|
|
Abdil YILDIRIM |
Şairler ve matematikçiler |
|
Şairlerin ve matematikçilerin siyasetle uğraşması pek hoş karşılanmıyor. Zaten onların siyaset alanında fazla başarılı olamadıkları şeklinde bir kanaat vardır. Ecevit’i göz önüne alacak olursak, şiirde başarılı olduğu söylenir, ama siyasetteki başarısı her zaman tartışılır.
Siyaset çok yönlü ve çok karmaşık ilişkiler taşıdığı için, şiir ve matematik kurallarına göre değerlendirmek siyasî gerçeklere de uygun düşmüyor. Malumdur ki, şairler genellikle gönül dili ile konuşurlar, kalp kulağı ile dinlerler, her şeye duygusal bir nazarla bakarlar. Halbuki siyasette duygulara pek yer yoktur.
Siyasetin kendine has kural ve kaideleri vardır, kendi sistemi içinde karmaşık bir çark döner. Bu çark bazılarını öğütür, bazılarını da büyütür. Bu yüzden, uzun yıllardan beri şiirle iştigal eden bir kişi olarak, ben de siyaset yazmayacağımı ilân ediyorum.
Duygusal gözle bakanlar siyasetin gerçeklerini göremezler. Bu da yanlış değerlendirmelere neden olabilir. Matematikçiler için de aşağı yukarı aynı durum söz konusudur. Bir matematikçi, genellikle rakamlarla, sayılarla haşir neşirdir. Onlar da olaylara sayısal bir gözle bakarlar.
İstatistiklerle, oranlarla, anketlerle ilgilenirler. Ama siyasette, her zaman sayılar gerçeği göstermiyor. Siyaset pazarında iki kere iki her zaman dört etmiyor. Bazen beş, altı ve daha fazla ettiği halde, bazen de iki kere ikinin hiçbir değer ifade etmediği görülür. Hatta 184’ün, 367’nin 550’nin bile bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Siyasette kemiyet değil, keyfiyet hükmetmektedir.
Burada şunu anlıyoruz ki, siyasete duygusal ve sayısal gözle bakmak doğru değildir. Böyle bakanlar da bir süre sonra yanıldıklarını anlıyorlar.
Ben de her hangi bir yanılgıya düşmemek için siyaset yazmayacağım.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde dönen dolaplardan, sergilenen tavırlardan bahsedip de kendimi madara etmek istemiyorum. Meclise girmeyen partilerin tutumları, hukukçuların yorumları, anayasanın hükümleri beni aşan konular. Yok efendim Anayasa Mahkemesi siyasî bir karar vermiş de, bazı çevreler Çankaya’ya muhafazakâr ve hanımı başörtülü birisinin çıkmasına izin vermezlermiş de, iktidar siyasî alanda muktedir değilmiş de, demokrat misyon yanlış tarafta yer almışmış da; bunlar da benim ilgi ve bilgi alanım dışında kaldığı için siyasetten uzak duruyorum.
Ülkemiz yakın gelecekte bir seçim yapacak. Fakat seçim tarihine kimin karar vereceğine bile daha karar verebilmiş değiliz. Seçim erken mi olacak, acele mi olacak, yoksa derhal mi olacak; tarihini Meclis mi belirleyecek, Anayasa Mahkemesi mi karar verecek, yoksa Yüksek Seçim Kurulu mu bildirecek, bu konuda bile bir kesinlik yok. Bunları düşünmek ve içinde bulunduğumuz garabeti izah etmek benim gibi âciz ve duygusal kimselerin haddini aştığından, siyasetten bahsetmiyorum.
Zaten bu köşe, ismiyle müsemma olduğu gibi, “Gönül Pınarı”. Gönülden kopup gelen duyguları muhabbet haddesinden geçirip gönül dostları ile paylaşmak gibi bir misyon taşıyor. Onun için siyasetin “meşkuk ve müşkilatlı” derelerinden akarak gönül suyunu siyaset çamuru ile bulandırmak istemiyorum.
Bir dörtlükle noktalarken, gönül dostlarına kalbî muhabbetlerimi iletmek istiyorum.
AKIL ve DUYGU
Serde şairlik var, duyguluyum ben,
Millî iradeye saygılıyım ben,
Bazen akla hükmediyor duygular,
Onun için biraz kaygılıyım ben.
28.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hakan YALMAN |
Su ve sevgi kıtlığı |
|
Bazı haller insanları değerler etrafında bütünleştiriyor. Mesela kuraklık, ülkemizin ortak problemi haline dönüştüğü için son günlerde ortak yaşadığımız tek duygunun zemini gibi oldu. Oysa ortak olarak ve millet olarak hissedilmesi gereken o kadar çok şey var ki.
Ancak sıkıntı ve musibetler zamanında kenetlenme eğiliminde olan insan fıtratına Rabbimiz kuraklığı bile ortaklık duygusuna zemin haline dönüştürüyor. Rahmetin eksikliğini farkına varmak ile ortaya konan rahmet şeklinde latif bir tecelli var. Kuraklık duygusu aslında nimetin farkına varmak ve veriliyor olduğunu hissetmek anlamında olumlu bir sonuç doğuruyor. ‘İsrafta hayır yoktur ve hayırda israf yoktur’ mânâsı artık topyekun millet olarak yaşadığımız bir duyguya dönüşüyor. Rahman ve Rahim olan Allah, her an bizi nimetlere boğarken farkına varmadığımız halde elimizden bir an çıktığında o nimetin ne kadar kıymetli olduğunu daha iyi fark ediyoruz.
Aslında bütün nimetlerin en nihai karşılığı şükür ve şükür görmeyen her nimet bir gün elden çıkacaktır. Şükürle karşılanan ve Rabbimizden geldiğini fark ettiğimiz bütün nimetler ise bereket kazanacak ve elimizden hiç çıkmayacak şekilde ihsan edilecektir. Aslında ihtiyaçları ve eksiklikleri ortak hissettiğimiz anların en güzel boyutu kulluğumuzu ortak olarak hissetmek ve en ideal düzeyde ortaklık duygusu yaşamak.
Son günlerde ülkemizde yaşanan olaylar artık değerler etrafında bütünleşmemiz gerektiğini ve ortak geleceğimiz açısından refah, huzur, birlikte yaşayabileceğimiz kadar medeniyetin hakim olması; hangi din, ırk ve sosyal tabakadan olursa olsun insan olan herkesin hakkına saygı ve insanlığın kılık kıyafet, etnik farklılıklar ve inanç ayrımına feda edilmemesi gerektiğini ortaya koymaktadır.
