|
|
Davut ŞAHİN |
Altın Kelebek mi, Mavi Boncuk mu? |
|
Altın Kelebek Ödülleri “sahiplerini” buldu. Kimler vardı diye sormak yerine “kimler yoktu” demek isabetli.
Çünkü belli başlı kanallarda görünen isimlerin hepsine “mavi boncuk” verilmiş.
Sanki bu ülkede başka kanal yok. Sanki bu ülkede diğer kanallar “yabancı.”
Hadi onu bırakın. TRT’den tek bir isme bile ödül çok görülmüş. Buna ne buyrulur?
Düşünün: Türkiye’nin en iyi “Kadın Sunucu” kategorisine Seda Sayan layık görülmüş.
Espri gibi. “Altın Kelebek 34 yıldır uçuyor sloganını bırakın.”
En iyisi Emel Sayın’ın dillendirdiği gibi:
“Mavi Boncuk kimdeyse benim gönlüm ondadır” deyin oluversin.
İKİ AYŞE VE ÇOCUK
Önce “birinci Ayşe”den bahsedelim. Prof. Ayşe Soysal, tartışılan bir isim...
Özel hayatıyla ilgili bir suale şöyle cevap vermiş: “3 çocuk annesi olmak için Rektörlükten istifa ederdim.”
“Her hafta sonu yemek pişiriyorum: sonra onlar yenemiyor. Ev insanı çok mutlu eden bir ortam. Rektörlükten de vazgeçerdim bunun için. Ben çok kalabalık aile ortamında büyüdüm. Evli olduğum dönemde çocuk için çok erkendi. Ben hazır olduğumda da uygun biri yoktu bunu yapabileceğim. Olmadı ne yapalım. Kısmet meselesi’’ dedi.
Boğaziçi Üniversitesi Rektörü olması çocuk annesi olmaktan çok daha iyi Ayşe Soysal’a göre... Bana göre, “Kariyer mi, çocuk mu sorusuna en iyi cevap, bu haber!
Gelelim “ikinci Ayşe”ye.
Konu aynı. Ayşe Hatun Önal, kariyeri uğruna “Çocuk şart değil” diyor.
İddiasına dayanak ise “Küresel ısınma.”
“Bence küresel ısınmanın altında yatan nedenlerden biri nüfus fazlalığı. Bazıları da çocuk yapmasın.”
Bravo, ne akıl ama! Şarkıcı Ayşe Hatun’a, modern, çağdaş, kariyer sahibi Prof. Ayşe Soysal’ın söylediklerine bakmasını istiyoruz.
MEDYA KRALININ KİRLİ ÇAMAŞIRLARI
Avustralyalı medya kralı Rupert Murdoch’la ilgili iddialar dolaşıyor.
Üstelik Amerika’dan... New York Post Gazetesi, basın tarihine geçecek bir ilke imza atarak, kurum içindeki bir skandalı herkesten önce dünyaya duyurmuş.
Tabloid gazetenin dedikodu ekinde yer alan yazıda, bazı editörlerin karıştığı rüşvet skandalına geniş yer ayırmış.
Gazetenin sahibi Rupert Murdoch, yazı işlerine: “Çin’de iş yapıyorum. Çin hükümetini eleştirmeyin” diye baskı yapmış.
Çünkü Murdoch’un sahip olduğu internet devi MySpace de, geçtiğimiz günlerde Çin’e açılmış...
Dahası, Murdoch, dostlarından Bill ve Hillary Clinton’ın yanı sıra, Nicole Kidman gibi isimler aleyhine haber yapılmasına da izin vermiyor...
Derginin editörü Richard Johnson, bir lokanta sahibinden 3000 dolar rüşvet almış.
Murdoch’un sahibi olduğu New Corp medya grubu, New York Post’tan çok daha saygın bir yeri olan ekonomi ağırlıklı gazete The Wall Street Journal (WSJ) için 5 milyar dolarlık teklif vermişti. Murdoch, satın alması durumunda bu gazetenin editöryal bağımsızlığına müdahale etmeyeceğini savunuyordu. Ancak şimdi bu iddialarla birlikte Wall Stret Journal işi de komplike bir hal aldı. (Hürriyet)
Aynı haberi ülkemize uyarladığınızda bir takım benzerlik olduğunu göreceksiniz.
24.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Demokrasilerde elbette çoğunluk herşey değildir, ama en azından “birşeydir”, söz hakkı vardır: Seçme ve seçilme hakkı ve yaptığı seçimin hakkını verme hakkı ve yetkisi vardır.
Demokrasilerde elbette çoğunluk herşey değildir, ama devletin âli menfaatleri hemen hemen hiçbir şeydir. Çoğunluk değilse bile, “birey” herşeydir.
Demokrasilerde elbette çoğunluk herşey değildir, ama bunu söyleyenlerle devleti kutsal sayanlar demokrasilerde aynı kişiler değildir.
Demokrasilerde elbette yargı herşeyin üstündedir, ama “ön”ü olmayan ve hükümlerini “peşin”en vermeyen bir yargıdır herşey olan.
Demokrasilerde “hukuk” üstündür elbet, hatta o kadar üstündür ki, mevzuat ile hukuk çatışırsa mevzuat hukuka, yasalar, adalete göre yorumlanır. Üstün olan (ön)yargı değil, “hakk”ın çoğulu olan “hukuk”tur.
Demokrasilerde elbette yargı bağımsızdır, ama seçilmişlere gösterdiği dikbaşlılığı atanmışlara da gösterecek kadar bağımsızdır. Ve o kadar ki, kendi düşüncelerinden bile bağımsızdır.
Demokrasilerde özgürlüklerin elbette sınırı vardır. Ama bu sınır sözü edilemeyecek kadar az, görülemeyecek kadar uzakta, ulaşılamayacak kadar yüksektedir. O sınıra varıncaya kadar yaşanacak ve yaşatılacak çokça özgürlük vardır.
Demokrasilerde seçim elbette herşey değildir, ama seçim yine de hemen hemen herşeydir. Seçimin herşey dışında kalan kısmı, yine milletin seçimleriyle doldurulacak kadar “seçme” fiiline yakın, “atama”ya uzaktır.
