|
|
S. Bahattin YAŞAR |
‘Komşuya merhaba!’ yazıları -1 |
|
Komşu komşu!...
Toplumumuzda dünden bugüne ‘komşu ve komşuluk’ üzerine çok önemli vurgular yapılagelmiştir. Yaygın olan bu anlayışın temelinde dinimiz İslâmın emirleri ve Peygamberimiz Hazret-i Muhammed’in (asm) uygulamaları bulunmaktadır.
Bunların neler olduğu az çok toplum bireylerimiz tarafından biliniyor. Çünkü hiç bilmeyen için bile, camilerdeki Cuma hutbelerinde-yerinde bir şekilde-sıkça bu konu ele alınmaktadır.
Hz. Aişe (ra) anlatıyor: “Resûlullah (asm) buyurdular ki: ‘Hz. Cebrail (as) bana komşu hakkında o kadar aralıksız tavsiyede bulundu ki, komşuyu varis kılacağını zannettim.’ Hz. Aişe’nin bu nakli, konunun ehemmiyetini göstermektedir.
İnsan, komşudur
Her insan, hem birilerinin komşusu, hem de birilerine komşudur. Dolayısıyla konu herkesi bir şekilde ilgilendirmektedir.
Komşuluk kavramı, kapı komşusu şeklinde olabildiği gibi, apartman komşusu, mahalle komşusu, iş yerinde masa komşusu, oda komşusu şeklinde de düşünülebilir.
Hatta şehir, ülke, kıt’a komşuluğu bile ele alınabilir.
Daha da ötesi ve önemlisi mezarlıklardaki kabir komşuluğu bile önemsenmesi gereken bir konudur.
Birlikte yaşamak bir takım kurallarla mümkündür
Günümüzde pek çok köyün bile nüfusunu aşan siteler düşünüldüğünde, apartman hayatını kendi çapında bir köy hayatına benzetmek mümkün. Tabiî böyle bir hayat bir o kadar da, sorumlulukları beraberinde getirmektedir. Kendin için istediğini komşun için de istemek; sana yapılmasını istemediğini komşuna da yapmamak gibi çok önemli birlikte yaşama kurallarını canlı tutmak gerekmektedir.
Komşu deyince hakikaten karşılıklı hak ve hukukları dikkate almak zorunluluğu akla gelmektedir. Toplum halinde yaşamak, sadece kişilerin anlayışına, sosyal rollerine bırakılmış bir konu değildir. Hak ve hukuku bireyler kendi aralarında koymasalar bile, din bu hak ve hukukun ölçülerini belirlemiştir.
Nitekim, ‘Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.’ yaklaşımı, her şeyin kişiye menfaati ile değerlendirildiği günümüzde, ancak dinin ortaya koyabileceği bir sosyal ölçüdür. Zekâtın toplumsal hayattaki rolü de yine sosyal bir yaşam kuralıdır.
Bir arada, güven içerisinde, müsbet etkileşimle yaşamak için, mutlaka bu hak ve hukuk ölçülerini dikkate almak zorunluluğu bulunmaktadır.
Fıtrat, bu hak ve hukuku sağlıyor
İnsan sosyal bir varlık olduğu için, haliyle bir takım ihtiyaçları da vardır. Bu ihtiyaçların bir kısmı da, insanın kendisinin dışındaki insanlarla giderilecek ihtiyaçlardır. Bunların başında da komşuluk gelmektedir.
Olumsuz örnekleri sıralamak istemiyorum, ama vakıa ki, on yıllardır kapı komşusu oldukları halde, üzerlerinde çok ciddî şekilde bir yabancılık hissi taşıyan ve selâmlaşmayı bile yapamayan örnekler bulunmaktadır. Böyle bir hayat hali, bizim toplumumuzun bir örneği olamaz.
Oysaki din bir takım noktalarda insanlara yol gösterici nasihatlerde bulunmuşsa, bu, insanlar arası ilişkilerdeki fıtratın bir ihtiyacıdır. İnsan bu noktada kendi kısır fehmine dayanarak, ‘yok canım benim komşu ile ne münasebetim olabilir’ diye bir yaklaşım içerisinde olamaz. Nitekim böyle anlayışların ürünlerini taşıyan düşündeki insanlar, yalnızlık, terk edilmişlik ve biraz da itilmişlik içerisinde azap bir hayat sürmektedirler.
Komşu komşunun öğretmenidir
‘Ev alma komşu al’ hep söylenen bir sözdür. Çünkü pek çok örneklerini biliyoruz ki, komşuluk ilişkilerinin düzenli, seviyeli, sevgi ve saygıya dayalı olmaması sonucu pek çok huzursuzluklar, kavgalar, hazımsızlıklar, hak ve hukuklara müdahaleler olabilmektedir.
Komşu iyiyse siz de iyi oluyorsunuz demektir. Siz iyi olmasanız bile, iyi komşu karşısında zamanla iyileşiyorsunuz. Ya da siz iyiyseniz, komşunuzun iyileşmesi mümkündür. İyi davranışların muhatabında iz bırakmaması düşünülemez.
Derdiyle dertlenen, sevinciyle sevinen, dünyada kardeşlik hukuku içerisinde yaşarken; ahiret kardeşliğini de unutmayan bir anlayış hakikî anlamda bir komşuluk anlayışıdır.
İyi günde, kötü günde ilk kapısını çalacağımız dostlarımız komşularımız. Onun için onları incitmemeliyiz.
Unutmayın ki, komşunuz sizin için ne diyorsa, siz osunuzdur.
İslâmı ve onun güzelliklerini tanıtmadık komşu bırakmayan sahabeler gibi, yaşadığımız İslâmî güzellikleri, İslâmî sohbetleri, İslâmî eserleri tanıtmadık komşu bırakmamak temennisiyle…
09.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Okulda namaz |
|
Üzerinden bir haftayı aşkın bir süre geçmesine rağmen “lisede namaz” tartışması hâlâ devam ediyor. Ve bu tartışma, laiklik anlayışının netleşmesi açısından son derece önemli.
Bir kısım medyanın bu olaya bakışı, birilerinin saplanıp kaldıkları ve bir türlü içinden çıkamadıkları kör noktayı bir kez daha açığa vurdu.
Hışımla “Ne demek devlet lisesinde toplu namaza izin vermek?“ diye soran Hürriyet Genel Yayın Yönetmeninin “Benim bölücülük dediğim şey işte tam bu ” diyerek kestirip atması bu saplantının tipik tezahürlerinden biri. (1.6.07)
(Bir defa, İslâmî literatürde “toplu namaz” diye bir kavram yok. Cemaatle namaz var. Ama olayda öyle birşey yok. Görüntülerdeki kızlar, namazlarını ayrı ayrı kılıyorlar. “Devlet lisesinde toplu namaza izin” verilmesini bölücülük olarak niteleyen bir kafayı ise Allah’a havale edelim.)
Vatan Başyazarının “Okullar dinî yerler değildir, kamu alanıdır” içtihadı da tuhaf. (2.6.07)
Kamusal alan diye başlayan bir tartışmanın, evvelce Cumhuriyet gazetesinde Ali Dündar imzasıyla çıkan bir yazıda yer alan “Diyanet bir devrim kuruluşudur, camiler de tıpkı diğer devlet kurumları gibi kamu alanlarıdır” iddiasına (10.10.06) kadar uzanması ve bu mantıkla işin “Kamu alanında ibadet olmaz, o halde camide de namaz kılınamaz” gibi son derece abuk bir noktaya vardırılması herhalde pek şaşırtıcı olmazdı.