Artık aydın insan kendi gibi düşünenlerin olduğu bir dünya değil, her düşünce ve inancın tam serbestiyet içinde yaşanabildiği bir dünya hedeflemektedir. Bu medeni yaklaşımın gerisinde kalan zihniyet çok güçlü gelen insanlık rüzgârı önünde savrulmaya ve yok olmaya mahkum olacaktır. ‘Muasır medeniyet seviyesi’nden dem vuranlar şu an dünya insanlığının yakaladığı ve tarafgirlikleri, milliyetleri ve inançları ahenk içinde bir arada bulundurma potansiyelinde ve merkeze insanlığı, insanı koyan medeni seviyenin gerisinde kalmak riski ile yüz yüzedirler. Dostluklar ve düşmanlıklar sadece mensubiyetler ve taraftarlıklarla değil topyekün insanlığın sahip olduğu değerler ve değer yargıları etrafında şekillenmektedir. Özellikle, dünyada kargaşa çıkarmak ve bir satranç oyunundakine benzer hesaplarla insanlığı yönlendirmek amaçlı girişimler bu hesapların hedefinden çok insanlığın derin gelişimine hizmet eder hale gelmiştir. Dünyanın çeşitli yerlerinde farklı dinlere, farklı ırklara, farklı kültürlere, farklı coğrafyalara mensup milyonlarca insan aynı doğrular etrafında bir araya geldiler. Bu durum benlik ve ırkçılık ile oluşturulmuş ulusların kalın duvarlarla birbine kapatılmış uluslar düzeninin yerini temel insani değerler etrafında birleşmiş ve dış görünüşte farklılıklar olsa bile daha derinlerde bütünleşmiş bir beşer tabakalarının aldığına da işaret ediyordu. Benlik, hakimiyet, kuvvet, sahiplenmek ve hükmetmek gibi ırkçı ve yayılmacı zihniyetin şekillendirdiği bir bir beşer tabakası insanlık ağacının felsefe dalında büyüyüp gelişti. Diğer taraftan aynı ağacın nübüvvet tarafında yer alan bilerek ya da bilmeyerek heva yerine Hüda’ya tabi olmuş ve insanı insan yapan erdemleri ırk coğrafya ve kültürlerden bağımsız olarak ön planda tutan bir beşer tabakası da dünyanın bütün ülkelerinde bir tabakanın uzantıları şeklinde bulunmaktaydılar. Bunları birbirlerinden haberdar olmadıkları halde bir araya getiren ve hiç bir kulis faaliyeti, propaganda veya başka siyasi girişimler olmaksızın aynı ortak noktada birleştiren özlerinde, ruhlarında ve belkide kısmen genlerinde var olan hakka taraftarlık olmalıydı.
Zaman ve şartlar, yaşadığımız olaylar devletler ve milletler şeklinde ve her iki tarafın da çoğunlukla hevaya tabi olduğu ve benlik ya da ırkçılık kavgası şeklinde yürüttüğü harplerin yerini insanlık tabakalarının, hakkın ve batılın yanında yer alanların mücadelesinin alacağını göstermektedir. Bu dönemden sonra özellikle hakkın ve Hüda’nın tarafında yer alanların bu tabakalaşmanın hızlanması ve belirginleşmesi yönünde gayret sarf etmesi gerekmektedir..
Bu anlamda ülkemizde dönüm noktası anlamına gelecek tarihi günler yaşanmaktadır. Artık kavgaları ve gereksiz suçlamaları bir tarafa bırakıp memleketin selameti için birleşmek ve dayanışmak zamanıdır. Bunun en uygulanabilir şekli hukukun ve kanunların hakim olmasıdır. ‘Kanunlar bana yaradığı sürece uygulansın aksi takdirde suyumu bulandırıyorsun muamelesi yaparım’ şeklindeki bedevi ve vahşi yaklaşımların dünyadaki ömrü bitmek üzeredir. Zaman vahşet ve bedeviyet zamanı değil insanlık ve medeniyet zamanıdır. Şu zamanlar ülkemizin bu anlamda bir imtihandan geçtiği zamanlardır
Şu an hem ülkemizde hem de dünyada en etkili ortaklık duygusu kulluk zemininde gelişecektir. Bu bütün kâinatın ortaklık duygusudur. İleride farklı gezegenlerde yaşayanlar olduğu tesbit edilir ve onlarla görüş me imkânımız olursa onlarla da paylaşabileceğimiz bir duygudur kulluk. Kâinatın neresine gidersek gidelim hep geçerli olacak bir duygu ve göremediğimiz alemlerle de paylaştığımız bir duygudur. Bu en güçlü birlik zeminini fark etmeyip heva ve hevesine tabi olan tabi olan insanlık rahmetten mahrum kalmayı hak etmektedir.
Kâinatı kuşatan muhabbetin sıcaklığından uzaklıkla kavga ve çekişmelerin içinde boğulan beşer maddi ve manevi kıtlıkların zeminini hazırlamaktadır. Rahmetin ve kuşatıcı muhabbetin en büyük şükrü onun farkında olmaktır. Farkında olan ve onu hisseden beşerin kalbinde düşmanlık yer alamaz. Zaman her boyutu ile sevgiyi hayata hakim kılmayı elzem hale getirmiştir. Şu an kıtlığını hissettiğimiz su aslında geri planda kıtlığı çok daha ön planda olan ve kâinatın hayat suyu olan sevgiyi ihsas etmektedir. Maddi boyutta kıtlığından dolayı çok dikkatli kullanmamız gereken su manevi boyutta sevginin kullanımını olabildiğince artırmaya işaret olmalıdır.
Bizleri esas tehdit eden susuzluktan ziyade sevgisizlik olmalıdır. Zaman muhabbete muhabbet ve kâinatı kuşatan sevgiyi iliklerimize kadar hissetmek ve bütün yaratılanlara göstermek zamanıdır.
28.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Bakî olanı fanî olana tercih |
|
İnsan yapısı, yaratılışı gereği paraya, mala, mülke, kadına, evlâda ilgi duyar. Bir mıknatıs gibi insanı çeker âdetâ bunlar. Cazip ve hoş gelir insana. Aşırı derecede sever.
Peki, bunları ne kadar sevmeli insan? Ölçüsü, limiti ne olmalı?
Madem yaratılışına bu duygu konulmuş insanın, elbette sevecek; ama Yunus Emre’nin, “Yaratılanı severiz Yaratandan ötürü” dediği gibi, Allah için, Allah adına ve Allah’ın gösterdiği şekilde sevecek. Bir âyetinde, “Kadınlara, evlatlara, hesapsız şekilde biriktirilip istif edilmiş altın ve gümüş yığınlarına, binmek için nişanlanmış atlara, davarlara ve ekinlere karşı nefsin isteklerine muhabbet, insanlara güzel gösterildi” buyuran Kur’ân bunların hayatımızda ne kadar ve ne ölçüde yer edinmesi gerektiğine de dikkat çekiyor, “Bütün bunlar dünya hayatının gelip geçici nimetleridir” buyuruyor.
Evet, bütün bunlar dünya hayatının geçici nimetleridir. Elbette ki, insan meşrû daierede bunlara sahip olacak. Çünkü Cenâb-ı Hak mü’min kulları için hazırlamıştır hepsini. Ve Cenâb-ı Hakkın ahirette ihsan edeceği nimetlerin birer nümûnesi, birer örneğidirler. Tâ ki insan bunlara bakıp asıllarına müşteri olsun. Dünyadakiler geçici, ahirettekiler ise ebedîdirler. Bir sonraki âyette, “Sonunda varılacak yerin güzeli ise Allah katındadır” buyurulduktan sonra, Cenâb-ı Hak şu soruyu sorduruyor Habibine: “Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi?” de” buyuruyor ve cevabını da şöyle verdiriyor:
“Takvâ sahipleri için Rableri katında altından ırmaklar akan Cennetler vardır. Onlar orada ebedî kalacaklar. Ve orada onlar için ter temiz hanımlar ve bir de Rablerinin büyük bir rızası vardır. Allah kullarını hakkıyla görür.”1
Demek cazip gelen her şeyin daha mükemmeli, sonsuza dek devam edecek olanı Allah katında bulunmaktadır.