Demokrasilerde seçim elbette herşey değildir, ama yine de seçim seçilenlere iktidarı getirir ve iktidar siyasî iktidar ve devlet iktidarı şeklinde iki kollu değildir.
Demokrasilerde seçim elbette herşey değildir, zira seçilerek gelenler bir bakmışsınız ki askeri müdahaleye davet etmeye başlamıştır.
Demokrasilerde liyakat elbette önemlidir ve liyakatsız kadrolaşmalar hoşgörülemez; işte bu yüzden, seçimle işbaşına gelenlere verilmeyen bir devlet iktidarından söz eden kişiler demokrasilerde Anayasa Hukuku profesörü olamaz.
Demokrasilerde elbette çeşitlilik vardır, ama bu, düşüncelerdeki, eğitimdeki, siyasetteki çeşitliliktir; yoksa bir demokraside yargı sivil ve askerî diye bir çeşit olamaz.
Ve Türkiye’de elbette bir tehlike vardır. Ama o tehlike olmayan laikliğe değil, olmayan cumhuriyete dairdir.
24.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Terörün hedefi |
|
Başkent Ankara’yı kana bulayan çirkin terör saldırısı milletimizi hem üzmüş, hem de tedirginliğe sevk etmiştir. Bu vesile ile vefat edenlere Allah’tan (cc) rahmet, yaralılara ise âcil şifalar diliyoruz.
Her fırsatta ifade etmeye çalışıyoruz: Kimden kime karşı olursa olsun, her türlü ‘terör’ü kınıyoruz, lânetliyoruz ve benzer saldırıların hiçbir yerde tekrarlanmamasını umut ediyoruz. Önceki gün Ulus’u kana bulayan terör saldırısının ‘nasıl gerçekleştiği, asıl hedefinin ne olduğu’ gibi sorular belki de ‘uzmanlar’ın uzun süren değerlendirmeleriyle ortaya çıkacak. Ancak benzer hadiselerde ortaya çıkan bir gerçek var: Bu hadiselerin asıl hedefi, demokrasiyi tahrip etmek, mümkün olursa ‘askı’ya almaktır.
Çirkin hadisenin yaşandığı yer ve tarih de dikkate alınırsa, ‘sıradan’ olmadığı hemen anlaşılır. Malûm, Türkiye gergin sayılabilecek bir seçim ortamına doğru ilerliyor. Gerek cumhurbaşkanının zamanında seçilememesi, gerekse başka bazı gelişmeler; arzu etmesek de seçim atmosferinin zorlu geçeceği sinyalini veriyor. Bu bakımdan, patlayan bombaların Türkiye’nin genel ‘hâl ve gidişi’ ile de ilgili olduğu söylenebilir.
Maalesef, bu şekilde işlenen ‘profesyonel’ katliâmların içyüzünün anlaşılması kolay olmuyor. Bazen ay, bazen de yıllar geçtikten sonra ancak işin mahiyeti anlaşılabiliyor. Dünyanın en büyük terör saldırısı olarak kayıtlara geçen 11 Eylül 2001 “İkiz Kule” (ABD) saldırısının üzerinden bile yıllar geçtiği halde, işin mahiyeti tam olarak anlaşılabilmiş değil. Birbirini nakzeden ‘bilgi ve belge’ler hâlâ tartışılıyor. Dolayısı ile, Ulus’taki saldırının da tam olarak açıklığa kavuşması uzun zaman alabilir.
Bu çirkin saldırıların hemen her ülkede yaşanması imkân dahilindedir. Ancak mühim olan bu saldırıların nasıl karşılandığı, yorumlandığı ve engellenmesi için nelerin yapılacağıdır. Burada en önemli görev de, elbette devleti ‘idare eden’lere düşmektedir. Gerek iktidar ve gerekse muhalefet olmak üzere, sivil toplum kuruluşları da dahil teröre karşı ‘ortak ses/tepki’ ortaya kanabilirse; terörden meded uman mahfiller arzularına kavuşamazlar.
Demokrasiyi hedef alan terör saldırıların bir maksadı da, halkta bıkkınlık, yılgınlık ve ‘korku’ meydana getirmektir. ‘Uzmanlar’ yakın zamanda Türkiye’nin ‘korku tüneline’ sokulduğunu ya da sokulmak istendiğini açıklamışlardı. (Bkz. Baskın Oran’ın beyanı, Yeni Asya, 20 Mayıs 2007) Terörün tırmanması, var olan korkuyu tetiklemeyi hedeflemiş olabilir.
Terör hadiselerinin ‘açıklanması’ da meseleyi halletmiyor. Önemli olan, terörün hedefine ulaşamaması, engellenebilmesidir. Canlar yanıp, kanlar aktıktan sonra ‘fail’ler yakalanmış olsa bile dertlere çare olabilir mi?
“Büyük Türkiye” ne edip etmeli, teröristlere imkân ve fırsat vermemeli, ‘ifsat şebekeleri’nin oyununu kurulmadan önce bozabilmelidir. İnşallah benzer acılar yaşamayız.
24.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Hıristiyan Siyonist’in ölümü |
|
‘Falwell in farewell/Falwell’e veda’ diyebileceğimiz bir şekilde, Hıristiyan Siyonizmin babası sayılabilecek Jerry Falwell’in vefatının üzerinden birkaç gün geçti. Dün Washington Post cenaze merasiminin yapıldığını ve cenazesinin defnedildiğini duyurdu (Religous and political Icons Join Thousands Mourning Falwell in Va, 23 Mayıs 2007).
Sadece Hıristiyan Siyonizm hareketinin babası değildi aynı zamanda bu tartışmalı isim gelmiş geçmiş Amerikan tarihinin en tanınmış tele-vaizlerinden birisiydi (televangelist). Milyonlara hitap etmiş ve milyonları etkilemişti. Onu en çok ilgilendiren hususlardan birisi kıyamet alametleri. Mesih’in ikinci gelişi ve Deccal’ın zuhuru ve kürtaj karşıtlığı gibi ahlâkî tutumlardı. Ve ölümünden sonra Yahudi dostları onun için yas tutsalar da o: “Yahudi asıllı Deccal bugün içimizde yaşıyor olabilir...” demişti. Bu sözlerine rağmen onu affettiler.