Gerçi şimdilik iş oraya götürülmedi, ama Diyanet İşleri Başkan Yardımcılarından Mehmet Görmez’in sözleri, çok ciddî bir sıkıntıyı açığa vurur nitelikte.
Bir taraftan “Batıda bazı okulların içinde küçük kiliseler var” diyen Görmez, diğer taraftan “Türkiye’de hemen her okulun yanı başında camiler olduğu için, isteyen öğrenci boş vaktinde namazını camide kılabilir” diyerek, (Ruhat Mengi, Vatan, 2.6.07) “Okulda namaz olmaz” iddiasındakilere dolaylı destek veriyor.
Ardından da, öğrencilere “Kılamadığınız namazları kaza edebilirsiniz, bazı vakitleri birleştirebilirsiniz” gibisinden tavsiyelerde bulunuyor.
Bu tavsiyeler ancak zaruret hallerinde başvurulabilecek ruhsatlar. Peki, tartışılan olayda ne gibi bir zaruret hali var? O zaruret haline yol açan yasağa cesaretle karşı çıkmak ve öğrencilerin namazlarını vaktinde kılabilmelerini mümkün kılacak pratik ve insanî tedbirler alınmasını istemek yerine, böyle dolambaçlı yollarla yasakçı zihniyeti desteklemenin bir izahı var mı?
Deniyor ki, her okulun yanı başında cami var. Gerçekten öyle mi? Hiç sanmıyoruz. Ayrıca, teneffüslerde bile okul dışına çıkmalarına izin verilmeyen çocuklar nasıl camiye gidecek?
Ya olayda yanlış bir uygulama olmadığını söyleyip “Din ve vicdan özgürlüğü var” diyen İstanbul Millî Eğitim Müdürü Ata Özer’e atfen çıkan “Okul ibadet yeri değildir, namaz kılmak yasaktır. Okulda hiçbir şart altında mescit açılamaz” (Vatan, 31.5.07) sözlerine ne demeli?
Peki, olayla ilgili olarak savcılığın Tevhid-i Tedrisat ile Tekke ve Zaviyeler Kanunlarına muhalefet ve görevi kötüye kullanma iddiasıyla soruşturma başlattığına dair haberler neyin nesi?
İşin bir garip tarafı, yapılanları “namaz düşmanlığı” olarak nitelemenin de mâlûm cenahı çok kızdırması. Hem vuruyorlar, hem de “Ne vuruyorsun?” diye bir kavga daha çıkarıyorlar!
09.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mikail YAPRAK |
Sözde değil, özde demokrat |
|
Mayıs ayı ortalarında gazetemiz binasında gerçekleştirilen temsilciler toplantısına biz de Avusturya’dan katılmıştık. Dolu gündemimiz içinde, Türkiye’nin de önemli gündemi olan seçim ve siyasî gelişmeler arenasında gazetemizin takip etmesi gereken strateji de vardı. Türkiye’nin her tarafından katılan temsilcilerimizin bu meyandaki beyanları, bilgi, görüş ve mülâhazaları da, gazetemizin genel stratejisini onaylamış ve güçlendirmiştir.
Aslında her alanda müsbet ve yapıcı bir yol izleyen, tahribata karşı tamiri vazife bilen, hak ve hakikatın hatırını şahısların hatırlarına feda etmeyen gazetemizin siyasete bakışı daima net olmuştur. Okuyucusunun kafasını karıştıran bir çizgiye, bir söze, bir fotoğrafa geçit verilmemiştir.
İşte Münâzarât, işte Sünûhat, işte Beyanat ve Tenvirler.. İşte içtimaî ve siyasî hayatımıza ışık tutan lâhika mektupları, nakledilen hatıralar. Üç devir yaşamış Bediüzzaman’ın nurlu hayatından çizgiler, “duruş” örnekleri.. Öte yandan mevcut partilerin ne “mal” olduklarını ele veren geçmişleri, serencamları...
Bütün bunlar ortada dururken, yeni siyasî gelişmeler karşısında rotamı şaşırıyorsam, gerçekleri “net” göremiyorsam, kafa antenlerimde “ayarsızlık” var demektir. Fikir ve zihin antenlerimi Risâle-i Nur uydularına göre yeniden ayarlamalıyım. Nur Risâleleriyle aydınlanmış bir bakışta, din ve vicdan hürriyetinin kapsamı sadece Müslümanlıkla sınırlı değildir. Hangi inanç ve fikre sahip olursa olsun, hem kendisine, hem de topluma zarar verecek eyleme dönüştürmediği sürece her fert, inanç ve fikrini serbestçe ifade edebilmeli. Hem siyasî değişimler sebebiyle, dininden korkanın, dinden hissesinin örümcek ağı kadar zayıf olduğunu da bilenlerdeniz. Bırakınız şu hükümet gitti, bu hükümet geldi diye din adına endişeye kapılmayı, rejimin karşısında bile Nur Müellifi, hiç kimsenin burnunu kanatmıyacak sağlam ve isabetli bir duruş sergilemiştir.
“Rejimi reddetmek ne vazifemizdir, ne de kuvvetimiz var, ve ne de düşünüyoruz, ve ne de Risâle-i Nur izin veriyor. Fakat; biz kabul etmiyoruz, amel etmiyoruz, istemiyoruz. Red başka, kabul etmemek başkadır, amel etmemek daha başkadır.” (Kastamonu Lâhikası, s. 202)
***
Risâle-i Nur Talebeleri de, her seçimde olduğu gibi, sandık başına gidip oylarını kullanacaklardır. Kapalı kabinde, Allah’ın huzurunda, vicdanının sesine kulak vererek, Emirdağ Lâhikası’ndaki “Bu vatanda dört parti var” dersindeki tarife uyan parti ambleminin üstüne mührünü basacaktır. Bu meyanda eskiden beri kendi nefsimde tatbik ettiğim bir mütalâa, Demokratlar hususundaki zihnime gelen vesveseleri bertaraf etmede daima etkili olmuştur. Şöyle ki:
Öncelikle, Risâlelerdeki “demokrat” mânâsına ve tariflerine uyan partiyi tesbit ve tayin etmek yerine, bu mânâ ve tariflere uymayanları ayıkladıktan sonra geriye kalan parti için, işte Bediüzzaman’ın işaret ettiği, ahrar ve demokrat misyona yakışan ve yanlışlarına “ehven-i şer” nazarıyla bakabileceğim parti budur, diyerek itminan-ı kalp ile üzerime düşeni ifa etmişimdir. Yani Risâlelerdeki izahlar muvacehesinde günümüz partilerine “atf-ı nazar” yaparken; öncelikle Ahrar’ların devamı ve demokrat misyonunun sahibi olabilecek günümüz partisini “uygunluk” testine tabi tutmadan ve mercek altına almadan önce, bize uymayanları ayıklamak. Yani “ehven-i şer” olanı bulmadan önce, “azamüşşer” olabileceklere bakmak.. Bir kere sol söylemli ve ırkçı mizaçlı partilerin “ahrar” ve “demokrat” misyonundan uzak olduğu kesindir. Din üzerinden siyaset yapmanın da şer olduğu, hatta “azamüşşer” olduğu ayan beyan ortadadır. Kurucuları “evliya” bile olsa, neticesi akim bir yoldur.