Kur’ân bize geçici olan bu nimetlerle ebedî imişcesine oyalanmamamızı, bunların asıllarına müşteri olmamızı öğütlüyor ve bunlara kavuşacak olanların da takva sahipleri olduğunu bildiriyor.
Allah’a saygı duyan, emirlerini tutup yasaklarından kaçınan kimseler bu nimetlere, hem de sonsuza dek kavuşacaklardır.
Gerçek bu kadar açık ve net iken insan hislerinin esiri olmakta, ebedî kalacakmışcasına dünyaya sarılmakta, asıl gideceği ve sürekli kalacağı âlemde her şeyin daha güzeline, mükemmeline, hem de sürekli olanlarına kavuşacağı halde gaflete düşmektedir.
Kur’ân ise gaflet bulutlarını işte böyle dağıtıyor, bizi gerçeklerle yüzyüze getiriyor.
Dipnot: 1. Âl-i İmran Sûresi: 14-15.
28.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Duruşumuz nasıl? |
|
Hak’tan ve hakikatlerden taraf olan insanlar, mümkün oldukça dünyevî meselelerin tarafgirliğinden uzak durmaya çalışırlar. Zira insan için de önemli olan daima gerçekten, haklı olandan ve doğrulardan yana olmaktır. İnsanoğlu Hak’tan ve haklıdan yana olacak şekilde yaratılmıştır.
Dünyada ebedî yaşanacakmış gibi davranmak ve insanlarla olan münasebetlerimizi bu anlayış üzerinde sürdürmek, sonradan telâfisi zor durumlara insanı sürükleyebilen davranış şekilleridir. Dünya hayatımızın gereklerini yerine getirirken, bu dünyanın geçici olduğunu ve yapacağımız her hareketin hesabının bizden sorulacağını düşünerek adımlarımızı atmamız gerekmektedir.
Bu dünyada sonsuz bir hayat yaşama vehmi insanları oldukça fazla yanlışlara sürüklemektedir. İnsanı hem maddeten, hem de mânen çıkmaz sokaklara sokan, İlâhî rızaya uygun olmayan yaşantı biçimleriyle bu dünyada insanlar arasında insanca yaşama düşüncesini hayata geçirmek kolay olmayacaktır.
Dünyevî cereyanlar ister istemez dünyaya yönelik ve menfaat ilişkilerine dayanan tarafgirlikleri içermektedir. Dünyadaki makam ve mevkiler ile maddî, manevî menfaatler her zaman diğerinin zararına işlemektedir. Biri o makam ve mevkilerden inecek ki başkaları çıkabilsin. Biri maddeten zarara girecek ki diğeri kazanabilsin.
Nereden bakarsak bakalım dünya hayatına yönelik tarafgirliklerin insanın manevî hayatına zarar verdiğini göreceğiz. Çünkü böyle durumlarda kul hakkı konusunda sorumluluk altına girmemek neredeyse mümkün değildir.
Hem toplum içinde yaşamak, hem de bizleri kul hakkı konusunda sorumluluk mevkiine sokmayacak hâletler yaşamak başarılması gereken bir durumdur. Eğer Rabbimizin rızası dairesinde bir hayat yaşamak istiyorsak, her zaman Kur’ân-ı Azimüşşan’ın ve Sünnet-i Seniyye’nin penceresinden hadiselere bakmamız gerekmektedir. Aksi takdirde vicdanları sızlatmayan ilişkiler içinde olmak oldukça zor olacaktır.
Tarafgirlikten bahsedip de, bugünkü siyasî gelişmelere, anlayış babından da olsa temas etmemek meseleyi eksik bırakır. Aslında asıl maksadım da, günümüzün siyasî gelişmeleri konusunda takınmamız gereken tavır hakkında bir şeyler söylemektir.
Bu seçim sath-i mailinde mutlaka bizlerin de taraf olduğu bir siyasî kitle bulunmaktadır. Bizler de her vatandaş gibi, memleketimiz için en hayırlı olacağına inandığımız kadrolara oyumuzu vereceğiz. Şüphesiz bu durumlarda ifrata girmeden tercih belirlemek ve ona göre hareket etmek herkesin hakkıdır. Ancak tehlikeli olan bazı durumlar karşımıza çıkabilmektedir böyle zamanlarda.
Özellikle siyasî tarafgirliği aşırıya götürmek ve mutlaka herkesin kendisi gibi bir tercih kullanması gerektiğine inanıp, aksi yaklaşımlardan dolayı insanları itham etmek çok tehlikelidir ve böyle durumlar kul hakkına tecavüz edilmesine sebep olacaktır. Böyle durumlarda insanlar kendi partilisini fasık da olsa melek görmekte, karşı anlayıştan olanları da melek de olsa şeytan görmektedir. Allah böyle bir siyasî anlayıştan bütün ehl-i imanı muhafaza etsin.
Bu siyaset zemininde önemli olan taraflılığımızın tarafgirliğe inkılab etmemesidir. Önemli olan, herhangi bir tarafa, sadece memleket menfaatini düşünerek oy kullanmanın insanı kurtarmaya yetmeyeceğini ve sadece bu davranışın insanı helâka götürmeyeceğini bilmek.
Bizleri ancak amellerimiz kurtarabilir. Bizler yaşantımızla iyi bir idareyi hak edebilirsek mutlaka Cenâb-ı Hak bizlere iyi ve adil idareciler nasip edecektir. Eğer bazı sıkıntılar varsa herkesten önce kendimize bakmamız gerekir. Belki farkında değiliz, ama yaşantımızla Allah’ın rızası dairesi haricinde olmamız ihtimali, bilhassa zamanımızda uzak bir ihtimal değildir.
Belki Müslümanca bir yaşantı konusunda yeterince samimî değiliz. Belki kendimizi değil de dini kendimize uydurma çabası içindeyiz. Başkalarını suçlamadan önce kendimizi ciddi bir şekilde hesaba çekmemiz gerekmektedir. Durup dururken Allah, zalim kullarını başımıza musallat etmez herhalde...
28.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Millet Partisinin versiyonları |
|
Her seçim devresinde
ayrı bir handikap (7)
Demokratları şaşırtan ve oy kitlesini bölen Millet Partisi serüveniyle başladığımız bu yazı serisini, yine aynı partinin zamanla ortaya çıkan değişik versiyonlarını, türevlerini tanıtmak ve yaptıklarını nazara vermek sûretiyle bitiriyoruz.
* * *
Yakın siyasî tarihimizin tartışmasız, tereddütsüz, en açık bir gerçeği şudur: Halk Partisinin karşısında köklü ve güçlü bir vaziyet alarak siyaset meydanına atılan kadrolu ve teşkilâtlı ilk siyasî hareketin sahibi Demokrat Partidir.
1946'daki ayıplı genel seçimlerinde 61 kişilik üyesiyle Meclis'e giren DP, 1950 seçimlerinde ise tek başına iktidara gelme cehd ve gayretiyle ciddî bir hazırlık içine girdi.
İşte, tam da bu hengâmede DP'nin karşısına Millet Partisi isminde ve kurucularının ekseriyeti dindar olan yeni bir parti çıktı.
Üstelik, partinin dindarlık yönü öylesine nazara veriliyordu ki, ilk kurucular heyeti bile–mübarek rakam diye–tam 33 kişi olarak toplanmış ve kuruluş bu haliyle ilân edilmişti.