Reagan da onun gibi tele-vaizlerin dolduruşuna gelerek: “Kıyameti görecek nesil (Armageddon Savaşı) biz olabiliriz’ demişti. Bu sözlerin kailini ve söyleyenini bir an gözardı ettiğinizde bu sözlerin sahibinin bir Müslüman olduğunu düşünebilirsiniz. Aslında bunun da ötesinde Reagan döneminde ABD Taliban dönemi yaşamıştı. Bu açıdan kendisine sahiden de Amerikan Taliban’ı denebilir. Bu husustaki bir sözünü nakletmekle iktifa edelim. “America Can Be Saved” adlı kitabında şunları yazacaktır: “Bir gün ülkemde devlet okullarının kapandığını ve hiçbir devlet okulunun kalmadığını ve bunların Kiliseler tarafından yönetildiğine tanık olmayı çok isterim..” Bu anlamda, Amerikalı ve modern Falwell’in Şükrü Mustafa veya Molla Ömer’den farkı ne ola ki! Ama gelin görün ki, Hıristiyan bir Taliban rejimine veya en azından kafalarına sahip bir ABD, 11 Eylül’ün hemen akabinde ‘İslâmî Taliban’a karşı savaş açmıştır. Önce onu tanıyan bir kaç ülkeden biri olduktan sonra. Bazı görüşleri itibarıyla Falwell yaşayan Taliban sayılabilirdi.
***
Ortak benzerliklere rağmen müthiş bir şekilde İslâm düşmanıydı. Sözgelimi iki defa Hazreti Peygamber’in şahsına ve şahsiyetine yönelik olan hakaretamiz ifadeler kullanmıştı. Aynen Danimarka’daki gazetenin çizdiklerini daha önce o telaffuz etmişti. Amerikalı neoconların müttefiki ve aynı damardan beslenen Jyllands-Posten gazetesinin 30 Eylül 2004 tarihinde, Hazreti Muhammed’i (sav) terörist olarak tasvir eden karikatürleri yayınlamasından çok önceleri buna benzer ifadeler kullanmıştı. Yine ona benzer arkaik (muhadram) evanjelik vaizlerden birisi olan Pat Robertson da peygamberimizin aile hayatını tezyif eden ipe sapa gelmez şeyler söylemişti. Demek ki Falwell ağzına geleni söyleyen, ağzını tutamayan birisiydi. Hatta 11 Eylül’le alâkalı olarak söyledikleri normal Amerikan vatandaşlarını da kızdırmıştı. Bernard Lewis gibi suret-i hakdan görünerek şunları söylemişti: “11 Eylül, yolundan gitmediğimiz Tanrı’nın Amerikan halkına bir gazabı ve belası...”
Yüz yıl kadar önce dede Bush da İslâm hakkında bir kitap yazmış ve İslâmiyetin çıkışını da aynı doğrultuda görevlerini yapmadıkları için Tanrı tarafından Hıristiyanların cezalandırılmasına bağlamıştı. Aslında, bu görev ihmâlini aslî çizgiden inhiraf/sapma olarak okursak yanlış da değil. Ama İslâmiyeti sadece cezaya bağlamak elbetteki bu dine karşı bir öfke seferberliğini murad etmektir. Peygamberimizin ‘rahmetenlilalemin’ vasfını da red ve inkârdır.
***
Falwell hem İslâmiyete, hem de Yahudiliğe yönelik ifadelerine rağmen vefâtından sonra Yahudiler tarafından bağışlanılmıştır. ADL Başkanı Abraham Foxman bazı çekincelerine rağmen onun bir Yahudi dostu olduğunu ikrar etmiştir. Peki Yahudilere dostluğu nereden kaynaklanmaktadır? Bunun sebebi ‘düşmanımın düşmanı dostumdur’ dayanışmasıdır! Başka bir şey olamaz. Buna rağmen Foxman suret-i hakdan görünerek İslâmiyetle ilgili hakaretamiz ifadelerinden dolayı Falwell’in Müslümanlardan özür dilemesini istemişti. Bu ateşli vaizin tölerans ve hoşgörü kültüründen uzak olduğunu da söylemişti. Ama vefât edince nedense badem gözlü oldu.
Aslında Falwell’in gidişi eski evanjelik kuşağın ufûlunu da sembolize etmektedir. Artık ABD’de hava değişmiştir. Sivri dilli tele-vaizlerin dönemi geçmiştir. Bu itibarla, Ocak 2005 tarihli Time dergisi Amerika’daki en etkili 25 evanjelik lider arasına Falwell’i almamıştır. Tâdat harici kalmıştır. Falwell’le birlikte Pat Robertson’u da almamıştır. Ona mukabil Amro Halid gibi yeni Müslüman tele-vaizleri andıran yumuşak tonlu Rick Warren gibilerini listeye dahil etmiştir. Ve bunlar siyasete de mesafe koyuyorlar. Halbuki Falwell 1979 yılında Ahlâkî Çoğunluk’u kurduğunda milyonları seferber ederek Carter karşısında Reagan’ı Beyaz Saray’a taşımıştı. Bu itibarla, onun lâkaplarından birisi ‘king’s maker’ yani ‘kral atayıcısı’na çıkmıştı. Ama Reagan kuşağıyla birlikte Falwell tarzı tele-vaizler kuşağı da inişe geçti. Hâlâ da iniş şeridindeler.
24.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
27 Nisan süreci |
|
Anayasa Mahkemesinin 367 kararının en vahim sonuçlarından biri, inisiyatifi hükümetten ve Meclisten alıp başka adreslere taşıması.
27 Nisan’dan beri bu süreci yaşıyoruz.
Mahkemenin o kararı açıkladığı gece yayınlanan internet muhtırası bu süreci pekiştiriyor.
Yeni sürecin belirgin özelliklerini sıralarsak:
Süresi biten Cumhurbaşkanı, yenisi seçilemediği için Köşkte oturmayı, son rektör tayinlerinde olduğu gibi Meclis ve hükümet iradesiyle çatışan tasarruflarda bulunmayı sürdürüyor.