Din adına partileşme, sonra da o partinin iktidara gelmesiyle dine hizmet etme gibi bir siyasî düşüncenin, Risâle-i Nur müellifinin dünyasında yeri yoktur. Hiçbir zaman da olmamıştır. Tâ 1924’lerde kısmen dinî motifler taşıyan (Terakkiperver Cumhuriyetçi Fırka) TCF’ye, ve din-eksenli bütün siyasî parti oluşumlarına karşı mesafeli durması bunun bir yansımasıdır. Bediüzzaman bu içtimaî ve siyasî tavrını Selef-i Salihin’den devralmıştır.
Hilâfet’in saltanat’a dönüştüğü sıralarda Hz. Hasan’dan başlayarak selef-i sâlihîn kanalıyla sonraki çağlara intikal eden yaklaşımın devamı hükmündeki bu tavır, aradaki nüansa rağmen, Eski Said’in de tavrıdır. Yeni Said, Hutbe-i Şâmiye’nin Türkçe neşrine düştüğü bir notta, ‘Eski Said’in siyasetle alâkadar olduğunu’ ifade etmekle beraber, bunun ‘siyaseti dine âlet ve hizmetkâr’ kılmaya yönelik bir alâkadarlık olduğunu bildirmektedir. Yoksa, Eski Said de, siyaseti asıl sayan bir tavırdan uzaktır:
“Sakın zannetmeyiniz ki, o dini siyasete âlet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Hâşâ; belki o bütün kuvvetiyle siyaseti dine âlet ediyormuş. Ve derdi ki: ‘Dinin bir hakikatını bin siyasete tercih ederim.’ ...Fakat, gizli münafık zındıkların Garplılaşmak bahanesiyle siyaseti dinsizliğe âlet yapmalarına mukabil, bir kısım dindar ehl-i siyaset dini siyaset-i İslâmiyeye âlet etmeye çalışmışlardı. İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tâbi olamaz. Ve âlet yapmak İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir.” (Hutbe-i Şâmiye, s. 40-41, dipnot.). Kısacası din motifli siyasetlerin, hele hele devlete ve iktidara hevesli ya da muktedir olmayan bir iktidarın sahibi olmaları halinde zarar verdikleri, tecrübelerle meydandadır.
***
Geriye “demokrat” ve “millî irade” tezleriyle yola çıkan, düşünce ve inanç hürriyetini, birey haklarını sadece savunmakla kalmayıp gerçekleştirmeye namzet kitle partileri kalıyor. İşte biz “ehven-i şerr”imizi bu alanda aramalıyız. Aslında aramaya lüzum hasıl etmeyecek kadar bellidir de, onu belirsizleştiren, o belli olan damarı kesmeye çalışan zihniyet ve çabalardır. “Yeter Söz Milletindir!” parolasıyla yola çıkan bu hareketin önüne konulmadık engeller, başına örülmedik çoraplar ve kapalı kapılar arkasında hazırlanmadık sinsi planlar kalmamıştır. Ezan-ı Muhammediyi aslına çevirmekle mü'minlerin kalbinde taht kuran, âlem-i İslâmın beş vakit namazda duâsını alan, bu uğurda üç büyük şehit veren bu misyonun zayıf olan tarafını da yine Bediüzzaman Hazretleri teşhis etmiş, bu misyonun takipçilerine, Nurcuları kendilerine “nokta-i istinad” yapmalarını tavsiye etmiştir. Gerek Demokratların, Nurcuları “nokta-i istinad” kabul etmesi, gerekse Nurcuların Demokratlara desteği noktasında Bediüzzaman’ın tavsiyelerinin tam tahakkuk etmesine o kadar çok engeller, kafa karıştırıcı unsurlar devreye sokulmuştur ki, her iki taraf hem “nokta-i istinad”, hem de “destek” noktasında muratlarına tam nail olamamışlardır.
Bu misyonun başına indirilen askerî ve sivil darbelerden sonra ihtilâl ürünü olarak ortaya çıkan kitle partileri bile, demokrat misyonun söylemleriyle demokrat tabanın reylerini alabilmiş, hatta ara sıra “demokrat partinin devamı asıl biziz” tarzında beyanlarda bile bulunmuşlardır. 12 Eylül ihtilâlinden sonra kurulan partiler içinde milletin desteğine mazhar olan ANAP, ihtilâl ürünü olmasına rağmen, Adalet Partisinin kapatılmasıyla partisiz kalan demokrat misyonun oylarına da talip olmuştur. 28 Şubat sürecinin siyasete vurduğu amansız darbenin akabinde ortaya çıkan AKP de millî görüş söylemleriyle değil, öteden beri karşı çıktığı “demokrat” söylemlerle iktidara yürümüş, hatta ara sıra aklına estikçe, Demokrat Parti’nin devamı olduğu iddiasını bile savurmuştur. Ama “sun’î karagözlülük fıtrî karagözlülük gibi olmadığı” için bu sun’î beyanlar havada kalmıştır. Halbuki demokrat misyonun sahibi olduğuna inandığımız DYP de seçime girmiş ve 28 Şubat postmodern darbesinden ağır yara almasına rağmen % 9 oranında rey alarak hakikî misyon reylerini belli bir oranda koruyabilmiştir. Bu korumada, partililer bilseler de, bilmeseler de, “nokta-i istinad” mânâsındaki adresin rolü büyük olmuştur. Her neyse.. Nasıl olsa demokrat misyonunun sahipleri halihazırda vardır. Hem de geçmişte olup bitenlerden ders alma, dostunu düşmanını tanıma noktasında daha dinamik, daha dikkatlidir. Hem de bugüne kadar başka partilere kaptırdığı reylere de talip olarak...
Kısacası, asıl olan mânâdır, fikirdir, özdür. Demokratlık sözde değil, özde olmalı.
09.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Wolfowitz'den Zoellick'e |
|
Irak hesabını vermeye Bush, Sudan’dan Darfur hesabını soruyor. İşi BM’ye havale ettikten sonra bizzat İngiltere ile bölgeye müdahalenin yollarını arayacak. ‘Extra miles’ deyimi gereğince bütün yolları tükettik gözüktükten sonra Darfur’a müdahale için düğmeye basacaklar. Darfur politikasının mimarı olarak da Alman asıllı Amerikalı neocon Robert Zoellick gösteriliyor. Dünya Bankası’nda Wolfowitz’in koltuğuna oturacak zat. Birbiri için bulunmaz ikili veya halef-selef. Bu kadar benzeri nereden bulurlar, şaşılacak şey! Birisi Irak işgalinin mimarı diğeri de Darfur’un işgali için proje üretiyor. Demek ki, Dünya Bankası belalıların kızak yeri. Savaş karşıtı annelerden birisinin aynen havlu atma seansında söylediği gibi: “Bu şirretlerle uğraşılamaz. Kapıdan kovsanız pencereden, pencereden kovsanız damdan atlarlar...”