Bu meyanda dikkat çekici önemli bir nokta daha vardı. Şöyle ki: İçlerinde Fevzi Çakmak ve Osman Bölükbaşı'nın da bulunduğu bu 33 kişilik heyet, Ankara'da ikamet etmekte olan ve çok mübarek bir zât olarak bilinen Osman Nuri (Köni) Efendinin evinde toplanıyor. (Osman Nuri Bey, eski Demokrat Partili olup, Bilkent'ten Prof. Hasan Köni'nin amcasıdır.)
Buradaki toplantıda, partinin gerek ismi ve gerekse 33 kişilik kurucular heyeti tesbit ediliyor.
Nihayet derecede dikkat çeken bir diğer nokta da şudur ki, partinin kuruluş maksadının tamamıyla İslâmiyete hizmet olduğu, el altından efkâr–ı ammeye ilân edildi. (Bkz: Mustafa Sungur, Son Şahitler–4, s. 43–44)
Hatıralarını okuduğumuz muhterem Mustafa Sungur, ayrıca şunları naklediyor: "Osman Nuri Efendi, Üstad Bediüzzaman'ın dostu ve mübarek bir insandır. Harb–i Umumi'de Alay Müftülüğü yapmış ehl–i kalp bir zat olup, Üstad Bediüzzaman'dan asrın Geylânisi ve Sultan Abdülkadirisi diye söz ediyordu." (Age, s. 44)
İşte, içinde böylesine dindar şahsiyetlerin bulunduğu Millet Partisine bile Üstad Bediüzzaman'ın iltifat etmeyerek, Ahrar tabir ettiği Demokratları destekleme mânâsında bir kaç mektup neşrettiğini, yine aynı hatıralardan öğreniyoruz.
M. Sungur, Millet Partisinin DP'ye vereceği muhtemel zararlar karşısında Üstad Bediüzzaman'ın neşrettiği lâhikalardan şu iki misali aktarıyor:
Birincisi: "...Millet Partisi ise: Eğer İttihad–ı İslâmdaki esas olan İslâmiyet milliyeti ki, Türkçülük onun içinde mezc olmuş bir millet olsa, o Demokratın mânâsındadır, dindar Demokratlara iltihak etmeye mecbur olur. Frenk illeti tâbir ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikri ise..." (Age, s. 45 ve Emirdağ Lâhikası, s. 422)
İkincisi: "Milletçilere gelince... Eğer bu partide sırf İslâmiyet esas olsa, Demokrat Partiye yardım ettiği gibi, muhalif ve muarız olmayarak, iktidara gelmesine çalışmaz. Eğer bu parti, ırkçılık ve Türkçülük fikri esas ise..." (Age, s. 45 ve Emirdağ Lâhikası, s. 422)
Millet Partisi: Dindarlar ve milliyetçiler
Gerek Üstad Bediüzzaman'ın ifadelerinden ve gerekse tarihi seyri içindeki gelişmelerden açıkça anlaşılıyor ki, 1950 yılındaki Millet Partisi içinde iki ana grup ve iki ana temayül var. Bunlardan biri milliyetçiler, diğeri ise dindarlardır.
Nitekim, bu iki kesimin 1950'den sonra peyderpey ayrışarak iki siyasî hareket şeklinde yoluna devam ettiği görünüyor.
Millet Partisi kökenli milliyetçiler, zamanla almış oldukları Cumhuriyetçi Millet Partisi (1954), Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (1961), MÇP (1983) ve son olarak da Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) isimleriyle siyasetteki varlığını muhafaza etti.
Aynı partinin dindar kanadı ise, sırasıyla İslâm Demokrat Partisi (1952), Millî Nizam (1970), Millî Selâmet (1973), Refah (1983) Fazilet ve günümüzde Saadet Partisi isimleriyle siyaset zeminindeki mücadelesini devam ettirdi.
Bu arada, olağanüstü şartlara bağlı olarak ortaya çıkan ve iktidara gelen Özal'ın ANAP'ı (1983) ile Erdoğan'ın AKP'sinin de, (2001) temelde Millet Partisiyle benzer bazı karakteristik özellikler taşıdığı söylenebilir.
Zira, bu partiler ne CHP'nin, ne de DP'nin devamıdır. Öyle olmadıklarını defaatle kendileri açıklamışlardır.
Bu durumda, geriye kategorik olarak bir tek Millet Partisi kalıyor: İçinde hem dindarların, hem de milliyetçilerin bulunduğu hareket.
Şu da var ki, bu iki parti, nevzuhur şartlara dayalı olarak ortaya çıktıkları ve başındaki lider kişiyle özdeşleştirleri için, büyük ölçüde liderlerinin yapılarına, kabiliyetlerine, anlayışlarına göre değişik renk ve şekillere bürünmüşlerdir.
Yani, bu partiler, misyondan ziyade başındaki liderlerle özdeşleşip parladılar. Dolayısıyla, bir nev'i lider partisi oluverdiler. Lider varsa parti var, lider yoksa parti de yok olup gidiyor.
Özal ile Erdoğan'ı iktidara taşıyan oy potansiyeli, hiç şüphesiz, geçmişte Demokrat misyon partilere oy vermiş olan kitleden geliyordu. Ancak, kendileri o partilerin mirasına konmalarına rağmen, o misyonu hiçbir zaman sahiplenmediler, hatta reddettiler. Her vesileyle "Biz yeniyiz ve hiçbir partinin devamı değiliz" dediler.
Buna rağmen, kimi bilerek, kimileri de bilmeyerek, onları Demokratların devamı mahiyetinde göstererek, zihinleri bulandırmaya siyasetin fıtrî seyrini bozmaya devam etti.
Siyasetin yeniden toparlanma vetiresine (sürecine) girdiği şu günlerde, her şeyin yerli yerine oturtulmasını ve hadiselerin ülkenin, milletin hayrına olarak fıtrî seyrinde gelişip inkişaf etmesini diliyoruz.
28.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Duâlarımızın neticesi |
|
İsim belirtmeyen bir okuyucumuz:
*“Benim bu dünyada ve diğer dünyada dileklerim var, sürekli duâ ediyorum yerine gelmiyor. Acaba günahkâr olduğum için mi kabul olmuyor? Allah günahkârların duâsını kabul etmez mi?”
Resûlullah Efendimiz (asm) buyurmuştur ki: “Sizden her hangi birinizin duâsı, acele etmediği ve ‘Duâ ettim, fakat benim duâm kabul edilmedi’ demediği sürece kabul edilecektir.”1
“Birçok defa duâ ediyoruz, kabul olmuyor. Hâlbuki ‘Duâ edin, size cevap vereyim’2 âyetinin umumî olduğunu, her duâya cevap verildiğini ifade ettiğini” bir soru olarak gündemimize taşıyan Bedîüzzaman Hazretleri, Cenâb-ı Allah’ın her duâ için cevap verdiğini, fakat duâmızı kabul etmesi ve istediğimiz aynı şeyi vermesi için, o şeyin Allah’ın hikmetine uygun olması gerektiğini bildiriyor.
Bedîüzzaman Saîd Nursî, bunu şöyle bir misâl ile açıklıyor:
Meselâ hasta bir çocuk, doktora: “Ey hekim! Bana bak!”
Doktor: “Buyur! Derdini söyle!” diyecek, hasta çocuğun çağrısına cevap verecektir.