Meclisin ve hükümetin “İnisiyatif hâlâ bende” mesajı verme kaygısıyla apar topar gündeme getirdiği anayasa paketinin âkıbeti de, süresi bitmiş Cumhurbaşkanının takdirine bağlı.
Ve hükümet bu konuda da ilk başlardaki “kararlılık” tavrından vazgeçme sinyalleri veriyor.
22 Temmuz’da halkın önüne iki sandık koyma projesinin yetişeceğine ihtimal veren zaten yok. Paketteki diğer değişikliklerin de bugünden yarına çok fazla bir anlamı ve acelesi yok.
Öte yandan, ilk turda kendisine destek olmadıkları için ANAP’la DYP’ye ateş püsküren AKP, bir “devlet projesi” kapsamında DTP’nin önünü kesmeye matuf bir düzenleme için CHP ile işbirliği yapmakta hiçbir sakınca görmüyor.
Muhtemelen yine aynı proje çerçevesinde Yargıtay Başsavcılığının, Leyla Zana, Hatip Dicle, Orhan Doğan ve Selim Sadak gibi tanınmış isimlerin de dahil olduğu 100’den fazla DTP’li için partiye üyeliklerinin düşürülmesi ihtarında bulunması, siyaseti yargı kararlarıyla tanzim sürecinde yeni bir adım.
Zaten hayli zamandır teşkilât yöneticilerine yönelik gözaltı ve tutuklama operasyonlarının muhatabı olan DTP bir de bu baskılarla iyice köşeye sıkıştırılırsa ne gibi sonuçları olur?
Son dönemde tırmanış eğilimi gösteren terör tümüyle kontrol edilemez boyutlara taşınır mı? Ankara’da patlayan bomba bunun mu işareti?
Peki, sistem böyle bir tırmanışı OHAL'e dönüş ve dahası Kuzey Irak operasyonu gibi formüllerle cevaplamaya kalkarsa iş nereye varır?
Son gelişmelerde demokrasiden yana net tavır almamakla eleştirilen ABD’nin onayı ile yapıldığı öne sürülen bir tasarrufla, Terörle Mücadele Koordinatörü E. Org. Edip Başer’in görevden alınması bu senaryoların önünü keser mi?
Peki, eşzamanlı olarak MGK Genel Sekreterliğinin, “vekâleten” de olsa tekrar bir generale tevdi edileceği yolundaki haberlerin anlamı ne?
Bir “altbaşlık”tan öte gitmeyen terörle mücadele koordinatörlüğünde sivilleşme görüntüsü verilmeye çalışılırken, çok daha önemli bir diğer alanda, MGK’da dört yıl önce yapılan AB reformundan geriye dönülmek ve bu durum oldubittiye getirilip örtbas edilmek mi isteniyor?
Öte yandan, endişe verici başka işaretler de var. Ve bunlardan biri, AKP hakkındaki kapatma dâvâsının ucundan kıyısından tekrar gündeme taşınması. Hattâ son mayo tartışmasının bile “yeni bir delil” olarak kapatma dosyasına konulduğuna ilişkin tuhaf haberler uçurulması.
Dahası, benzer söylentilerin CHP ve DYP gibi başka partiler için dahi ortaya atılması. Olur veya olmaz. Ama maksat belli: tedirgin etmek.
Bu süreç sıradan bir kriz değil. Siyasetin tümü siyaset dışı aktörlerin baskısı altında. Bakalım siyaset bu kıskacı kırmayı başarabilecek mi?
24.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Merkez, uzlaşma ve demokratikleşme |
|
Hükümet, AB süreciyle birlikte demokratikleşme rüzgârını arkasına alıp, kararlı bazı adımlar atıp, uluslararası dinamiklerle yoğun temaslarının sonucunu almışken, son iki yılda bu gidişâtı yavaşlattı.
Ulusalcı dalgadan, cenah-ı askeriyenin tepkili halinden ve kendince çantada keklik gördüğü cumhurbaşkanlığı seçimlerini rahat kotarma planından olsa gerek, AB gayretleri tavsadı.
Son bir yılda ise, tamamen iç politikaya dönük seçmen selâmları öne çıktı, milliyetçi eğilimleri arkasına almaya çalıştı. Bu yüzden, Başbakan Avrupa’ya karşı üslûbunu sertleştirdi. Onların yanlış beyanlarına fazlasıyla atıf yaptı. Ana gündem arada kaynadı. AB ülkelerine kafa tutacak bir restleşmeye kadar işi ilerletti.
Bir soğukluk olduğu muhakkak. Ayrıca eskisi gibi sıcak diyaloglar ve diplomasi turları da azaldı. Daha çok, ABD’nin ihtiyaç duyduğu Ortadoğu diyaloglarında üstümüze vazife olmayan taleplerin iletişiminden sorumlu tutulduk.
Doğru başlanan ve hızlı ilerlenen AB gündemi, doğru reformlarla başladı. Ancak arkası gelmedi. Demokrasinin temellerini kuvvetlendirmeyen, bireyin haklarını bugüne kadar yaşadığımız saldırılardan ve ideolojik saplantılardan koruyamayan bir sistemin içinde siyaset yapma alışkanlığının verdiği rehavet, ne yazık ki, demokratik açılımları kısıtladı.
Hükümet, şüphesiz malî ve sosyal bir çok düzenlemeye imza attı. Kendince reformlar yaptı. 2001 krizinin artçı etkilerini azalttı.
İnsafla bir şey söylemek gerekirse, köklü dönüşümlere ve demokratik çerçevenin koruyucu zırhına bizi götürecek ana problemlere sadece dokundu veya etrafında dolaşıp, güreşe hazırlanan pehlivan edasında kaldı.
İyi niyetle yorumlarsak, belki de güreşe soyundu ve hazırdı. Fakat yaşanan süreçler, iki ileri bir geri manevraları nedeniyle, demokratik hak talep eden aydınlara, basına ve dindar kitleler ile AB’den yükselen uyarıcı seslere fazla kulak verdiği söylenemez.