Şimdi Avrupa da giderek Amerikalılaşıyor. Sözgelimi, Sarkozy, Attaliler de dahil galiba Fransa’nın bütün siyasî Yahudi klanını etrafına toplamakla meşgul. Bernard Kouchner bunlardan birisi olsa gerek. Kouchner de aynen Sarkozy gibi bir tarafı Yahudi, diğer tarafı da Hıristiyan. Kırma... Birbirlerini nasıl da buluyorlar ve uyuyorlar? Attali gibi sosyalist olması da Sarkozy cephesine iltihak etmesine engel teşkil etmiyor. Kouchner seçimlerde Sarkozy’nin siyasî rakibi Sosyalist aday Segolene Royal’ı desteklese bile yine de Sarkozy tarafından devşirildi. Demek ki tercih için sağ ve sol ayrımını aşan nedenleri var. Yahudi aidiyetinden başka da akla gelebilecek bir ayrıntı yok. Neden tercih edildiğini anlamak için özgeçmişine bakmak kâfi. 1980 yılında Médecins du Monde adıyla bilinen ‘sınır aşan doktorlar’ın eşkurucularından birisi oldu. En önemli özelliği insanî müdahale denilen ‘humanitarian intervention’ siyasetinin sözcülüğünü yapmasıdır. Bu bağlamda, ‘diktatörlüklere’ karşı müdahale politikasını savunmuş ve bu çerçevede 2003 yılında Saddam’ı devirmeye çağırmıştır. Diktatörlere karşı müdahalenin dünyanın önceliği olması gerektiğini de savunmaktadır. Ama bu politikayı ‘big brother’ olarak en büyük diktatörlük olan ABD veya İngiltere’nin dışında fiili olarak kim yürütecek? Kimin gücü var başka? Öyleyse nazariyatta mantıklı gibi gelen bu çağrı pratikte daha büyük diktatörlüklerin işine yarayacak bir tez. Bununla birlikte bu devirme işleminin Amerikan müdahalesi yerine BM çerçevesinde ve daha değişik yollarla olması gerektiğini savunmuştur.
Bush’la ayrıntılarda ihtilafı varmış gibi gözüküyor ama Bush’u devirmeye çağırmadığına göre demek ki onun müdahale anlayışı gariban diktatörlere karşı. Bir artısı olarak; Kosova’ya yapılan müdahalenin savunucuları arasında da yer almıştır.
***
Zoellick ve Kouchner insan haklarını istismar ederek yabancı müdahaleyi meşrûlaştırmak isteyen akımı temsil ediyorlar. Onların uygulayıcısı ve tetikçisi olarak Bush’un Darfur konusunda sabrı taşmış. Ya Bush’dan sabrı taşan Iraklılar için ne demek veya yapmak lâzım?
Zoellick, adının Wolfowitz’in halefi olarak anılmasının ardından ilk ziyaretini de Afrika’ya gerçekleştirdi. Sırf bu işin altyapısını hazırlamak için. İlk ziyaretinin güzergâhını Gana ve Etiyopya oluşturuyor. Zoellick’in Afrika ziyaretinin asıl amacı Darfur’a BM müdahalesinin önünü açmak ve Afrikalıları bu yönde seferber etmektir. Buna mukabil, Etiyopya’nın Somali’ye müdahalesi ABD’nin desteğiyle devam etmekte ve bu çerçevede Meles Zenawi Mogadişu’yu ziyaret etmiş bulunmaktadır. Maalesef Wolfowitz’in Irak’ta yaptığı gibi Kouchner ve Zoellick gibiler Darfur için sözde uluslararası insanî müdahalenin altyapısını hazırlamaya koyulmuş vaziyetteler. Darfur’a uluslararası barış gücünün konuşlanması konusuna ilişkin tartışmalar devam ediyor. BM’den bir yetkili, bu soruna bir çözüm yolu bulmak için önümüzdeki hafta Etiyopya’nın başkenti Addis Ababa’da bir görüşme gerçekleştirileceğini açıkladı. Görüşmeye Sudanlı temsilcilerin katılması beklenirken, 23 bin askerden oluşacak barış birliklerinin ülkede görev yapmaya başlaması için Sudan’ın iknâ edilmeye çalışılacağı ifade ediliyor. Darfur’a uluslar arası güç sevki projesinin arkasında Zoellick ismi bulunuyor. Zoellick Addis Ababa ziyaretiyle BM şemsiyesi altında uluslar arası müdahaleyi sağlamaya çalışırken Bush da G-8’ler zirvesinde aynı doğrultuda zenginlerin desteğini almaya çalıştı.
***
Bush: “BM yoksa biz varız” dedi. Başta ifade ettiğimiz gibi, önce kendilerine göre bütün seçenekleri tüketecekler (extra miles) ardından da İngiltere ile birlikte Irak gibi petrol denizi üzerinde yüzen Darfur’a müdahale edecekler. Müdahale için tezleri veya insan hakları kılıfı da hazır. Koç gibi Kouchner ve Zoellick sağ olsun.
09.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Dine olan ihtiyaç |
|
“O şefkatli valide, çocuğunu hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedâkârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. ‘Oğlum paşa olsun’ diye bütün malını verir, hafız mektebinden alır, Avrupa’ya gönderir. Fakat o çocuğunun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor. Ve dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor; Cehennem hapsine düşmesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak, o masum çocuğunu, âhirette şefaatçi olmak lâzım gelirken dâvâcı ediyor. O çocuk, ‘Niçin benim îmanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?’ diye şekva edecek. Dünyada da terbiye-i İslâmiyeyi tam almadığı için, validesinin harika şefkatinin hakkına karşı lâyıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusur eder.
“Eğer hakikî şefkat sûistimal edilmeyerek, biçare veledini haps-i ebedî olan Cehennemden ve idam-ı ebedî olan dalâlet içinde ölmekten kurtarmaya o şefkat sırrı ile çalışsa, o veledin bütün ettiği hasenatının bir misli, validesinin defter-i âmâline geçeceğinden, validesinin vefatından sonra her vakit hasenatları ile ruhuna nurlar yetiştirdiği gibi; âhirette de, değil dâvâcı olmak, bütün ruh-u canı ile şefaatçi olup ebedî hayatta ona mübarek bir evlât olur.”1
Bu satırlar bize annedeki şefkatin sûistimal edilmemesi gerektiğinin önemini anlatıyor. Anne-baba çocuklarının dünyevî mutlulukları için elbette gerekli her şeyi yapacak, ama ondan çok daha önemli olan ebedî mutlulukları için gerekli olan iman hakikatlerini kalplerine nakşetmeyi de ihmal etmeyecekler. O zaman her bakımdan kazançlı olurlar. Aksi halde kendileri de, evlatları da hem dünyada, hem de âhirette nice sıkıntı çekmek zorunda kalırlar.
Çocuk eğitimiyle ilgili bu önemli hakikati Rusya Kaliningradlı Resul Amin, hem bir milletvekili, hem de Mimarlık Kolejinde öğretmen Vladimir Semenoviç’in görev yaptığı kolejde 40 kadar öğrenciyle yaptığı dinî bir sohbette, hem de bir öğrencinin ağzından Rusça olarak duyduğunda hayretini gizleyemiyor. Meğer öğrenci bunları internet kanalıyla öğrenmiş.
Resul Amin onlara aralıksız 2 saat ders yapar. Öğretmen ve öğrencilerin o kadar hoşlarına gider ki kolej müdüründen devamını isterler.
Dikkat buyurun, bunlar bir İslâm ülkesinde değil Rusya’da gerçekleşiyor. Dinin hayatın hayatı, nuru ve esası olduğunu çok iyi anlamışlar.
Rus hükümeti ilk, orta, lise ve üniversitelere din dersleri konulması için emir çıkarmış. Herkes dinî inancını okulda öğrenmekte ve devlet de buna yardımcı olmakta.