Çocuk: “Şu ilâcı ver bana!” dediği zaman ise, devreye mecburen doktorun bilgisi, hikmeti, kanaati ve onayı girecektir. Çünkü o ilâcın çocuğun derdine fayda verip vermeyeceğini doktor çocuktan daha iyi bilmektedir. Bu durumda çocuğa düşen, doktorun, istediği şey ile ilgili bilgisine, hikmetine ve kanaatine razı olmak, doktorun hükmüne teslim olmaktır. Doktor bilgisiyle hareket edip çocuğa ya o ilâcın aynısını, ya daha iyisini verebilir, ya da hiç vermeyebilir. İstediği ilacın aynısını vermediğinde çocuğun doktoru itham etmesi ve ‘İstediğim şeyi vermedin!’ diye doktora küsüp kırılması elbette doğru bir hareket değildir.3
Bir diğer husus; kavlî duâ ile beraber fiilî olarak üzerimize düşeni eksiksiz yerine getirmeliyiz. Meselâ üniversite sınavını kazanmak gibi muhakkak fiilî duâ gerektiren, muhakkak tekniğine ve usûlüne göre çalışmamızı zorunlu kılan iş ve isteklerimizde yeterince çalışmamız ve ulaşmak istediğimiz sonuca fiilî olarak teşebbüs etmemiz şarttır. Bununla beraber istediğimiz sonucu almadığımızda bize düşen yine kendi kusurumuzu aramaktır. Allah’a küsmek veya kırılmak değil; yılmadan yine fiilî ve kavlî olarak duâya devam etmektir. Allah’ı itham etmek bize yakışmaz. Duâmızla ilgili olarak birinci görev bize düşüyor. Allah’ı duâmızı kabul etmeye mecbur sayamayız. Allah’ın ilimle ve hikmetle davrandığını ve duâmızı en hayırlı şekilde kabul ettiğini bilmeli ve bundan razı olmalıyız.
Öte yandan Bedîüzzaman Hazretlerine göre, görünen maksatlar, yani dünyevî gayeler, yani ihtiyaç zamanları o duânın ve duâ ibadetinin hususî vakitleridir. O vakitlerde duâ yaptıktan sonra istediğimiz şeye ulaşmak ise, o duânın hakikî faydası değildir. Duânın hakikî faydası âhirete bakar. Dünyevî maksatlar meydana gelmezse, “Duâ kabul olmadı” denilmez; “Daha duânın vakti bitmedi” denilir ve vakti içinde duâ ibadetine devam edilir.4 Nasıl ki, güneş battığında akşam namazının vaktinin girdiğini anlıyor isek; bir takım hususî ihtiyaç vakitlerinde de, söz konusu ihtiyacımızla ilgili hususî duâ vakitlerinde bulunduğumuzu anlamalıyız.ö Bu vakitlerde gerek sözlü, gerekse fiilî olarak duâya devam etmeliyiz. Duâmızda aceleci olmamalıyız. Duâmızda Cenâb-ı Allah’tan mutlak hayır istemeliyiz. İhtiyaçlarımızın hayırlı neticelerle giderilmesini talep etmeliyiz.
Dünyevî istek ve ihtiyaçlarımızı duâlarımızda “biricik gaye” yapmamaya özen göstermeli; duâlarımız için “biricik gayenin” Allah’ın rızasını kazanmak olduğunu unutmamalıyız. Başka bir ifadeyle, her duânın bir ibadet olduğunu, her ibadetin de sırf Allah rızası için yapılması gerektiğini unutmamalı; Allah’a her el ve gönül açışımızda, öncelikle o isteğimiz ve ihtiyacımız vesilesiyle Allah’ın rızasını aradığımızı teslim etmeli ve O’ndan hayırlı olanı istemeliyiz. Duâmızın kabulünü Allah’ın hikmetine bırakmalıyız. Allah’ın rahmetinden ümit kesmemeliyiz. Emin olmalıyız ki, Allah duâmıza karşılık—inşallah—mutlaka hayırlı bir netice verecektir.
Dipnotlar: 1- Tirmizî, Duâ, 11 2- Mü’min Sûresi: 60 3- Sözler, s. 287 4- Mektûbât, s. 291 5- Sözler, s. 287 28.01.2007
28.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
İhtilâli destekleyen siyasetçi |
|
47 yıl önceki 27 Mayıs kanlı ihtilâlinin yıldönümünde, başka bir ihtilâl anayasası ile yönetiliyor olmak “AB yolundaki Türkiye”nin ayıplarından biri olsa gerek. İhtilal zincirinin ilk halkası olan 27 Mayıs 1960 ihtilâli, ülkemizi ‘ileri’ye götüreceğini iddia ettiği bir anayasa hazırlamıştı. Ne var ki, ‘örnek’ gösterilen bu anayasa ile Türkiye’nin yönetilemeyeceğini yine bizzat ihtilâlciler görmüştü.
Aradan yıllar geçti ve maalesef ihtilâl zincirlerine yenileri eklendi. 12 Eylül 1980 ihtilâli sonrası da güya ‘çok güzel yeni bir anayasa’ hazırlandı ve millete de zorla tasdik ettirildi. 1982 yılında kabul edilen mevcut anayasanın da Türkiye’ye uymadığı hemen anlaşıldı, ancak hiçbir siyasî iktidar bu ihtilâl anayasasını bir kenara bırakıp gerçek anlamda hürriyeti ve adaleti temin edebilecek bir anayasa hazırlayamadı.
Toplumun büyük ölçüde mutabakatını alarak bir anayasa hazırlamak elbette kolay değildir. Ancak, böyle bir yolu imkânsız görmek de mümkün değil. Siyasî partilerin ‘hata’sı, anayasadaki yanlışları/ eksikleri kısmî düzenlemelerle aşma niyetinde olmalarıdır. 1982 Anayasası bu güne kadar onlarca defa kısmî değişikliğe uğradı ve bugün gelinen noktada hâlâ problemler aşılabilmiş değil.
Dün toplanan Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Genel Kurulunda konuşan Başkan Rifat Hisarcıklıoğlu, yeni bir anayasa ihtiyacını dile getirerek takdir topladı.
Genel Kuruldaki konuşmasında, anayasa değişikliği konusundaki düşüncelerini ifade eden Rifat Hisarcıklıoğlu, 1982 Anayasasının miadını doldurduğunu hatırlattı. Anayasanın, yapılan çok sayıda değişikliklerle ‘’bir yamalı bohçaya döndüğünü, sistematiğini yitirdiğini’’ ifade eden Hisarcıklıoğlu, ‘’Artık yeni bir anayasa yazmanın zamanı gelmiştir. Yeni meclisimiz, yeni anayasayı katılımcı bir şekilde hazırlamalıdır’’ şeklinde konuştu.
TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu’nun bu hatırlatması, zamanlaması açısından da önem taşıyor. Gönül arzu ediyor ki, bu hatırlatmayı ve gerekli adımları atmayı en başta siyasetçiler yapsın. Elbette siyasetçiler de zaman zaman bu konuda beyanlarda bulunuyor ve Türkiye’nin ihtilâl anayasasıyla yönetilemeyeceğine dikkat çekiyorlar. Ama onlara düşen, sadece hatırlatma değil bu konuda gerekli adımları atarak yeni bir anayasa hazırlamaktır.
Geniş bir konsensüs sağlayarak yeni bir anayasa hazırlamak elbette kolay değildir. Ancak Türkiye’nin rahatlaması için de kalıcı başka bir yol yoktur. Son günlerde yaşadığımız krizlerin sebebi, biraz da mevcut anayasadaki boşluklar ve değişik yorumlara kapı açan ifadeleri olsa gerek. Bütün bunların yanı sıra, sadece ifadelerin değişmesinin de çare olmayacağını, asıl değişimin; anlayışta, zihniyette ve yorumda olması gerektiğini akıldan çıkarmayalım.