Kendi elleriyle çıkardıkları yeni Türk Ceza Kanununun 301. maddesini niçin çıkardıkları, bu maddenin sonrasında bir çok düşünce insanı için demoklesin kılıcı gibi neden kullanıldığı, toplumu gerdiren cinayetlere ve milliyetçi baskının mahkemelere kadar uzanan nümayişleri ile Ermenilere ve aydınlara karşı yürütülen kampanyalara, cezalara, devlet organlarının ve hükümetin neden sessiz kaldığı hâlâ bir meçhul.
Ayrıca, 301. maddenin değişmesi için büyük bir konsensüs yakalanmasına ve “Değiştireceğiz” denmesine rağmen neden değiştirilemedi? Daha garibi, rolünü yerine getiren bu madde, şimdi yürürlükte olmasına rağmen, neden etkisini kaybetti veya işletilmiyor? Yoksa dönemini mi tamamladı?
Bir başka nokta, YÖK kanunu. Köşesinden kıyısından bile en ufak bir değişiklik yapılmadığı gibi, tam tersine YÖK, hükümete ve Meclise kafa tutan bir siyasî devlet organı gibi çalıştı. Yani daha da içinden çıkılmaz bir hal aldı.
Sormak lâzım; Yeni açılan 15 üniversiteye rektör atanabildi mi? Fakir çocuklar özel okullara devlet yardımı ile gönderilebildi mi? Kanun metinleri hazırlarken, gözden kaçırılan zayıf noktaları ve hukukî boşlukları giderecek her düzenlemeden sonra yeni bir boşluğun içine düşülmedi mi?
Ya başörtüsü? “Gölge etme, başka ihsan istemem” demeye varan bir noktaya kim getirdi? 1995 öncesi, Türkiye’de başörtüsü problemi aşılmamış mıydı? Hem de SHP’nin ortak olduğu bir dönemde DYP ile sağlanan konsensüs ile üniversiteler dahil hem öğrenci, hem de kamu görevlisi başörtülü binlerce insan okuyup çalışmıyor muydu? O günleri bizzat yönetici olarak müşahede eden biri olarak soruyorum bunları.
Sonra ne oldu? “Daha dindarı gelsin.” “Daha iyi kalplisi gelsin.” “Benim gibi giyinen, benim gibi düşünen, benim gibi yaşayan ve benin arzularımla özdeş bir profil siyasete taşınsın” hevesi, saf kitleleri ve masum insanlarımızı maneviyat ve muhafazakârlık noktasında etkilemeye başladı. Merkezin hataları ve zaafiyetleri de üstüne binince evine küsen sağduyulu vatandaş komşuya gitti. Ancak büyük evin tadını ve genişliğini, komşu veremedi. Türkiye’de ortak nokta aramak, kendi doğrularımızı dayatmaktan önce gelir.
Geriyoruz geriliyoruz? Diyeceksiniz ki, hırsızın hiç mi suçu yok.?
Zaten ana suçlu o. Ancak bu suçunu örtmek için, kendisine şakadan kabadaylık yapan bir figürü de bizim üzerimizden koymuş. Ve her defasında biz kaybediyoruz.
Öyleyse akl-ı selimle ve taşkınlık psikolojisinden kurtularak son 87 yılın serencamı ile büyük fotoğrafın karelerine yarleşen siyasî tecrübe ile önümüze bakalım.
Çarpıştırmadan, menfilerin ekmeğine yağ sürmeden ve bloklaşmayı başka bir mahfile ve sıkıntıya taşımadan demokratik sağduyu ile herkes aslına rücu etmeli.
Merkez yeniden inşa olurken, geçiş sancıları ve dağınık görüntüler normaldir. Daha geniş zaviyeden bakmak gerek.
Milletçe uzlaşma, merkezle olur. Uzlaşma demokratik refleksleri ve hürriyetçi parlamenter sistemi güçlendirir.
24.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Geçersiz mazeret |
|
“Size, düşünüp ibret alan bir kimseye yetecek kadar bir ömür vermedik mi?”
Bu soru Fâtır Sûresinin 37. âyetinde yer alıyor. Herşeyin ap açık ortaya çıktığı o dehşetli Kıyamet gününde aklını, fikrini, kabiliyetlerini yerli yerinde kullanmayan insana soruluyor bu soru.
Artık imtihan dünyası kapanmış, dönüşü olmayan bir yola girilmiş, yapılmaması gerekenleri yapmamış, kaçınılması gerekenlerden kaçınmamış, inançsızlık ve günahları sebebiyle azapla başbaşa kalmış bir insanın pişmanlıklarını bir düşünün! Olayı anlatan âyetin tamamına bu gözle bakalım: “Orada bağrışıp dururlar: ‘Ey Rabbimiz, bizi buradan çıkar da işlediğimiz kötülüklerin yerine güzel işler yapalım.’ Sizi bu azaptan sakındıran bir peygamber gelmedi mi? Şimdi tadın azâbı; zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur.”
Bindiği dalı kesenin düşeceği; yiyeceğine, içeceğine; soğuğa, sıcağa aldırış etmeyenin hastalanacağı, tembel öğrencinin sınıfta kalacağı, her geceden sonra bir sabahın geleceği kesinliğinde şu dünya imtihan salonu kapandığında da dünyayı yaratıp çalışma düzenini koyan Yaratıcının kurallarına uymamanın sonucunun neye mal olacağını anlamak için çok zeki olmaya gerek yok. Allah herkese doğruyu yanlışı, iyiyi kötüyü anlayabilecek kadar bir akıl vermiş. Eğer bir kimse sahibini, Yaratıcısını tanımamış, emir ve yasaklarını hiçe saymışsa cezalandırılması kadar tabiî ne olabilir?
En güzel organ, duygu ve kabiliyetlerle donatılan, herşey emrine verilen ve dünya denilen şu misafirhanede konaklamakta olan bir sonsuzluk yolcusu insan. Bu konaklama yeri ve misafirhanede, misafirhane Sahibinin kurallarına uymakla yükümlü. Kendisine peygamber denilen rehberler gönderilmiş; iyilikler, kötülükler bir bir gösterilmiş, iyi yoldan gitmesi istenmiş, bu yoldan gittiği takdirde ödüllendirileceği, aksi halde cezalandırılacağı bildirilmiş.