Kaderin cilvesine bakın, dini, hayattan bütünüyle kaldırmaya çalışan Rusya bugün dinsiz hayatın olamayacağını kabulleniyor ve okullarda din öğrenimi için emir çıkarıyor.
Dipnotlar:
1- Lem’alar, s. 201-202.
09.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Demokratların kökeni: Osmanlı Ahrar Fırkası |
|
Bediüzzaman’ın sitayişle bahsettiği, demokratların kökeni Osmanlı Ahrar Fırkası, Prens Sabahaddin’in “teşebbüs-i şahsî, adem-i merkeziyet ve etnik eşitlik” fikirleri çerçevesinde yakın çalışma arkadaşları Nureddin Ferruh ve Ahmed Samim, Ahmet Fazlı, Mahir Sait, Celâleddin Arif, Kıbrıslı Tevfik, Nazım ve Şevket tarafından 14 Eylül 1908 tarihinde kuruldu. Prens Sabahaddin, bu fırkanın başkanlığını kabul etmez, ama desteğini verir. Zaten bu parti, onun savunduğu fikirleri Osmanlı siyasî hayatına taşıyordu.
Böylece, İttihad ve Terakki, tekelciliği ve gizliliği, orduyu siyasete karıştırıp baskı aracı olarak kullanması eleştirilmeye başlanmıştır.1 Fırka, basın sahasında, Bediüzzaman’ın da bazılarında yazılar neşrettiği İkdam, Sabah, Yeni Gazete, Sadây-ı Millet ve Serbestî gazeteleri ile temsil edilir. Servet-i Fünûn dergisi de Ahrar’lara destek verenler arasındaydı. Daha sonra Hürriyet ve İtilâf Fırkası ile birleşen Ahrarlar, kuru bir isim ve resimden ibâret değil, gerçek “hür teşebbüs ve meşrûtiyet-demokrasi” taraftarıdır.
Böylece, İttihad ve Terakki’ye yönelen bütün muhalefetin bir araya geldiği siyasî bir organ oldu. İttihadcıların “milliyetçi” görüntüsüne karşılık, Osmanlı ittihadından yana olan Bulgar, Rum, Arnavud, Ermeni ve Arap meb’usların büyük bir bölümü bu partiye dahil olmuştu.2 Henüz bütün ayrıntıları ortaya çıkmamış; ancak İttihad ve Terakkî Cemiyeti’ne karşı oluşan yoğun tedirginlik havası içerisinde İngilizlerin tahrikiyle3 Otuz Bir Mart Vak’ası (1909) patlak vermiştir. Bunun üzerine II. Abdülhamid tahttan indirildi. Hâdisenin elebaşları hemen yakalanarak idam edildi. Olaya karıştığı tesbit edilen Osmanlı Ahrar Fırkası mensupları yargılanarak sürgüne gönderildi.
***
CHP’den ayrılan Rauf Orbay, Adnan Adıvar, Refet Paşa, İsmail Canbulat gibi isimler, 17 Kasım 1924 yılında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kurdular. Bunlar, “Mecliste otorite hâkimiyeti ve oligarşik gayelere hizmet edildiğinden”4 şikâyetçi idiler. Ahrarlar ekolünden sayılabilecek ve Kemalizmin karşısında muhalefet eden liberal Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası da, büyük bir itibara mazhar olmasına rağmen; Şeyh Said hâdisesi bahânesiyle, halkın dinî duygularını istismar etmekle itham edilerek5, 3 Haziran 1925 tarihinde İstiklâl Mahkemesi kararıyla Bakanlar Kurulu tarafından kapatılmış;6 Milli Mücâdele’nin komutanları olan liderlerine de cezalar yağdırılmıştı.
1930’larda M. Kemal, göstermelik bir muhalefet olsun diye muvazaalı olarak Fethi Bey’e kurdurduğu Serbest Fırka; halk tarafından büyük destek alınca, o da kapatılmıştır. 1946 ve 50’lere kadar artık, muhalefetsiz, şiddetli bir istibdat, yâni diktatörlük hükümrandır.7
II. Dünya savaşından sonra demokrasi cephesi kuvvet kazanır. CHP’den ayrılan Celâl Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan, 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti’yi kurar.8 (DP’nin, yani Adnan Menderes ve arkadaşlarının kökleri, İttihad ve Terakki’ye (CHF-CHP) değil, Ahrar’lara dayanır. Terakkiper Hürriyet Fırkası ve Serbest Fırka kapatıldığı, muhalefet olmadığı, tek parti hükümran olduğu için CHP’nin çeşitli kanatlarını teşkil ediyorlardı.)
DP’nin 1946’larda başlattığı demokratik mücâdele, 14 Mayıs 1950’de zaferle neticelenmiş; hükûmet olmuştu. Tarihten beri dinî olduğu kadar millî sembol olan Ezân-ı Muhammedî (asm) aslî (orijinal) lisanıyla okunmaya başlanmış, din görevlilerinin camilerde daha rahat görev yapmaları sağlanmış, Kur’ân kursları daha yaygın hâle getirilmiş, ilkokulların 4 ve 5’inci sınıflarında din bilgisi dersleri okutulmaya başlanmış, 17 Ekim 1951’de 7 ilde imam-hatip okulu açılmış, bunu radyoda yayınlanan Kur’ân ve Mevlid programları takip etmişti. Bütün bu uygulamalar, yurtta büyük bir ferahlık meydana getirmiş, millet rahat bir nefes almıştı.9 Buna mümasil bir dizi müsbet icraat yapılmıştı. Maddî-mânevî kalkınmanın temelleri de bu devrede atılmıştı.
Dipnotlar: 1- Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, c.12, s. 252.; 2- age, s. 77.; 3- İhsan Kasım Salihî, İslâm Önderlerinden Bediüzzaman Said Nursî ve Eseri, s. 20.; 4-. age.; 5- Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, 27 Mayıs İhtilâli ve Sebepleri, (Terc Av. M. Ali Sebük, Av. İ. Hakkı Akın), İst., 1966, s. 33.; 6- Başgil, age.; 7- Yakın Tarih Ansiklopedisi, Yeni Nesil, İst., 1988, c. 2, s. 160.; 8- Prof. Dr. Hakkı Dursun Yıldız vd., Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, c. 1, s. 288.; 9- Yakup Üstün, Her Yönüyle Tevfik İleri, Türkiye Diyanet Vakfı, Ank., 1995, s. 85.
09.06.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Sağ'lı-sol'lu siyasetin sonu mu? |
|
Siyaset arenası karıştı.
Sağdan sola, soldan sağa ânî ve çok hızlı savrulmalar yaşandı.
Kırk yıllık Kâniler, "karşı yaka"daki Yanilerin safına koştu.
Bazı partiler, ters yönden koşanlara merasimle "Hoşâmedi" yaptı.
Böylelikle, kimi siyasilerde kimlikler, kimi partilerde ise misyonlar karmakarışık bir vaziyet aldı.
Şimdi kim sağcı, kim solcu adeta bilinmez oldu.
Bir bakıma iyi de oldu.
İzahı, yazının devamında...
Hangi derde devâ ki...
Türkiye'de sağ(cı)–sol(cu) ayrışması, esasında sun'iydi, yapmacıktı.
Siyasette olduğu gibi, fikirde (ideolojide) de öyle...
