak mümkün değil...
17.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|
Son Dakika Haberleri
|
|
|
|
|