Azıcık aklı olan herkes anlar ki bu dünya bunca harika özelliğiyle kendi kendine ve kendisine verilen onca üstünlükler de boşu boşuna ve sırf dünya için verilmiş olamaz.
Bir iğnenin ustasız, bir köyün muhtarsız, bir ülkenin yöneticisiz olamayacağını bilen insan şu koskoca dünyanın kendine kendine olamayacağını elbet anlar.
Kavun, karpuz gibi nimetlerin yenilmek için yaratıldığını bilen insan en üstün yeteneklerle techiz edilen kendisinin de mutlak bir kısım görevleri olduğunu bilir.
“Allahu Tealâ altmış sene kadar ömür verdiği bir kimse için ileri sürebileceği mazereti kabul etmez.”1
Dipnotlar:
1- Riyâzü’s-Sâlihîn Terc., 1:149 (Buharî’den.)
24.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
İman ve paranın kimde olduğu bilinmez mi? |
|
“İman ile paranın kimde olduğu belli olmaz!” denir. Bu deyiş, gerçeği bütünüyle yansıtmaz! Ancak, özel, istisnâ ve hoşgörüyü ifade ettiği durumlarda geçerli olabilir. Yoksa, bundan inançsızlık çıkarmak da mümkün!
Parayı saklamak mümkün; ama imanı saklamak gerekmez! Paranın kimde olduğunun göstergeleri olduğu gibi; imanın da işaretleri, tezahürleri olmalıdır. Bu tezahürler;
- Kelime-i şehadet getirip, “Allah’a ve peygamberine iman ettim, getirdiklerini kabul ettim!” sözüdür.
- İman esaslarını özümsemek ve gereği olan İslâm esaslarını yaşamak, ahlâkî güzelliklerini tüm hâl, hareket, fiillere yansıtmaktır. Kimilerinden, “Benim imanım çok güçlü! Göğsüm iman dolu!” gibi sözcükleri sık sık duyarız. Acaba, güçlü iman için bu sözler yeterli mi? Kalbe girmeyen; hayata yansımayan, pratiğe geçmeyen ve yalnızca dudaklarda kalan bir imanın derecesi nedir? Dolayısıyla İslâmın öngördüğü iman; pratikten kopmuş dogmatik bir kısım inançlardan meydana gelmiş değildir. Zihnin bilgi merhaleleri olan “tahayyül, tasavvur, akıl, tasdik, iz’an, iltizam”dan geçerek, delil/belgelere dayanan sağlam bir iman/îtikattır. İnsanın “akıl ve baliğ” denen reşit yaşına girmeden sorumlu tutulmaması da bunun en bariz göstergelerindendir.
***
İman gücü, sanıldığı gibi yalnızca kerâmet/olağanüstü haller, ibadetlerin ifası anlarında veya manevî meselelerde kendisini gösteren bir olgu değildir.
Ruh/duygu-beden, madde-mânâ, fizik/fizikötesi hayatın bütün safhalarında, tüm zaman ve mekânlarda, elektro-biyo-manyetik tüm enerji boyutlarının harmanlanmasıyla hâsıl olan bir nur, bir enerji, bir iksir bir güç kaynağıdır.
Elektrik; ev âletleri, elektronik cihazlara, motorlara, makinelere, ampüllere girip çalıştırır. Yani, bir taraftan ışık verirken, sobada ısıtır, buzdolabında soğutur, fırında pişirir, vantilatör/pervanede serinletir vs... İman da ruh/duygu, duyu ve organlarımıza nüfuz ederek fonksiyonunu icra eder. İman, tefekkür, ibadet, zikir, tevekkül ile Kâinat Sahibi ve İdarecisinin sonsuz gücüyle irtibata geçmektir. Ve canlı-cansız, şehadet-gayp tüm varlıklarla iletişimimizi sağlar.
***
Kâinat bir enerji harmanıdır. İnsan tüm varlıkların bir özeti, kâinatın bir minyatürüdür. İman; bedenimizde bulunan elektrik, elektro-biyo-manyetik ve kâinattaki tüm enerji boyutlarıyla tabiat kanunlarını, düşünce ve duygularımızla bir araya getirebilme, odaklaştırabilme, duygularını geliştirebilme, yönlendirebilme maharetidir. İman; elektrikten, hatta esirden daha ince ve lâtif bir nur olduğundan tüm varlık, olay, zaman ve mekânlara nüfuz eder; duygu, his, haslet ve latifelerimize girerek onları işletir.
***
İman gücünü; koca makineleri, fabrikaları çalıştıran yüksek voltajlı elektriğe; şofben, değirmen, santralleri çalıştıran tazyikli suya benzetebiliriz. Öte yandan, güçlü iman, öyle bir direnç, feraset, bakış açısı, duyarlılık ve cesaret kazandırır ki, onun yaydığı dalgalar saldırganları durdurur. Şöyle ki:
Köpekler, insanların yaydığı korku dalgalarını veya korkusunun kokusunu alırlar. İman insana cesaret verir. İmanlı isan bilir ki, moleküller ve hayvanlar, Kadir-i Mutlak’ın emrindedir. İşte, bu imanın verdiği cesaret, ihlâs, düşünce dalgaları köpeklerin radarlarına çarpar ve geriye çekilirler! (Durum iki ayaklı köpekler için de böyledir! Korkarsanız, üzerinize gelirler; imanınızdan aldığınız cesaret dalgalarını yayarsanız, geriye çekilirler!)
Bunun için, “Zaaf, düşmanı tevkif etmez, teşcî eder!” denilmiştir.
24.05.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Darbeciler siyaseti parçaladı |
|
Her seçim devresinde ayrı bir handikap (4)
Bir askerî cuntanın gerçekleştirdiği 27 Mayıs İhtilâlinden sonra, Türkiye'deki demokratik sistem büyük yara aldı. Aynı şekilde, siyasî yapı da paramparça edilerek dağıtıldı. Bu arada, devrilen hükûmetin başbakanıyla en gözde bakanları idam edildi. Yüzlerce yönetici de işkenceli bir cendereden geçirildi.
Siyaseti yeniden toparlamak maksadıyla, darbecilerin kapatmış olduğu Demokrat Partinin yerine 11 Şubat 1961'de Adalet Partisi (AP) kuruldu.