Sosyal ve iktisadî sahadaki sağ–sol tabiri ve ayrımı, temelde bize ait değildir; ecnebidir, yabanîdir, yabancımızdır...
Bu tabirler, Türkiye'ye Avrupa'dan gelmiş ve içimize destûrsuz girmiştir. Çok partili hayata geçildikten (1945) sonra da revaç bulmuştur. 1970–80 arasında ise, kan gölü içinde son raddesine varmıştır. Sonra da, yokuş aşağıya doğru yuvarlanmaya başlamıştır.
Oysa, bu yapışkan ecnebi yaftalar, esasen tümüyle reddedilmeli ve gümrükten içeri hiç sokulmamalıydı. Nemize gerek, hangi derdimize devâydı bunlar?
Fakat ne yazık ki, kapılar şuursuzluk sebebiyle ardına kadar açıldı ve bu yabanî tabirler tâ harem–i ismetimize kadar girip hızla yayıldılar: Kimileri şuursuzca sağcı, kimileri de solcu olup çıktı.
Dahası, zıtlaşmadan sonra sağcılarla solcular sokaklara, meydanlara da çıkıp birbirinin kanını döktüler, yekdiğerinin canına kıydılar.
Peki, ne faydası oldu, neye yaradı bütün bunlar?
Kocaman bir HİÇ!
Bediüzzaman ne diyor?
İslâm literatüründe, sağ ve sol tâbiri daha ziyade "mazi ve müstakbel" cenahlarına izafeten kullanılmış.
Bu iki tâbirin insanların, hele hele Müslümanların sosyal ve siyasî hayatta iki kutba ayrılmasına ise, hiçbir şekilde sıcak bakılmamış ve böylesi bir ayrışma âlimlerce de kabul edilmemiş.
İşte bu meseleye dair büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Said Nursî'nin izah ve ifadeleri:
"Küfür ile iman ortası yoktur. Bu memlekette İslâmiyete karşı komünist mücadelesi ortası olamaz. Sağ ve sol, ortası, üç meslek icap ettirir. Eğer İngiliz, Fransız deseler hakları var. 'Sağ İslâmiyet, sol komünistlik, ortası da Nasraniyet' diyebilirler. Fakat bu vatanda, küfr-ü mutlaka karşı iman ve İslâmiyetten başka bir din, bir mezhep olamaz. Olsa, dini bırakıp komünistliğe girmektir. Çünkü hakikî bir Müslüman hiçbir zaman Yahudi ve Nasranî olamıyor. Olsa olsa dinsiz olup tam anarşist olur.
"İnşaallah, Maarif ve Adliye Vekilleri gibi, sair erkânlar da bu ehemmiyetli hakikati tam anlayacaklar. Sağ-sol tâbiri yerine, hak ve hakikat ve Kur’ân ve iman kuvvetine dayanıp bu vatanı küfr-ü mutlaktan, anarşilikten, zındıkadan ve onların dehşetli tahribatlarından kurtarmaya çalışmalarını rahmet-i İlâhiyeden bütün ruh u canımızla niyaz ve rica ediyoruz." (Emirdağ Lâhikası, s. 301)
Âcizane, burada izah edilen hakikati okuyup anladıktan sonra, sağ–sol tâbirine ve ayrışmasına hiçbir şekilde itibar etmedik. İnsanları da sırf bu kategoriye sokup ona göre değerlendirmekten hep imtina ettik.
Bu noktada vicdanen rahatız.
Ayrıca, başkasının özürlü bir nazar bakarak bizi "sağcı" diye nitelemesine asla razı olmadık.
Düşünce ve kanaatimiz şu ki: Mazimizde yeri olmayan ve kudsî kaynaklarımda esamisi bulunmayan "sağcı–solcu" ayrımının, hal ve istikbâlde de yeri yoktur, olamaz ve olmamalı.
Kovalım gitsin
Bu konuda Üstad Bediüzzaman'ı teyid edercesine ve aynı paralelde bir makale yazan meşhûr mütefekkir Cemil Meriç, bizim ona ve onun bize yabancı durduğu bu "iki ifrit" tâbirin ülkemizden kovulması gerektiğini ifade ediyor.
İşte "Sağ ile sol" başlıklı yazısından birkaç paragraf...
"Sol'la sağ'ın yeni bir hüviyetle politikaya sıçrayışı, Fransız İhtilâliyle (1789) yaşıt. Napolyon orduları, ihtilâlin ideolojisini dünyanın dört bucağına taşır; ideolojisini, yani kelimelerini. (...)
"Avrupa'nın son iki yüz yıllık tarihi, sol'un zaferleri, sağ'ın hezimetleri tarihidir. Bize gelince...
"Hudutlarımızdan salgın bir hastalık gibi girer sol... Sağ, daha nazlı, daha utangaç bir misafir...
"Sol, demokrasilerin zaferinden sonra yeni bir bekâret kazanır Avrupa'da; günahlarından arınır. Bizde de kasideler döşenir, nâzenine.
"Avrupa, bütün cinayetlerini sağ'a yükler. Sağ, yakın tarihin 'günahkâr teke'sidir; kilisedir, cehalettir, faşizmdir...
"Batı'nın en 'gerici' partileri bu menfur vasıftan kurtarmaya çalışırken, bizde mukaddesatçıların bayrağı olur sağ; Türk'ün âlicenaplığı...
"Filhakika, bu kirli ve karanlık kelimenin dünyada bizden başka şefaatçisi, bizden başka elinden tutanı kalmamıştır.
"Sol–sağ: Çılgın sevgilerin ve şuursuz kinlerin emzirdiği iki ifrit. Toplum yapımızla herhangi bir ilgisi olmayan iki yabancı. Hristiyan Avrupa’nın bu habis kelimelerinden bize ne?
"Bu maskeli haydutları hafızalarımızdan kovmak ve kendi gerçeğimizi kendi kelimelerimizle anlayıp anlatmak, her nâmuslu yazarın vicdan borcu." (Bu Ülke, s. 13)
Neticesi mühim
Şu seçim atmosferi içinde bazı "solcu"ların sağcı bilinen partilere ve bazı "sağcı"ların da solcu diye bilinen partilere transfer olması, her ne kadar siyasî ikbâl ve şahsî menfaat hesaplarına dayanıyor olsa da, bu çapraz geçişlerin netice itibariyle hayırlara vesile olacağı kanaatini taşıyoruz.
En azından, şu mendebur "sağcılık–solculuk" ayrışmasını, kamplaşmasını zaafa uğratmış oluyor.
Türkiye'de insanlar fikren ve siyaseten kendilerini şu veya bu ölçüde "halkçı, milliyetçi, demokrat, sosyal demokrat..." diye de tarif edebiliyorlar. Dolayısıyla, sağ–sol kutuplaşmasına hiçbir şekilde ihtiyaç kalmıyor.
09.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Hayatı Allah yarattığı gibi, ölümü de Allah yaratıyor |
|
Harun Bey:
*“Ömür ve ecel belirli değil mi? Ömür uzayıp kısalır mı? Ömrün uzayıp kısalması insanın elinde mi? Sigara ömrü kısaltır, sadaka ömrü uzatır gibi sözler ortalıkta dolaşıyor. Eğer bu sözler doğru ise, ecelin değişmediğini bildiren âyetleri nasıl anlayacağız?”