Milletin içine sinebilecek bir anayasa hazırlanmasındaki engellerden biri de, kendileri siyasetçi oldukları halde ‘sivil siyasetçi’ gibi düşünmeyenlerdir. Örnek olması bakımından Prof. Dr. Ahmet İnsel’in CHP ile ilgili değerlendirmesine kulak vermek gerek: “CHP özellikle 2004’ten itibaren kendisini irtica ile mücadele cephesine çekti. Ve burada askerle bir tür zımni (örtük) ittifak oluşturdu. Ve 27 Nisan muhtırasına karşı hiçbir eleştiri dile getirmedi. CHP, askerin kritik zamanlarda müdahalesinin mümkün olduğu bir askerî vesayet rejimini kendisi açısından uygun görüyor.” (Nuriye Akman’ın röportajı, Zaman, 27 Mayıs 2007)
Eh, ‘muhalefet partisi’ böyle düşünürse, ihtilâl anayasalarından kurtulmak kolay olabilir mi?
28.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
İnovasyon |
|
Geçen hafta katıldığım iki program, inovasyon ağırlıklıydı. Bunlardan birincisi Kalder’in düzenlediği 8. Kamuda Kalite Sempozyumuydu.
Türkçe’de inovasyonun tam karşılığı kelime bulunamasa da, kastettiği anlam ve uygulama itibariyle, “yenilenme” ile tanımlayabiliriz. Bir kurum ve kuruluşa ait uygulanabilir yeni fikirler ve düşünceler diyebiliriz.
Uzmanlar, inovasyonu farklı başlıklar altında sanayiciye, iş çevrelerine, organizasyonlara ve sosyal sermayesini güçlendirip, hayatın kalitesini ve anlamını sürdürülebilir kılmak isteyenlere sunmaktadırlar. Bunlar; tecrübe, süreç, pazarlama, yapılanma gibi konularla belirtilmektedir.
Muhteva açısından inovasyonun fevkinde bir tabir kullanmamız gerekirse, bir kavramı merkeze koymak lüzumundaysak, bunu “tecdit” ile ifade etmek mümkün. Özellikle son bir yıldır yoğun bir şekilde ülkemizin öğrenme konuları arasına giren inovasyon, daha önce TÜSİAD’ın hazırladığı çaplı bir raporda, üretim altyapısına göre bir yaklaşım ve uygulama ortaya koymuştu.
Geçen sürede anlaşıldı ki, sadece üretimde değil sosyal ve kültürel boyutlarda iletişim ve yeterlilik gerektiren her alanda inovasyon gereklidir. İhtiyaca dayalı ve tıkanmaların yaşandığı hallerde, yenileyici ufuk ve tasavvurlara ruh ve şekil verip, günümüzü doğru okuma ve çözüm geliştirme zaruretinin bir parçası görülmektedir.
Bu gün, beşeriyetin yakaladığı yeni gündem ve noktayı bundan yaklaşık yüz yıl öncesinden Bediüzzaman, “Eski hal muhal” tesbitinde bulunarak Osmanlı’ya ve sonrasına açık ve net mesajlar veriyordu.
Bediüzzaman, medeniyetin mutluluk sarayında, İslâmiyeti esas alan bir meşrûiyet ve huzur içinde yaşamanın anahtar ifadelerini ve yapmamız gerekenleri üç başlık altında özetlemiştir. Birincisi, Teşebbüsü şahsi/ Bireyin girişimciliği, ikincisi; fikr-i icat/ üretken düşünce, üçüncüsünü ise hürriyet/ özgürlüktür.
2007 Türkiye’sinden, son ikiyüz yılımızın, mazideki çatlak sahralarına ve bunalımlı dönemleri ile çaresizlik girdaplarına baktığımızda, medeniyet yarışında müsbetleşerek sonuç alamayışımızın sebepleri ortadadır.
Neyse ki, geç de olsa ezberi bozmanın, muhakemeyi öne çıkarmanın, müzakere zeminlerinin ve demokratik şuurun günümüze hitap eden orijinal fikir ve görüşlerle derde deva çözüm üretmesinin önemi gittikçe artıyor.
Bu ihtiyaç ve talebin, gündeme oturan yabancı bir kelime olan inovasyon yerine, kabul gören ve yaşayan bir kelime ile ifade edilmesini tercih ederdik. Ancak bu konu ayrı bir mevzudur. İsim, hakikatı değiştirmediği müddetçe mânâya hizmet eder.
8. Kalite Sempozyumunda, yukarıdaki anlamları zihinlere nakşedecek müsbet yaklaşımları görmek ve vatandaşı merkeze koyan bir memnuniyet arayışına kamunun yönelmesini müşahede etmek, oldukça sevindiriciydi.
Nitekim KalDer Başkanı Çetin Nuhoğlu, kamuda “vatandaş memnuniyetine dayalı iyileştirme” amaçlı yapılması gerekenleri; ‘vatandaşı yeterince dinleme, dikkate alma, sesine kulak verme ve daha çok yenilik’ olarak sıraladı. “Söyleriz olur, yaparız olur” döneminin bittiğine değindi.
Siyaset birikiminin yanı sıra, insana, öğrenmeye ve çözüme dair özgün fikirleri ve yaklaşımları ile bilinen Beyaz Nokta Vakfı Başkanı Tınaz Titiz, soy isminin hassasiyetinde çok kapsamlı bir konferans verdi. Konu “Kamu yönetiminde yenilikçilik” ti.
“Hayatın tehditlerine tedbir almak, problem çözmek için yenilik” derken, bunu “Sorun Çözmenin Araçları (SÇA)” olarak tanımladı. Bunun “Sorun çözme kabiliyeti” isteyen bir süreç olduğunu ortaya koydu.
Birey ve toplumların sosyal bağışıklık sisteminin güçlendirilmesi gerektiğini, aynen biyolojik bağışıklık gibi hücumlara karşı korunması gereğine vurgu yaptı.
“SÇA dağarcığı, zamanın aşındırıcılığına dayanmalı” derken, “tehacümler karşısında sosyal sebat ve metanet” konusunda Bediüzzaman’a daha çok ihtiyaç olduğunu tedayi ettirdi.
BM, gelişmemiş toplumları, “Sorunlarını doğru tanımlayamamış, kaynaklarını doğru sorunlara tahsis edememiş toplumlar” şeklinde tarif etmektedir. Kamuda ve devlet yapılanmasında bu tarife göre kendimizi sorgulamanın tam vakti. Şeffaf, memnuniyeti ölçen ve hesap veren bir sistem, inovasyon ile hız kazanacaktır.
Titiz’ın tabiriyle “Sorun kimyası”, ”Kök sorun” esastır. Bütün bu gelişmeler ve çözümlerin altyapısında “Beden ve ruh bütünlüğü”nün üzerinde durdu. Yani inanç ve ahlâk temelli bir sistem için “hakikî mürşit” olmadığına işaret etti. Bir anlamda Bediüüzzaman’ın “âlim-i mürşit” dediği kavramını izah etmiş oldu. Bilimin sokağa hizmet vermediğini söylerken, mürşit problemini ortaya koydu.