Partinin Genel Başkanlığına, vaktiyle darbecilerin gadrine uğramış olan Org. Ragıp Gümüşpaya getirildi.
Ne gariptir ki, bu partinin kuruluşundan sadece iki gün sonra, yani 13 Şubat 1961'de Yeni Türkiye Partisi (YTP)kuruldu.
Bu köksüz ve misyonsuz, yani nevzuhur partinin genel başkanlığına ise, vaktiyle DP'yi bölmek için Hürriyet Partisinde aktif görev almış bir kişilik olan Ekrem Alican getirildi. Parti üst yönetiminde Dr. Yusuf Azizoğlu, Kılıç Ali, F. Kerim Gökay ve T. Rüştü Aras gibi etkili şahıslar da vardı.
YTP, hiç şüphesiz ki cuntacıların emrinde ve onların isteği doğrultusunda siyasete atılmışlardı. Partinin başkanı Alican, ileride bu gerçeği şu sözlerle itiraf edecekti: "Benim parti kurmaya niyetim yoktu. Sayın Cumhurbaşkanı Gürsel, bir gün beni çağırdı ve parti kurmamı istedi. Aksi halde, ya Millet Partisinin ya da Adalet Partisinin tek başına iktidar olabileceğini, bunun ise beklenmeyen durumlar meydana getirebileceğini söyledi. Partiyi kurduktan sonra da, müracaat eden herkesi partime almak zorunda kaldım." (Hilmi Tutar; Türk Siyasetinde Sancılı Yıllar, sayfa 37.)
Demokrat kesim üçe bölündü
Parçalanan siyaset sebebiyle, 1961'de yapılan genel seçimlerde hiçbir parti tek başına iktidara gelecek gücü bulamadı.
15 Ekim'de (yani, idamlardan tam bir ay sonra) yapılan seçim yarışına dört parti katıldı. Bu partilerin aldıkları sonuçlar ise, şu şekilde belirginleşti:
CHP : Yüzde 36,7 oyla 173 m.vekili
AP : " 34,8 " 158 "
CKMP: " 13,9 " 54 "
YTP : " 13,7 " 65 "
Tabloda da görüldüğü gibi, ihtilâlcilerin gözdesi olan CHP yekpâre halde ve eski oy oranıyla sandıktan çıkmış olmasına bedel, onun rakibi durumundaki Demokratların siyasî sermayesi ise, tam üç parçaya bölünmüştü.
Bu tablo üzerinden siyaseti şekillendirmeye devam eden ihtilâlciler, yeni hükümeti kurmakla CHP Genel Başkanı İsmet Paşayı görevlendirdi.
Böylelikle, Türkiye ilk koalisyon hükümetiyle de tanışmış oldu.
(Aynı dönemde, ayrıca senatör seçimleri de yapıldı. Dört partinin Senato'da kazandıkları üye sayısı şöyle gerçekleşti: AP (Demirel): 70, CHP (İnönü): 36, YTP (Alican): 28, CKMP (Bölükbaşı): 16.)
Dört sene müddetle devam eden bu parçalı ve koalisyonlu tablo, nihayet 1965 seçimleriyle birlikte sona erdi. DP'nin devam olan AP, bu seçimlerde yüzde 50'den fazla oy alarak tek başına iktidara geldi.
Diğer iki parti ise, güçlerinin yarıdan da fazlasını kaybederek siyaset sahnesinde pasif rollere çekildiler.
24.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hepimizin başından geçmiş veya geçecek bir zaman dilimidir gençlik.
Genç zindedir, dinamiktir, atılgandır, alımlıdır, güzeldir, taze bir gül çiçeğine benzer.
Gençliğin zevkli anları olduğu gibi, hicranlı zamanları da vardır.
Mâlûm, taze ve alımlı şeylerin varlığı ile beraber onun muhafazası da o derece önemlidir.
Gençliğin cazibesi gibi, tehlikeleri de vardır.
Tehlikelerini düşünürseniz, bu defa o gencin şerrinden dehşete kapılırsınız.
Mallarınız, mülkleriniz, namusunuz, huzurunuz onlar sayesinde alt-üst olabilir.
Suçlu listesine baktığınızda, bunun dörtte üçünün gençlerden meydana geldiğini gördüğünüzde hiç şaşırmamanız gerekir.
Gençliğimizi zapt u rabt altına alacak yegâne unsur, cehennem korkusudur. İşlenen suçun önüne geçen en önemli unsur Allah korkusudur. Ancak bu duygu sayesinde genç, “Gerçi hükümetin emniyet güçleri beni görmüyor. Ama, beni Yaratan beni görüyor, günahlarımı kaydediyor” diyerek, kalbinde bir yasakçı koyabiliyor, günahlardan uzaklaşabiliyor.
Gençliğin dinamizmini muhafaza etmek için onu Kur’ân ile barışık, Peygamberimizle (asm) dost bir zeminde yetiştirmemiz gerekiyor.
Günümüzün teknolojik ürünleri ile beraber, hayatını da unutmayacak bir biçimde yönlendirmemiz lüzumludur.
Ben her 19 Mayıs’ta bunları düşünüyorum. Onun enerjisine bir yol yapmak için hep gönül penceresinden bakıyorum.
24.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kalbin kararlılığı, rüya ve istihare |
|
Nurcan Hanım:
*“Ben evlilik namına o kişinin benim için hayırlı olup olmadığına niyet ederek istihare namazını kılarak ve duâsını ederek yattım. Yalnız rüyamda gördüklerimin hayır mı, şer mi olduğuna kendim karar veremediğim için bir bilene sormak istedim. Umarım bana yardımcı olabilirsiniz. Rüyamda kar yağmıştı ve yanımda küçük bir çocuk vardı onunla yürüyordum. Devamında gördüklerim biraz karışıktı tam olarak hatırlamıyorum. Ertesi günü tekrar aynı niyetle rüyaya yattım. Bu defa ise anneannemi (anneannem yaşıyor) gördüm. Üzerinde beyaz elbise vardı ama güya hastalığı yüzünden ona şifa niyetine dudağına kırmızı ruj sürülmüştü. Sonrasında ise anneannemin dudağında ki ruj gitmiş cildi pamuk gibi olmuştu. Bu arada rüyama göre anneannemin çok az bir ömrü kalmış. Sizden ricam bilginiz dâhilinde ise, bu rüyayı Allah rızası için bana yorumlamanız. İnanın bu konuda çok acizim. Şimdiden teşekkür ederim. Allah sizden razı olsun.”