Doğumdan ölüme hayatımız Allah’ın takdir ve iradesindedir. Fakat bizim sözlü ve amelî duâlarımız da Allah’ın arşına yükseliyor. Hem hayatımızın her noktasında Allah’ın iradesi hâkimdir. Hem de Allah duâlarımızı işitiyor, cevap veriyor, hikmetiyle dilediklerini kabul ediyor; buna göre ecel vaktimizi Kendisi dilediği gibi, duâlarımızı kabulü çerçevesinde tanzim ediyor. Her hâl ve şartta hüküm ve irade Allah’ındır. Allah’ın iradesi hâkimdir.
İlgili âyetlerden bir kaçını buraya alalım: Kur’ân buyuruyor ki:
“Sizi çamurdan yaratan, sonra da size bir ecel takdir eden O’dur. Kıyamet gününün vakti de O’nun ilmindedir. Hâlâ siz şüphe ediyorsunuz.”1
“Hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye sizi imtihan etmek için ölümü de, hayatı da O yarattı.”2
“Her milletin bir eceli vardır. Ecelleri geldiğinde onu ne bir an geri bırakabilir, ne de öne alabilirler.”3
“Eğer Rabbin cezayı Kıyamet Gününe bırakmış ve onlar için muayyen bir ecel takdir etmiş olmasaydı, elbette onlar cezalarını hemen buluverirdi.”4
“Onlar kendi üzerlerindeki İlâhî san'at mucizelerini hiç düşünmezler mi? Gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri Allah ancak hak ve hikmetle ve tayin edilmiş bir vakte kadar devam etmek üzere yaratmıştır.”5
Bu âyetlerden ecelimizin mukadder olduğunu, yani belirli bir vakte kadar tayin ve takdir edilmiş olduğunu anlıyoruz. Bu; bizim, ecelimizi kendi irademizle uzatma veya kısaltma yetkimizin olmaması demektir. Bu yetki Allah’ındır. Allah dilerse ve bizim amelimiz buna uygunsa uzatabilir. Şu âyet bunu haber veriyor: “O, günahlarınızı bağışlamak ve ölümünüzü belli bir vakte kadar geri bırakmak için sizi imana çağırıyor.”6 Peygamber Efendimiz’in (asm) şu hadisi de bunu haber veriyor: “Müslüman kişinin verdiği sadaka ömrünü uzatır, kötü ölümü önler.”7
Bu âyet ve hadisleri bir araya topladığımızda şu neticeleri elde edebiliyoruz:
1- Hayatımızın her noktası Allah’ın elinde, iradesinde ve takdirindedir. Ömrümüz Allah’ın emrine bağlı olarak devam eder. Ecelimiz Allah’ın emrine bağlı olarak gelir.
2- Her şey gibi ölüm de Allah’ın emrini dinler ve Allah’a itaat eder.
3- Ölüm Allah’ın emri olmaksızın hiçbir şekilde meydana gelmez. Allah’ın emri geldiğinde de bir saniye gecikmez. Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği gibi, “Ecel mukadderdir; tegayyür etmez.”8
4- Ölüm üzerinde Allah’tan başka hiçbir güç kaynağı etkili ve yetkili değildir.
5- Zamanı kullara kapalı olduğu halde, Allah tarafından takdir edilmiş, tayin edilmiş ve biliniyor olması, ölümün Allah’ın her şeyi kuşatan ilmince kuşatılmış olduğunu gösteriyor.9
6- Ölümün Allah’ın takdirinde olması, Allah’ın ilminde ve iradesinde meydana gelmesi demektir. Ölüm, Allah’ın ilminde ve iradesinde olduğuna göre, Allah’ın kulunun ameline, salâhatine ve yaşayışına göre ecelini geri bırakması kaderle çelişmez. Bilâkis, kader, Allah’ın, hükmünü dilediği gibi icra etmesine imkân verir. Yukarıdaki son âyet bunu hükme bağlamaktadır.
7- “Sigara ömrü kısaltır” sözü tıbbî bir sonuçtan haber veriyor. Bu söz, insan ömrünün sigara ile sağlıklı devamının imkânsız olduğunu bildiriyor. Fakat kaderin elinde bulunan ölüm saati hakkında her hangi bir hüküm içermiyor. Bu durumda bu sözü, “Sigara sağlıklı ömrü kısaltır. Ömrü sağlıksız hale getirir” şeklinde anlamak gerekiyor.
8- “Sadaka ömrü uzatır” hadisini, “Ölümünüzü belli bir vakte kadar geri bırakmak için Allah sizi imana çağırıyor” âyeti çerçevesinde ele almamız gerekirse; salih amellerimizin meyvesini kimi zaman ve Allah’ın dilemesi halinde “uzun ömür” olarak toplayabileceğimiz anlaşılıyor. Fakat bu elbette Allah’ın bir lütfu olarak gerçekleşiyor. Allah’ın lütfu ve iradesi söz konusu olunca da, bu kader demek oluyor.
9- Ecel saatini ve ölüm vaktini getirmekle ilgili insanoğlu hiçbir şekilde yetki sahibi değildir. Nihayet hayatı Allah yarattığı gibi, ölümü de Allah yaratıyor.
Dipnotlar:
1- En’âm Sûresi: 2
2- Mülk Sûresi: 2
3- A’râf Sûresi: 34; Yunus Sûresi: 49; Nahl Sûresi: 61
4- Tâhâ Sûresi: 129
5- Rum Sûresi: 8
6- İbrahim Sûresi: 10
7- Camiü’s-Sağir, 3/1121
8- Lem’alar, s. 211
9- Mektubat, s. 236
09.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Terörün sürüklediği yer |
|
Tırmanan ya da tırmandırılan terörün, Türkiye’yi tehlikeli noktalara sürüklediği ortada. Seçim atmosferine girilen Türkiye’de, gündemi siyasî partiler, adaylar ve ‘seçmen’ler değil; ‘şehit cenazeleri’ belirliyor. Bu durum, akl-ı selim ile düşünüp karar vermeyi de tehlikeye sokuyor.
Milletin, topyekûn lânetlediği terör hadisesinden menfaat elde etmeye çalışanlar elbette vardır. Ancak geçmiş yıllarda yaşananlar da şahitlik ettiği üzere, terörle bir yere varmak mümkün değil. Bunu en başta, ‘terör’den menfaat umanlar bilir ve bilmeli.
Milletimizin tek bir talebi vardır: “Terör, bir an önce ‘kökten’ halledilsin!” Terörün ‘kökten’ halledilebilmesi, terör hastalığına, doğru teşhis koymakla mümkündür. Yanlış konulan bir teşhis sonrası, uygulanan ‘çare’ netice vermez. Asıl üzerinden durulması gereken konu da budur. Ancak bunu yaparken, yeni yaralar da açmamak lâzım. Türkiye’nin çeyrek asra yaklaşan ‘terör mücadelesi’nde kalıcı çarenin sunulamaması biraz da bu sebepledir. Uzun yıllara dayanan bir anlayışla, terörün kökünde ‘maddî imkânsızlık’ olduğu varsayılmıştır.
Elbette maddî imkânsızlık da terörü besleyen bir ‘sebep’tir, ama ilk ve son sebep değildir. Ne acıdır ki, Türkiye’yi idare edenler bu sebebi ‘ilk ve son sebep’ olarak kabul etmiş, çok sayıda aydın ve ekonomist teröre sadece bu pencereden bakmıştır. Bu yanlış teşhis sonrası yapılanlar ise terörü önlemeye yetmemiştir.