Ayrıca, iki günlük kalite sempozyumunda Şanlıurfa Belediyesinin EFQM ulusal kalite ödülünü kararlılık kategorisinde alması, merkezi Ankara’ya yerel yönetimlerden gelen güzel bit kalite iddiasıydı. Başkan Fakıbaba; bundan sonraki hedeflerini, “önce İstanbul’da ulusal kalite, sonra Avrupa kalite ödülü” olarak müjdeledi.
İzmit’li teknik ve sanayici iş adamlarının iki aydan beri talep ettikleri seminer konusu da inovasyondu. “Teceddüt-Temeddün” ilişkisi üzerinde durduk. Risâlelerin sosyal dilini ve yönetim yaklaşımını irdelemeye çalıştık.
28.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
Örnek bir dâvâ adamı |
|
Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin “Kâinata değişmem” dediği sadık talebesi Zübeyir Gündüzalp’in hayatı kitaplaştı. Araştırmacı-yazar İbrahim Kaygusuz’un, yaşadığı mahalleri dolaşıp, çocukluğundan itibaren ebedî âleme göçene kadar bire bir Zübeyir Gündüzalp’le hayatı kesişenlerle görüşerek kaleme aldığı eser, geçtiğimiz günlerde “Nur’un Sadık Kahramanı: Zübeyir Gündüzalp” ismiyle piyasaya sunuldu.
“Şahsiyetler vardır, dâvâsı ile bütünleşen; hayatını insanlara hizmete adayan, erdemlerin en mükemmellerini benliğinde yaşayarak çevresine yansıtan, baskılar karşısında yılmadan istikametini muhafaza eden.”
Zübeyir Gündüzalp’in istikamet üzere şekillenen hayat hikâyesini ve örnek hizmetlerini ele alan eserin takdiminde, ilk cümle böyle anlatıyor onu.
Yeni Asya Neşriyat tarafından yayınlanan eserde, Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’a sadakatle bağlanmış, hayatını dâvâsına adamış bir insanın bugünün gençlerine örnek olacak destansı hayat hikâyesi akıcı bir dille aktarılıyor. Bir solukta okunacak ve başucunuzda bulundurulacak bu eserin hayatınıza farklılık katacağına inanıyoruz.
*
Zübeyir Gündüzalp kimdir?
Zübeyir Gündüzalp 1920 senesinde Konya’nın Ermenek kazasında dünyaya gelir. Babasının adı Mehmet, annesinin ise Seyyide’dir. Ezan sesiyle kulağına ismi, Zeyver diye konmuş; ancak daha sonra Üstadı, bu ismi Zübeyir şeklinde değiştirmiştir. İlkokulu Ermenek’te bitiren Zübeyir Gündüzalp, iki kız-iki erkek olmak üzere kendisiyle beraber dört kardeştir.
İlkokuldan sonra, Ermenek Postahanesinde birkaç sene memur olarak çalışır. Daha sonra Ermenek’te ortaokul bulunmadığı için Silifke’ye gider, 1939 senesinde ortaokulu mezkûr kazada bitirerek memleketine döner. Ermenek’te postahane memurluğuna tekrar başlayan Gündüzalp, bir müddet sonra askere gider, akabinde ise Konya Postahanesinde telgraf muhabere memuru olarak çalışmaya devam eder.
Risâle-i Nurları, memurluk yılları sırasında tanır. Bediüzzaman'ı ilk defa 1946’da Emirdağ’da ziyaret eder ve kendisine “Memuriyetten ayrılıp, yanınızda hizmet etmek istiyorum” der. Üstad ise ona şu cevabı verir; “Vazifene devam et, Konya’da daha çok hizmet edersin. İnşaallah, ileride alırım seni yanıma.”
Gündüzalp, 1948 senesinde Afyon’da tevkif edi-lir, burada Bediüzzamanla birlikte altı ay tutuklu kalır. Yanlışlıkla tahliye edildiği zaman, sırf Üstadından ayrılmamak için, tahliyesinin yanlış olduğunu bildirerek, tekrar tutuklanır. Bundan sonraki hayatı Eskişehir’de ve büyük kısmı İstanbul’da Risâle-i Nur hizmetleriyle meşguliyetle geçer.
Zübeyir Gündüzalp, 2 Nisan 1971’de Süleymaniye Kirazlı Mescid Sokağındaki ikâmetgâhında vefat etmiş; cenaze namazı Fatih Camiinde kılınarak, Eyüp Sultan Kabristanına defnedilmiştir.
***
Kampanyada son hafta
Kültür hizmetlerimizin hız kesmeden sürdüğünü ifade etmiş, birbirinden değerli eserlerin hediye edildiği kampanyalarımızda son halkanın elifba cüzü ve sesli-görüntülü vcd’si olduğunu belirtmiştik.
Peygamberimizin “Sizin en hayırlınız, Kur’ân’ı öğrenen ve başkalarına öğretendir” hadis-i şerifi, Bediüzzaman Hazretlerinin bir talebesine hitaben yazdığı bir mektubunda “Hem her bir has talebenin mühim bir vazifesi, bir çocuğa Kur’ân öğretmek olduğundan,” diye başlayan hatırlatması bu değerli hediyede bize yol gösterici oldu.
Elifba cüzü ve vcd’siyle, yaz tatilini bereketlendirmek isteyen minik okuyucularımıza önemli bir fırsat sunduğumuz kampanyada son haftaya girildi. Kupon neşrine 1 Haziran’da başlanacak kampanyanın hediyeleri okulların kapanması ile birlikte elinizde olacak.
Kampanyanın tanıtımı, tv, radyo ve gazete reklâmları, toplu taşıtlar ve merkezî yerlere asılacak afişler ve internet siteleri vasıtasıyla yapılıyor. 26 Mayıs-3 Haziran tarihleri arasında yürütülecek tanıtım kampanyası için özel bir reklâm filmi çekildi. Filmin, Cihan Haber Ajansı aracılığıyla bütün Türkiye’deki yerel televizyonlarda gösterimine başlandı. ‘Saha’ çalışması yürüten büro ve temsilciliklerimize başarılar diliyoruz.
***
Tire büromuz açıldı
İzmir-Tire Yeni Asya Gazetesi Temsilciliği ilçenin en işlek yerinde okuyucularımızın hizmetine açıldı. Genç ve dinamik kardeşimiz Tuncay Koç’un sorumluluğunda yürütülecek temsilcilik faaliyetlerinin hayırlara vesile olmasını ve ‘vatan sathını bir mektep yapmada’ önemli görevler üstlenmesini diliyoruz.
Hepinize hayırlı haftalar...
28.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
‘İran bizden sorulur!’ |
|
Çoktandır beklenen İran ile ABD arasındaki doğrudan görüşmeler nihayet 28 Mayıs 2007 günü Bağdat’ta başladı. Bu ilk tur görüşme oluyor. Görüşmelerin veya müzakerelerin ne kadar devam edeceği bilinmiyor. Bunu tarafların tutumları belirleyecek. ABD ile İran Irak’ta hem birlikte hareket ediyorlar hem de çatışıyorlar. Bu görüşmeler ihtilaf ve ittifak noktaları arasında bir denge kurmayı amaçlıyor. Şimdi birlikte hareket etmenin koordinatlarını tespit etmeye çalışacaklar. ABD’nin Irak’taki başarısızlığı kendisini İran’la masaya oturmaya mecbur etti.