Yasemin Hanım:
* “Ben evlilik için istihareye yattım. Rüyamda beyaz çoğunlukta olmak üzere beyaz ve kahverengi gördüm. Sizce bu benim için hayırlı mıdır, değil midir? Teşekkürler.”
Yeşim Yeşil:
*“İstihare namazında rüyaya yatınca yeşil ve beyaz mı görmek gerekiyor? Yoksa her renk görmek de mümkün mü? Ama çoğunluğu beyaz ve yeşil ise hayırlı mı?”
Önce umumi bir yanlışı düzeltelim: İstihare namazı kılındığında rüya için yatmak ve rüya görmek şart değildir, gelecekle ilgili kesin öngörülerde bulunmak şart değildir, istihareden geleceğin bizim arzumuz çerçevesinde şekillenmesini sağlamak murad değildir. İstihare yapmak, kehanette bulunmak ve geleceği görmek demek değildir. İstihareyi böyle anlamak dinî bir yaklaşım değildir. Geleceği görme muradı ile istihare yapılmaz. Yapılırsa doğru sonuç vermez. Bu hususu yüksek sesle dile getirmek ve bu telakkiyi, bu zannı, bu yanlış bilgiyi yıkmak istiyorum. Çünkü bu yanlış bilgi bizi istihare ruhundan koparıyor.
İstihare, girişilen bir işte Allah’tan hayır umduğumuzu ifade etmek için yapılır. İstihare bu yönüyle bir çeşit duâdan başka bir şey değildir. İstiharede, hayırlı olana gönlümüzü yatıştırması için Allah’a duâ ederiz.
Nitekim Peygamber Efendimiz (asm), istihare için, “istihare namazından sonra kalpten geçen mânânın ve oluşan kararlılığın” önemli olduğunu bildirmişlerdir.1 İnsanda bu kalbî kararlılık rüya görmeden de pekâlâ oluşabilir. Diğer yandan rüyada beyaz ve yeşil görülen kimi zamanlar vardır ki, kalpte kararlılık meydana gelmemiştir.
Her şart ve zeminde yapılacak istiharenin özünde, Allah’tan hayır ummak vardır. Yoksa fal gibi geleceği görme isteği yoktur. Zaten geleceği görmek, bize hayır da getirmez. Bunu baştan kabul etmeliyiz. Çünkü geleceği ilmek ilmek biz örüyoruz ve bu örgümüzü Allah’a olan tevekkülümüzle kaynaştırıyoruz. Gerekli şartları yerine getirdikten sonra gelecek hususunda yapmamız gereken tek şey, Allah’a güvenmek olmalıdır.
Diğer bir husus; bu köşede rüya yorumlaması yapmıyoruz. Genel mânâda rüyalarınız için hayır dilemenizi öneriyoruz. Biz de hayır diliyor, hayır olsun diyoruz. Gün boyu olumlu şeyler düşünen, olumlu umutlar taşıyan, kalbinin kararlılığı bulunan ve karamsarlık yaşamayan kişi, rüyasında mutlu ve umutlu şeyler görür, beyaz renkler görür. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri de, “Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen güzel rüya görür” demiştir. İstihare ruhuyla baktığımızda, bu demektir ki, bizim kalbimiz bir tarafa yatışmış, bir kararlılığa ulaşmış, bir tarafa meyletmiş; bu durumda bize sadece hayır dileyip adım atmak kalıyor. Bu sırada kıldığımız istihare namazı ve yaptığımız duâ, kalbimizin yatıştığı işin hayırlı olmasını Cenâb-ı Allah’tan dilememizi sağlar. Çünkü hayır bizim arzumuzda değil; Cenâb-ı Allah’ın takdirindedir.
Evleneceğimiz kişiyi dindar diye seçmişsek, huy güzelliği varsa, bize denkse ve onu beğenmişsek, onun üzerinde ailemizde bir fikir birliği ve temayül oluşmuşsa; artık Allah’tan hayır umulur, hayır istenir, Allah’a tevekkül edilir, her şey Allah’ın takdirine bırakılır ve evleneceğimiz kişiden Allah için razı olunur. Bu durumda iki rekât namaz kılınır ve Allah’tan hayır istenerek gerekli işlemler başlatılır. İstihare budur ve Tevhid inancı bunu gerektirir.
Kalbinde kararlılık oluşmayıp kararsızlık devam ettiğinde, istihare namazını tekrar kılar ve Allah’a tekrar duâ eder. İhtiyaç duyduğu her an namaz ve duayı kesmez, devam ettirir. Namazdan ve duadan sonra, kalbinde umduğu şekilde her hangi bir yatkınlık bulursa; “Bismillah” der ve ilk adımı atar. Artık Allah’a tevekkül eder. Sünnet olan budur.
Dua
Ey onurlu yaratan! Ey onurla var eden! Ey onurlandıran! Ey yarattıklarını izzetle, onurla, asaletle, kişilikle mümtaz kılan! Ey onurlu bulunan! Ey izzet ve azamet Sahibi! Ey Aziz-i Cebbar! Bizi gururdan, kibirden, tekebbürden uzak eyle! Bize hayır kapıları aç! İşimizi hayırlı kıl! Niyetimizi hayırlı kıl! Yolumuzu hayırlı kıl! Günümüzü hayırlı kıl! Yarınımızı hayırlı kıl! Olacakları hayırlı kıl! Hakkımızda hayırlısını ver! Dinimiz, dünyamız, geleceğimiz ve ahiretimiz için hayırlı olan işe bizi ulaştır! Dinimiz, dünyamız, geleceğimiz ve ahiretimiz için şerli olan işten bizi uzaklaştır! Senin ilmin ve kudretin her şeye yeter! Âmin!
Dipnotlar: 1- Tecrit Terc. 4/143
24.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|