Aradan bunca yıl geçtikten sonra, artık terörün kaynağını doğru teşhis etme zamanı gelmiş ve geçmiştir. Terörle mücadele ederken sadece ‘sert tedbir’lerin çare olamayacağı da görülmüş olmalı. Bunca yıl farklı bir şey yapıldı mı? Asıl mücadele, ikna ederek, ıslâh ederek, kalplere ‘yasakçı’ koyarak yapılabilir. İşin manevî boyutunu hatırlatanları susturmak, ‘adalet, hak ve hukuk çerçevesi içinde mücadele edilsin’ diyenleri de ‘suçlu’ ilân etmekle bir yere varılabilir mi?
Terörü besleyen en büyük sebep, haksızlık ve adaletsizliğin yaygınlaşmasıdır. Tabiî ki terörle mücadele en zor işlerden biridir. Bütün dünya ‘Bu mücadeleyi daha doğru bir şekilde nasıl yaparız’ın peşinde. İşte bu sebeple Türkiye, terörle mücadeleyi ancak ‘uzman’ların desteğiyle yapabilir. Hem ‘sıcak takip’ anlamında yetişmiş uzmanlar, hem de sosyal konularda yetişmiş uzman bir ekip gerekiyor. Mutlaka ‘uzman bir ekip’ vardır, ama bu ekibin ‘sosyal kolu’nun daha da güçlendirilmesi gereği hissediliyor.
Genelkurmay’ın 7 Haziran 2007 tarihinde internet sitesine koyduğu ‘bildiri’de, insan hakları savunucularını eleştirmesi de tepkilere sebep oldu. Elbette, her konuda olduğu gibi, ‘insan hakları’nı istismar edenler de olabilir. Ama istismar edenlerle, etmeyenleri ayırmak ‘devlet’e düşen görev olsa gerek. Bu ayırımı yapmadan, bütün ‘insan hakları savunucularını’ itham etmek doğru olmasa gerek.
Terörle mücadele elbette silâhlı kuvvetlerin işidir. Bu konuda, teknik donanım ve silâh bakımından bir eksiklik varsa bu eksiği tamamlamak da idarecilerin/siyasetçilerin işidir. Ve asıl önemli olan, bu konuların kamuoyu önünden ziyade, ‘yetkili’ler arasında yapılacak görüşmelerle neticeye kavuşmasıdır.
Aman, terörün sürüklemek istediği ‘hukuksuzluk çukuru’na düşmeyelim!
09.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Listeler kompleksin ürünü (mü)? |
|
Türkiye seçime bir adım daha yaklaştı. Partilerin aday listeleri dün itibariyle kesinleşti. Yarın geçici listeler, 20 Haziran’da da kesin listeler belli olacak. Bu demek oluyor ki, artık siyaset Ankara’da değil, Anadolu da yapılacak.
Listelerin Pazartesi günü açıklanmasından sonra her taraf toz duman oldu. Listeye giremeyenler, yerini beğenmeyenler birer birer istifalarını açıkladılar. AKP ve CHP vitrine yeni çıkardıkları insanları liste başlarına koyarken, şu anda milletvekili olan bir çok ismi listelerine almadılar. AKP’de ikisi bakan olmak üzere 167, CHP’li 66 milletvekili listelere giremedi. “Küskünler” grubu oluşmadığı söyleniyor ancak, küçümsenmeyecek oranda küskün ve kırgınlar var.
* * *
Listelerle ilgili değişik yorumlar yapılıyor. Adaylar mesleklerine, yaşlarına, cinsiyetlerine göre sınıflandırılıyor. 181 Mehmet, 90 Ahmet, 25 Ayşe milletvekili adayı olduğu bile gazetelerde haber oldu. Biz de bundan geri kalmamak için birkaç ayrıntı aktaralım.
Geçen seçimde “millî görüşçü gömleğini” çıkardığını söyleyen AKP, bu seçimde artık gömleği gardıroptan dahi attı. CHP ise “merkez sağ”dan transfer ettiği insanlara liste başlarında yer vererek, kamuoyuna “Bakın biz de değiştik” mesaj verdi. AKP soldan, CHP ise sağdan adayları listelerine alarak “merkez”e yanaşma gayreti içine girdiler. Tabiî bunlar yeni isimleri partiye almakla olacak şeyler değil.
Başörtüsü yasağını kaldırmak konusunda 4.5 yılda adım atmayan AKP’den başörtülü aday göstermesi beklenmiyordu. Bir de listelerine bazı sakallı milletvekillerini almamaları yeni dönemdeki AKP’nin çizgisini göstermesi açısından ipuçları da veriyor.
Bütün bunlar siyasetteki kimlik bunalımı, kompleks ve çekinme olarak değerlendirilebilir. Bu durumu “önce kendilerini tarif edemiyorlardı, ilâve bazı yardımlarla kendilerini yeniden tarif etme gayreti” olarak değerlendirenler de var.
* * *
Listelerin açıklanmasından sonra birçok gazete “liste depremi” diye başlık atmışlardı. Gerçekten de aylardır siyasette yaşanan depremler, listelerden sonra daha da hızlandı.
Partiler liste sancısını en az zararla atlatmanın yollarını arıyorlar. Erdoğan, listeye giremeyenlere önümüzdeki günlerde yeni merkez binasında gönüllerini almaya çalışacak ancak listeye giremeyenlerden AKP’li Atilla Maraş, “Partiyi biz kurduk, ama bizi saf dışı bıraktılar” diyor ve “Bizim gibi muhafazakâr yenilikçilerin saf dışı bırakılması 1 Mart tezkeresi ve 27 Nisan Muhtıra korkusudur” diyerek tepkisini dile getiriyor. Buna benzer daha da sert açıklamalar yapılıyor. Ancak bu durum birkaç gün daha devam ettikten sonra biteceğe benziyor.
Bütün bu tepkilerden sonra hükümetin önünde büyük bir mesele daha duruyor. AKP’liler Sezer’in veto hakkı olmadığını söyleseler de, Sezer 1. maddede 3’te 2 çoğunluk olan 367’nin bulunamamasını düşme gerekçesi sayarsa, pakette değişiklik yapılmış olacağı için veto hakkı doğacağını söyleyenler de var.
Uzatmalı cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, referandum süresini kısaltan yasayı ve anayasa değişiklik paketini veto ederse, Meclis olağanüstü toplanmakta zorlanacağa benziyor. Çünkü, milletvekillerinin yarısına yakınının liste dışı kalması TBMM’nin olağanüstü toplanması ihtimalini neredeyse ortadan kaldırdı.
Bir diğer sıkıntı da, anayasa değişikliği yürürlüğe giremezse, Meclis Başkanı seçimi için 367 oy gerektiğinden Meclis Başkanının seçimi zorlaşacak. Yani en yaşlı üye kim gelirse hem onun, hem de cumhurbaşkanın süreleri uzayabilecek.
Özetle şunu söyleyebiliriz. Milletvekili aday listelerini yine genel başkanlar belirledi. Yaşanan “liste depremleri”nden sonra çözümün ön seçimli ve tercihli sistemden geçtiği bir kez daha ortaya çıktı.
Seçim süreci sıkıntılar, gerginlikler, karışıklıklar da olsa devam ediyor. 43 gün sonra seçim sandığına gidecek olan millet “son sözü” söyleyecek. Hayırlısı…
09.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|