Şimdilik İran zahiren ABD’nin Irak’tan çekilmesini istiyor. Tahran bu talebinde Irak’dan ziyade İran açısından haklı. ABD bölgeye ne kadar uzakta olursa o kadar güvende olacak. ABD Irak’tan ne kadar çabuk uzaklaşırsa tehlikeyi o oranda savuşturmuş olacak. Bununla birlikte, ABD’nin çekildiği oranda Irak nedeniyle bölgesel bir karmaşaya yuvarlanmaktan da kendisini kurtaramayacak. Irak’ta işgalle birlikte Sünni dünya ile çatışmasının yeni bir angajmanı doğdu. Bu sloganlarla geçiştirilemeyecek kadar objektif bir durum. Saddam sonrasındaki dengeler muhafaza edilebilseydi bu İran açısından olduğu kadar Şiiler açısından en az riskli seçenek olacaktı. Ancak Saddam’dan sonra Irak için toparlayıcı böyle bir siyasi omurga kalmadı. Irak’lı Şiiler hem ABD hem de İran’ın yardımlarıyla Irak’taki iktidarı ele geçirdiler. Burada yüzyıllar sonra ilk kez Şia’ya dayanan bir taifi iktidar kurdular. Ancak henüz ayakları üzerine dikilmekten aciz. Şiilerin ordu veya polis içindeki ağırlıkları Şii iktidarı garanti ediyorsa da henüz ülke üzerinde kontrollerini sağlamalarının garantisini vermiyor. ABD kasıtlı olarak Irak güvenlik güçlerini kendisinden mustağni olabilecek bir konuma getirmiyor. Aksi taktirde, gerçekten de ABD’nin Irak’ı Saddam’tan kurtarmak için işgal ettiğine hükmetmemiz gerekecek.
***
Henüz ordu veya polisin gücü istenilen seviyede değil. Binaenaleyh, ABD’nin acilen çekilmesi halinde Irak bir boşluğun içine yuvarlanabilir. Ordu veya polis çekilme halinde, siyasi irade taifi olduğundan ve dahi kutuplaşma nedeniyle ülkenin birlik ve bütünlüğünü koruyamaz. Ülkenin bütünlüğü korunamazsa güneyde ağırlıklı bir Şii yönetim hem yıllarca sürebilecek Şii-Sünni çatışmasını ve çekişmesini tetikleyebileceği gibi hem de bölgede İran ile komşuları arasında şiddetli bir gerginlik kaynağı olacaktır. Ve bunun sonucunda Irak Şiiler için güç nedeni olmaktan çıkacak bir zafiyet nedeni olacaktır. İran’ı güçlendiren bir unsur olarak Irak zamanla yeniden İran’ı zayıflatacak bir unsur haline dönüşebilecektir. Son sıralarda İran ve Irak’ta onun uzantısı olan Şiilerin Sünnilerle sürtüşmekten kaçınmalarının temel nedeni budur. Bölgede hep Şii öfkesinden bahseiliyor ama Şiilerin Irak’taki fırsatçı tutumları ve gizli gündemleri Sünni kesimlerde şüphelerin ötesinde patlamaya hazır bir öfke birikimine yol açmıştır. Bunun menfez bulması halinde Tahran bu defa Saddam dönemiyle kıyaslanmayacak oranda büyük bir vartaya düşmüş olacaktır. Saddam laik olduğundan ehveni şer kalır. Mukteda Sadr 5 aydır Tahran’da mıydı yoksa Lübnan’da Nasrallah’ın yanında mıydı bilinmez ama gizlenme devresinden sonra ortaya çıkmasından sonra ilk konuşmasında: “Birlik güçtür, ayrılık zayıflıktır’ demiş. Ve yine bol şeytanlı konuşmasında ‘bizi işgal ayırdı’ demiş. Yaşanılanların karşısında bu sözlerin bir ağırlığı kalmadı. Sünnilerle -Şiileri işgal değil işgalle birlik olmak ve birlikte hareket etmek ayırmıştır. Sonra Hizbullah gibi Mehdi Ordusunun da silahlarını muhafaza etmesi kimin adınadır? Ya Mehdi Ordusu’nun silahları Amerikalıların göğsüne doğrultulur ya da işlevi yoktur ve silahlar bırakılır. İşgale karşı kullanılmadığına göre Sadr silahlarını kime karşı saklıyor?
***
Kimi Sünnilere göre gizli gündemleri ve güven vermeyen yöntemleri nedeniyle Şiiler ‘ABD’nin tabii müttefikleri’ olarak görülüyor. Türkiye’de ABD’ye rağmen ABD’ci olan kimi ulusalcılar gibi. Önemli olan sloganlar değil duruşunuzla hangi kefeyi güçlendirdiğiniz veya hizmet ettiğinizdir.
28 Mayıs’ta başlayan ABD-İran görüşmelerinin gündeminde İran’ın nükleer programı yok. Sadece Irak ile ilgili mutabakat arayışı var. Bununla birlikte ABD ile İran arasındaki en temel sorun güven sorunudur. Bu sorun Sünni dünya ile ABD, yine çaprazdan Sünni dünya ile İran arasında da vardır. Bu sorunun bir parçası da İran’ın nükleer programıdır. Güven sorununu aşamadıkları oranda savaş seçeneği masada olacaktır. İki tarafın da siyasî karakterleri nedeniyle güven bunalımını aşmaları mümkün görünmüyor. Bir de Türkiye’de AKP’ye karşı ulusalcıları destekleyen neocon çevreler İran’la da savaşı istiyorlar. John Bolton açıkça ‘Nükleer bir seçenekle karşı karşıla kalmaktansa masadaki silah seçeneğini kullanmak evladır’ demektedir. Neoconların İran gurusu Michael Ledeen aynen Karanlıklar Prensi Richard Perle gibi görüşmelerin kesilmesini istiyor. Michael Rubin benzeri Neoconlar Rice’e karşı ‘Sen Türkiye’yi bilmiyorsun; Türkiye bizden sorulur’ demelerine mukabil aynı ekipten ve Rubin’in İran konusundaki karşılığı Michael Leeden gibiler de, “İran, Baker-Hamilton gibilerden değil bizden sorulur’ havasındalar.
***
Gelelim İran’ın nükleer faslına. Bradai İran’ın 3-5 yıldan önce atom bombası üretemeyeceğini öngörüyor. İranlılar Bektaşi babası gibi onun konuşmasının yarısını alarak açıklamalarının kendilerini haklı çıkardığını söylediler. Halbuki, Bradai 2010 ile 2015 yılı arasında İran’ın bir nükleer bomba üretebileceğini söylemiştir. Oxford Araştırma Grubu’ndan Dr. Frank Barnaby ise İran’ın çekirdekli silahlara ancak 5 ile 10 yıl arasında kavuşabileceğini öngörmektedir. Bununla birlikte neoconların istediği gibi silahlı bir mukabele ve saldırı olması halinde İran’ın elini çabuk tutacağını ve programını hızlandırması neticesinde bomba üretim müddetini kısaltabileceğini; 1 ile 2 yıla düşürebileceğini öngörüyor. Bu durumda, İran’ın seçeneği neoconların seçeneksizliği anlamına geliyor. İran vurulmasa ve rahat olsa 3-5 yıl içinde nükleer bomba imal edebilecek. Vurulursa bu süreyi kısaltacak ve bu, bombacıların İran bombasına katkısı anlamına geliyor. Her halukârda bombacıların veya warmongerler olarak da anılan neoconların karşısında bombasız seçenek yok gibi.
28.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|